TAHRİM SURESİOn iki ayet olup, Medenî'dir. 1"Ey peygamber, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, zevcelerinin hoşnutluğunu isteyerek, niçin (kendine) haram ediyorsun? Allah gafûr'dur, rahîm'dir". Daha Önceki Sûre İle Münasebeti Bu sûrenin, kendinden önceki sûre ile ilgisine gelince, bu şöyledir: Bu iki sûre kadınlara mahsus hükümlerde birleşmişlerdir. Aynı zamanda, o sûrenin başında, talâk ile ilgili hitabın; bu sûrenin başında da "tahrim - haram kılma" ile ilgili hitabın yer alması da, bu müşterekliği sağlayan diğer bir husustur. Çünkü, pek çok çeşidinde (yerlerde), yahutta, bazılarının da mezhebine göre her çeşidinde, Allah'ın helal kıldığı şeyi haram kılma manasını ihtiva eder. Bu sûrenin başı ile önceki sûrenin sonu arasındaki münasebete gelince, bu da şöyledir: Cenâb-ı Hakk, önceki sûrenin sonunda, Zâtının azametine delalet eden şeylere yer vermiştir. Çünkü bunlar, Allah'ın kudretinin ve ilminin mükemmelliğine delalet eder. Zira, Allah'ın, gökleri, yeri ve içersinde bulunan ilginç şeyleri yaratmış olması, bu ikisine, yani ilminin ve kudretinin mükemmel olması keyfiyyetine varıp dayanır. Onun, Zâtının yüceliği ise, Kendisinin helal kıldığı şeyi haram kılma kudretine ters düşer. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah'ın sana helal kıldığı şeyi... niçin (kendine) haram ediyorsun?" buyurmuştur. Alimler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, kendisine haram kıldığı şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Bu cümleden olarak, Keşşâf sahibi şöyle der: "Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin gününde Mâriye (radıyallahü anh) ile başbaşa kalır. Hafsa bunu sezer. Bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hafsa'ya, "Bunu benim için gizle; bu Mariye'yi kendime haram kıldım. Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile Ömer (radıyallahü anh)'in benim vefatımdan sonra, ümmetimin işini deruhte edeceklerini de sana müjdelerim.." der. Derken, Hazret-i Hafsa bunu, çok samimi iki dost oldukları için, Hazret-i Aişe'ye söyler. Keza şöyle de denilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hafsa'ya ait günde Mâriye ile başbaşa kalıp da, derken, bu müjde ile, Hafsa'yı memnun etti ve bu işi saklı tutmasını istedi, fakat Hafsa bunu saklı tutmadı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onu boşadı; hanımlarını da terk ederek yirmi dokuz gece Marıye'nin evinde kaldı. Yine rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Hafsa'ya. "Eğer, Hattâb'ın soyunda bir hayır olsaydı, o seni boşamazdı..." deyip de, Cebrail (aleyhisselâm)'in gelerek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Ona dön; çünkü o, oruç ve namazı çok olan bir hanımdır. Üstelik o, senin cennetteki hanımlarındandır" dediği de rivayet olunmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hazret-i Hafsa'yı boşamadığı, ama onu boşayabileceği uyarısında bulunduğu da ileri sürülmüştür. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Zeyneb binti Cahş'ın evinde bal şerbeti içip, derken Hazret-i Hafsa ile Aişe (radıyallahü anh) anfaşarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Biz senden, meğafir kokusu alıyoruz.." dedikleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de kötü kokmaktan hoşlanmadığı, bunun üzerine kendisine balı haram kıldığı da rivayet olunmuştur. Binâenaleyh, ayetteki bu hitabın manası, "Ey peygamber, Allah'ın sana helal kıldığı (bir rivayete göre) "mülk-i yeminini", (bir diğer rivayete göre de) veya balı niçin kendine haram kılıyorsun.." şeklinde olur. Birinci izah, Hasan el-Basrî, Mücâhid, Katâde, Şa'bî, Mesrûk ve Sâbit'in rivayetine göre Enes'in görüşüdür. Bu cümleden olarak meselâ Mesrük şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber, cariyesini haram kılmış ve ona yaklaşmayacağına dair yemin etmiştir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu ayetini indirerek, ona adeta şöyle denilmek istenmiştir: "Haram kıldığın şeye gelince, bu helaldir. Hakkında yemin ettiğin şeye gelince de, bilesin ki Allah, yeminlerinizi çözmenizi, keffâret vermenizi size tarz kılmıştır." Şa'bî, "Haram" sözünün geçtiği ifade yemin sayılır. Dolayısıyla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), haram kılma yüzünden itaba maruz kalmıştır, Yeminlere ise keffaret verilir. Ki, işte bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tahrim, 2) ayetinden anlaşılan husustur. Nazm kitabı sahibi de şöyle demektedir: "Ayetteki, "niçin haram kılıyorsun?" ifadesi, "inkarî" anlamda bir istifhamdır. Allah'ın kabul etmediği ve yadırgadığı şey ise, yasaktır. Halbuki, helali haram addetmek ise, mekruhtur. Helal, ancak Allah'ın haram kılmasıyla haram olur. Cenâb-ı Hak, "zevcelerinin hoşnutluğunu isteyerek" buyurmuştur. Ayetteki, (......) kelimesi hal'dir. Ve, muzari (cümle-i haberiyye) hal olarak vaki olmuştur. Mana, "Hanımlarının hoşnutluğunu arayarak şeklindedir. Keşşaf sahibi, şöyle demektedir: ifadesi, "ya niçin haram kılıyorsun ifadesinin tefsiriyyesi, yahut hal, veyahut da, "cümle-i isti'nâfyyedir." Bu ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sadır olmuş bir "zelle"dir. Çünkü, hiç kimse, Allah'ın helâl kıldığı şeyi haram kılamaz. Allah, "gafur" ve "rahîm"dir. Yani, yaptığı bu zelleyi bağışlar, seni bununla muaheze etmediği için de, sana merhamet eder.. Ayetle ilgili şöyle birkaç bahis vardır. Birinci Bahis: "Allah'ın sana helal kıldığı şeyi, niçin (kendine) haram ediyorsun?" ifadesi, bu hitabın, kınama ihtiva eden hitap olduğunu hissettirir. Halbuki, tavsifi olan (ey nebî) hitabı ise.kendisinde bir teşrif ve tekrim bulunduğu için, buna ters düşer. Şu halde, bu nasıl uzlaştıniabilir? Biz deriz ki, aslında bu hitap, kınama muhtevalı bir hitap değildir, tam aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sadır olan şeyin olmaması gerektiğine dikkat çeken bir hitaptır. 