9"Ey iman edenler, bir tevbe-i nasûh ile Allah'a tevbe edin. Olur ki Rabbiniz kötülüklerinizi affeder ve sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, peygamberini ve iman edip, onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek. Nurları, önlerinde ve sağlarında koşacak. Diyecekler ki: "Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz ki sen, herşeye hakkıyla kadirsin." Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Onlara karşı sert davran. Onların barınacakları yer cehennemdir ve o ne fena bir gidiş yeridir". Ayetteki, "tevbe-i nasûh" tabiri, "alabildiğine nasihatkâr bir tevbe" demektir. Ferrâ, "nasûh" kelimesinin "tevbe"nin sıfatı olduğunu ve mananın, "Sahibine, kendisinden döndüğü o kötü işi yeniden yapmamayı öğütleyen, nasihat eden bir tevbe" şeklinde olduğunu; çünkü böylesi bir tevbenin, doğru samimi ve insanların, sayesinde öğüt (örnek) aldığı bir tevbe olduğunu söylemiştir. Asım bu kelimeyi, nûn'un zammesi ile, "nusûhen" şeklinde de okumuştur. Bu kıraate göre kelime, tıpkı " 'ukûd" gibi bir masdardır. Nitekim Arapça da denilir. Keşşaf, da ise şöyle denilmiştir: "Buradaki "tevbe" kelimesi, bir isnad-i mecazî olarak, "nasihat edici" (nasûh) diye tavsif edilmiştir ki bu da, insanların, işlemiş oldukları o kötülüklerden alabildiğine pişman olmaları ve bir daha aynı şeyleri yapmamak kaydıyla ettikleri tevbedir." Nasûh ifadesinin, "elbisenin dikişi" manasındaki, "nesahatü's-sevb" ifadesinden olduğu da söylenmiştir. "Olur ki Rabbiniz..." ifadesi, Allah'ın kullarını ümitvâr ettiği bir ifadedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün Allah peygamberini... rüsvay etmeyecek" ifadesindeki "o gün (yevm) kelimesi, "cennetlere sokar" kelimesi ile mansubtur, yani onun zarfıdır. "Allah rüsvay etmeyecek" ifadesi, Kendisinin rüsvay ettiği küfür ve fısk ehli için bir çıtlatma ve bunların vasıflarından koruyup-muhafaza ettiği için de mü'minlerden Kendisine hamd etmelerini istemedir. Mu'tezile, ayetteki bu ifadeye tutunarak şöyle demişlerdir: "Rüsvay etme, ilahî azab ile olur. Allahü teâlâ ise, iman edenlere azab etmeyeceğini va'detmiştir. Binâenaleyh eğer büyük günah sahipleri, mü'minlerden sayılsaydı, onlar için ilahî azabın olmasından korkmazdık." Ehl-i sünnet ise buna "Allahü teâlâ, mü'minleri rüsvay etmemeyi va'detmiştir" diye cevap vermiştir. Ayetteki, "iman edenler" ifadesi, mûbtedâ olup, haberi ise, "koşacak" ifadesidir, yahut da, "rüsvay etmeyecek" ifadesidir. Ehl-i sünnetten, "Ayetteki, en-nebî kelimesinde vakfedenler, yani cümleyi burada bitirenler vardır. Bu, "Allah, şefaatini reddederek peygamberini rüsvay etmeyecektir" demek olur. "İhzâ", rezil-rüsvay etmek demektir, yani Cenâb-ı Hakk onları, kâfirlerin huzurunda rezil kepaze etmeyecektir. Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin vâkıf olamayacağı tarzda (günahkâr) mü'minlere azab etmesi de mümkündür. Ayetteki, "önlerinden..."tabiri; "yürür iken" "sağlarından..." tabiri de, "hesaba çekilirken..." demektir. Çünkü kendisinde bir nur, bir iyilik, bir hayır bulunan kitapları onlara sağlarından verilir ve bu nur, ayaklarını satıkları yerde, önlerinde ve sağlarında koşuşturur durur. Çünkü onların arkaları ve solları kâfirlerin yollarıdır. Ayetteki, "Diyeceklerki: "Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla" ifadesine gelince, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Onlar bu sözü, münafıkların nuru söndürüldüğünde korktuklarından ötürü diyecekler." Hasan el-Basrî'den de, "Allahü teâlâ, onların nurlarını tamamlamıştır. Fakat Allah'ın huzuruna iyice yaklaşmak arzusuyla böyle dua edeceklerdir. Bu tıpkı, gelmiş geçmiş bütün günahları bağışlanmış olduğu halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Günahına istiğfar et" (Muhammed, 19) diye emrolunması gibidir" dediği rivayet edilmiştir. Şu da söylenmiştir: "Bu mü'minlerin