MÜLK SÛRESİOtuz ayet olup, Mekkî'dir. 1"Hâkimiyet, kendisinin elinde olan Allah'ın şanı ne yücedir! O her şeye hakkıyla kadirdir". Bu sûreye Mülk Sûresi denildiği gibi, kendisini okumaya devam eden kimseyi kabir azabından kurtaracağı için de, el-Münciye (kurtaran) diye adlandırılmıştır. İbn Abbas'ın da, hep bu sûreyi kendisini okuyan kimseyi kabirde müdafaa edeceği için, el-Mücâdile (müdafaa eden) diye isimlendirdiği rivayet edilmiştir. Ayetteki, (......) kelimesinin tefsirini biz, Furkan Sûrest'nin başında ayet yapmıştık. "Hâkimiyet, kendisinin elinde olan..." ifâdesine gelince, bil ki bu lâfız, ancak, Cenâb-ı Hakk'ın hem bir melik, hem de mâlik olduğunu te'kid etmek için kullanılmıştır. Ve bu tıpkı, "Emretmek yasaklamak, işleri bağlamak ve çözmek (kesin şekilde kararlaştırmak), falancanın elindedir. Bu hususta diğer organların bir payı yoktur.." denilmesi gibidir. Keşşaf sahibi de, "Mevcut olan her şeyin mülkü, O'nun elindedir; o halde, mümkin varlıklar namına mevcut olmayan her şeye de kadirdir" manasını vermiştir. Cenâb-ı Hak, "O her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur ki, bu ifâdeyle ilgili olarak şöyle bir kaç mesele vardır: Ma'dûm "Şey" Midir? "Ma'dûm; bulunmayan, yok olan"a, "şey" denileceğini iddia edenler, bu ayete sarılarak, şöyle demişlerdir: "O, her şeye hakkıyla kadirdir" demek: O'nun "makdûru yarattığı ve yaratabileceği şeyler"in, "şey" olmasını gerektirir. Binâenaleyh, Allah'ın makdûru olan bu şey, ya mevcuttur yahut da ma'dûm'dur, mevcut değildir. Bunun mevcut olması caiz değildir. Çünkü, Allah şayet mevcut olana kadir olsaydı, O, ya, mevcut olan şeyi yeniden var etmeye kadir olmuş olurdu ki, bu muhaldir; zira, mevcut olanı yeniden var kılmak muhaldir. Yahut da O, onu yok etmeye kadir olmuş olurdu ki, bu da muhaldir. Zira, yok etme işinin (ayrı) bir fail ile meydana gelmesi imkânsızdır. Zira, "kudret" müessir bir sıfattır; binâenaleyh bu sıfatın bir tesiri söz konusudur. Yokluk ('adem) ise, katıksız bir olumsuzluktur. Dolayısıyla, yokluğu, kudretin eseri kılmak muhaldir. Bu sebeple de, yok etmenin bir fail ile meydana gelmesi muhal olur. Böylece, Allah'ın "makdûr"u olan "şey"in mevcut olmadığı sabit olmuş olur. Binâenaleyh, madem ki mevcut değil. Öyleyse "ma'dûm" olması gerekir. Bu sebeple de, "ma'dûm"un, "şey" olması gerekir. Ma'dûm'un "şey" olduğunu kabul etmeyen âlimlerimiz de, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Cevherin, cevher olması açısından, "şey" olduğunda şüphe yoktur. Meselâ, (sıfat olan) "siyâh"ın da, siyah olması açısından "şey" olduğunda şüphe yoktur. Allahü teâlâ ise, her "şey"e kadirdir. Binâenaleyh, bu ayetin bir muktezâsı olarak, Cenâb-ı Hakk'ın, cevher olması açısından cevhere, siyah olması açısından da siyaha kadir olması gerekir. Durum böyle olunca da, cevherin cevher olması, siyahın da siyah olması, o tek fail ile meydana gelmiş olması gerekir. Hür ve irade sahibi (muhtar) olan o failin, mutlaka fiilinden önce olması gerekir. Binâenaleyh, Allah'ın varlığı ve zatı, cevherin cevher, siyahlığın da siyah olmasından öncedir. Bu sebeple de "ma'dûm"un da, "şey" olması gerekir ki, işte matlup da budur. Daha sonra alimlerimiz, karşı tarafın bu husustaki şüphelerine şu şekilde cevap vermişlerdir: Biz, yok etmenin bir fail ile olmayacağını kabul etmiyoruz. Bunu kabul etsek bile. ama ne var ki niçin, "ma'dûm" olan o "makdûr"un, "ilerde.." "şey" haline dönüşeceği için, "şey" diye adlandırılmış olduğu söylenemesin? Bizim, yaptığımız izaha göre, bu ifade, her ne kadar mecazî bir anlamda olmuş olsa bile, ancak ne var ki, "ma'dûm "un şey olmadığına dair diğer deliller bulunduğu için, bunu kullanmak gerekir. Yok Etme İşinin Faile İhtiyacı Kâdî Ebû Bekir, farklı iki görüşünden birinde, nesneleri yok etmenin, bir fail ile meydana geldiğini iddia etmiştir ki bu, Mu'tezile'den Ebu'l-Hasan el-Hayyât ile Mahmûd el-Harezmî'nin de tercihidir. Bizim alimlerimizin çoğunluğu ile Mu'tezile'den bazı kimseler ise, yok etmenin bir fail ile olacağının muhal olduğunu iddia etmişlerdir. Kâdî şu şekilde istidlalde bulunmuştur: "Mevcudat eşyadır (şey dediğimiz varlıklardır). Allah ise, her "şey"e kadirdir. O halde bu demektir ki O, "mevcûdâfa kadirdir. Binâenaleyh bu, "O, ya mevcudatı yeniden var etmeye kadirdir" demektir ki, bu, imkânsızdır. Çünkü, var olanı yeniden var etmek muhaldir. Yahut da "O, mevcudatı yok etmeye kadirdir" demektir ki, işte bu, yok etmenin bir fail ile mümkin olmasını gerektirir. Ka'bî, "Allahü teâlâ, kulun makdûr'u gibi olan şeylere kadir değildir" diye iddia ederken, Ebû Ali ve Ebû Hâşim de, "Allah, kulun makdûruna kadir değildir.." demişlerdir. Alimlerimiz ise, Allah'ın, hem kulun makdûru gibi olan şeylere kadir olduğunu, hem de makdûru olmayana da kadir olduğunu söylemiş, bu hususta şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Kulun makdûru olanın bizzat kendisi ile, "makdûru gibisi" olan, "şey"dir. Allahü teâlâ ise, "her şeye" kadirdir. Bu sebeple, yapılan bu izaha göre, tek bir makdûrun iki kadir (hem Allah, hem de kul) arasında var olabileceğinin ve bulunabileceğinin doğruluğu sabit olmuş olur. Âlimlerimiz, Allah'ın kudretinden başka bir "müessir" olmadığını iddia etmişler; felsefecilerin görüşü olan tabiat fikri ile, Mu'tezile'nin görüşü olan, birbirini doğurma, neticelendirmeyi (tevâlüd) hem de kulun, kendi fiillerinin mucidi olması fikrini çürüterek, tümüne birden şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Ayet, Allahü teâlâ'nın, her şeye kadir olduğuna delalet etmektedir. Binâenaleyh, şayet mümkün varlıklara dair herhangi bir şey, Allah'ın kudretiyle değil de, başka bir şey ile meydana gelmiş olsaydı, bu başka şey, makdûr'u olan şeyler konusunda, Cenâb-ı Hakk'ın kudretini tesir etmekten men ederdi ki, böyle bir şey olamaz.. Çünkü, Allah'ın dışında kalan her şey, mümkün ve muhdes varlıklardır. Dolayısıyla da, kuvvet bakımından, Allah'ın kudretinden daha az kuvvetlidirler. Daha az kuvvetli olanın ise, daha güçlü olanı saf dışı etmesi mümkün değildir. Bu ayet, Allahü teâlâ'nın tek olduğuna delâlet etmektedir. Zira biz, şayet bir ikinci ilahın bulunduğunu farz etsek, bu durumda bu ilah, bir şeyi, ya yaşatmaya kadir olacak, veya olamayacak. Eğer, kesinlikle bir şeyi icad etmeye kadir değilse, ilah olamaz. Eğer kadir olursa, bu ikinci ilahın makdûru olanın, "şey" olması gerekir. Binâenaleyh, bu durumda da bu "şey"in, Cenâb-ı Hakk'ın, "O her şeye hakkıyla kadirdir" ifadesinden dolayı, birinci ilahın da makdûru olması gerekir. Bu durumda da, iki hâlık arasında, bir mahlukun meydana gelmesi neticesi ortaya çıkar ki, bu muhaldir. Çünkü, o iki itahdan biri yaratma konusunda bağımsız olursa, bu, onlardan her birinin diğerinden müstağni olması neticesini doğurur. Böylece de aynı zamanda hem birbirlerine muhtaç, hem de birbirlerinden müstağni olmuş olurlar ki, bu da muhaldir. Cehmiyye, bu ayete dayanarak, Allahü teâlâ'nın "şey' olmadığını ileri sürerek şöyle demişlerdir: Eğer o, "şey" olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, "O her şeye hakkıyla kadirdir" ifadesinden dolayı, Kendi nefsine de kadir olmuş olurdu.. Ne var ki, Allah'ın Kendi nefsine kadir olması muhaldir. Dolayısıyla, Allah'ın "şey" olması imkânsızdır. Alimlerimiz de şöyle demişlerdir; Hak teâlâ'nın "Hangi şey, şehâdet bakımından Allah'tan daha büyüktür?" (En'am, 19) buyruğu, Allah'ın bir "şey" olduğuna delâlet edince, umûmi olan bu ifadeyi, tahsis etmek gerekmiştir. Binâenaleyh bu ayet tahsis edilmiş genel lafızların, Allah'ın kitabında bulunduğuna delâlet ettiği gibi, genel ifadelerin, aklî delil ile de tahsis edilebileceğine, hatta fiilen vâki olduğuna delâlet etmektedir. Mu'tezile'nin ekserisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "yalanı, cehâletî, abesi ve zulmü" yaratmaya kadir olduğunu iddia ederken, Nazzâm, buna kadir olmadığını iddia etmiştir. Alimlerin çoğu ise, "Cehalet ve yalan, ayrı ayrı "şey"lerdir. Allahü teâlâ, her şeye kadirdir. Binâenaleyh, O'nun bunları yaratmaya da kadir olması gerekir" diye istidlalde bulunmuşlardır: Ehl-i tevhid, Allahü teâlâ'nın cihetten ve mekândan münezzeh olduğuna istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, şayet şu mekânda değil de bu mekânda olsaydı; Allah'ın içinde olduğu söylenen o mekân, içinde olmadığı söylenen diğer mekândan ayrı olmuş olurdu. Çünkü şayet, bu iki mekân birbirinden ayrı olmaz ise, Allahü teâlâ'nın burada değil de şurada olduğunu söylemek imkânsız olur. Hem sonra bu iki yerden birinin, diğerinden ayrı olması, bu mekânın mevcut bir şey olmasını gerektirir. Çünkü sırf yokluğa hem maddî olarak işaret etmek, hem de yine maddî olarak birinin diğerinden ayrı olması, hem de hareket etmeye uygun olması imkânsızdır. O halde, eğer Allah, bir mekânda olsaydı, o mekân mevcut olurdu. O mekân mevcut olmuş olsaydı, o da bir "şey" olur ve "O her şeye kadirdir" (Mülk, 1) ayetinden ötürü, Allah'ın makdûru (mahlûku) olurdu. Bu mekânın var oluşu, Allah'ın kudreti ve yaratmasıyla olduğuna göre, var oluş bakımından Allah'ın bu mekândan önce olması gerekir. Durum böyle olunca da, Allah'ın, hiçbir cihet yok iken, var oluşu, herhangi bir mekâna bağlı olmaksızın ezelde mevcut olmuş olur. Ezelî olan ise asla son bulmaz. Böylece Allahü teâlâ'nın hem ezelen, hem de ebeden, cihetten ve mekândan münezzeh olduğu sabit olur." Allahü teâlâ önce, "Hakimiyet elinde olan Allah" buyurmuş, daha sonra da "O her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın her şeye kadir olduğu sabit olması durumunda, mülkün ancak O'nun elinde olabileceğini ihsas ettirmektedir. İşte bu, alimlerimizin, "Eğer kulun muradı yerine gelip de Allah'ın muradı yerine gelmeyecek olsaydı, bu Allah'ın aczini, za'fını ve mutlak manada mülkün sahibi olmamasını gerektirirdi" diye ifade ettikleri hususun ta kendisidir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın, mülkün mâliki olması durumunda, herşeye kadir olması gerektiğine delâlet eder. "Kadir" kelimesi, "kâdir"in mübalağa (ileri mana ifade eden) sigasıdır. O, her şeye kadir olunca, hiçbir şeyin O'nun herhangi bir şeye kadir olup yaratmasına manî olamaması gerekir. Bu da, Allahü teâlâ üzerinde, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin hakkının bulunmamasını gerektirir. Aksi halde bu hak, O'nun o şeyi yapmasına mâni olur. Yine O'nun yaptığı hiçbir şeyin kabih (çirkin ve kötü) olmamasını gerektirir. Aksi halde bu kabîhlik, O'nun o şeyi yapmasına manî olur. Dolayısıyla kudret açısından kâmil olmaz. Böylece de "kadîr" olamaz. Allah en iyi bilendir. 2"O, hanginizin daha güzel amel ve harekette bulunacağını imtihan etmek için, ölümü ve hayatı yaratandır. O, aziz ve gafurdur". Bu ayetle ilgili bir kaç mesele vardır: Alimler şöyle demişlerdir: Mayat, o sıfattır ki mevsuf olduğu kimseyi bilen, kadir olan kılar. "Ölümün ne demek olduğu hususunda ise ihtilaf edilmiştir. Bu cümleden olarak bir takım kimseler, ölümün, "hayat" sıfatının bulunmamasından ibaret olduğunu söylerlerken; alimlerimiz, "ölüm"ün var olan, fakat "hayat"a zıt olan bir sıfat olduğunu söylemişler; bunun böyle olduğuna dair, Hak teâlâ'nın, "Ölümü ve hayatı yaratan..." ifadesini delil getirmişlerdir. Çünkü ma'dum (var olmayan şey), mahlûk olmaz. İste bu, gerçeğin tâ kendisidir. Kelbi, senediyle birlikte, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ ölümü beyaz, güzel bir koç şeklinde yaratmıştır. Ölüm, herneye uğrasa ve her ne onun kokusunu alsa, o şey anında ölür. Allah hayatı da, eşekten büyük katırdan küçük alaca bir at şeklinde yaratmıştır. Bu hayat her neye uğrasa veya her ne onun kokusunu alsa, o şey anında hayat bulur." Bil ki İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın söylediği rivayet edilen bu hususun, mutlaka bir temsil ve tasvir sadedinde söylenmiş olması gerekir. Aksi halde gerçek, biraz önce söylediğimiz şeydir. Önce Ölümün Zikrediliş Hikmeti "Hayat", "ötüm"den önce olmasına rağmen, Allahü teâlâ şu sebeplerden ötürü, ayette ölümü hayattan önce zikretmiştir. 1) Mukâtil şöyle der: "Cenâb-ı Hakk "ölüm" ile, nutfeyi, "alaka"yı ve "mudga'yı (insanın yaratılışındaki ilk merhaleleri); "hayat" ile de, ruhun (canın) üflenmesini kastetmiştir." 2) Atâ'nın rivayetine göre Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Allah, "ölüm" ile dünyadaki ölümü, "hayat" ile de, ebedî hayat yurdu olan âhiret hayatını kastetmiştir" demiştir. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Kıyametgünü, birmünadi, "Ey cennet ehli" diye seslenir. Cennettekiler bu nidanın yüce Allah'dan olduğunu bilirler ve "Ey Rabbimiz buyur, emrine amadeyiz, huzurundayız!" derler. Bunun üzerine Allah, "Rabbinizin size va'dettiklerini gerçek olarak buldunuz mu?" der. Cennetlikler de: "Evet" derler. Sonra da ölüm, güzel beyaz bir koç kılığında getirilip boğazlanır. Sonra da, "Ey cennet ehli, işte bu (hayatınız), ölümsüz ebediyyettir ve ey cehennem ehli, işte bu (azabınız), ölümsüz bir ebediyyettir" diye nida edilir. Bu nida, cennet ehlinin sevincine sevinç katarken, cehennem ehlinin de hüznüne hüzün katar." Bil ki biraz önce de ölümün, tıpkı bir sükûn ve bir hareket gibi arazlardan (sıfatlardan) bir araz olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh bu arazın (sıfatın), bir koç gibi şekil alması caiz değildir. Aksine bu ifadeyle, o gün artık ölüm işinin son bulduğunu anlatmak için bir temsil yapılmak istenmiştir. Böylece bahsettiklerimizle, ölüm günlerinin, dünya günleri olduğu, ahirette bunların son bulduğu; ahiret günlerinin ise hayat günleri olduğu ve bunların daha sonra olacağı ortaya çıkmış olur. Şimdi ölüm günleri, hayat günlerinden önce olduğu için, Allahü teâlâ ayette ölümü, hayattan önce zikretmiştir. 4) Allahü teâlâ, ölümü, hayattan önce zikretmiştir. Çünkü insanların amele, en fazla yöneleni, ölümünü gözünün önünden hiç ayırmayan, öleceğini hep hesaba katar kimsedir. Bu sebeple ölüm önce zikredilmşitir. Zira ölüm, kişi için maksad olan şeyler içinde en önemli olanıdır. Bil ki en temel nimet hayattır. Çünkü hayat olmasaydı dünyada hiç kimse nimetlerden istifade edemezdi. Hayat ahiret nimetleri arasında da birinci sıradadır. Çünkü orada da hayat olmasa, ebedî mükâfaat diye birşey olmaz. kitabın pek çok yerinde de anlattığımız üzere, ölüm de bir nimettir. Çünkü ölüm, mükellefiyet hali ile, kişinin amellerine karşılık verilmesi halini birbirinden ayıran birşeydir. ölüm, mesela bu açıdan bir nimettir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Lezzetleri (tadları) mağlub eden, yok eden şeyi (yani ölümü) çokça hatırlayın Ibn Mace Zuhd, 31 (2/422)."buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),"Eğer lezzetleri yok eden şeyi (ölümü), çokça hatırlasaydınız, bu sizi, benim gördüğüm şu işlerinizden sizi kesinlikle alıkordu" Tirmizi, Kiyam, 26 (4/639). buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına, birisini sordu. Onlar da o kişiyi övüp, onu hayırla yâd ettiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Onun ölümü hatırlaması nasıl?" diye sordu. Onlar, "Az idi" diye cevap verdiler. Bunun üzerine o, "öyle ise o sizin gibi değildi" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, "Hanginizin daha güzel amel ve harekette bulunacağınızı imtihan etmek için..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili şöyle birkaç mesele vardır: "Ibtila" imtihan etmek, denemek manasınadır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk ibtilâ ederek, bir kimsenin itaat mı, yoksa isyan mı edeceğini bilmiş, anlamış olur" manasına gelir. Bu ise, hem ezelen, hem de ebeden bütün malumatı bilen zat hakkında, düşünülmesi imkânsız olan bir husustur. Fakat biz, bu meseleyi, "Hani Rabbi ibrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmişti" (Bakara, 124) ayetinin tefsirinde ele almış, incelemiştik. Velhasıl, "Allah'ın imtihanı (ibtilası)", kuluna, aynen imtihan yapıp, deneme yapanın, şeklen (zahiren) buna benzer bir biçimde davranması demektir. Allahü teâlâ'nın, yaptıklarını bir maksad bir gaye için yaptığını söyleyenler, bu ayeti delil getirerek "Ayetin başındaki "lâm" edatı, maksad ifade eden bir kelimedir. Bunun bir benzeri de, "ibadet etsinler için (yarattım)" (Zariyât, 56) ayetidir" demişlerdir. Buna şu şekilde cevap verilir: Aslında, Cenâb-ı Hakk'ın fiilleri, bir imtihan ve deneme değildir. Fakat şeklen imtihana benzediği için, mecazî olarak imtihan adını alır. İşte burada da böyledir. Çünkü aslında bu fiil, gerçekte maksad olmadığı halde, maksada benzer bir durum arzetmektedir. Dolayısıyla da Cenâb-ı Hakk burada, garaz (maksad-gaye) ifade eden lâm edatını kullanmıştır. Bil ki ayetteki "ölüm" ve "hayat"ı tefsir ederken; Ölümü, kişinin nutfe, alaka ve mudga halleri; hayatı da bundan sonraki hali diye izah etmiştik. Şu halde bu izahımıza göre ayetteki "ibtila"nın tefsiri şöyle yapılabilir: Bu, kişinin, kendisini ölümden hayata taşıyanın Allahü teâlâ olduğunu bilip anlamasıdır. Nitekim bu imtihan böyle olmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın kişiyi, hayattan ölüme taşımaya da kadir olması gerekir. Böylece kişi, sebebiyle elde edemediği şeyleri elde etme imkânının son bulduğu ölümün gelip çatmasından hep korkar durur ki ölüm konusunda, fakir ile zengin, efendi ile köle, bütün insanlar eşittir. Fakat biz, ayetteki bu ifadelerden "Ölümü", dünyadaki ölüm, "hayat"ı da ahiretteki hayat diye ele alırsak, bu ölüm ve hayat ile imtihan daha tam ve mükemmel olmuş olur. Çünkü dünyadaki ölümden duyulan korku bilfiil mevcuttur ve ahirette hayatın bulunuşundan duyulan korkudan daha ileridir. Binâenaleyh ayetteki "ibtilâ" (imtihan) sözünden. "Bu korku sebebiyle kişi, bu kötülüklerden vaz geçer mi, geçmez mi?" şeklinde yapılan bir imtihan manası kastedilmiş olur. Ayetteki, ifâdesinin Su ifâdesi ile münasebeti hususunda şu iki İzah yapılabilir: 1) Ferrâ ve Zeccâc'a göre, ifâdesinin muteallakı gizli olup, takdiri, veya fâ "Sizi deneyip, böylece hanginizin daha iyi amel yaptığını görmesi, bilmesi için.." şeklindedir. 2) Keşşaf sahibi, ifadesinin, "Size göstermek için" manasında olduğunu, takdirî mananın, "Hanginizin daha iyi amel ve harekette bulunacağını size göstermek, size bildirmek için..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Ayetteki, (......) kelimesi, mübtedâ olmak üzere merfûdur. Kendinden önceki ifade, bunun üzerinde amel etmez. Çünkü bu, asıl olarak istifham manasındadır. Zira sen, mesela, "Hanginiz daha üstün, bilemiyorum" dediğinde, "Zeyd mi, yoksa Amr mı üstün, bilemiyorum" demek olur. Bu cümlede fiili, istifhamdan sonraki cümlede amel etmez. İşte aynen bunun gibi, (......) kelimesinde de amel etmez. Çünkü mânâ aynıdır. Bu ayetin bir benzeri de, (Kalem,40)ayetidir. Bu hususla izah daha önce geçmişti. Âlimler, "daha güzel amel ve hareket" tabirinin tefsiri hususunda şunları söylemişlerdir: a) Bu "hanginizin ameli daha samimi ve daha doğru.." demektir. Çünkü amel, samimiyetle olur, ama doğru olmazsa, makbul sayılmaz. Aynen bunun gibi, doğru olur, ama samimi-ihlaslı olmaz ise yine kabul edilmez. O halde amellerin halis olanı, Allah rızası için yapılanı, doğru olanı da sünnete uygun olarak yapılanıdır. b) Katâde şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ayetin tefsirini sordum. O da, "Cenâb-ı Hakk, bu ifadeyle hanginizin daha akıllı olduğu..." manasını kastetmiştir" buyurdu. Sonra da Sizin akılca en tam olanınız, Allah'dan en fazla korkanınız ve Allah'ın emirleri ile yasaklan hususunda en iyi düşüneninizdir" dedi." "Güzel amel"in "mükemmel akıl" diye tefsiri mümkündür. Çünkü amel, neticede akla varıp dayanır. Dolayısıyla kimin aklı daha tamise, Katâde'nin bu hadisinde de bahsedildiği gibi, onun ameli en güzel olur. c) Rivayet edildiğine göre, Hasan el-Basrî bu ayete, "Hanginiz dünya hususunda daha çok zühd sahibi, dünyaya daha fazla aldırmayan..." manasını vermiştir. Bil ki Allahü teâlâ, imtihandan bahsedince, peşisıra, "O, azîz ve gafûr'dur.." buyurmuştur ki bu, "O Allah, kötü amelde bulunanların Kendisini acze düşüremeyecek bir biçimde bir azîz, bir gâlib; günah işleyenlerden tevbe edenler için de affedicidir" demektir. Bil ki Allahü teâlâ'nın azîz ve gafur olması, ancak herşeye kadir ve herşeyi bilen olması ile tam ve mükemmel olur. Allahü teâlâ'nın herkese, yaptığının karşılığını, gerek mükâfaat, gerekse ceza olarak tastamam verebilmek için, mutlaka tam ve mükemmel kudrete; itaat edenin kim, isyan edenin kim olduğunu bilebilmesi, böylece de hakedene, hakkını vermede hata etmemesi için, mutlaka tam ve mükemmel bir ilim sahibi olması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın azîz ve gafur oluşunun, ancak tam bir kudret ve tam bir ilim sahibi olduğunun tesbitinden sonra mümkün olacağı anlaşılır. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, burada bu iki sıfatın, yani kudret ve ilmin varlığının delillerini zikretmiştir. Allahü teâlâ'nın kadir oluşunun âlim oluşundan önce olduğu bilinince de, pek yerinde olarak önce, kudretinin, daha sonra da ilminin delilini zikretmiştir. 3"O, birbiriyle uyum içinde olan yedi gök yaratmış olandır. Sen Rahman'ın yaratmasında, hiçbir nizamsızlık göremezsin. İşte gözünü çevir, hiç bir çatlak görecek misin?". Biraz önce bahsettiğimiz Allah'ın, "kudretinin delili", Cenâb-ı Hakk'ın, "O, birbiriyle uyumlu yedi gök yaratmış olandır" ayetinin ifade etmiş olduğu husustur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır. Keşşaf sahibi, ayetteki (......) ifâdesi hususunda şu üç izahı yapmıştır: 1) (......) kelimesi, "üst üste, birbirine mutabık ve denk olarak" anlamında olup bu, Arapların, üst üste kat kat koyup da, dikip tamir ettiği zaman, ayakkabı hakkında kullandığıdeyimine varıp dayanır. Ki, bu açıklamaya göre, ayetteki (......) masdarı ile, ism-i fail manası kastedilmiş olur. 2) Ayetteki bu masdarın muzafı mahzûf olup, ifade, "tabakalı tabakalı..." takdirindedir. 3) Ayetteki bu ifade, mef'ûlü mutlak olup, kelamın takdiri, "tabakalar halinde mutabık ve ahenkli kılınmıştır.." şeklindedir. Bu göklerin, Cenâb-ı Hakk'ın kudretine delaletleri, şu bakımlardandır: 1) Bir kere bunlar, hava boşluğunda, hiçbir destek ve bağ olmaksızın durmaktadırlar. 2) Daha fazlası ya da daha eksiği düşünülebilmesine rağmen, herbirine muayyen ve belli bir mikdar, hacim, büyüklük takdir edilmiştir. 3) Herbirine mesela hızlı ve yavaş olması; muayyen bir yöne doğru hareket etmesi bakımından, belli bir mikdar ile hareketin tahsis edilmiş olması. 4) Herbirinin, zatları gereği muhdes oluşları.. İşte bütün bunlar, göklerin yaratılışının, kudreti tam ve mükemmel bir zata ait olmasına delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın ilminin delili ise O'nun, "Rahman'ın yaratışında, hiçbir nizamsızlık göremezsin. İşte gözünü çevir, hiç bir çatlak görecek misin?" ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ayetle ilgili olarak şöyle birkaç mesele vardır: Hamza ve Kisai, kelimeyi (......) diğer kıraat imamlar ise (......) şeklinde okumuşlardır. Ferrâ, bu ikisinin de, aynı derecede ve aynı manada birer kelime olduklarını ve tıpkı (......) ve (......) gibi olduklarını söylerken, Ahfeş (......) kelimesinin manaca daha güzel olduğunu ileri sürerek şöyle der: "Çünkü Araplar, hep, mesela "iş çatallandı" dedikleri halde, ama nerdeyse, (......) demezler (çok az derler)." Ebû Ubeyde ise, (......) kelimesinin daha iyi gittiğini düşünerek şöyle der: "Zira, Arapça'da, bir şey elden kaçınca, elde edilemeyince, (......) denilir." Ebû Ubeyde bu görüşüne, hadiste rivayet olunan, (......) ifadesi ile istidlal etmiştir. İkinci Mesele Aslında "uyumsuzluk, dengesizlik" anlamındadır. Ki, bu da, "bir şeyin, bir bütünün parçalarının birbiriyle uyum sağlayamaması, birbirini fevt etmesi..." demek olur. Arapların, "Buna çok farklı farklı şeyler taalluk etti" iblisi şeklindeki sözleri de böyle olup, bu kelimenin zıddı da, "uyumluluk" kelimesidir. Bu konuda müfessiherin ifadelerine gelince, meselâ Süddî, bu kelimeye, "farklı farklı hususlar... bulabilir misin?" şeklinde mana vermiştir. Ki, bu da, meselâ bir kimsenin, göğe baktığında, "şöyle olsaydı daha iyi olurdu!.." diyemeyişi bakımından tahakkuk etmiş olmasıdır. Diğer müfessirler ise, bu kelimeye, ayette az sonra gelen, "İşte gözünü çevir, hiçbir çatlak görecek misin?" ifadesini nazar-ı İtibara alarak "çatlaklıklar, yarıklar..." anlamını vermişlerdir. Ki, bunun bir benzeri de, "Onda çatlaklıklar da yoktur.," (Kaf, 6) ifadesidir. Kâffâl şöyle demektedir: "Mananın, yaratıcısının hikmetine delâlet etmesi ve onları boş yere yaratmamış olduğuna delâlet etmesi bakımından "Rahman olan Allah'ın yaratmasında bir farklılık görür müsün? (Hayır)" olduğunu söylemiştir. (......) ifadesindeki hitap, ya, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, yahut da muhatap olan herkesedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "işte gözünü çevir, hiçbir çatlak görecek misin? Sonra gözünü iki kere daha çevir O göz, hor ve hakir olarak yine sana dönecektir. Artık o, âciz kalmıştır.." (Mülk, 3-4) hitapları da böyledir. Ayetteki (......) ifâdesi, (......) kelimesinin sıfatıdır. Müteakip "Rahman'ın yaratışında, hiçbir nizamsızlık göremezsin.." ifadesi de, "gökler" ile ilgili bir başka sıfat olup, buna göre kelamın takdiri, "Allah gökleri, yedi kat olarak yarattı. Sen, onlarda, bir aykırılık ve farklılık göremezsin" şeklindedir. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu zamirin yerine, hem semâvâtın yaratılışının azametini göstermek, hem de onların aykırılıklardan ve uyumsuzluklardan uzak olduğuna dikkat çekmek için ifadesini koymuştur. Ki bu da, "Bunları, Rahman yarattı. O, tartışılmaz ve açık kudreti ile böyle birbiriyle mütenasip şeyleri yaratan Zat'tır" demektir. Bil ki, bu ayetle Allah'ın ilminin mükemmel oluşu hususunda yapılan istidlalin şekli şudur: His (duyu) organları, yedi kat göğün çok sağlam ve muhkem bir biçimde yaratılmış nesneler olduğunu göstermektedir. Fiili ve işi bu denli sapasağlam olan bir failin, mutlaka, ama mutlaka âlim olması gerekir. Böylece bu durum, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün malumatın âlimi olduğuna delalet ederken, O'nun, "Rahmanın yaratışında, hiçbir nizamsızlık göremezsin..." ayeti de, o semavâtın sapasağlam olduğuna bir işarettir. Ka'bî, bu ayete dayanarak, günah olan fiillerin, Allah'ın mahluku olmadığını ileri sürer ve şöyle der; "Çünkü Allahü teâlâ, yarattığı şeylerde uyumsuzluğun olmadığını belirtmiştir. O, bununla, küçüklük-büyüklük; noksanlık ve kusur bakımındag bir uyumsuzluğun bulunmadığını kastetmemiştir. Binâenaleyh, ayetin bu ifadesini, hikmeti bakımından, yarattıktan içinde bir uyumsuzluğun bulunmadığı anlamına almak gerekir. İşte bu, bu açıdan, bir kısmı cehalet, bir kısmı yalan, bir kısmı sefihlik olan kulunun fiillerinin Kendisinin yaratması (mahluku) olmadığına delâlet eder." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bütün bunların, kudreti, iradesi ve "dâî" (sebepler) açısından, O'ndan sudur etmesinin sahîh olması ondan asla kabîh (çirkin) bir şeyin sudur etmemesi açısından, biz, ayetin bu ifadesini, "O'na nisbetle bu fiillerde bir uyumsuzluk, tutarsızlık yoktur" anlamına hamletmekteyiz. O halde niçin, ayeti, sîzin bahsettiğiniz anlamdaki farklılığa hamletmek, bizim bahsettiğimiz manadaki farklılığa hamletmekten daha evlâ ve üstün olsun?!. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, o göklerin sapasağlam olduğunu iyice pekiştirerek, "İşte gözünü çevir, hiçbir çatlak görecek misin?!" buyurmuştur. Bu da, "Cenâb-ı Hak buyurunca, O, bundan sonra adeta, "Belki de sen, tek bir bakışla, buna hakkıyla hükmedemezsin ve bu bakışta da yanılmanın vaki olabileceği sebebiyle, buna itimat edemezsin. O halde sen, defalarca bak; böylece, Rahmân'ın yarattığında bir uyumsuzluk bulunmadığına kati olarak inanacaksın.." demek istemiştir" demektir. kelimesi, "yarmak" demek olan, (fatr) kelimesinin çoğuludur. Nitekim Arapça'da, "yardı-yarıldı..." denilir ki "Deve, diş yardı..." deyimi de bu manadadır. Nitekim Arapça'da, denilir ki, bunun anlamı, "et yarıldı da, içi gözüktü" şeklindedir. Müfessirler, ayetin bu ifadesine, "yarık, çatlak, delik..." manalarını vermişlerdir. İşte, onların bu hususta kullandıkları ifadeler bunlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 4"Sonra gözünü İki kere daha çevir. (Nihayet) o göz, hor ve hakir olarak yine sana dönecektir. Artık o âciz kalmıştır" buyurmuş, kendisinde bir kusur var mı yok mu diye incelemek ve araştırmak üzere, Kendisini yarattığı bu şeylere defalarca bakmayı emretmiştir. Bu, "Sen, durmadan bakacak olsan, gözün sana, aramakta olduğun gedik ve kusuru bulamadan dönecektir. Hatta, sana hayal kırıklığı içinde, umduğunu efde edememiş olarak dönecektir" demektir. Bu ifade, uzaklaştırıp kovduğunda söylenilen "köpeği kovdum" deyiminden alınmadır. Müberred de bu ifadeye, "mahzun ve hakîr kılınmış olarak dönecektir" anlamını vermiştir. Ibn Abbas da, bu kelimeye, "arzuladığını bulamadan" manasını vermiştir. (......) kelimesine gelince, Ibn Abbas bunun anlamının, "yorgun argın âciz, bitkin" şeklinde olduğunu söylerken, Leys de, bunun anlamının, "yorgun ve âciz kalmış olarak..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Vahidî, burada, bu kelimeyle ilgili olarak şu iki ihtimalden bahsetmiştir: a) Buradaki (......) kelimesi, ism-i mef'ûl anlamında olup, Arapların, "Göz gördüğü şeyi gördükten sonra, şaşırıp, belerip kaldı.." şeklindeki deyimine varıp dayanır. Nitekim Ru'be, "Onun boşluğu gözlerini yorar, artık beklemez hale getirir" demiştir. b) Ferra'nın görüşüne göre, bu kelime fail anlamında olup, âciz bırakmak demek olan husûr kökündendir. Buna göre mânâ, "Durmadan baksan, tekrar tekrar baksan, bir kusur, bir uyumsuzluk bulamazsın. Tam aksine gözün, bıkkınlıktan ve acizlikten dolayı, umduğunu elde etmemiş olarak gerisin geriye dönüverir" demek olur. Burada şöyle iki soru sorulabilir: Birinci Soru: Göz, iki kez bakışı ile nasıl yorgun ve âciz olarak gerisin geriye döner? Buna şöyle cevap verilir: Ayetteki tesniye (iki kez oluş), "çok kez, tekrar tekrar.." anlamında olup, tıpkı Arapların, "Lebbeyke, sa'deyke" deyimleri gibidir ki, bunu söyleyen kimse, "ardarda, süresiz olarak emre âmâde olmayı.." kastetmiş olur. İkinci Soru: Peki o halde, "Sonra yine çevir.." demenin anlamı nedir? Buna da bu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakk insanoğluna bakışlarını çevirmesini emretmiş, sonra da ona, ilk bakışla yetinmemesini, tam aksine bundan sonra beklemesini, sonra dönüp bakmasını, bakışlarını yoğunlaştırmasını, derken bu süresiz çevirmelerden dolayı bakışlarının, kusur ve çatlak namına herhangi bir şeye muttali olamadığı için, umduğunu bulamadan dönünceye kadar tekrarlamasını emretmiştir. 5"Andolsun ki biz, yere en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları, şeytanlara da atış taneleri yaptık. Ve onlara, çılgın ateş azabı hazırladık". Bil ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın kadir ve âlim oluşunun ikinci delilidir. Bu böyledir, zira bu yıldızlar, muhdes oluşlarına, kendilerine muayyen bir miktarı, belli bir yerin ve belli bir hareketin tahsis edilmiş olması itibariyle, kendilerini yaratanın kâmil bir kudret sahibi olduğuna; sapasağlam, dünya ehli için bir zinet ve kendileri sayesinde menfaatlenmelerine sebep olmaları açısından, kutlarının maslahatlarına uygun olmasına nazarla da, bunları yaratanın âlim olduğuna delâlet ederler ki, bunun bir benzeri de, "Gerçekten biz, en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik. (Onu) her mütemenit şeytandan koruduk.." (Saffât, 6-7) ayetleridir. Burada şöyle birkaç mesele vardır: Ayetteki, tabiri, "en yakın semâ, gök" anlamındadır. Zira, bu semâ, göklerin, insanlara en yakın olanıdır. Buna göre mana, "insanlara yakın olan semâyı..." şeklinde olur.kelimesi ise, "kandiller" demek olup, bununla yıldızlar adlandırılmıştır. Çünkü insanlar, mescidlerini, camilerini ve evlerini kandillerle donatmaktadırlar, işte bu sebeple sanki, "Biz, içinde toplandığınız evin (dünyanın) tavanını kandillerle donattık ki, bunlar, ışık bakımından, kendi kandillerinizin onlarla boy ölçüşemeyeceği kandillerdir.." denilmek istenmiştir. Ayetteki "Bunlan şeytanlara da ateş mermileri yaptık..." cümlesine gelince, bil ki rücûm, recm kelimesinin çoğuludur. Bu, kendisiyle, taşlanılan şeyin adlandırıldığı bir masdardır. Alimler, bu ayetin izahı sadedinde şu iki açıklamayı yapmışlardır: 1) Şeytanlar, işitüebilecek olan şeyleri kulak hırsızlığı yaparak duymak istediklerinde bunlarla taşlanırlar. Buna göre şayet, "Yıldızları semânın bir süsü yapmak, onların sürekliliğini; bunları şeytanları taşlama aracı olarak görmek ise, bunların mütenahî olmasını gerektirir. Şu halde bu iki manayı bir arada düşünmek çelişki olur.." denilirse, biz deriz ki, (şeytanları taşlamanın) anlamı, onların, o şeytanları yıldızların kütleleriyle taşlamak değildir. Tam aksine o yıldızlardan şeytanlara atılan birer ateş parçası ayrılmış olabilir. İşte bu alev parçası, "sihâb" adını alır. Bu ise, ateşten alınan bir parçadır. Dolayısıyla da ateş, yine devam etmektedir. 2) Yaldızların şeytanlar için ateş mermileri olmasının diğer bir tefsiri de, "Biz bu yıldızları, ins şeytanları için bir zan sebebi ve gayb hakkında ileri geri konuşma vesilesi kıldık.." şeklinde olup, bu insan şeytanlanyla da, ahkâm kesen müneccimler kastedilmiş olur. Bil ki, bu ayetin zahiri, bu yıldızların, en yakın semada bulunduklarına delalet etmez. Bu böyledir, çünkü gökler, şeffaf olunca, yıldızlar, ister en yakın semada, isterse, enyakın semanın üstünde olan diğer semalarda olsun, mutlaka, en yakın semada görünür ve orada ışıldarlar. Binâenaleyh, her iki duruma göre de, en yakın sema, bu kandillerle bezenmiş ve süslenmiş olur. Bil ki, astronomi alimleri, sabit yıldızların, gezegen yıldızların üstünde olan sekizinci felekte (yörünge) yer aldığı hususunda ittifak etmişlerdir. Onların bu husustaki delilleri şudur: "Bu sabit yıldızların bazıları, sekizinci felekte yer almıştır. Binâenaleyh, hepsinin orada olması gerekir. Biz, bunların bazısının sekizinci felekte bulunduklarını söyledik. Zira, bölgeye yakın olan sabit yıldızlar, bu gezegen yıldızlar ile tutulurlar (küsûf). Binâenaleyh, bu tutulan sabit yıldızların, onları tutan gezegen yıldızların üstünde olmaları gerekir. Biz, "sabit yıldızların bazen, sekizinci felekte olunca, hepsinin orada olması gerekir" dedik, çünkü bunların hepsi de, mesela her yüzyılda bir derece olmak üzere, çok yavaş ve aynı hareketi yaparlar. Binâenaleyh, bunların tümünün, tek bir küre (yörünge)de yer almış olmaları gerekir." Bil ki, bu istidlal tutarsızdır. Çünkü, sabit yıldızların bazısının gezegen yıldızların üzerinde olmasından, bütünün orada olması neticesi çıkmaz. Çünkü, ayın altında bir kürenin bulunması ve hareketinin yavaş olması bakımından, sabit küreye eşit olması; kutuplara yakın yerlerde yer almış yıldızların da bu süfli (aşağı) kürede bulunmuş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü, hareket bakımından birbirlerine benzemelerine rağmen, küçüklük ve büyüklük açısından farklı olan iki kürenin bulunması, hiç de uzak bir ihtimal değildir. Bu takdire göre, bu lamba diye adlandırılan bu yıldızların en yakın semada kümelenmiş olmaları imkânsız değildir. Böylece, felsefecilerin bu konudaki görüşlerinin zayıf ve tutarsız olduğu sabit olmuş olur. Bil ki, yıldızların faydalan pek çoktur. Bunlardan bazıları, meselâ şunlardır: 1) Allahü teâlâ. semayı bunlarla süslemiştir. 2) Bunlar sayesinde geceleyin bir nebze ışık meydana gelir. İşte bundan dolayı, geceleyin hava çok kesif bir biçimde bulutlu olduğunda, karanlık alabildiğine artar. Ki bunun sebebi, bulutların, bu yıldızların ışıklarına mani oluşlarıdır. 3) Bunlar sayesinde, dört mevsimin hallerinde değişiklik meydana gelir. Çünkü bunlar, nuranî büyük kütlelerdir. Binâenaleyh, güneş, meselâ yazın, kızgın bir yıldıza yaklaştığında, o yaz çok sıcak olur. Ki bu, meselâ, bir ateşin başka bir ateşle birleşmesi gibi bir hal arzeder. Çünkü, toplamdan meydana gelen neticenin, yani hararetin daha kuvvetli olduğunda şüphe yoktur. 4) Allahü teâlâ, bu yıldızları, kara ve denizlerin karanlıklarında, sayelerinde yol iz bulunan bir takım alametler ve işaretler kılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, bu hususu, "... daha nice alametler... (peyda etti). Yıldızla da onlar yollarını doğrulturlar.." (Nahl, 16) ayetiyle beyan etmiştir. 5) Allah, bu yıldızlan, insanları iman nurundan küfrün karanlığına iten şeytanlar için, kovma vesilesi kılmıştır. Bunun sebebinin şu olduğu rivayet olunmuştur: Cinler, semanın haberlerini dinlemeye çalışıyorlardı. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilince, sema, muhafaza altına alındı ve şeytanlar (cinler) gözetilmeye başlandı. Binâenaleyh, şeytanlardan kim, sema haberlerini dinleyip çalmak için gelirlerse, alev parçalarıyla (yıldızlarla) kovulurlar. Böylece de, o şeytan, duyduğu o şeyi yere indirip de insanlara telkin edip, böylece de peygamberin işini karıştırarak, onun bu haberi sebebiyle de insanlar şüpheye düşmesinler diye, Allah, bu yıldızlarla onları yakar. İşte, bu alev parçalarının kopmasının sebebi de budur. İşte, "Bunları şeytanlara da atış mermileri yaptık.," ayetinden kastedilen mana budur. Bazı kimseler, bu hususu şu bakımlardan tenkit etmişlerdir. 