2. Peygamber Helali Haram Kılar Mı? İkinci Bahis: Allah'ın helal kıldığı şeyi haram kılmak, helal tarafını; haram kılmak da haram tarafını tercih etmek demektir. Halbuki, bu iki tercihi birden yapmak ise imkânsızdır. Peki o halde daha nasıl, "Allah'ın sana helal kıldığı şeyi, niçin (kendine) haram ediyorsun?" denilmiştir. Biz deriz ki, bu haram kılmadan maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, eşleri ile karı-koca hayatı yaşamaktan imtina etmesi ve uzak durmasıdır. Yoksa, Allah'ın onu helal kılmasını müteakiben onun haram olduğuna inanmak değildir. O halde, bu demektir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun helal olduğuna inanarak, böylesi bir istifadeden vazgeçmiştir. Her kim, bu ayette bahsedilen haram kılmanın, Allah'ın helal kıldığı şeyi bizzat haram kılma olduğuna inanırsa, kafir olur. Öyleyse, nasıl olur da böyle bir şey, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbet edilebilir?! Üçüncü Bahis: "Helali haram addetmenin hükmü nedir?" denilirse, biz deriz ki, imamlar bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Meselâ Ebû Hanife, her konuda böyle bir şeyi yemin kabul eder ve kişinin haram kıldığı şeyde asıl istifade ne ise, onu nazarı dikkate alır. Binâenaleyh, meselâ bir kimse, bir yiyeceği kendisine haram kılmışsa, bu kimse onu yemeğe; cariyesini haram addetmişse, onunla (cinsî münasebette bulunmaya); hanım için yemin etmişse, ondan îlâ etmeye (uzak durmaya) yemin etmiştir. Hanımıyla ilgili yeminde erkeğin herhangi bir niyeti yoksa, bu "îlâ"dır. Eğer, "zıhâr"a niyet etmişse, bu "zıhâr"dır. Eğer, talaka niyet etmişse, ikidir; üçe niyet etmişse, üç'dür. Şimdi şayet kişi, "Ben yalana niyet ettim (bunu şakacıktan yaptım)" derse, bu kendisiyle Rabbi arasındaki şeyler hususunda kabul edilir, ama "î'lâ" sayılan bu şeyi iptal etmek suretiyle "kazaen", yani mahkeme hükmüyle tasdik olunmaz.. Yine bir kimse, meselâ, "Bana, helal olan her şeyin haramdır" dese, onun bu sözü, niyeti olmadığı zaman, kendisine yiyecek-içecek şeyleri haram kılmış olduğuna hamledilir. Yok eğer, niyeti varsa, o niyet ettiği şeye hamledilir. Şafiî, bunu yemin addetmez. Ne var ki, o, bütün bunları, sadece kadınlar hakkında keffâretin sebebi sayar.. Şimdi, erkek bu yeminiyle talaka niyet etmişse, bu yemin, Şafiî nezdinde "talâk-ı rîc'İ" sayılır. Sahabenin bu husustaki ihtilafına gelince, bu tıpkı Keşşafta olduğu gibidir, bu sebeple de bunu anlatmaya gerek yok (isteyen oraya bakabilir). Yemin Keffareti 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"Allah, yeminlerinizin (keffaretle) çözülmesini size farz kılmıştır. Allah, sizin yardımcınızdır ve O, hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Hani peygamber, zevcelerinden birine gizli bir söz söylemişti. Bunun üzerine o, bunu haber verip de, Allah da peygambere bunu açıklayınca, peygamber bunun ancak bir kısmını söylemiş, bir kısmından da vaz geçmişti. Derken bunu kendisine söyleyince, o (hanımı), "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. (Peygamber de), "Bana, herşeyi bilen, herşeyden haberdar olan haber verdi" dedi". "Allah ... size farz kılmıştır." Mukâtil, buradaki fiiline, "Allah beyan etti" aniamını vermiş ve bunun tıpkı, Nûr Sûresi'ndeki ayet (Nûr, 1) gibi olduğunu söylemiştir. Diğer alimler ise, bu kelimeye, "farz, vâcib kıldı" anlamım vermişlerdir. Nazm sahib de şöyle der: "Bu fiil, harf-i cerriyle kullanılırsa, "farz anlamından başka bir şey ifade etmez. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın (Ahzab. 50) ayetinde böyledir, ama lâm harf-i cerriyle kullanılırsa, her iki manaya da gelir. Cenâb-ı Hakk'ın "Yeminlerinizin (keffaretle) çözülmesini" ifadesine gelince, bu, "O yeminlerinizi, keffâretlerinizle çözmenizi." demektir. (tahlile), "tef'ile" vezninde bir kelime olup, aslı "tahlile"dir. Yeminleri çözmek, şu iki şekilde olur: 1) Keffaretle çözmek. Bu husus, bu ayette anlatıldığı üzeredir. 2)Bu kelimenin, "az şey" anlamında kullanılmasıdır. Ki, daha çok da bu anlamda kullanılır. Nitekim hadiste, "O kişi, ancak bir yemin kefareti kadar, cehenneme girer" Müslim, Birr, 15 (4/2088); Buhari, Cevâiz, 6. buyurulur. Yani, "çok kısa bir süre için... (yemin yerini bulacak kadar) demektir. Bu ifadenin yerine, bizzat ifadeleri konularak da okunmuştur. Bir grup müfessir şunu nakletmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cariyesi (Mâriye) ile cinsî münasebette bulunmamaya yemin etmiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hakk da "ona vacib kıldığı şeyi, yani "keffâret-i yemini" hatırlatmıştır. Said ibn Cübeyr, İbn Abbas'ın, "haram" sözcüğünün kullanıldığı ifadelerin yemin anlamına geldiğin; rivayet etmiştir. Yani, bir kimse, eşine "Sen bana haramsın" dese de, bununla talak ve zıhara niyet etmese, bu söz yemin keffaretini gerektirir. "Allah, sizin yardımcmızdır." Yani, "Allah sizin dostunuz, yardımcınızdır. "Mahlukatını bihakkın bilendir" yani "Farz kıldığı hükümler konusunda hikmet sahibidir." Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamber, zevcelerinden birine gizli bir söz söylemişti" ifadesine gelince, Cenâb-ı Hakk bu ifade ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cariyesini kendisine haram kıldığını, bunu da, sır olarak Hazret-i Hafsa'ya söylediğini, ondan bunu saklı tutmasını istediğini kastetmiştir. Şu da ifade edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hafsa'nın yüzünde bir kıskançlık belirtisi görünce, onu hoşnut etmek istedi de, böylece ona, şu iki şeyi sır olarak söyledi: Cariyesini kendisine haram kıldığını ve kendisinden sonra hilafetin Hazret-i Ebû Bekir ile babası Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e geçeceğini... Bunu, İbn Abbas (radıyallahü anh) söylemiştir. Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Hafsa bunu Hazret-i Aişe'ye haber verip de, "Allah da bunu peygambere açıklayınca...", yani, "Allah, nebisini, Hafsa'nın, Aişe'ye bunu söylediğine muttali kılıp da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Hafsa'ya bu esnada onun söylediği şeyin bir kısmını haber verince..." demektir ki, işte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir kısmım söylemiş..." ifâdesinden anlaşılan husustur. Yani, "Hafsa'ya bir kısmını haber verdi, ve "Bazısından da vazgeçti..." yani, "Peygamber, Hafsa'ya bir ikram olsun diye ve görmemezlikten gelme sadedinde, "Sen, bunu Aişe'ye haber verdin.." dememiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haber vermediği şey ise, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in hilafetinden bahsetmeyişidir. Şeddesiz olarak şeklinde de okunmuştur ki, bunun manası, "bu şeyden dolayı onu cezalandırdı" demek olup, bu da senin, kötülük yapan birisine, "Senin ne yaptığını biliyorum, sana ne yapacağımı biliyorsun.." şeklindeki kullanışına varıp dayanır. Nitekim Cenâb-ı Hakk da, "Bunlar, Allah'ın, kalblerinde ne olduğunu bildiği kimselerdir.."(Nisa.63) buyurmuştur. Yani, "O, onları cezalandıracaktır ve o, bütün mahlukatın kalbinde olanı bilendir" demektir. Faş Edilen Sırrın Açığa Çıkması Cenâb-ı Hak "Derken peygamber bunu ona, bunu söyleyince o, yani Hafsa, "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. (Peygamber de), "Bana, herşeyi bilen, her şeyden haberdar olan haber verdi" dedi" buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ı el-habîr kelimesinde, el-alîm kelimesinde bulunmayan çok mükemmel bir mâna mevcut olduğu için, el-alîm diye niteledikten sonra ikinci olarak el-habîr diye de nitelemiştir. Ayetle ilgili şöyle birkaç bahis vardır. Ayetle İlgili Bahisler Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, yeminlerinizin (keffâretiyle) çözülmesini size farz kılmıştır.." ifadesi, O'nun, "Allah'ın helâl kıldığı şeyi, niçin kendine haram ediyorsun?" ifadesiyle nasıl bir münasebet arzeder? Biz deriz ki: Kadını haram kılmak bir yemin olunca, meselâ bir kimse hanımına, "Sen bana haramsın" dese, bu yemin sayılır bunu söylemek ile o, ilâ etmiş, hanımından uzak kalacağına yemin etmiş sayılır. İşte, bundan sonra da keffaret verir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Keffaret Verdi Mi? İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın "Allah, yeminlerinizin (keffaretle) çözülmesini size farz kılmîştır" ifadesinin zahiri, olayın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sudur etmiş olan bir yemin olduğunu göstermektedir. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ketfarette bulunmuş mudur? Biz deriz ki: Hasan el-Basri'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelmiş geçmiş bütün günahları, bağışlandığı için o keffaret vermemiştir. Bu, mü'minler için bir talîmdir." Mukâtil de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mâriye'den dolayı bir köle azâd ettiğini söylemiştir. 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Eğer her ikiniz de, Allah'a tevbe ederseniz (ne âlâ!). Çünkü doğrusu, sizin kalbleriniz kaymıştır. (Yok), onun aleyhine birbirinize arka çıkarsanız, hiç şüphesiz Allah bizzat onun yardımcısıdır. Cebrail de, mü'minlerin salih olanları da. Bunların ardında, melekler de onun yardımcısıdır. Eğer o, sizi boşarsa, yerinize Allah'a itaatta teslim olan, Allah'ın birliğini tasdik eden, namaz kılan, günahlardan tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan kadınlar, dullar ve kızlar olmak üzere Rabbinin ona sizden hayırlılarını vermeleri umulan bir şeydir". Ayetteki, "Eğer her ikiniz de, Allah'a tevbe ederseniz..." ifadesi, onları kınamada ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sıkıntı verme konusunda göstermiş oldukları dayanışmadan tevbe etmede ileri bir mana ifade etsin diye iltifat yoluyla, Hazret-i Aişe ve Hafsa'ya yapılmış olan bir hitaptır. Ayetteki, ifadesine gelince, bu "siz ikinizin kalbleri, haktan döndü.." demek olup, bu hak da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hakkıdır ki, bu, ufacık bir kusur neticesinde beraberinde kınamanın söz konusu olacağı büyük bir haktır. Buradaki şartın cevabı karine bulunduğu için hazfedilmiş olup, bu cevap, "Bu sizin için hayırlı olur.." şeklindedir. Kulûb kelimesinin çoğul getirilişi ile, aslında, tesniye anlamı kastedilmiştir. Ferrü şöyle demektedir: "Bu kelimenin çoğul olması, tesniye olarak getirilmesine tercih edilmiştir. Zira insandaki uzuvların pek çoğu, meselâ iki el, iki ayak, iki göz, vs. vs. gibi, ikişer ikişerdir. Binâenaleyh, insanın uzuvları bu şekilde olunca, tesniyeye muzaf olduğunda, bir, iki gibi kabul edilmiş olur. İşte bu husus, daha önce geçmişti. Cenâb-ı Hak, "Onun aleyhine, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyyet etme hususunda birbirinize arka çıkarsanız, hiç şüphesiz bizzat Allah onun yardımcısıdır." Yani, sizin bu dayanışmanız, ona zarar vermeyecektir. Zira, hem Allah, hem de Cebrail (aleyhisselâm), yani Kerûbiyyûn meleklerinin reisi onun dostudur" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, şanının yüce ve değerinin çok yüksek olduğunu bildirmek için, Cebrail (aleyhisselâm)'i diğer meleklerden ayırarak tek başına zikretmiştir, "Mü'minlerin salih olanları da onun dostudur." İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'i kastettiğini, zira bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında ona düşmanlık besleyenlere karşı, onun dostu ve yardımcısı idiler. Bu, aynı zamanda iki Mukâtîl'in de görüşüdür. Dahhâk, bununla mü'minlerin hayırlılarının kastedildiğini söylemiştir. Yine bu ifadeye, "mü'minlerden salih olanlar" yani "iman edip salih amelde