derece bakımından en düşükleri, nurları, ancak ayaklarını basacakları yeri aydınlatanlardır. Çünkü nur, insanın ameline göre verilecek. Dolayısıyla bunlar, bu nurun tamamlanmasını, yani daha fazla verilmesini isteyeceklerdir." Şöyle de denilmiştir: "Cennete doğru yarışı önde götürenler (sabıkûn), sıratı şimşek gibi geçecekler. Bir kısım mü'minler rüzgâr gibi geçerlerken, bir kısmı da emekleyerek yüzükoyun sürünerek geçerler. İşte "Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla" diyenler, bu iki kısımdır." Bu izahı Keşşaf sahibi, Keşşafında yapmıştır. Cenâb-ı Hak,"Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş" buyurmuş ve "kâfirler" sözü, münafıkları da içine almasına rağmen, onları da zikretmiştir. "(Ey Peygamber) onlara karşı sert davran" buyurulmuştur. Cihad, bazan savaşarak, bazan deliller ortaya koyarak olur. Bu demektir ki, bazan dil ile, bazan süngü ile olur. Bu ifadeye, "Onlara, ilahî hadleri, yani cezaları uygulayarak, onlarla cihad et. Çünkü onlar büyük günah işleyenlerdir" manası da verilmiştir. Zira peygamberin ashabı (radıyallahü anh) büyük günah işlemekten masum (uzak) idiler, "Onların barınacakları yer cehennemdir" bunun ne demek olduğu daha önce izah edilmiştir. Ayetlerle ilgili şöyle birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetteki, "Ey iman edenler" ifadesi, daha önce geçen, "Ey kâfirler" ifadesiyle nasıl bir münasebet arzeder? Deriz ki: Allahü teâlâ, mü'minlerin, bugün tevbe etmek suretiyle, o günkü azabı savuşturabileceklerine dikkatlerini çekmiştir. Çünkü o gün yapılacak tevbenin bir değeri yoktur. Burada şöyle bir incelik yatmaktadır: Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, geçen şeyler hususunda yapılan terhibten (korkutmadan) sonra, azabı savuşturmaya dikkat çekmenin, onların hallerini ve haklarındaki in'am ve ikramları zikretmek suretiyle, bir tergibi (teşviki) ifade etmiş olmaktadır. İkinci Bahis: Allahü teâlâ o günde, hem peygamberi, hem de iman edenleri rezil-rüsvay etmeyecektir. Böyle iken ayette ayrıca, "O (peygamberle) beraber olanları..." demeye ne gerek vardı? Deriz ki: Bu, biraraya gelmeyi, bir arada bulunmayı anlatan bir ifadedir. Binâenaleyh mana, "Allah, nurları, önleri sıra koşup giden bu topluluğu rezil-rüsvay etmeyecektir" şeklindedir. Dolayısıyla birarada-beraber olmak büyük bir faydadır. Çünkü iman edenler ile peygamberlerini, biraraya getirmek, mü'minler için bir şereftir ve saygının ifadesidir. Üçüncü Bahis: "Bizi bağışla" ifadesi, her mü'minin günahı olduğu vehmini vermektedir. Günah ise, herkeste olmaz (denilirse), biz deriz ki: Bu kimselerin, her günah için lazım olan şeyden ötürü, (yani her günahın ayrılmaz vasfı olan şeyden ötürü), mağfiret talebinde bulunmuş olmaları mümkündür. Her günahın ayrılmaz vasfı da, hizmette (kullukta) kusur etmektir. Bunda kusur ise, her mü'minde bulunan bir vasıftır. Dördüncü Bahis: Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, "Ey peygamber niçin ... haram kılıyorsun?" buyurmuş; daha sonra da yine "Ey peygamber kâfirlerle ve münafıklarla savaş" buyurmuş; mesela, "Ey Âdem, Ey Musa, Ey İsa dediği gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ismi ile değil, vasfı ile, yani peygamberlik vasfı ile hitab etmiştir (niçin)? Deriz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, diğer peygamberlerden üstün olduğunu göstermek için, ismiyle değil vasfıyla hitab etmiştir. Bu, açık bir buluştur. Beşinci Bahis: Ayetteki, "Onların barınacakları yer cehennemdir..." ifadesi, onların varacakları yerin, mutlak manada kötü bir yer olduğuna delalet eder. Çünkü bu mutlak ifade, bu azabın devamlı olduğuna delalet eder. Mutlak olmayan ifadeler ise, böyle bir devamlılığa delalet etmezler. Zira Cenâb-ı Hakk haklarında mutlak ifade olmayanları günahlarından arındırmış olabilir. (Dolayısıyla bunların azabı devamlı olmaz). |
﴾ 9 ﴿