1) Yıldızların akması ve kopması meselesi, eski felsefecilerin kitaplarında da bulunmaktadır. Çünkü onlar bu hususta şöyle derlerdi: "Yeryüzü, güneş sayesinde kızınca, oradan kuru bir buhar (duman) yükselir. Bu duman, feleğin (yörüngenin) altındaki ateşe ulaşınca, ateş sayesinde yanar ki işte, "şihâb" denilen alev budur. 2) Bu cinlerin, kendi cinlerinden, meselâ bir veya bin tanesinin böylesi bir hırsızlıkta bulunup da, bunun peşinden yandıklarını görüp dururlarken, daha nasıl yanıp kül olan bu kimselerin yaptığını yapmaya devam ederler. Çünkü, aklı olan bir kimse, bir şey yüzünden meydana gelen böyle bir imhayı pekçok kereler, mesela bin kez gördüğünde, herhangi bir fayda elde edemeyeceğini bile bile aynı işi yapmaya yönelmesi imkânsız olur. 3) Sema'nın kalınlığının beşyüz yıllık mesafe olduğu söylenmektedir. Şimdi bu cinler, eğer semanın kütlesine nüfuz ederler de, onun dokusunu yırtarlarsa, bu olmaz; bu batıl ve temelsizdir? Çünkü, Cenâb-ı Hakk, 'işte gözünü çevir, hiçbir çatlak görecek misin?" buyurmak suretiyle semada bir çatlaklığın olmadığını bildirmiştir. Yok eğer, cinler, semanın dokusunu delip geçemiyorlarsa, onlar daha nasıl, meleklerin sır olarak birbirlerine söyledikleri bu şeyleri, bu kadar büyük bir uzaklıktan duyabilirler?! Hem sonra, onların, meleklerin sözlerini bu kadar büyük bir uzaklıktan duymaları düşünüldüğünde, "Peki o halde, niçin onlar, yeryüzünde olan meleklerin sözlerini duyamıyorlar?" diye bir soru sorulabilir. 4) Melekler gelecekte olacak şeylere muttalidirler. Bu, ya onların o hadiseleri, Levh-i Mahfuz'da görüp, oradan öğrenmelerinden ötürü; yahut da Allah'ın onlara yaptığı vahyi alıp, bundan o şeyleri öğrenmelerinden ötürüdür. Her iki duruma göre de, peki melekler niçin bu şeyleri söylemekten kendilerini alamamışlar ve cinler böylece bunlara vakıf olmuşlar? 5) Şeytanlar, ateşten yaratılmışlardır. Ateş ise, ateşi yakmaz aksine güçlendirir. O halde daha nasıl şeytanların, bu şihablarla (ateş mermileriyle) kulak hırsızlığı yapmaktan engellendikleri düşünülebilir? 6) Bu taşlama, peygamberlikten ötürü idi. O halde daha niçin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra da devam etmiştir? 7) Bu taşlamalar, yere yakın bir yerde meydana gelmektedir. Bunun delili, bizim bunu gözümüzle müşahede etmemizdir. Şimdi eğer bunlar, feleğe yakın bir yerde meydana gelmiş olsalardı, yıldızların hareketini müşahede edemediğimiz gibi, bunların hareketlerini de müşahede edemezdik. Bu alevlerin yere yakın bir yerde meydana geldiği sabit olduğuna göre, daha nasıl bunların, şeytanların feleğe ulaşmalarına mani oldukları söylenebilir? 8)Bu şeytanların, meleklerdeki gaybî haberleri, kâhinlere taşımaları imkân dahilinde olsaydı, kâfirlerin mü'minlere zarar vermelerini sağlamak için, niçin mü'minlerin sırlarını kâfirlere taşıyamamışlardır. 9) Allahü teâlâ, bunların tâ baştan göğe yükselmelerine niçin mâni olmuyor da, bunları gökten kovmak için bu alevlerin (şihabların) yardımına muhtaç oluyor? Birinci soruya şu şekilde cevap verilir: Biz, bu alevlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamber olarak gönderilmesinden önce, başka sebeplerden ötürü mevcud olduklarım inkâr etmiyoruz. Fakat bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesinden sonra, başka bir sebepten ötürü, yani cinleri kovmak ve menetmek için var olmalarına mani değildir. Rivayet edildiğine göre, Zührî'ye "Bu şeytanlar câhiliyyede de aynı şekilde taşlanıp, kovulmuyorlar mıydı?" denildi. O, "Evet" dedi. "Hak teâlâ'nın, "(Cinler) "Biz dinlemek için onun bazı kısımlarında oturacak yerler (bulup) oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir şihab bulunuyor (derler)" (cin, 9) ayeti hakkında ne dersin?" denildiğinde, Zührî, "Bu iş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderildiğinde, daha ileri derecede meydana gelmiştir" dedi. İkinci soruya şöyle cevap verilir: Kader geldiğinde göz kör olur. Binâenaleyh Allah, bir gurup cinin, azgınlıklarından ötürü yanmasına hükmetmiş, bunu takdir etmişse, kendilerinin yok olmasına sebep olacak sebeplerin kapıları onlara açılır. Üçüncü soruya, şöyle cevap verilir: Gök ile yer arasındaki uzaklık beşyüz yıllık bir mesafedir. Fakat feleğin kütlesinin kalınlığı ise belki de bu kadar büyük değildir. Dördüncü soruya şu şekilde cevap verilir: Zührî, All b. Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib'in, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şunu rivayet ettiğini söylemiştir: "Bir gün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gurup ashabıyla birlikte oturuyordu. Tam o sırada bir yıldız kaydı ve parladı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Böylesi birşey olduğunda, cahiliyye döneminde ne der, ne düşünürdünüz?" deyince, onlar, "Biz böylesi durumda, ya büyük bir zatın doğduğunu veya öldüğünü düşünürdük" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ... "Bu yıldızlar, ne bir kimsenin ölümü, ne de hayatı için atılmaz (kaydırılmazlar). Fakat Rabbimiz gökte bir fermanda bulunduğunda, Arş'ın taşıyıcısı melekler "Sübhanellah" derler. Derken gök ehli "Sübhanellah" derler ve bu tesbih, dünya semasına vanp dayanmcaya kadar, her kat gök müntehebatı sıra ile tesbihte bulunur. Derken, gök ehli, Arş'ın taşıyıcılarına, "Rabbiniz ne ferman buyurdu" diye sorarlar. Onlar da, bunlara o fermanı haber verirler. Bu haber veriş, dünya semasına kadar, bir semadan diğer semaya aktarılıp gelir, işte o sırada cinler bu haberi kaparlar, bu yüzden de taşlanırlar. Binâenaleyh onların getirdikleri haktır. Fakat bu cinler, o gerçek habere, bazı yalanlar katarlar Müslim, selam,124(4/1751).buyurmuştur. Beşinci soruya da şu şekilde cevap verilir: Bir ateş, bazan diğerinden daha kuvvetli olabilir. Binâenaleyh daha kuvvetli olan, zayıf olanı tesirsiz hale getirip, yutar. Altıncı sorunun cevabı şudur: Bu iş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra da devam etmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kâhinlerin haberlerinin yalan ve batıl olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh eğer bu tedbir devam etmeseydi, kâhinlik işi sürüp giderdi. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kâhinliğin batıl olduğuna dair sözünü zedelerdi. Yedinci sorunun cevabı şudur: Biz ehl-i sünnete göre, uzaklık birşeyin duyulmasına mani değildir. Belki de Allahü teâlâ, o şeytanların meselâ o yerde durup da, meleklerin sözlerini dinleyebilecekleri bir şekilde sünnetullahı yürütmüştür. Sekizinci sorunun cevabı şudur: Belki de Allahü teâlâ, o cinlere, melekler tarafından söylenen gaybî haberleri dinleme gücü vermiş, ama mü'minlerin sırlarını kâfirlere verme gücünden mahrum etmiştir. Dokuzuncu sorunun cevabı da şudur: Allahü teâlâ istediğini yapar, istediğine hükmeder. Bu hususlardaki izahlarımız bundan ibarettir. En iyi bilen Allahü teâlâ'dır. Bil ki Allahü teâlâ, yıldızların faydalarından bahsedip, bunlardan birinin de şeytanları taşlama ve kovma olduğunu belirtince, "ve onlara çılgın ateş azabı hazırladık" buyurmuştur ki bu, "Biz, şeytanlar için, onları dünyada işte o alevlerle (şihablarla) yaktıktan sonra, ahirette de çılgın cehennem azabını hazırladık" demektir. Müberred şöyle der: "Arapça'da "Ateş çılgın bir şekilde, cayır cayır yandı. O, çılgınlaştırılmış, çılgınca yanan bir ateştir" denilir. Bu tıpkı, kelimeleri gibidir." Alimlerimiz, cehennemin, elan mahluk (mevcud) olduğuna bu ayeti delil getirmişlerdir. Çünkü ayetteki "hazırladık" ifadesi, geçmişi haber veren, olmuş bitmişliği anlatan bir lafızdır. 6"Rablerini inkâr edenler için de, cehennem azabı var. O ne kötü bir dönüş yeridir" . Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, bütün mümkinâta (herşeye) kadir olduğunu beyan etmiş; daha sonra da, herşeye kadir olmakla birlikte, yarattığı şeyleri abes olarak, boşuna yaratmayıp, aksine bir imtihan bir deneme için yarattığını zikretmiş; bundan sonra da bu denemesinin maksadının, Kendisinin günahta ısrar edenlere karşı aziz, tevbe edenlere karşı da gafur olduğunu beyan etmiştir. O'nun azîz ve gafur olması, ancak mükemmel bir kudret ve ilme sahib olduğu sabit olunca söz konusu olacağı için, bunu da bahsi geçen delillerle ortaya koymuştur. İşte bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın âsîlere azab etmeye kadir olduğu sabit olmuş, dolayısıyla da "Rablerini inkâr edenler için de, cehennem azabı var" buyurmuştur ki bu, "O azab sadece, kovulan o şeytanlara değil, onlarla beraber, Allah'ı inkâr eden herkes içindir" demektir. Geçen ayetteki, "azâbe's-sa'îr" ifadesinden atfı beyan olduğu düşünülerek, buradaki ifade, mansub olarak "azâbe-cehennem" şeklinde de okunmuştur. Hak teâlâ daha sonra bu cehennem azabını çeşitli sıfatlarla tavsif etmiştir. 7"Onun içine atıldıktan zaman, onun kaynar haldeki bed sesini işitirler", Bu, "onlar tıpkı bir kütüğün, büyük bir ateşin içine yuvarlanması gibi, atılırlar, yuvarlanırlar" demek olup, tıpkı, "(Onlar) cehennemin kütüğüdürler"(Enbiya,98) ayeti gibidir. Bu ayetteki, "Bed sesini işitirler" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılmıştır: a) Mukâtil, "Onlar cehennemin korkunç sesini duyarlar" manasını vermiştir ki bundan maksad, cehennem ateşinin alevinin sesinin, "şehîk"a (sesli alınan nefese) benzetilmesidir. Zeccâc, "Kâfirler, cehennemden öyle bir ses duyarlar ki bu, en çirkin ve korkunç bir sestir. Bu: eşeğin sesine benzer" demiştir. Müberred de, "Allahua'lem bu, öfkeli bir kimsenin aldığı nefes gibi, alınan bir nefes sesidir" demiştir. b) Atâ şöyle der: "Cehennemlikler, kendilerinden önce cehenneme atılanların böyle korkunç seslerini duymuşlardı." c) Onlar, bu sesi kendilerinden duymuşlardır. Bu tıpkı, "Onların, orada (çok korkunç) bir nefes alıp vermeleri vardır" (Hud, 106) ayeti gibidir. Esas görüş birincisidir. İkinci Sıfat: Bu ayetteki, "O, kaynar" ifadesidir. Leys şöyle der: "Coşan herşey, kabarır kaynar. Dolayısıyla bu, mesela tencerenin, dumanın, öfkenin ve kaynaktaki suyun kaynaması gibi kaynamadır." İbn Abbas (radıyallahü anh) da bu ifadeye, "Cehennem, cehennemliklerden ötürü, tıpkı bir tencerenin, bir kazanın kaynaması gibi, kaynar, fokurdar. Mücahid, "Cehennem, cehennemlikleri, tıpkı çok suyun, az taneleri kaynatması, hoplatması gibi hoplatır" manasını vermiştir. Bu ifadenin, "öfkenin kabarması" manasından alınmış olması da mümkündür. Nitekim Müberred şöyle der: "Arapça'da "Falancayı, öfkesinden fokur fokur kaynarken terkettim" denilir. Bu görüş, gelecek ayet ile de pekişir. Üçüncü Sıfat ve Dördüncü Sıfat: 8"O cehennem öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur. O (cehennem) içine her bir gurub atıldığında, onlara onun bekçileri sorar: "Size bir nezir gelmedi mi?". Arapça'da "Falanca öfkesinden çatlayacak, gazabından esip yağıyor; dolayısıyla da ondan yere bir alev, göğe bir alev (ateş) gitti" denilir. Araplar, böyle bir kimseyi, öfkesindeki fazlalıktan ötürü, bu şekilde anlatırlar. Derim ki: Bu tür mecazi ifadelerin sebebi şudur: Öfke, kalbin kanı kabardığında meydana gelen bir haldir. Kan kabardığında, hacmi ve miktarı artar. Dolayısıyla da, bedendeki "rutubetlerin oranı arttıkça, kan damarları da uzar - genişler. Binâenaleyh öfkenin şiddeti arttıkça, kabarma da o nisbette artar. Dolayısıyla da, artış çoğalır. Damarlar iyice gerilir, neredeyse çatlar. Bundan dolayı, birbirine bağlı bu hususlar, aşırı öfkeyi mecazi olarak ifade etmek için kullanılır. Şimdi eğer, "Âteş, bir canlı değildir. Öyleyse nasıl olur da, "öfke" ile nitelenir?" denilirse, buna da şu birkaç açıdan cevap verilir: a) Biz ehli sünnete göre, hayatın olması için, bünye (beden) şartı yoktur. Belki de Allahü teâlâ o cehennemde, canlı bir ateş yaratmıştır. b) Ateşin alevinin sesi ve hızı, öfkeli kimsenin sesine ve hareketlerine teşbih edilmiştir. c) Bu ifadeyle, cehennem zebanilerinin (meleklerinin) öfkesinin kastedilmiş olması da mümkündür. Dördüncü Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "İçine her bir grup atıldığında, onlara onun bekçileri sorar: "size bir nezfr gelmedi mi?" ayetinin ifade ettiği husustur.(fevcun), insan topluluğu demek olup, (......) de, gruplar, topluluklar anlamındadır. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "derken gruplar halinde gelirsiniz..." (Nebe. 18) ayeti de bu anlamdadır. ifadesi ile, cehennemin bekçisi Melek Mâlik ve onun yardımcısı zebaniler kastedilmiştir. "Size bir nezir gelmedi mi" ifadesi, bir azarlama istifhamıdır. Zeccâc, bu azarın, onların azabını daha da artırdığını söyler. Ayetle ilgili söyle iki mesele vardır: Mürcie, kâfirlerden başka hiç kimsenin cehenneme girmeyeceğini, bu ayete dayanarak ileri sürmüş ve şöyle demiştir: "Çünkü, Allahü teâlâ, cehenneme atılan herkesin, "Biz, peygamberlerini yalanladık" dediklerini nakletmiştir ki, bu durum Allah ve Resulünü yalanlamayanların cehenneme girmeyeceklerini iktiza eder. Bil ki, bu ayetin zahiri, günahta ısrar eden fasıkların, cehenneme girmemelerini gerektirir. Kadî buna şu şekilde cevap vermiştir: "Nezîr", bazan da, akılda ve zihinde bulunan sakındırıcı ve korkutucu özelliklere sahip olan deliller hakkında kullanılır. O halde, cehenneme giren herkes, mutlaka bu delile göre hareket etmemiş ve sımsıkı ona sarılmamış demektir. Allah'ı tanımanın, O'na şükretmenin, ancak naklî delil geldikten sonra vâcib olduğunu söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, bu kimselere ancak, kendilerine nezîr (gelip de, onların getirdikleriyle amel etmedikleri için), azab ettiğine delâlet eder ki, bu da, onlara şayet nezirler-uyarıcılar gelmemiş olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın onlara azab etmeyeceğini gösterir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kâfirlerin, kendilerine sorulan bu soruya şu iki bakımdan nevan verdiklerini nakletmiştir: Birincisi: 9"Onlar, "Evet, derler, gerçekten bize azabı bildererek uyaran bir peygamber gelmişti. Fakat biz, yalanladık ve "Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz" dedik" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki, "Evet, gerçekten bize azabı bildirerek uyaran bir peygamber gelmişti. Fakat biz, yalanladık..." cümlesi, onların, Allah'ın adaletini itiraf ettiklerini ve Allah'ın, peygamberler göndermek suretiyle her türlü mazereti ortadan kaldırdığını, ne var ki, kendilerinin, o peygamberleri yalanlayarak, "Allah hiçbir şey indirmedi.." dediklerini anlatan bir ifadedir. Ayetteki, "Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz..." cümlesi ile ilgili iki mesele vardır. Ayet hakkında, şu iki izah yapılabilir: 1) Daha açık olan izaha göre, bu söz, kâfirlerin, uyarıcı peygamberlere karşı söylemiş olduğu sözler cümlesindendir. 2) Bu sözün, cehennem görevlilerinin, kâfirlere söylemiş olduğu sözler cümlesinden olması da mümkündür. Buna göre kelamın takdiri, "Kâfirler, o sözü, yani, "Biz yalanladık..." sözünü söyleyince cehennem bekçileri onlara, "Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz..." demiş olur. Ayetteki, "büyük bir sapıklık" terkibi ile, onların, dünyada içinde bulunduktan sapıklıkların kastedilmiş olabileceği gibi, bununla, şu anda helak edilişleri de kastedilmiş olabilir. Allah'ın, sapıklıkları mukabilinde onlara vermiş olduğu cezayı, "dalâl-sapıklık" adıyla isimlendirmiş olması da ihtimal dahilindedir. Bu da, 10"ve (şunu) dediler: "Eğer biz dinler, yahut aklımızı kullanır olsaydık, şu çılgın cehenneme girenler içinde bulunmazdık" ayetiyle ifade edilen husustur. İkincisi, Allahü teâlâ'nın, cehennem görevlileri,"Size bir uyarıcı gelmedi mi?" dediğinde, kâfirlerin, buna cevaben, "ve (şunu) dediler: Eğer biz dinler, yahut aklımızı kullanır olsaydık şu çılgın cehenneme girenler içinde bulunmazdık" diye naklettiği husustur. Bu, "şayet biz, bu uyarıyı, hakkı arayan ve onun hakkında gerçek manada düşünüp tefekkür eden kimsenin dinleyicisi gibi arayıp da dinleseydik, biz, cayır cayır yanan ateş yaranından olmazdık.." demezdik. Cenâb-ı Hakk'ın, mükellefiyetin, "semi (nakli) ve aklî" delillere varıp dayanmasından dolayı, bu ayette hem naklî-hem de aklî delilleri birlikte beyan ettiği de ileri sürülmüştür. Bu ayetle ilgili şöyle birkaç mesele vardır: Alimlerimiz, hidayet ve dalâlet meselesi hususunda bu ayetide delil getirerek şöyle demişlerdir: edatı, başkası bulunmadığı için bir şeyin bulunmasının imkânsızlığını ifade eder. Böylece bu ayet, onlar için, ne sem'in (naklî delilin), ne de aklın (aklî delilin) bulunmadığına delâlet etmektedir. Ne var ki, onların, kulaklarının (duyu organlarının) ve sapasağlam bir akıl yeteneklerinin bulunduğunda; sağır ve deli olmadıklarında hiç şüphe yoktur. Dolayısıyla, ayetle kastedilen hususun, onlar için bir "hidayet dinleyişinin ve "hidayet tefekkürü"nün olmadığının kastedilmiş olması gerekir. Sem'in Basar'dan Önce Anılması Din, ancak, öğretme (talim) ile tam ve mükemmel olur, diyenler bu ayetle İstidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, ilk önce mutlaka, bir mürşidin irşadının, bir hidayete sevkedenin hidayetinin olması gerektiğine, daha sonra da, buna icabet edenin anlayışının ve tefekkürünün bu meseleye eğildiğine dikkat çekmek için, "duyma"yı, "düşünme"den önce zikretmiştir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hak burada duymayı, önce ele almıştır; zira, dine davet edilen kimse, ilgili peygamberle yüzyüze geldiğinde, bu hususta izlenecek yol, bu kimsenin, önce o peygamberin sözünü duyması, sonra da, onun bu sözleri hakkında tefekkür etmesidir. Binâenaleyh, işte duyma işi, bu sebepten dolayı tefekkürden önce olunca, pek yerinde olarak Allah, önce bunu zikretmiştir. Keşşaf sahibi, "Ayetteki, "şayet... olsaydık" ifadesini, "şayet, nakilcilerin veya akılcıların mezhebinde olsaydık (...) olmazdık!.." şeklinde tefsir etmenin ilk defa ortaya atılan (bidat olarak ilk defa ortaya konulan) bir tefsir olduğunu" söyler. Daha sonra da, sözüne devamla, "Bu tefsire göre, sanki bu ayet, bu iki mezhebin ortaya çıkışından sonra nazil olmuş (!) ve sanki, diğer mezhep ve müçtehitler hakkında, Allah, vaîd (tehdit) indirmiş (onları korkutmuş) gibidir. İşitmenin, görmeden daha üstün olduğunu söyleyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu ayet, işitmenin, duymanın ve dinlemenin cehennemden kurtulup cenneti elde etmeye bir katkısının bulunduğuna delalet etmektedir.Halbuki görme, böyle değildir. Dolayısıyla, duymanın daha üstün olması gerekir." Bil ki, Allahü teâlâ, kâfirlerin böyle dediklerini nakledince, "Bu suretle günahlarını itiraf ettiler..." buyurmuştur. Mukâtil, ayetteki, "günahlarım..." ifadesiyle, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalan ayışlarını kastettiğini söylemiştir ki, "Bu da, onların, "Biz, her şeyi yalanladık ve "Allah hiçbir şey indirmedi" dedik" şeklindeki sözleridir" der. Ayetteki, ifadesiyle ilgili olarak şu iki ifade yapılabilir: 1) Buradaki, "günah" sözü, çoğul anlamında "günahlar" şeklindedir. Çünkü bu kelimede "fe'l" (iş, oluş, hareket) anlamı vardır. Nitekim Arapça'da, "bağışları, hibeleri" anlamında, "imanların bağışı zuhur etti, ortaya çıktı" denir ki, bu açıklama, Ferrâ'ya aittir. 2) Buradaki müfret kelimesiyle, genellik ve şûyû buluş kastedilmiştir. Nitekim, bu manada Cenâb-ı Hak, "Eğer, Allah'ın nimeti, yani nimetlerini saymaya kalkarsanız..." (Nahl, 18) buyurmuştur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, 11"Allah, cehennemlikleri (rahmetinden) kovsun..." buyurmuştur. Müfessirler bu ifadeye, "Allah'ın rahmetinden uzak olsun onlar! Çünkü, bu onlara fayda vermeyecektir" anlamını vermişlerdir.suhk kelimesi, uzak olma anlamındadır. Bu kelime, tıpkı,(boyun) ve (çadır ipi) denilmesi gibi, şekillerinde kullanılır. Zeccac şöyle der: "Bu kelime, ayette, mef'ûl-i mutlak olarak mansûb kılınmıştır ki mana, "Allah onları rahmetinden uzaklaştırsın..." şeklinde olmak üzere, kelamın takdiri, şeklindedir." Ebû Ali el-Farisî de şöyle der: "Kaideye uygun olarak bu kelimenin, (sıhâkan) şeklinde gelmesi beklenirdi. Bu ne demektir ki masdar, fiili hazfedilerek gelmiştir. Bu tıpkı Arapların, "Allah senin ömrünü uzun etsin..." demeleri gibidir. 12Bil ki, Allahü teâlâ, kâfirlerle ilgili olarak tehdit ifade eden ayetlerini zikredince, bunun peşinden, mü'minlerle ilgili olarak bir va'd ifade eden ayetini getirerek, "Filhakika, Rablerinden gıyaben korkanlar (yok mu?), onlar için hem mağfiret vardır, hem de bir çok mükâfaat..." buyurmuştur. Bu ifade hakkında şu iki izah yapılabilir: Birinci İzah: Bu ifade ile, "Mükellefiyet ile nazarî bilgiler yurdunda bulundukları halde, Rablerini sayıp gözetenler" kastedilmiştir. Çünkü, onların, burada istidlalde bulunmak suretiyle, şeytanla mücahede ve her türlü şüpheyi def etmeye ihtiyaçtan vardır. İkinci İzah: Bu, mü'min kimsenin bütün günahlardan korunan kimse olduğuna işaret eden bir ifadedir. Çünkü, hiç kimsenin bulunmadığı yerlerde, Allah'a asî olmaktan korunan kimse, insanların, kendisini görebilecekleri yerde, şüphesiz ki günahlardan haydi haydi korunur! Alimlerimiz, fâsıklarla ilgili ilahî azabın sonlu olduğuna dair bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Ayet, böylesi bir haşyeti ve korkuyu duyan kimseler için büyük bir mükâfaatın olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh, kıyamet günü kişi, hem fıskı hem de böyle bir haşyet ile huzura geldiğinde, şu iki husus tahakkuk edecektir. Bu kimseye ya, mükâfaat verilip sonra da, bu kimse cezalandırılacaktır ki, bu icmâen batıldır. Yahut da bu kimseye, önce cezası verilip, daha sonra mükâfaat yurdu olan cennete gönderilecektir ki, elde edilmek istenen netice budur. Bil ki, Allahü teâlâ, hem kâfirlerle ilgili tehdit ifade eden ayetlerini, hem de mü'minlerle ilgili mükâfaat ifade eden ayetini, gayb gâlb sigalarıyla zikredince, bundan sonra kâfirlere hitaba yönelerek. 13"(Ey kâfirler), sözünüzü (ister) gizleyin, ister onu açıklayın. Çünkü O, sinelerin özünü bile hakkıyla bilendir..." buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: Birinci İzah: Ibn Abbas şöyle demektedir: "Mekke müşrikleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dil uzatıyorlardı. Cibril (aleyhisselâm) de, onların söylediklerini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber veriyordu. Bunun üzerine, Mekkeliler birbirlerine, "(Bundan sonra) gizlice konuşun, zira, Muhammed'in ilahı duymasın..." dediler de, Allah bunun üzerine bu ayeti indirdi. İkinci İzah: Bu, bütün herkese, yaptıkları her şey hususunda yapılmış olan genel bir hitap olup, kastedilen mana şudur: "Sözleriniz ve amelleriniz, hangi şekilde tahakkuk ederse etsin, Allah'ın bunu bilmesi açısından aynıdır, değişmez... Binâenaleyh, günahları açıkça yapmaktan sakındığınız gibi, gizlice yapmaktan da sakınınız. Çünkü bu, Allah'ın ilmine nisbetle, bir değişiklik arzetmez!.. O, Kendisinin, açık ve gizli olan şeyleri bildiğini beyan ettiği gibi, kalblerde bulunanı da bildiğini izah etmektedir." Cenâb-ı Hakk, aşikâr, gizli olanı ve kalblerde yatanı bildiğini belirtince, müteakiben her şeyi bilen bir zat olduğuna delâlet etmek üzere de, 14"Yaratıp duran (Allah) mı bitmeyecekmiş! O, latiftir, her şeyden haberdârdır..." demiştir. Ki, bu ifade ile ilgili olarak birkaç mesele vardır: Kulun Fiillerini Yaratan Allah'tır Ayetin manası şudur: "Bir şey yaratan zat, mutlaka yarattığı o şeyi bilmesi gerekir." Bu mukaddime (bu öncül), bu nasla ifade edildiği gibi, aklî delillerle de ifade edilmiştir. Zira, yaratmak, bilerek, kasten, niyete mebnî olarak yoktan var etmek ve îcâd eylemek demektir. Bir şeye kastedenin, yapmaya yönelenin ise, mutlaka o şeyin hakikatini ve özünü bilmesi gerekir. Çünkü, o şeyden habersiz olan kimsenin, ona yönelmiş olması imkânsız olur. Yaratanın, mutlaka yarattığı şeyin mahiyetini bilmesi gerektiği sabit olunca, O'nun, yine mutlaka yarattığı şeyin niceliğini bilmesi gerekir. Çünkü o şeyin bundan daha fazla veya daha noksan olmaksızın, o muayyen mikdar üzere meydana gelmesi, mutlaka ve mutlaka, onu yapanın kasdı ve iradesiyle olmuş olmasını gerektirir. Kasıttan önce ise, ilim gerekir... Binâenaleyh, mutlaka, bu meydana gelen mikdann, daha fazlasının veya daha noksanının meydana gelebilmesinden daha evla ve münasip olabilmesi için, bu mikdarı bilmesi ve o mikdarı yaratmayı dilemesi gerekir. Aksi halde, daha fazlasını veya daha noksanını değil de, meydana gelmeyi buna (meydana gelen şeye) tahsis etmek hiçbir müreccih yok iken, mümkün varlığın iki tarafından birini diğerine tercih etmek olur ki, bu, muhaldir. Binâenaleyh, bir şeyi yaratanın, mutlaka ve mutlaka, yaratılan o şeyin hakikatini, kemmiyyetini ve keyfiyyetini bilmesi gerekir. Mukaddimenin böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki; Alimlerimiz, kulun, kendi fiillerinin yaratıcısı olmadığını izah için, bu ayete tutunarak şu iki izahı yapmışlardır: Birinci İzah: Onlar şöyle demişlerdir: "Kul şayet, kendi fiillerinin mucidi (yaratıcısı) olsaydı, o, fiillerini ayrıntılı biçimde bilirdi. Ne var ki kul, fiillerinin tafsilatını bilmemektedir. Binâenaleyh kul, fiillerinin mucidi değildir. Bu "gerekliliği" de, şu iki bakımdan izah edebiliriz: a) Bu ayete tutunarak; b) Mesela, on çeşit hareketin meydana gelmesi mümkündür. Bundan daha fazlasının veya daha noksanının da meydana gelmesi mümkündür. Binâenaleyh, daha fazlasının veya daha noksanının değil de, bu on çeşit hareketin meydana gelmesi, mutlaka ve mutlaka, Kadir ve hür irade sahibi bir zâtın bunu hâsseten dilemesi ve tahsisi neticesi olmalıdır. Aksi halde, daha fazlasının veya daha noksanının değil de, bu on çeşit hareketin meydana gelmesi, herhangi bir müreccih bulunmadan, muhdes ve mümkin bu varlığın vücuda gelmesini kabul ötmek gerekirdi. Çünkü, kadir ve hür İrade sahibi zat, meydana gelme İşini bu on çeşit harekete tahsis edince, onun, mutlaka meydana gelenin, daha fazla ya da daha noksan değil de on tane olduğunu bilmesi gerekir... Böylece kulun, kendi fiillerinin mucidi olması halinde, o fiillerinin tafsilatını bilmesi gerektiği sabit olmuş olur. Kulun, kendi fiillerinin detaylarını bilmediği hususunda da, şu izahlar yapılabilir: 1) Kelâmcılar, hızlı hareket ile yavaş hareket arasındaki farklılığın, hareketsiz şeylerin bozulmasından ötürü olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh yavaş hareketi sağlayan, bazı yerlerde hareket eder, bazen de sükûn yapar.. Ne var ki bu kimse, falan yerde hareket, falan yerde de sükûn ameliyesinde bulunduğunu kesinlikle hatırlayamaz. 