bulunanlar" manası verildiği gibi, "mü'minlerden nifaktan berî olanlar" anlamı da verilmiştir. Yine bu ifadeye, "bütün peygamberler"; "halifeler"; "sahabe-i kiram"., manaları da verilmiştir. Buradaki salih kelimesi, çoğul anlamında kullanılmıştır. Çünkü, bu ifade ile, hem müfret hem de çoğul manası kastedilebilir. Cenâb-ı Hak; "Bunların ardından da, melekler de onun yardımcısıdır" buyurmuştur. Ki bu, "Allah, Cebrail (aleyhisselâm)'i ve mü:minlerin salihlerinden sonra, melekler de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yardımcısı, onun destekçisidir" demektir. Buradaki (......) kelimesi, "yardımcılar" anlamında olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, (Nisa, 69) ifadesindeki (......) kelimesi gibidir. Ferrâ da, kelamın takdirinin, "Bunların yardımından sonra, melekler de yardımcıdır.." şeklinde olduğunu söylerken, Ebû Ali ise, "Fa'îl vezni, kendisinden çokluk manası kastedilerek, müfred olarak da gelir ve bu tıpkı, "(O gün) hiçbir hamîm (dostça), hiçbir hamime (dosta halini) sormaz" (Me'aric, 10) ayetinde olduğu gibidir" demiştir. Daha sonra Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımlarını, "Eğer o sizi boşarsa, yerinize.., Rabbinizin ona, sizden hayırlılarını vermesi umulur" ifadesiyle tehdid etmiştir. Müfessirler (umulur ki) fiilini, bizzat Cenâb-ı Hakk'ın kendisi kullanıyorsa, bu, ümit manası değil, kesinlik manası ifade eder" demişlerdir. Kûfeliler ayeti şeddesiz olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hanımlarını boşamayacağını biliyordu. Fakat onları korkutmak için, boşaması halinde ona, kendilerinden daha hayırlılarını vereceğini bildirmek suretiyle kudretini anlatmak istemiştir, Kıraat imamlarının çoğu, ifâdesini "ızhar"la okumuşlardır. Ama Ebû Amr'ın, her ikisi de dudak harflerinden olduğu için, kâfi, kâf'a idğam ederek okuduğu rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hakk daha sonra, peygamberine, bu hanımlarının yerine vereceği hanımları tavsif ederek, "müslimât, yani Allah'a itaat etmek suretiyle boyun eğen; mü'minat, yani Allah'ın birliğini tasdik eden, İhlaslı; "kânitât", yani itaatkâr, bir diğer manasıyla geceleyin namaz kılan" diye tavsif etmiştir. Bu ikinci mana daha uygundur, çünkü bunun peşinden "sâihât" yani oruç tutan sıfatını getirmiştir. Dolayısıyla gündüz tutulan orucun, yanında gece kılınan namazın olması gerekir. "Sâhhât" kelimesi, şeklinde de okunmuştur ki bu daha beliğdir. Oruç tutana "sâih" "seyyah" denmiştir. Çünkü seyyahın (çoğu zaman) beraberinde katığı bulunmaz. Dolayısıyla da kendisini yedirip-içiren birisini bulana kadar, aç dolaşır. Bu yönüyle de, iftar vakti gelinceye kadar, yemeyen-içmeyen oruçluya benzer." "Sâhhât" ifadesine, "hicret eden kadınlar" manası da verilmiştir. Allahü teâlâ daha sonra, onları tavsif ederek "dullar ve kızlar olmak üzere" buyurmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dünya ahiret eşlerinin bir kısmı dul, bir kısmı bakire iken onunla evlenmişlerdir. Dolayısıyla vakıaya göre durum ifade edilmiştir. Burada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şehvet duygusuyla değil, aksine Allah rızasını gözeterek evlendiğine bir işaret vardır. Bu ayetlerle ilgili şöyle birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk, meleklerinin ve onların yardımcılarının büyüklüğünü anlatmak için, "(Bütün) bunların ardından da, melekler de onun yardımcılarıdır..." buyurmuştur. Ayetteki şekillerinde de okunmuştur. İkinci Bahis: Yeryüzünde mü'minlerin anneleri olan peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımlarından daha hayırlı kadın yok iken, faraza bunların yerine verilecek olanlar, daha nasıl bunlardan hayırlı olabilir? Deriz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine isyan ettikleri ve rahatsız ettikleri için, onları boşaması halinde, o kadınlar artık bu sıfat üzere kalmazlar. Dolayısıyla da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e itaatta bulunan ve sayılan vasıfları taşıyan başka kadınlar, bunlardan daha hayırlı olmuş olurlar. Üçüncü Bahis: Ayetteki, "müslimât" "mü'minât" ifadeleri, bir tekrar vehmini vermektedirler. Çünkü "müslüman kadınlar" ile "mü'min kadınlar" aynı manayadır (ne dersiniz)? Biz deriz ki: İslâm (müslümanlık), dil ile tasdikten, iman (mü'minlik) ise kalb ile tasdikten İbarettir, ki bu iki vasıf bazan birlikte bulunmayabilir. Binâenaleyh ayetteki bu iki kelime, o kadınlarda hem kalbin, hem de dilin tasdikinin bulunduğunu ortaya koyan ifadeler olmuş olurlar. Dördüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk, araya atıf vav'ı sokarak, "Dullar ve kızlar..." buyurmuş; ama önceki sıfatlar arasına atıf vav'ını getirmemiştir (neden)? Deriz ki: Keşşâf sahibi "Bunlar, birbirine zıt iki sıfattırlar. Dolayısıyla o kadınlar, diğer sıfatlarda bir müştereklik arzettikleri halde, bu iki sıfatta müştereklik arzetmezler" demiştir. Beşinci Bahis: Cenâb-ı Hakk, burada "dul" oluşu övgü sadedinde zikretmiştir. Halbuki dulluk, erkeklerin rağbetini azaltan özelliklerdendir (ne dersiniz)? Diyoruz ki: Mal, güzellik, yahut soy sop yahut bu özelliklerin birlikte bulunmasından ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nezdinde, bazı dullar, bazı bakirelere nisbetle daha iyi olmuş olabilirler. Durum böyle olunca da, buradaki "dullar" ile, bahsettiğimiz özellikte dullar kastedilmiş olabileceği için, "dul"luğun övgü sadedinde zikredilmesinde bir sakınca yoktur. 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"Ey iman edenler, gerek kendinizi, gerek ailenizi öyle bir ateşten koruyun ki onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Bu ateşin başında iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır. Bunlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler. Ne emrolundular ise, onu yaparlar. Ey kâfirler, bugün özür dilemeyin. Siz ancak yapmış olduğunuz şeylerin cezasını çekeceksiniz". hitabı, "Allah'ın sizi nehyettiği şeylerden vazgeçmek suretiyle, kendinizi koruyun" demektir. Mukâtil ise bu ifadeye, "müslümanın, hem kendisini hem ailesini terbiye edip, böylece ailesine hem hayrı emredip, hem de onları kötü şeylerden yasaklaması ile kendisini koruması..." manasını vermiştir. Keşşâfda, bu ifadeye, "Günahları terkedip, taatları yapmak ve ailenizi, kendinizi sorumlu tuttuğunuz şeylerle sorumlu tutmanız suretiyle, koruyun" manası verilmiştir. Yine bu ifadeye, "Kendinizi, nefsinizi davet ettiği şeylerden koruyun. Çünkü nefis, size kötü şeyleri emreder" manası verilmiştir."koruyunuz" ifâdesindeki fail vav'ına atf düşünülerek, "Aileniz de korusun" şeklinde de okunmuştur. Böyle bir atıf, aradaki fasıladan dolayı yerindedir. Ayetteki, (bir ateş) ifâdesi, "bir çeşit ateş" manasına olup, bu da, yakıtı insan ve taş olan ateştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), ayetteki "taş" ifadesine, "kükürt taşlan" manasını vermiştir. Çünkü bunlar, yakıldığında, alabildiğine sıcaklık veren taşlardır. Ayet şeklinde de okunmuştur. "Bu ateşin başında iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır." Cenâb-ı Hakk bu ifadeyle, on dokuz zebânî (cehennem bekçisi melek) ile onların yardımcılarını kastetmiştir. Bunlar, alabildiğine büyük, haşin ve sert meleklerdir. Onların bu şekilde yaratılmış olmaları yadırganacak bir şey değildir. Yahut da onlar, Allah'ın düşmanlarına karşı, alabildiğine şiddetli, Allah dostlarına karşı alabildiğine merhametli oldukları için, hilkatlerinde değil de işlerinde böyle serttirler. Nitekim Hak teâlâ (mü'minleri vasfederken), "(Onlar), kâfirlere karşı alabildiğine sert; birbirlerine karşı ise son derece merhametlidirler" (Fetih, 29) buyurmuştur. Ayetteki, "Ne emrolundular ise onu yaparlar" ifadesi. işin gerektirdiği ortamdan ötürü onların, çok çetin ve sert olduklarına delâlet eder. Çünkü onlar Allah'ın emirlerini yerine getirme ve düşmanlarından intikam alma hususunda asla şefkatti davranmazlar. Burada, meleklerin, âhirette, Allahü teâlâ'nın emir ve yasakları ile mükellef olmaya devam ettiklerine bir işaret vardır. Çünkü onlardan sâdır olacak isyan. Allah'ın emir ve yasağına muhalefet olur. Ayetteki, kâfirler, bugün özür dilemeyin" ifadesine gelince, Cenâb-ı Hakk bu azabın şiddetini, o ateşle anlatıp, meleklerin Allah düşmanlarından intikam alma hususunda çok çetin olduklarını belirtince, "Ey kâfirler, bugün özür dilemeyin" buyurmuştur ki bu, "Onlara, "Bugün mazeret beyan etmeyin" denilecek" takdirindedir. Çünkü mazeret beyan atmek, tevbe etmek demektir. Tevbe ise, cehenneme girdikten sonra, artık makbul değildir. Binâenaleyh mazeret beyan etmek, onlara bir fayda vermez. yani, "Sizin yapmış olduğunuz o kötü amelleriniz, hikmet-i ilahiyye gereği size bu azabı gerekli kılmıştır." Birinci Bahis: Allahü teâlâ, "Eğer yapamazsanız, ki kesinlikle yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten korununuz. Zira o, kâfirler için hazırlanmıştır"(Bakara, 24) buyurarak, cehennemin kâfirler için yaratıldığını bildirmiştir. Öyleyse burada, mü'minlere böyle hitap etmesinin hikmeti nedir? Deriz ki: Fasıkların derekeleri, kâfirlerin derekelerinin üstündedir. Çünkü fasıklar da kâfirlerle birlikte, aynı yerde, yani cehennemdedirler. Bundan dolayı mü'minlere, "Bu ateşin kendileri için hazırlandığı kimselerle birlikte olmamanız için, fısk-ı fücurdan (günahtan) alabildiğine kaçınmak suretiyle kendinizi bu ateşten koruyun" denmiştir. Bu hitapla, Cenâb-ı Hakk'ın onlara, mürtedlikten korunmalarını emretmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. İkinci Bahis: Melekler, ruhanî varlıklar oldukları halde, daha nasıl kaba saba iri gövdeli olarak nftetenebilirler? Deriz ki: Buradaki kaba-sabalık, çetinlik, beden açısından değil, ruhları, davranışları açısındandır. Bu görüş, diğer görüşlere nisbetle, doğruya en yakın olandır. Üçüncü Bahis: Ayetteki, "Bunlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler" ifadesi, "Ne emrolundular ise, onu yaparlar" ifadesinin aynısıdır. Binâenaleyh aynı ayette bu ikisine de yer verilmesinin hikmeti nedir? Deriz ki: Bu iki ifade aynı manada değildir. Çünkü birincisi, "Onlar, Allah'ın emirlerini kabullenir, onları üstlenir ve o emirleri yadırgamazlar" manasınadır. İkincisinin manası ise, "Onlar emrolundukları bu şeyleri behemehal yaparlar" şeklindedir. Keşşaf sahibi, bunu bu şekilde izah etmiştir. 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Ey iman edenler, bir tevbe-i nasûh ile Allah'a tevbe edin. Olur ki Rabbiniz kötülüklerinizi affeder ve sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, peygamberini ve iman edip, onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek. Nurları, önlerinde ve sağlarında koşacak. Diyecekler ki: "Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz ki sen, herşeye hakkıyla kadirsin." Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Onlara karşı sert davran. Onların barınacakları yer cehennemdir ve o ne fena bir gidiş yeridir". Ayetteki, "tevbe-i nasûh" tabiri, "alabildiğine nasihatkâr bir tevbe" demektir. Ferrâ, "nasûh" kelimesinin "tevbe"nin sıfatı olduğunu ve mananın, "Sahibine, kendisinden döndüğü o kötü işi yeniden yapmamayı öğütleyen, nasihat eden bir tevbe" şeklinde olduğunu; çünkü böylesi bir tevbenin, doğru samimi ve insanların, sayesinde öğüt (örnek) aldığı bir tevbe olduğunu söylemiştir. Asım bu kelimeyi, nûn'un zammesi ile, "nusûhen" şeklinde de okumuştur. Bu kıraate göre kelime, tıpkı " 'ukûd" gibi bir masdardır. Nitekim Arapça da denilir. Keşşaf, da ise şöyle denilmiştir: "Buradaki "tevbe" kelimesi, bir isnad-i mecazî olarak, "nasihat edici" (nasûh) diye tavsif edilmiştir ki bu da, insanların, işlemiş oldukları o kötülüklerden alabildiğine pişman olmaları ve bir daha aynı şeyleri yapmamak kaydıyla ettikleri tevbedir." Nasûh ifadesinin, "elbisenin dikişi" manasındaki, "nesahatü's-sevb" ifadesinden olduğu da söylenmiştir. "Olur ki Rabbiniz..." ifadesi, Allah'ın kullarını ümitvâr ettiği bir ifadedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün Allah peygamberini... rüsvay etmeyecek" ifadesindeki "o gün (yevm) kelimesi, "cennetlere sokar" kelimesi ile mansubtur, yani onun zarfıdır. "Allah rüsvay etmeyecek" ifadesi, Kendisinin rüsvay ettiği küfür ve fısk ehli için bir çıtlatma ve bunların vasıflarından koruyup-muhafaza ettiği için de mü'minlerden Kendisine hamd etmelerini istemedir. Mu'tezile, ayetteki bu ifadeye tutunarak şöyle demişlerdir: "Rüsvay etme, ilahî azab ile olur. Allahü teâlâ ise, iman edenlere azab etmeyeceğini va'detmiştir. Binâenaleyh eğer büyük günah sahipleri, mü'minlerden sayılsaydı, onlar için ilahî azabın olmasından korkmazdık." Ehl-i sünnet ise buna "Allahü teâlâ, mü'minleri rüsvay etmemeyi va'detmiştir" diye cevap vermiştir. Ayetteki, "iman edenler" ifadesi, mûbtedâ olup, haberi ise, "koşacak" ifadesidir, yahut da, "rüsvay etmeyecek" ifadesidir. Ehl-i sünnetten, "Ayetteki, en-nebî kelimesinde vakfedenler, yani cümleyi burada bitirenler vardır. Bu, "Allah, şefaatini reddederek peygamberini rüsvay etmeyecektir" demek olur. "İhzâ", rezil-rüsvay etmek demektir, yani Cenâb-ı Hakk onları, kâfirlerin huzurunda rezil kepaze etmeyecektir. Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin vâkıf olamayacağı tarzda (günahkâr) mü'minlere azab etmesi de mümkündür. Ayetteki, "önlerinden..."tabiri; "yürür iken" "sağlarından..." tabiri de, "hesaba çekilirken..." demektir. Çünkü kendisinde bir nur, bir iyilik, bir hayır bulunan kitapları onlara sağlarından verilir ve bu nur, ayaklarını satıkları yerde, önlerinde ve sağlarında koşuşturur durur. Çünkü onların arkaları ve solları kâfirlerin yollarıdır. Ayetteki, "Diyeceklerki: "Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla" ifadesine gelince, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Onlar bu sözü, münafıkların nuru söndürüldüğünde korktuklarından ötürü diyecekler." Hasan el-Basrî'den de, "Allahü teâlâ, onların nurlarını tamamlamıştır. Fakat Allah'ın huzuruna iyice yaklaşmak arzusuyla böyle dua edeceklerdir. Bu tıpkı, gelmiş geçmiş bütün günahları bağışlanmış olduğu halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Günahına istiğfar et" (Muhammed, 19) diye emrolunması gibidir" dediği rivayet edilmiştir. Şu da söylenmiştir: "Bu mü'minlerin derece bakımından en düşükleri, nurları, ancak ayaklarını basacakları yeri aydınlatanlardır. Çünkü nur, insanın ameline göre verilecek. Dolayısıyla bunlar, bu nurun tamamlanmasını, yani daha fazla verilmesini isteyeceklerdir." Şöyle de denilmiştir: "Cennete doğru yarışı önde götürenler (sabıkûn), sıratı şimşek gibi geçecekler. Bir kısım mü'minler rüzgâr gibi geçerlerken, bir kısmı da emekleyerek yüzükoyun sürünerek geçerler. İşte "Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla" diyenler, bu iki kısımdır." Bu izahı Keşşaf sahibi, Keşşafında yapmıştır. Cenâb-ı Hak,"Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş" buyurmuş ve "kâfirler" sözü, münafıkları da içine almasına rağmen, onları da zikretmiştir. "(Ey Peygamber) onlara karşı sert davran" buyurulmuştur. Cihad, bazan savaşarak, bazan deliller ortaya koyarak olur. Bu demektir ki, bazan dil ile, bazan süngü ile olur. Bu ifadeye, "Onlara, ilahî hadleri, yani cezaları uygulayarak, onlarla cihad et. Çünkü onlar büyük günah işleyenlerdir" manası da verilmiştir. Zira peygamberin ashabı (radıyallahü anh) büyük günah işlemekten masum (uzak) idiler, "Onların barınacakları yer cehennemdir" bunun ne demek olduğu daha önce izah edilmiştir. Ayetlerle ilgili şöyle birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetteki, "Ey iman edenler" ifadesi, daha önce geçen, "Ey kâfirler" ifadesiyle nasıl bir münasebet arzeder? Deriz ki: Allahü teâlâ, mü'minlerin, bugün tevbe etmek suretiyle, o günkü azabı savuşturabileceklerine dikkatlerini çekmiştir. Çünkü o gün yapılacak tevbenin bir değeri yoktur. Burada şöyle bir incelik yatmaktadır: Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, geçen şeyler hususunda yapılan terhibten (korkutmadan) sonra, azabı savuşturmaya dikkat çekmenin, onların hallerini ve haklarındaki in'am ve ikramları zikretmek suretiyle, bir tergibi (teşviki) ifade etmiş olmaktadır. İkinci Bahis: Allahü teâlâ o günde, hem peygamberi, hem de iman edenleri rezil-rüsvay etmeyecektir. Böyle iken ayette ayrıca, "O (peygamberle) beraber olanları..." demeye ne gerek vardı? Deriz ki: Bu, biraraya gelmeyi, bir arada bulunmayı anlatan bir ifadedir. Binâenaleyh mana, "Allah, nurları, önleri sıra koşup giden bu topluluğu rezil-rüsvay etmeyecektir" şeklindedir. Dolayısıyla birarada-beraber olmak büyük bir faydadır. Çünkü iman edenler ile peygamberlerini, biraraya getirmek, mü'minler için bir şereftir ve saygının ifadesidir. Üçüncü Bahis: "Bizi bağışla" ifadesi, her mü'minin günahı olduğu vehmini vermektedir. Günah ise, herkeste olmaz (denilirse), biz deriz ki: Bu kimselerin, her günah için lazım olan şeyden ötürü, (yani her günahın ayrılmaz vasfı olan şeyden ötürü), mağfiret talebinde bulunmuş olmaları mümkündür. Her günahın ayrılmaz vasfı da, hizmette (kullukta) kusur etmektir. Bunda kusur ise, her mü'minde bulunan bir vasıftır. Dördüncü Bahis: Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, "Ey peygamber niçin ... haram kılıyorsun?" buyurmuş; daha sonra da yine "Ey peygamber kâfirlerle ve münafıklarla savaş" buyurmuş; mesela, "Ey Âdem, Ey Musa, Ey İsa dediği gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ismi ile değil, vasfı ile, yani peygamberlik vasfı ile hitab etmiştir (niçin)? Deriz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, diğer peygamberlerden üstün olduğunu göstermek için, ismiyle değil vasfıyla hitab etmiştir. Bu, açık bir buluştur. Beşinci Bahis: Ayetteki, "Onların barınacakları yer cehennemdir..." ifadesi, onların varacakları yerin, mutlak manada kötü bir yer olduğuna delalet eder. Çünkü bu mutlak ifade, bu azabın devamlı olduğuna delalet eder. Mutlak olmayan ifadeler ise, böyle bir devamlılığa delalet etmezler. Zira Cenâb-ı Hakk haklarında mutlak ifade olmayanları günahlarından arındırmış olabilir. (Dolayısıyla bunların azabı devamlı olmaz). 