2) Hareketi yapan kimse, sükûnun başlangıcı ile sona erdiği yerler arasındaki mekânların sayısı hariç, o hareketlerin cüzlerinin sayısını bilemez. Çünkü bu, bu kimsenin, o meseleyi başından sonuna kadar dolduracak atomların ne kadar olduğunu bilmesine varıp dayanır. Halbuki, bunun bilinemeyeceği, malûm olan bir husustur. 3) Uyuyan ve baygınlık geçiren kimse, bazan, bir taraftan diğer tarafa hareket eder, fakat o, bu hareketini ve mahiyetini, ne de kemmiyetini (sayısını) bilemez. 4) Ebû Ali ve Ebû Hâşim'e göre fail ancak bir mekânda vücuda gelmeyi gerektiren bir iş yapar... Fakat sonra bu işi gerektiren mana, halkın çoğunun hatırına bile gelmez. Böylece, İşte bu delillerle, kulun, fiillerinin mucidi ve yaratıcısı olmadığı ortaya çıkmış oldu.. Kulun, fiillerinin yaratıcısı olmadığı hususunda bu ayetle yapılan istidlalin İkinci izahı da şudur: Allahü teâlâ, Kendisinin gizli, aşikâr ve gönüllerde bulunan her şeyi bildiğini beyan edince, bunun hemen akabinden, "Yaratıp duran (Allah) mı bilmeyecekmiş?" buyurmuştur. Bu ifade, kendinden önceki ifâde ile ancak, Allahü teâlâ'nın, insanların gizli ve aşikâr yaptıkları ve gönüllerinde bulunan şeyin halikı ve yaratıcısı olması durumunda alakalı olabilir. Çünkü, Allah bütün bunların yaratıcısı olmasaydı "Yaratıp duran (Allah) mı bilmeyecekmiş?" cümlesi, Cenâb-ı Hakk'ın bütün bu şeyleri bilici olmasını gerektirmezdi. Durum böyle olunca da, Allahü teâlâ'nın, kullarının, ister dış uzuvlara ait, isterse kalbin fiillerine ait olsun, gizli aşikâr yaptıkları her şeyin yaratıcısı olduğu sabit olmuş olur. ayetinden maksad fiiller değil de, bedenler olamaz mı? Çünkü bu bedenleri (cisimleri) yaratan âlim zat, o eşyayı da bilen âlimdir" diye sorulacak olursa cevaben deriz ki: Onun, başkaları için bu şeyleri yaratmasından, Onun bunları bizzarur bilici olması neticesi çıkmaz. Çünkü bir şeyin failinin, başka bir şeyin de âlimi olması gerekmez. Ama, onun, bu şeylerin yaratıcısı olmamasından onları bilici olması neticesi çıkar... Çünkü, bir şeyin yaratıcısının, onu bilmesi gerekir. Bu ayet hakkında, şu muhtemel üç izah yapılabilir: a) İfadesinin mahallen merfü olması, mef'ûlün ise, muzmer olması... Buna göre ayetin takdiri manası, "Yaratan yarattığı şeyi bilmez mi?" şeklinde olur. b) ifadesi, mahallen mansub, fail ise mukadderdir. Buna göre, ayetin takdiri manası, "Allah, yarattığını bilmez mi?" şeklindedir. Bu iki ihtimalden birincisi daha uygundur; çünkü, ikincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, yarattığı şeyin zatını bildiğini, fakat onun hal ve sıfatlarını bilmediğini ifade eder. Halbuki bu ayetin maksadı ise, yarattığı şeylerin zatından ziyade sıfatlarını bildiğini ifade etmektir. c) Ayetteki, (......)'in (......) takdirinde kullanılmış olması. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, (şems,5) ayetindeki (......)'nın, (......) manasında kullanılması gibidir. Bu takdire göre (......) mahlûkatın gizli aşikâr yaptıkları şeyler ile gönüllerinde sakladıkları hususlara işaret etmiş olur. Ki bu da, Allah'ın, kullarının fiillerinin yaratıcısı olmasını gerektirir. "O, latiftir, her şeyden haberdardır" cümlesine gelince, bil kif alimler, "latifin ne demek olduğu hususunda İhtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak meselâ bazıları, "Bununla, âlim - bilen" manasının kastedildiğini söylerlerken, diğer bazıları, "Hayır, bununla, Allah, kendisinin, faillerin pek çoğuna nasıl yapıldığı saklı ve kapalı olan latîf, göze görünmez fiillerin faili olduğunu ifade ettiğini söylemişlerdir. İste bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk'ın kulları için ve onlar hakkındaki tedbirinin incelikleri kastedilerek, "Allah'ın kullarına olan lütfü, çok acîbtir." denilir.." demiştercivr. Bu izah, doğruya daha yakındır; aksi halde, Latîf sıfatından sonra el-Habîr kelimesinin yer alması, (faydasız) bir tekrar olmuş olur. 15"O, yeri, sizin faydanıza olarak itaatkâr kılandır. O halde, onun omuzlarında yürüyün. Allah'ın rızkından yeyin. Son gidiş, ancak O'nadır". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki, bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti şudur: Allahü teâlâ, kullarının gizli aşikâr yaptığı her şeyi bildiğini delillerle beyan etmiş, daha sonra da, bu ayeti tehditvârî bir biçimde getirmiştir ki, bunun benzeri, bir efendinin, kendisine gizlice kötülük yapmayı düşünen kölesine, "Ey falanca, senin gizti açık ne yaptığını ben bilemiyorum. Haydi, sana verdiğim bu evde otur. Senin için hazırladığım bu nimetlerden ye iç, ama benim seni te'dib edeceğimden de emin olma.. Çünkü, istersem, senin, emniyet ve selâmet yerin olan bu evi, içinde, şaşırıp kaldığın, afetler kaynağı, kendi yüzünden helak olduğun sıkıntıların yuvası da kılarım!.." demesi gibidir. İşte, burada da böyledir. Cenâb-ı Hakk adeta, "Ey kâfirler, benim, sizin gizli aşikâr yaptığınız herşeyi bilici olduğumu biliniz de, böylece benden ve benim cezamdan endişe duyucu olunuz.. Sırtında, üzerinde yürüdüğünüz ve size zarar veren şeylerin en uzağı olduğuna inandığınız bu yeryüzü yok mu, onu sizin emrinize amade eden faydalanmanıza vesile kılan Benim Ben! Haydi o binitin üstüne çıkınız. Çünkü Ben, istesem, sizi o yere batırır ve yeryüzüne, gökten çeşitli belalar yağdırırım" demek istemiştir. İşte, bu ayetin kendisinden önceki ifadesiyle münasebetinin izahı bundan ibarettir. (......) kelimesi, sana "boyun eğen, itaat eden" her şey için kullanılan bir ifade olup, bunun masdarı, "züll'dür. Bu kelime de, "inkiyad etmek, boyun eğmek, uysal olmak" anlamlarına gelir. Bu manada olmak üzere, Arapça'da meselâ,"uysal hayvan..." denilir. Yeryüzünün, "uysallıkla, itaatkârlıkla" vasfedilmesi hususunda da şu izahlar yapılabilir: 1) Allahü teâlâ yeryüzünü, meselâ sert bir kaya parçası üzerinde yürümenin imkânsızlığı gibi, üzerinde yürümenin imkânsız olacağı bir biçimde sert bir kaya bloku olarak yaratmamıştır. 2) Allahü teâlâ, yeryüzünü, silebilir ve kendisinde istenildiği gibi binaların yapılabileceği bir durumda yaratmıştır. Binâenaleyh, yeryüzü sert bir taştan ibaret olsaydı, bütün bunlar imkânsız olurdu. 3) Yeryüzü şayet, taş olsaydı yahut da altın veya demir misüllü olsaydı, hiç şüphesiz yazın alabildiğine sıcak, kışın da alabildiğine soğuk olurdu. Böylece de kendisinde ekim-dikim imkânsız olurdu ve yeryüzü ölüleri de dirileri de sinesinde barındırmazdı. 4) Allahü teâlâ yeryüzünü, hava boşluğunda tutmak suretiyle bizim istifademize sunmuştur. Şayet, yer küresi, bir doğru istikametinde yahutta dairesel olarak hareket etmiş olsaydı, bizim için müsahhar kılınmış olmazdı. Gerek, "onun omuzlarında yürüyün" cümlesinde, gerekse "Allah'ın rızkından yeyin..." cümlesindeki emirler, mübahlık bildiren emirlerdir. Alimler, "yeryüzünün omuzları" tabirinin izahı hususunda da şunları söylemişlerdir: 1) Keşşaf sahibi şöyle der: "Yeryüzünün omuzlarında yürümek" deyimi, onun, alabildiğine uysal olduğunun mükemmel biçimde temsil edilmesidir. Çünkü, omuz ve omuz uçları, devenin en ince ve üzerinde yürümenin en zor olduğu yerdir. Binâenaleyh, deve, omuzlarında yürünebilecek bir biçimde yaratılınca, alabildiğine itaatkâr ve uysal olmuş olur. Böylece, "omuzlarında yürüyün..." hitabının, o yeryüzünün son derece uysal olduğunun hikâye yoluyla bir anlatım olduğu sabit olmuş olur." 2) Katâde, Dahhâk ve İbn Abbas'a göre, "yeryüzünün omuzlan", onun dağları ve tepeleridir. Dağlara "omuz" ismi verilmiştir, çünkü insanın omuz başları yüksektir. Dağlar da yüksektir. Buna göre mana, "itaat edip uysal olmaktan en uzak görülmesine rağmen, Ben, size o yer yüzünün omuzlarında, yani dağlarında yürümeyi kolaylaştırdım. Binâenaleyh, ya diğerlerindeki durum nasıl olur?.." şeklinde olur. 3) Yeryüzünün omuzları, yolları, vadileri, uçları ve taraflarıdır. Bu, Hasan el-Basrî, Mücâhid, Kelbî ve Mukâtil'in görüşü olup, Ata'nın İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayeti ve Ferrâ'nın da tercihidir. İbn Kuteybe ise, bu ifadeye "Yeryüzünün tarafları" manasını vermiş ve "Çünkü kişinin "menkeb"i, onun iki tarafı, iki omuzudur." Bu tıpkı, "Allah yeri, onun geniş yollarında gezip dolaşınız diye, sizin için bir döşek yapmıştır" (Nuh, 19-20) ayeti gibidir" demiştir. Ayetteki, emri, "Allah'ın, sizin için yeryüzünde rızık olarak yarattığı şeylerden yiyiniz” demektir."Son gidiş ancak O'nadır" ifâdesi de,”Yeryüzünde kalmanızın ve Allah'ın rızkından yiyip içmenizin tıpkı varacağı huzurun Allah'ın huzuru olduğunu bilen ve eninde sonunda varıp O'nun huzuruna duracağı şuuru içerisinde yiyip içen kimselerin beklemesi yemesi içmesi gibi olması gerekir” demktir ki Cenab-ı Hak bu ifadeyle mahlukatını gizli aşikar inkar ve isyanlardan sakındırmayı murad etmiştir. Daha sonra Allahü teâlâ, insanların yeryüzünde hayatlarını emniyet içinde sürdürmelerinin, Kendi lütfü ve rahmeti gereği olduğunu istemesi halinde, işi tersine çevirip, üzerlerine kahr bulutlarından âfet yağmurları yağdıracağını beyan ederek, işte bu manada şöyle buyurmuştur: 16"Göktekinin sizi yere batmvermesinden emin mi oldunuz. Bir de bakarsınız kî, o (yer) çalkalanmaktadır". Bil ki bu ayetlerin bir benzeri de, "De ki: O, üstünüzden veya ayaklarınızın altından, size bir azab göndermeye kadirdir" (En'am. 65) ve "Onu ve evini-barkını yere geçirdik" (Kasas, 8) ayetleridir. Bil ki Müşebbihe, bu ayeti delil getirerek, Allah'ın bir yeri olduğunu söylemiştir. Buna şu şekilde cevap veririz: "Bu ayetin, müslümanların iltifatıyla, zahirî manasına alınması caiz değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın gökte olması, göğün Allah'ı, her yanından kuşatmış olmasını gerektirir. Dolayısıyla da Allah, -haşa- gökten küçük olmuş olur. Halbuki gök Arş'dan çok çok büyüktür. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın Arş'a nisbetle çok küçük olması gerekir. Halbuki bu, bütün müslümanların ittifakıyla imkansızdır. Bir de Cenâb-ı Hak, "Gökteki ve yerdeki şeyler kimindir?" de. De ki: Allah'ındır"(En'am, 12) buyurmuştur. Buna göre eğer Allahü teâlâ, gökte olmuş olsaydı, kendi kendinin sahibi (mâliki) olmuş olurdu ki bu imkansızdır. Böylece bu ayetin, zahirî manasına göre anlaşılmaması gerektiğini anlıyoruz. Bunun te'vîli ve tefsiri sadedinde şu izahlar yapılabilir: 1) Ayetin takdiri, "Göktekinden, yani Allah'ın azabından emin mi oldunuz?" şeklinde niçin olmasın? Çünkü Allah'ın âdeti, hep belaları, inkarcı ve isyankarlara gökten indirme şeklinde cereyan etmiştir. Dolayısıyla gök, Allah'ın rahmet ve nimetinin iniş yeri olduğu gibi, azabının da iniş yeridir. 2) Ebû Müslim şöyle demiştir: "Araplar bir tanrının varlığını kabul ediyorlardı, fakat bu tanrının, tıpkı Müşebbihe'nin inandığı gibi, gökte olduğuna inanıyorlardı. Buna göre Hak teâlâ sanki onlara, "Gökte olduğuna inandığınız ve dilediği şeyi yapabileceğini kabul ettiğiniz o zâtın, sizi yere batırmasından emin mi oldunuz?" demiştir." 