10Âyetin tefsiri için bak:11 11"Allah kâfirlere, Nuh'un karısı ile Lût'un kansım misal olarak gösterdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki iyi kulun nikâhı altında idiler. Böyle iken hainlik ittiler de, o iki koca, onları Allah'ın azabından hiçbir şekilde kurtaramadılar. (O iki kadına), "Ateşe girenlerle beraber, siz de girin" denildi. Allah iman edenlere de, Firavun'un karısını misal olarak gösterdi. Hani o kadın, "Ya Rabbi, bana katında, cennet içinde bir ev yap. Beni Firavun'dan ve onun amellerinden kurtar. Beni, o zâlimler güruhundan kurtar" demişti". Ayetteki, "Allah ... misal olarak gösterdi" ifadesi, "Allah bunların hallerini, bir temsil ile anlattı" demektir. Çünkü onlar, küfürlerinden ve mü'minlere olan düşmanlıklarından ötürü, korumasız ve sahipsiz, kendileri gibilerine verilen ceza ile cezalandırıldılar. Kendileriyle o peygamberler arasında bulunan akrabalık, o peygamberlere düşman oldukları; Allah katından getirdikleri şeylerde peygamberleri inkâr edip, bu inkârda ısrar ettikleri için, kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Nûh (aleyhisselâm) İle Lût (aleyhisselâm)'ın Eşleri Nuh'un ve Lût'un hanımlarının durumundaki gibi, kâfirle birlikte yaşayan mü'min. peygamber bile olsa, Hak teâlâ, bunlar arasında herhangi bir bağın bulunmadığını ve bu akrabalığı, her şeyden uzak saydığını, buna itibar etmediğini belirtmiştir. Çünkü bu iki kadın, o peygamberlere (iman etmemek suretiyle), hainlik edince, bu peygamberler, onların başına gelen azablan onlardan savuşturamamışlardır ve üstelik bu kadınlara, ahiret gününde de, "(Haydi) ateşe girenlerle beraber siz de girin" denilecektir. Firavun'un Eşi Âsiye (radıyallahü anha) Daha sonra Cenâb-ı Hakk, Firavun'un hanımının halini ve bir Allah düşmanı zalimin zevcesi olmasına rağmen, Allah katındaki mertebesini, Imrân'ın hanımı, dünya ve ahirette kendisine yapılan ikramı, kavmi kâfir olmasına rağmen, zamanının kadınlarından faziletli kılınması gibi durumlarını anlatarak, müslümanların, kâfirlerle ilgi kurmalarında, bu ilginin müslümana zarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur Bu iki misalin zımnında, mü'minlerin annesi olan iki kadına, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iki hanımı olan, Hazret-i Hafsa ve Hazret-i Aişe'ye, kendilerinden sadır olan ve sûrenin başında anlatılan kusurdan ötürü, bir tariz vardır ve bunlar için bu misalde kâfirlere yer verilip, Firavun'un hanımı olan Âsiye bint Muzâhim'in misal olarak getirilmesinden ötürü, bunları en sert ve ağır bir biçimde bir sakındırma vardır. Âsiye'nin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın halası (babasının kız kardeşi) olduğu; Musa (aleyhisselâm)'nın asasını atıp, sihirbazların asasını, bu asanın yuttuğunu duyduğu zaman iman ettiği; Hravun'un ona, bu imanı sebebiyle çok ağtr işkenceler yaptığı da rivayet edilmiştir. Meselâ Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'den, Firavun'un dört kazık çaktırıp, bu kadını, kazıklara çivileterek, güneş altında bıraktığı; üzerine de büyük bir taş koyduğu; bunun üzerine tadının, "Ya Rabbi, beni Firavun'dan kurtar" dediği; böylece ruhunun cennete yükselip, o taşın, onun ruhsuz cesedi üzerinde kalakaldığı rivayet edilmiştir. Hasan îl-Basri de, Cenâb-ı Hakk'ın bu kadını, dilediği gibi yiyip-içmek üzere cennete yükselttiğini söylemiştir. Şu da söylenmiştir: "Bu kadın, "Ya Rabbi, bana, katında, cennet içinde bir ev yap" dediğinde, cennette kendisi için yapılan evini görmüştür. ev tek bir incidendir." Bunun nasıl ve ne olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Bu ayetlerle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayette, "Kullarımızdan..."denilmesinin hikmeti nedi? Deriz ki: tu, şu iki şekilde izah edilebilir: a) Bu, daha evvel de geçtiği gibi bunlar için bir ta'zim ve kıymet ifadesidir. b) Cenâb-ı Hakk nezdinde, bir kimsenin, başkasına üstünlüğünün, ancak üstün olanın salih olmasıyla mümkün olmasından dolayı, bu kimselerin, bu manada kul olduklarını ortaya koymak için, böyle buyurulmuştur. İkinci Bahis: Bu iki kadının hainlikleri ne manayadır? Deriz ki: Bunların münafık olup, küfürlerini saklamaları ve o iki peygamberin aleyhine benzeri hain gayeler gütmeleri manasınadır Meselâ Nuh'un karısı, kavmine, "O delidir" demiş; Lût'un karısı da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in misafirlerinin gelişini kavmine haber vermiştir. Yoksa bu iki kadının, zina fiilinde bulunarak, kocalarına hainlik yaptıkları söylenemez. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, "Hiçbir peygamber hanımı zina etmemiştir" diye rivayet edilmiştir. Bunların hainliklerinin, dinî bakımdan olduğu söylenmiştir. Üçüncü Bahis: Ayette, "katında, cennet içinde" şeklinde iki ifadenin birlikte zikredilmesinin hikmeti nedir? Deriz ki: Bu kadıncağız, Önce Allah'ın rahmetine yaklaşmayı istemiş, sonra da "cennet içinde" demek suretiyle, yakınlığın yerini belirlemiş ve Arş'a daha yakın olan, cennetü'l-me'vâ'daki derecesinin yüksek olmasını istemiştir. 12"Namusunu iyice koruyan İmran kızı Meryem'i de Allah bir misal olarak gösterdi. Biz ona bundan dolayı ruhumuzdan üfürdük. O, Rabbisinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti ve itaat edenlerden oldu". Ayetteki, (......) kelimesi, "zinadan ve fuhşiyyattan korudu" demektir. Buna bu manayı verdik. Çünkü Hazret-i Meryem'e, zina iftirası yapılmıştır. Buna göre ayetteki "ferc" kelimesi ile, hakikî manası murad edilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Cebrail (aleyhisselâm), onun elbisesinin yakasına üfledi, yani parmaklarıyla yakasını çekti ve oradan üfledi." Elbise ve benzeri şeylerde bulunan her yırtığa (açık yere), "ferc" denilir. Buradaki (......) fiiline, "iffetini korumak için, her türlü külfete katlandı" manası da verilmiştir. Çünkü "muhsane" kelimesi, iffetli-namuslu kadın manasına gelir. "Ona, yani elbisesinin deliğinden (yakasından) ruhumuzdan üfledik" ifadesine, "sayesinde bedenlerin hayat bulduğu şeyi (yani ruhu), onda yarattık" manası da verilmiştir. Ayetteki, (ona) zamiri, "İsa'da" manasınadır. Bunu (ona) şeklinde okuyanlara göre de mânâ, "İsa'nın nefsinde..." şeklinde olur. Çünkü "nefs" kelimesi, müennestir. "Üfleme" ile yapılan teşbih de şöyle izah edilir: "Ruh, o kimsede yaratıldığında, tıpkı bir rüzgarın bir nefesin birşeyi doldurup şişirmesi gibi, bedenin tamamına yayılır." Bu teşbihin; tıpkı bir rüzgâr gibi, ruhun hızlı bir biçimde bedene girmesi yüzünden yapıldığı da söylenmiştir. Ayetteki, "Rabbisinin kelimelerini... tasdik etti" ifadesine gelince, Mukâtil, buradaki "kelimât" ile, la (aleyhisselâm)'nın kastedildiğini söyler. Çünkü buna, Hasan el-Basrî'nin bu ayeti, (......) şeklinde okuması da delalet eder. Hazret-i İsâ (aleyhisselâm), Kur'ân'ın birkaç yerinde, "kelimetullah" diye adlandırılmıştır. Ama burada bu kelime, çoğul olarak getirilmiştir. Ebû Ali el-Farisî de, ayetteki, "kelimât" (kelimeler) sözüne, sözün ötesinde, "kendisi için meşru kılınan, konan ilahî kanunlar" manasını vermiştir. Buna göre mân; "Allah'ın kanunlarını tasdik etti, onlara yapıştı; Allah'ın hitaplarını tasdik etti, yalanlamadı" şeklinde olur. Çünkü şer'î kanunlar "kelimât" (kelimeler) diye adlandırılmıştır. Nitekim Hak Teâla, "Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimeler ile imtihan etmişti" (Bakara, 124) buyurmuştur. Ayetteki, (......) ifadesi, hem şeddesiz hem de şeddeli şekillerde okunmuştur. Şeddeli kıraata göre, o ilahî kelimelerin ve kitapların doğruluklarını dile getirmiştir, yani onları "doğru" (sadık) diye tavsif etmiştir ki tasdik'in tam manası da budur. Bu ifadeler, hem müfred hem cemî olarak, kelime-kelime, kitap-kütüp şekillerinde okumuştur. "Kitap" şeklinde okunması ile, bunların çokluğu ve yaygınlığı kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki bu, "O, itaat edenlerdendi" manasınadır. Bu mânâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göredir. Atâ ise buna, "O, namaz kılanlardandı" manasını vermiştir. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır. Birinci Bahis: "Allah'ın kelimeleri ve kitapları", da ne demektir? Biz deriz ki: "Allah'ın kelimeleri" tabiriyle, İdris (aleyhisselâm)'e indirilen sahifeler; "Allah'ın kitapları" ile de, dört büyük kitap kastedilmiştir. Bunlar ile, Cenâb-ı Hakk'ın, meleklerine konuştukları ile, Levh-i Mahfuz'da takdir ettiği şeylerin tümü de kastedilmiş olabilir. Bu ifadeler, müfred olarak, "Allah'ın kelimesi ve O'nun kitabı" şeklinde de okunmuştur ki, buna göre ise "Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) ve onun kitabı İncil" kastedilmiş olur. Şayet, müzekker için kullanılan bir kelimedir" denilirse, biz deriz ki, "kunût" kökü, her iki taraftan (kadın ve erkek tarafından) da itaat edenleri içine alan bir sözdür. Dolayısıyla, erkek tarafı dişi tarafına tağlib edilerek böyle ifade edilmiştir. Başındaki min edatı ise, kısım ve ba'ziyyet ifade eder. Bu İzahı, Keşşaf sahibi yapmıştır. Bu kelime ile, "kavim, topluluk" manasının kastedildiği, "kavm"in ise, genel bir ifade olduğu ve tıpkı, "Allah'a taata devam edenlerden olun.." manasında olan, "rükû edenlerle rükû edenlerden ol..." (Al-i imran, 43) gibi olduğu da ileri sürülmüştür. Bir de, Hazret-i Meryem, Hazret-i Musa'nın kardeşi Harun'un soyundan olduğu için, (ona nisbetle) böyle ifade edilmiştir. Nûh (aleyhisselâm)'un Vâile adındaki karısı ile, Lût (aleyhisselâm)'un Vahîle adındaki karısının mesel olarak verilmesine gelince bu, tamamını ancak Allah'ın bileceği bir biçimde, sayısız fayda ve hikmetleri ihtiva eder. Ki, bunlardan bazıları şunlardır: 1) Erkeklerin ve kadınların, "Büyük mükâfaat ve büyük azab" hususunda dikkatlerini çekmek... 2) Başkasının salâhının iyi güzel yolda olmasının, fesat içinde olana fayda vermeyeceğini; başkasının fesadının da iyi ve güzel yolda olana zarar vermeyeceğini bilmek... 3) Erkek, takvanın zirvesinde dahî olsa, kadın konusunda ve nefsi konusunda kendisine güvenmemelidir. Bu tıpkı, Nûh ve Lût (aleyhisselâm)'un hanımlarından sudur eden hal gibidir. 4) Kadının namusluluğunu ve iffetini bilmek çok mükemmel bir fayda temin eder. Bu da tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, hakkında, "Şüphesiz ki Allah seni seçti ve seni temiz kıldı; seni, (zamanındaki) alemlerin kadınlarına üstün kıldı"(Al-i İmran,42) buyurduğu Imran Kızı Meryem'de olduğu gibidir. 5) Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda sadâkati bütün olarak yalvarıp yakarmanın, O'nun cezasından kurtulup, hesapsız mükâfaatlar elde etmeye vesile olacağına ve ezelî olan zâtın huzuruna bütün her konuda başvurmanın gerekli olduğuna, dönüşün, şanı yüce, kelimesi üstün, kendisinden başka tanrı olmayan ve ancak Kendisine dönülecek olan zata olacağına dikkat çekmek... Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a, salât ü selâm da, peygamberin seyyidine, ailesine ve ashabına olsun! (Amin). |
﴾ 0 ﴿