3) Ayetin takdiri, "Gökteki olandan, yani Allah'ın saltanatından, mülkünden ve kudretinden emin mi oldunuz?" şeklindedir. Fakat ayette "gök" sözünün yer alışı, Allah'ın saltanatını ululamak ve O'nun kudretini yüceltmek içindir. Bu tıpkı, "O, yerde de, gökte de gerçek ilahtır" (En'am, 3) ayeti gibidir. Çünkü tek bir şeyin aynı anda iki ayrı yerde olması mümkün değildir. Binaenaleyh Allah'ın yerde ve gökte oluşundan maksad, O'nun emrinin, kudretinin ve iradesinin göklerde de, yerde de geçerli olduğunu anlatmaktır. İşte bu ayette de böyledir. 4) "Gökteki" ifadesi ile, "azabla görevli meleğin" kastedilmiş olması niçin caiz olmasın. Bu melek de Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Buna göre mana, "Cebrail'in, Allah'ın emri ve müsadesi ile sizi yere batırmasından emin mi oldunuz?" şeklinde olur. Ayetteki, "Birde bakarsın ki o (yer) çalkalanmaktadır" cümlesine gelince, müfessirler bunun manasının, "Allahü teâlâ onları yere batırırken, yeri harekete geçirir. Böylece yeryüzü alabildiğine çalkalanır. Derken onlar yere batar gider. Üzerlerini toprak kaplar, onları iyice aşağılara iter" şeklinde olduğunu söylemişlerdir, (......) fiilinin manasının ne demek olduğunu daha önce açıklamıştık. Cenâb-ı Hak, bu tehdidi ve korkuyu iyice artırarak şöyle buyurmuştur: 17"Yoksa göktekinin, üstünüze taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Siz, tehdidimin nasıl olduğunu göreceksiniz". İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun bilfiil tahakkukunun, Cenâb-ı Hakk'ın Lût Kavmine böyle bir rüzgarı göndermesiyle olduğunu ve Cenâb-ı Hakk'ın bu hususta, "Şüphesiz Biz, onların üzerine taş yağdıran bir rüzgar saldık" (Kamer.34) buyurduğunu söylemiştir. "Hâsıb", içinde taşların ve kumların bulunduğu bir rüzgârdır. Bu rüzgar, çok şiddetli olduğu için, taşları, çakılları kökünden söküp savurmaktadır. Bunun, "içinde taşlar olan bulut" manasına olduğu da söylenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk tehdidini artırarak, "Siz tehdidimin nasıl olduğunu göreceksiniz' buyurmuştur. Ayetteki "nezir" (tehdid) kelimesinin, "munzir" (tehdid eden, ikaz eden) manasına olduğu ve bununla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiği ileri sürülmüştür ki bu, Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın ve Dahhâk'ın görüşüdür. Buna göre mana, "Sizler Benim peygamberimi ve onun doğruluğunu anlayacaksınız. Ama bu anlayıp tanıma, size fayda vermeyen bir zamanda olacak" şeklinde olur. Bu kelimenin, "inzâr" (tehdid) manasına geldiği, ayetin, "Sizi o kitab ve peygamberimle inzârımın neticesini görecek, anlayacaksınız" manasında olduğu da ileri sürülmüştür. Ayetteki, (nasıl) soru edatı, o peygamberin doğruluğunu ve inzârın neticesini bildiren bir ifadedir. Bil ki Allahü teâlâ, kâfirleri bu şekildeki tehdidleri ile korkutunca, bu korkutma işini hem bir misal, hem de bir delil ile pekiştirmiştir. Bu misal, onlardan önceki kafirlerin, inkarları sebebiyle, bu gibi ilahî azabları görüp-müşahede etmeleridir. İşte bu sebeple Hak teâlâ şöyle buyurmuştur: 18"Andolsun ki onlardan evvelkiler de yalanlamışlardı. Benim inkarım nasıl oldu?". Cenâb-ı Hak bu ayetle, Âd, Semûd ve benzeri kafir kavimleri kastetmiştir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Vahidî, buradaki "nekîr" kelimesinin, "Benim inkarım, benim ayıplamam-kınamam" manasına geldiğini, "Onlar benim ilgili azabımı gerçek olarak bulmadılar mı?" demek olduğunu söyler. 2) Ebû Müslim, bu ifadenin, "Münkire verilecek cezam nasılmış" manasına geldiğini söyler. Ebû Müslim sözüne şöyle devam eder: "Buradaki nezir ve nekîr kelimelerinin sonundaki yâ-ı mütekellim, önceki ve sonraki ayetlerin sonları ile birbirlerine benzesin diye, düşmüştür." Cenâb-ı Hakk'ın burada aklî delil olarak kudretinin mükemmel olduğunu gösteren şeyi zikretmiştir. Allah'ın kudretinin mükemmelliği sabit olduğunda, kafirlere çeşitli azaplar vermeye kadir olduğu da sabit olmuş olur. Bu delil, şöyle bir kaç şekildedir: Birinci Delil: Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetidir: 19"Onlar, üstlerinde kanatlan açıp-kapayarak uçan kuşları görmediler mi? Bunları, Rahman'dan başkası (havada) tutmuyor. Şüphesiz ki O, herşeyi hakkıyla görendir". "Sâffât" kelimesi, "uçarken havada kanatlarını açmış olarak... (......) kelimesi de, "kanat çırparken kanatlarını birleştiren (kapatan)” demektir. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak, (bu ikincisini de birincisi gibi) "kâbidât" dememiş de, fiil şeklinde demiştir?" denilirse, biz deriz ki: Havada uçmak, tıpkı suda yüzmek gibidir. Binâenaleyh yüzmede asıl olan, kol ve bacakların (kanatların) açılmasıdır. Kapanması ise, hareketi sağlamak, için arızî olarak yapılan birşeydir. Dolayısıyla aslî olmayan, arızi olan hareketi Cenâb-ı Hak, fiil ile ifade etmiştir ki bu, "Onlar kanatlarını hep açarlar; tıpkı yüzenin yaptığı gibi zaman zaman da kanatlarını kaparlar (yumarlar)" demektir. Daha sonra Hak teâlâ, "Bunları, O Rahman'dan başkası (havada) tutmuyor" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü ağır ve cüsseli oldukları için, onların havada kalmaları, ancak Allah'ın onları havada tutması ve muhafazasıyla olur. Burada şöyle iki soru sorulabilir: Birinci Soru: Bu ayet, kulunun kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı fiillerin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğuna delâlet eder mi? Deriz ki: Evet. Çünkü kuşun havada durması da, kendi iradesi ve ihtiyarıyla yaptığı bir iştir. Hak teâlâ, "Bunları, O Rahman'dan başkası (havada) tutmuyor" buyurduğuna göre, bu, kulunun fiillerinin yaratıcısının da Allah olduğunu gösterir. İkinci Soru: Allahü teâlâ, Nahl Sûresinde, "Göğün boşluğunda musahhar olarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Allah'dan başkası (havada) tutmuyor" (Nahl, 79) buyururken, burada, "Bunları, O Rahman'dan başkası (havada) tutmuyor" buyurmuştur. Aradaki fark nedir? Deriz ki: Cenâb-ı Hak, Nahl Sûresinde, göğün boşluğunda musahhar (emre âmâde) olduklarından bahsetmiştir. Binâenaleyh onların orada böyle tutulmaları, sırf ulûhiyyetin gereğidir. Burada ise Hak teâlâ, bu kuşların kanat açıp-kapamalarından bahsetmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, menfaatlarına uygun bir şekilde o kuşlara kanat açıp-kapamayı ilham etmesi rahmet-i Rahman'dandır. Daha sonra Hak teâlâ, "Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla görendir" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Cenâb-ı Hakk, "basîr" (gören) ifadesiyle, Kendisinin en ince hususları da bildiğini anlatmak istemiştir. Nitekim Arapça'da, "mahir" "hazık" manasında, "Falanca bu hususta basîrdir" denilir. 2) Bu kelime, zahirî manasındadır. Binâenaleyh diyoruz ki: Allahü teâlâ "şey"dir ve her "şeyi" görendir. Binaenaleyh hem kendisini, hem de bütün mevcudatı görendir. İşte âlimlerimizin, Allahü teâlâ'nın görülebileceğini ve bütün mevcudatın da böyle olduğunu söylemeleri bundan başka birşey değildir. Buna göre eğer, "Basîr" kelimesi, "ba" harf-i cerrl ile birlikte kullanıldığında, "âlim" manasına gelir. Nitekim Arapça'da, "Eğer o onu biliyorsa,denilir" diye sorulursa, biz deriz ki: Biz bunun böyle olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü Arapça'da, "Allah, duyulacak şeyleri duyan; görülecek şeyleri görendir" denilir. Allah'a Karşı Koyan Ordu Mu Var? 20"Rahman'a karşı size yardım edebilecek olan kim, şu sizin ordunuz mu? Kafirler ancak bir aldanış içindedirler". Bil ki kafirler imandan imtina ediyor ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in davetine iltifat etmiyorlardı. Onlar bu hususta şu iki şeye dayanıyorlardı: a) Malları ve orduları sayesinde kendileri için olan kuvvete... b) Onlar, "Bu putlar bize hertürlü iyiliği verir ve bizden hertürlü kötülüğü savuşturur" diyorlardı. Allahü teâlâ ise onların bu iki dayanaklarını da çürütmüştür. Birincisini, "Rahman'a karşı size yardım edebilecek olan kim, şu sizin ordunuzmu?" beyanı ile çürütmüştür ki bu ifade, "Yoksa göktekinden ... emin mi oldunuz?" (Mülk,17) ayetine atıftır. Buna göre mana, "Bu iki ayette kendisine işaret edilen o yüce Zat'dan emin mi oldunuz?" şeklinde olur ve "Eğer Cenâb-ı Hakk size azabını gönderirse, O'ndan başka size yardım edeceğini sandığınız şu ordunuz işe yaradı mı?" denilir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kafirler ancak bir aldanış içindedirler" buyurmuştur. Bu, "O azabın onların başına gelmeyeceğini söylemesi ve onları aldatması sebebiyle, şeytandan ötürü bir yanılgı içindedirler" demektir. O'ndan Başka Rızık Veren Mi Var? Allahü teâlâ onların ikinci dayanaklarını da şu ayetle çürütmüştür. 21"Eğer O, rızkınızı tutup kesiverse, size rızık verebilecek olan kim? Hayır, hayır onlar bir azgınlık ve nefret içinde hep inad etmişlerdir". Bu, "Eğer Allah size rızık vermese, o taptıklarınızdan size hangisi rızık verebilir? Bu, akıl sahibi bir kimsenin kabul edeceği birşey değil. Çünkü Allahü teâlâ, yağmur bitki ve saire rızık sebeplerini ortadan kaldıracak olsa, O'nun dışında bir rezzâk bulunamaz" demektir. Bu husus çok net bir biçimde kendisini gösterdiği için de, "Hayır, hayır. Onlar bir azgınlık ve nefret içinde hep inat etmişlerdir" buyurulur ki bu da, "Onlar, gerçek böylesine açık olduğu halde, hep kaçmada, hep hakdan yüz çevirmede, uzaklaşmada ısrar edip, azgınlık etmişlerdir" demektir. Binâenaleyh " 'utüvv", onların dünyaya olan düşkünlükleri sebebiyle olup, bu, amelî kuvvetlerinin bozuk olduğuna; "nufûr" ise, cehaletleri sebebiyle olup, bu da nazarî kuvvetlerinin (düşünce özelliklerinin) bozulduğuna bir işarettir. Psikolojik Delil Bil ki Allahü teâlâ onları azgınlık ve nefret içinde olma ile niteleyince, bu iki vasfın kötü şeyler olduğuna delalet eden şeye dikkat çekerek şöyle buyurmuştur: 22"Yüz üstü düşe-kalka yürüyen kimse mi hidayettedir, yoksa doğru bir yolda dimdik yürüyen mi?". Bu ayetle ilgili şöyle birkaç mesele var: Vahidî şöyle der: fiilinin "mutavaatı" dır. Nitekim Arapça'da "Onu diz çöktürdüm, o da diz çöktü, yüz üstü düştü" denilir. Bunun bir benzeri de fiilidir Nitekim Arapça'da, "Rüzgar bulutu açtı, o da açıldı" manasında, denilir." Keşşaf sahibi ise şöyle der: "Durum hiç de böyle değildir. Çünkü babının bazı fiilleri, bizzat mutavaat için kullanılır. Mesela sen dediğinde, bunun manası, "Kebbe "girdi, yani "Kebb"li oldu (diz çökme halli oldu)" şeklinde olur. ifadesinin manası da, "Bulut, açılma haline girdi" şeklinde olur. fiili de, "Nafza" girdi" demek olur. Bu da "Kabın düşmesi" demektir ki bu ifade, fakirlikten kinayedir. fiili de, "Levm (kınama) haline girdi" manasındadır. ve fiillerinin mutavaatları, şekillerinde gelir. Alimler, "Yüz-üstü, düşe-kalka yürüyen kimse..." deyiminin ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Bu, "Dümdüz olmayıp, inişli-çıkışlı bir yolda her an kayıp, yüz üstü düşerek yürüyen bir kimsenin durumu, düşmekten ve tökezlemekten uzak bir şekilde dimdik yürüyen kimsenin durumunun tam aksidir" demektir. 2) Bu şekilde zor bela yürüyen, cehalet ve şaşkınlık üzere olan kimsenin yürümesi, kesin bilgi ve yakını ilim ile malum bir yöne doğru gidenin yürüyüşü gibi olamaz. 3) Yolunu bulamayan, böylece bocalayan ve her an düşe-kalka giden bir kör, bildiği-gordüğü bir yolda yürüyen, gözü başı sapasağlam bir kimse gibi olmaz. Alimler daha sonra, değişik izahlar yaparak bazıları: "Bu, kafirin ahiretteki durumunu anlatan bir ifadedir" demişler. Mesela Katâde, "Kafir, Allah'a isyan etme işine diz çökmüş, Allah da onu kıyamet günü böyle, diz üstü-yüz üstü hasretmiştir. Mü'min ise, apaçık olan din üzere gitmiş, Allah'da onu kıyamet günü dümdüz yol üzere hasretmiş" demiştir. Diğerleri ise, "Aksine bu, mü'min ile kafirin, âlim ile cahilin dünyadaki halini anlatan bir ifadedir" demişlerdir. Böyle söyleyenler de değ işi kızanlar yapmışlar: Bir kısmı bunun, bütün mü'minler ve kafirler hakkında genel bir ifade olduğunu söylerlerken, bazıları "Hayır bundan, belli şahıslar kastedilmiştir" derler. Meselâ Katâde, "Bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Cehît kastedilmiştir" der. Atfl'nın rivayetine göre İbn Abbas (radıyallahü anh), bununla Hazret-i Hamza ile Ebû Cehil'in kastedildiğini söylemiştir. İkrime ise bu ifadeyle, Ammâr b. Yâsir (radıyallahü anh) ile Ebû Cehil'in kastedildiğini söylemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmelliği hususunda buradaki İkinci akli delil ise, şu ayettir: 23"De ki: "O sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve gönüller verendir. Siz ne kadar da az şükrediyorsunuz!". Bil ki Allahü teâlâ, ilk aklî delilini, insanın dışındaki diğer canlılardan bahsederek, yani, kuşların havada duruşunu anlatarak verince; bundan sonra insanların durumunda görülen akli delili getirmiştir. İşte bu da, bu ayette anlatılmaktadır. Allahü teâlâ burada, duyma, görme ve kalbin hallerinde bulunan enteresanlıklara dikkat çekmiştir. Bu üç hususun izahı bu kitabta defalarca geçti. Binâenaleyh bunları tekrar etmenin faydası yok. Bil ki bunların bu ayette ele alınışında, şöyle bir inceliğe dikkat çekme vardır: Hak teâlâ sanki, "Size, kendilerinde çok kıymetli özellikler bulunan şu üç bağışta bulundum. Fakat sizler, onları zayi ettiniz, dolayısıyla duyduğunuzu kabul etmediniz, gördüğünüze itibar etmediniz, anlayıp-aklettiğiniz şeylerin neticesini de düşünmediniz. Böylece sizler adeta.bu nimetleri ve bağışları, zayi etmiş oldunuz" demek istemiştir. Cenâb-ı Hak işte bundan ötürü, "Siz ne kadar da az şükrediyorsunuz?" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Allah'ın nimetlerine şükretmek demek, bu nimetleri O'nun rızasına uygun yerlere yöneltmek demektir. Ama sizler, bu görme, duyma ve akletme nimetlerini, O'nun rızasının olduğu yerlere sarfetmediniz ve böylece O'nun nimetlerine şükretmemiş oldunuz." Üçüncü akli delil de şu ayettir. 24"De ki: "O, sizi yeryüzünde zürriyet halinde yaratıp yayandır. Ve sonunda hepiniz O'na toplanıp götürüleceksiniz". Bil ki Hak teâlâ önce hayvanların halleri ile, ikinci olarak insanın duyma-görme ve tefekkür etme sıfattan ile, üçüncü olarak da, insanın kendisinin sonradan (mahlûk) oluşu île istidlal etmiştir. Bu, "O, sizi yeryüzünde zürriyet halinde yaratıp yayandır" ifadesiyle anlatılmıştır. Kelamcılar, felsefecilerin ve bazı müslümanların dediği gibi, insanın mekandan ve kemiyyetten uzak (yalın) bir cevher olmadığı hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Hak teâlâ, "O, sizi yeryüzünde zürriyet halinde yaratıp yayandır" buyurmuş ve böylece insanı, adeta yeryüzüne zürriyet halinde saçıp yaydığını beyan buyurmuştur. Bu, insanın bir mekanda yer alan bir cisim olmasını gerektirir. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın bu aklî delilleri serdetmesinin sebebi, "Hanginizin daha güzel amel ve harekette bulunacağını imtihan etmek için..."(Mülk,2) ayetiyle belirttiği imtihanı gerçekleştirmek için, haşr ve neşrin olabileceğini anlatmaktır. Cenâb-ı Hak bu neticeyi isbat için, kudretinin çeşitli delillerini zikretmiş ve bu delillerini, "De ki: "O sizi yeryüzünde zürriyet halinde yaratıp, yayandır" buyurarak noktalamıştır ki bu, "Allah'ın ilk yaratmaya kadir oluşu, şüphesiz ikinci kez yaratmaya (diriltmeye) kadir olmasını gerektirir. İşte bundan sonra Cenâb-ı Hak, "Sonunda hepiniz O'na toplanıp götürüleceksiniz" buyurmuş, böylece bahsi geçen bütün bu delillerin, haşr neticesini ortaya koymak için olduğunu belirtmiştir. Bil ki Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o müşrikleri ilahî azabla tehdit etmesini emredince, kafirlerden iki şeyi nakletmiştir. Birincisi, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den o azab vaktini belirlemesini istemeleridir. Bu, şu ayetin beyan ettiği husustur: 25"Derler ki: "Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, (söyleyin bakayım). O va'd ne zaman?". Bu ayetle İlgili bir kaç mesele var: Ebû Müslim şöyle der: "Hak teâlâ, fiili muzarî sigası ile "Derler ki" buyurunca, kâfirlerin bu Sözü ileride söyleyebilecekleri muhtemel olduğu gibi, geçmişte söylemiş olmaları da muhtemeldir. Geçmişte söylemiş oldukları farzedilirse, ayetin takdiri, "Diyorlardı ki" şeklinde olur." Onlar bu sözü belki alayvârî söylüyorlardı; belki de bu azab hemen gelmediği için, bir acizliği vehmettirerek, bunun aslı-esası olmadığını iddia etmekiçin söylüyorlardı. Sorulan o "va'd" nedir? Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu, kıyamettir. b) Bu, azabtır. Bu fırklı manaların hikmeti ileride gelecektir, inşaallah... Hak teâlâ daha sonra bu soruya şöyle cevap vermiştir: 26"De ki: "O(nun) bilgisi, ancak Allah yanındadır. Ben sadece Allah'ın azabım apaçık haber veren bir nâzirim". Bu, "Bir şeyin olacağını bilmek, olacağı vakti bilmekten başka birşeydir. Binâenaleyh birincisiyle ilgili bilgi bende mevcuttur ve bu, size inzâr etmem ve sakındırmam için yeterlidir. Ama ikinci husustaki bilgi Allah'a aittir. Apaçık bir inzarcı (uyarıcı) olmam için, bunu bilmem gerekli değildir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu va'di, bu azab vakti gelince, o kâfirlerin ne hal aldıklarını da şöyle beyan buyurmuştur: 27"Artık onu yakında gördükleri zaman, o kâfirlerin yüzleri kötü bir hale getirilmiş ve onlara, "İşte bu sizin, (hakkında) iddialaştığınız şeydir" denilir". Ayetle ilgili bir kaç mesele vardır: (......) kısmındaki mef'ul zamiri, (......) ifâdesine râcidir. (......) kelimesi ise, "yakın" anlamında olup, kelamın takdiri, "onlar bu va'di yakın görünce..." şeklindedir. Mananın, "o iyice yaklaştığında..." şeklinde olması da muhtemeldir. Böylece, Cenâb-ı Hak, bunu bizzat, yakınlığın kendisi kılmış olur. Hasan el-Basrî ise, (......) kelimesine, "bizzat, iyânen görünce..." anlamını vermiştir ki, bu, tefsir olmayıp, bir manadır. Zira, insan, kendisine yakın olan şeyleri gözüyle görür.. Cenâb-ı Hak, "o kafirlerin yüzleri kötü bir hale gelir..." buyurmuştur. İbn Abbas, bu (......) kelimesine, "karardı" anlamını vermiştir. Bunun sebebi de, üzüntü ve gamdan dolayı, gözü bürüyen dumandır. Zeccac ise, "o yaklaşınca, onun kötülüğü ortaya çıktı..." anlamını vermiştir ki, (......) kelimesinin aslı çirkinlik ve hoşa gitmemedir. Es-Seyyie ise, el-hasenetu kelimesinin zıddıdır. Nitekim Arapça'da, bir şey kötü olduğunda (......), çirkin ve kötü kılındığında ise (sîe - yüsâ'û) denilir. O halde, bu kelime aslında, hem lâzım, hem de müteaddî olan bir fiildir. Binâenaleyh, ifâdesinin anlamı, "onların yüzleri çirkinleştirildi kötü hale getirildi..." şeklinde olur. Ki, sebebi de, üzüntü ve o yüzü, bir gam dumanı ve morluğun, kederin bürümesidir. Böylece onların yüzleri, kısas edilmek üzere öldürülmeye götürülen kimsenin yüzü gibi oldu. "Artık onun yakında gördükleri zaman..." ifadesi, geçmişle ilgili bir ifadedir. Yani, buradaki fiil, mazî sigasındadır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Derler ki: O va'd ne zaman..." ifadesindeki "va'd"i, "mutlak azab" manasına alanlara göre, bu ayetin tefsiri kolaydır. İşte bu yüzden Ebû Müslim, ayetin bu ifadesine, "Âd ve Semûd'un başına gelen şey gibi, onlara helak edici o ilahî azab gelip çattığında, bu azab onlara yakın olduğu için, yüzleri kararır, morarır.." manasını vermiştir. Ama, o ifadedeki "va'd"i "kıyamet" anlamına alanlara göre, bu ifadedeki (......)'nın anlamı, "her ne zaman onlar onu yakın görürlerse..." şeklinde olur. Bu böyledir, zira, geçmişi anlatan bir ifadedir. Halbuki, kıyametin halleri ise, "mazî" değil "gelecektir". Binâenaleyh lafzı, bizim bahsettiğimiz biçimde yorumlamak gerekir. Mukâtil de, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetine, "Onlar, âhiretteki azablarını yakın görünce..." şeklinde mana vermiştir. "ve onlar, "işte bu sizin, (hakkında) iddialaştığmız şeydir..." denilir" ayetiyle ilgili olarak birkaç mesele vardır. Bazı kimseler, bu sözü söyleyenlerin, "zebaniler" olduğunu derken, diğer bazıları da, "onlar bu sözü birbirlerine demişlerdir" derler. Ayetteki, (......) kelimesi hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Ferra" şöyle der: "Cenâb-ı Hak, bu ifade ile, "duâ" kelimesinden olmak üzere, "peşine düştüğünüz, acele manasını kastetmiştir. Çünkü, Arapça'da, tıpkı (......) kelimesi, de aynı anlamlar için olmasını talep ettiğiniz kelimeleri gibi, farklı iki siga olarak kullanılılır. 2) Bu kelime ed-de'vâ kökünden olup, buna göre mana, "Sizin yok kabul ettiğiniz, batıl olduğunu gördüğünüz; yani, batıl olduğunu iddia edip size ulaşmayacağını sandığınız şey, işte budur" yahut ta, "kendisi sebebiyle, öldükten sonra diriltilmeyeceğinizi iddia ettiğiniz şey budur..." şeklinde olur. 3) Bu kelimenin istifhâm-ı inkâri anlamında olmasıdır. Buna göre mana, "Bunu mu iddia ediyordunuz? Hayır hayır, tam aksine sizler, yokluğunu, bunun olmayacağını iddia ediyordunuz..." şeklinde olur. Ya'kûb el-Hadramî, kökünden olmak üzere, şeddesiz olarak, (......) şeklinde okurken, yedi kıraat imamı, "Iddiâ'ın" kökünden olmak üzere, şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır. 28"De ki: "Eğer Allah, beni ve benimle beraber olanları imha eder, yahut bizi esirgerse, ya kafirleri acıklı bir azabtan kurtaracak kimdir?". Bil ki bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), o kafirleri ilahî azabla tehdit edince, kafirlerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e söyledikleri şeye verilen ikinci türden bir cevaptır. Rivayet olunduğuna göre Mekke kafirleri, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Yoksa "(O), bir şairdir, biz onun, zamanın felaketli hadiselerini gözetliyoruz" mu diyorlar?" (Tur, 30) ve "Daha doğrusu siz peygamberin de, mü'minlerin de ailelerine temelli dönemeyeceklerini sandınız..." (Fetih. 12) ayetlerinde buyurduğu üzere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minlerin aleyhine beddua ediyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu hususu şu iki bakımdan cevaplamıştır: Birincisi: İşte bu ayettir. Buna göre mana, "Ey Resulüm, "Allah, Öldürmek suretiyle, beni ister helak etsin, isterse ecelimi, Ölüm zamanımı ertelemek suretiyle bana merhamet etsin, sizin, bunda ne menfaatiniz var ki? Hangi menfaatiniz söz konusu ki? Ve, Allah'ın azabı başınıza geldiğinde, sizi o azabtan kurtaracak olan kimdir? Bu putların veya başkalarının sizi kurtaracaklarını mı sanıyorsunuz? Binâenaleyh, sizin kurtarıcınız olmayacağını bildiğinize göre, o, azabtan sizi kurtaracak şeye, yani tevhid, nübüvvet ve ba's hakkındaki ilme sımsıkı sarılmalı değil misiniz? de" şeklindedir. İkincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, 29"De ki: "O, Rahman'a biz, O'na iman ettik ve ancak O'na güvenip dayandık. Artık apaçık bir sapıklık içinde bulunan kimdir, bunu ilerde siz de bileceksiniz". Bu, "O, Rahman'dır; biz O'na inandık ve ancak O'na tevekkül ettik. Böylece O, siz bizim hakkımızda İnatkar ve küfür sahibi olduğunuz halde, sizin dualarınızın makbul olmayacağını bilmektedir. Çünkü biz, O'nu tasdik ettik ve sizin yaptığınız gibi, O'nu inkar etmedik. Başkasına değil, O'na tevekkül ettik. Siz ise, adamlarınıza ve mallarınıza güvenmektesiniz, tevekkül etmektesiniz.." demektir. Ayetteki (......) kelimesi, ifadesine uygun olsun diye, yâ ile (ya'lemûne) diye de okunmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, başkasına değil Kendisine tevekkül edilmesi gerektiğini anlatınca, bunun delili olarak da, şöyle buyurmuştur: 30"De ki: "Eğer suyunuz yerin dibine savulup giderse, kim akar bir su getirebilir, söyleyin!?". Cenâb-ı Hakk'ın bu sorudan maksadı, bu kafirlere, sürdürdükleri küfrün kötülüğünü göstermek için, onları, bir kısım nimetlerini kabul eder hale getirmesidir. Dolayısıyla bu ayetin manası, "Söyleyin bakalım, şayet suyunuz yere doğru batarsa, size, akan bir suyu kim getirecektir?" demek olup, bunun cevabı, mutlaka onların, "Allah!" demeleri şeklinde olur. Dolayısıyla da, bu durumda onlara, "O halde daha ne diye hiçbir şey yapamaz şeyleri ulûhiyyet hususunda O'na ortak tutuyorsunuz?" denilir. Ve bu ayet bu manasıyla tıpkı, "Şimdi içmekte olduğunuz suyu söyleyin bana. Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiriciler biz miyiz"(Vakıa, 68-69) ayetleri gibi olur. Ayetteki, (......) kelimesine gelince, bu manalarındadır. Nitekim su, yere çekilip yerin içinde kaybolduğunda denilir. O halde, bu demektir ki, buradaki masdan, ism-i fail manasındadır. Ve bu tıpkı, (âdil) anlamında "çok âdil adam" denilmesi gibidir, (......) kelimesi, "gözlerin gördüğü, apaçık şey..." anlamında olup, tıpkı,(......) kelimesi gibi, 'ayn kökünün ism-i mef'ûlüdür. Bu kelimenin, "akan çeşmeler" manasına geldiği ve bu durumda da, bunun, kökünden olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre adeta, "akan bir suyu..." denilmek istenmiştir. En iyisini Allahü teâlâ bilir. Salât ü selâm, Efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âline ve ashabına olsun (Amin). |
﴾ 0 ﴿