KALEM SURESİElli iki ayet olup, Mekki'dir. 1"Nün...". Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Bu tür ifadeler hakkında ileri sürülen görüşleri biz, Bakara Sûresi'nin başında uzun uzun anlattık. Buraya has olan ilave izahlar ise şunlardır: 1) Nûn, "balık" demektir. Yunus (aleyhisselâm)'dan bahsedilirken, (Enbiyâ, 67) denilmesi de, buna varıp dayanmaktadır. Bu görüş, İbn Abbas, Mücâhid, Mukâtil ve Süddî'den rivayet edilmiştir. Daha sonra bu görüşte olanlardan kimileri, "Allahü teâlâ, bu harf ile, sırtında yeryüzünün bulunduğu o balığa yemin etmiştir.. Ki bu balık en aşağıdaki yerin altında bulunan denizdedir.." demişlerdir. Kimileri de, "Allahü teâlâ, karnında Yunus (aleyhisselâm)'u hapseden balığa yemin etmişdir" demişlerdir. Bir kısmıda, "Allahü teâlâ, Nemrud'un okuna kanı bulaşan o balığa yemin etmiştir" demişlerdir. 2) Bu da, İbn Abbas'tan rivayet edilmiş olup Dahhak, Hasan el-Basrî ve Katâde'nin tercihidir. Buna göre ö mürekkeb hokkası, anlamındadır. Ki şairin "özlem ve iştiyak onları hatırıma getirdiği her keresinde, mürekkeb hokkam, ardı arast kesilmeyen gözyaşları dökmüştür" sözü de bunu ifade eder. Binâenaleyh, bu harf, hokka ve kalem'e yapılmış bir yemin olmuş olur. Çünkü, yazı işi meydana geldiği için, bu iki alet edavattan sağlanan fayda çok büyüktür. Zira, karşılıklı antlaşmalar, bazan şifahî olarak, bazan da yazıyla sağlanır. 3) Nûn, meleklerin, Allah'ın kendilerine emrettiği şeyleri üstüne yazdıkları levhadır. Bunu, Muaviye ibn Kurre "merfû" olarak rivayet etmiştir. 4) Nûn, sayesinde, meleklerin yazılarını yazdığı (manevî) mürekkebtir. Bil ki, bu izahların tümü de zayıftır. Çünkü biz, bu ifadeyi, kendisine kasem edilen bir şey addettiğimizde, bu durumda eğer bir cins addedilirse, bizim bunu mecrûr ve tenvinli yapmamız gerekir. Çünkü, bu takdire göre yemin, ya belirsiz bir hokkaya, yahut da belli olmayan bir balığa edilmiş olur. Buna göre adeta, ya yahut da şeklinde denilmiş olur. Yok eğer bir alem ise, bunu, munsarıf ve mecrûr kılmamız; eğer gayr-ı munsarıf addedersek, bunu, gayr-ı munsarıf yapıp fethalı okumamız gerekir. 5) Buradaki nûn harfi "Rahman" kelimesinin son harfidir. Çünkü, bu kelimede (......) kelimesiyle, Rahman isminin "nûn "u birleşmiştir. Böylece Allahü teâlâ, bu ismin en son harfini zikretmiştir ki, esas maksad, bu harfi değil, ismin tamamına yemin etmektir. Bu görüş de tutarsızdır, çünkü böyle bir şeyi caiz görmek, Batınîler için, o bâtıl şeylerine kapı açmak olur. Tam aksine hak ve gerçek olan şudur: Bu, ya bu sûrenin ismidir, yahut bunun getiriliş maksadı (yine) meydan okumadır, yahut da Bakara Sûresi'nin başında da zikredilmiş olduğu gibi diğer husustur. Kıraat alimleri, (......) ifâdesinde, (......)'un izhar ve ihfâ ile okunup okunamayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Binâenaleyh bunu izhâr ile okuyanlara gelince, bu kimse, bununla burada iki sakinin bir araya gelmesinin delâleti ile, vakf yapmaya niyetlenmiş olur. Vakıf yapıldığından, kendinden sonra gelenden ayrıymış gibi olmuş olur. Kendinden sonra gelenden ayrı olunca da, izhâr yapmak vacib olur. Çünkü, ağız harflerinde ihfâ, ancak, bitişme (ittisal) halinde söz konusu olur. İhfâ ile okumanın izahı da şudur: Vasi hemzesi, meselâ (......) ifadesiyle, Arapların sayılar hakkındaki gibi sözlerindeki harflerle beraber kullanıldığında düşmez. Bu harflerle beraber kullanıldıklarında hemze düşmeyince, biz, bunun vasi takdirinde olduğunu anlamış oluruz. Sen bu harfi (nûn harfini) vasi edince de, nûn'u gizlemiş olursun. Ki, bu hususu, ifadelerini tefsir ederken de ele almıştık. Ferrâ şöyle der: "Nûn'u izhar ile okumak, benim daha çok hoşuma gider. Çünkü nûn, hece harfidir. Hece harfleri ise, vasi olunsalar bile, üzerlerinde vakf yapılmış gibidir. "Kaleme, yazmakta oldukları şeylere and olsun ki...". Bu hususta, iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Kendisine yemin edilen şey, cins olup, bu da, semada ve yerdekilerin, sayesinde yazı yazdıktan bütün kalemleri içine alır. Cenâb-ı Hak, "Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti" (Alak, 3-5) buyurmuştur. Allah, insana,, konuşma kabiliyeti vermek suretiyle lütufta bulunduğu gibi, kalemle yazabilme kuvvetini vermek suretiyle de lütfetmiştir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Ki o, insanı yarattı ve ona beyanı öğretti..."(Rahman,3-4) buyurmuştur. Kalemden nasıl yararlanıldığının izahına gelince, bu şöyledir: Her şeyden önce, kalem sayesinde, karşınızda olmayan uzaktaki kimseler, adeta muhatap gibi olurlar. Böylece kişi, bu kalem sayesinde, dili ile yanındaki kimselere bir şeyler öğretebildiği gibi, uzaktakilere de anlatma imkanını elde eder. İkinci Görüş: Kendisine kasem edilen şey, "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki kaîemdir..." haberinde yer alan, belli ve muayyen olan o kalemdir. Nitekim İbn Abbas, "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, kalemdir. Daha sonra, Allah o kaleme, "Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz!" dedi ve, Kalem de, canlıların ecelleri ve amelleri gibi, kıyamete kadar olacak şeyleri yazıverdi..." demiştir. O, sözüne devamla şöyle der: "Bu, uzunluğu semâ ile yer arası kadar olan, nurdan bir kalemdir." Mücâhid de İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki kalemdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak kaleme, "Kaderi yaz!.." dedi de, kalem de, bunun üzerine, kıyamete değin olacak şeyleri yazıverdi.. İnsanlar, olmuş bitmiş (yazılmış) şeyler üzerinde hareket etmektedirler.." Kâdî şöyle dör: "Bu haberdeki ifadeleri, mecazî manaya almak gerekir. Çünkü, yazmaya has olan bir alet durumundaki kalemin, canlı ve akıllı, böylece de kendisine emredilip yasaklar konulan bir şey olması caiz değildir. Çünkü, kalemin mükellef bir canlı oluşu ile, yazı aleti oluşunun arasını uzlaştırmak imkânsızdır. Tam aksine bundan muradın, Allahü teâlâ'nın o kaleme, olacak şeylerin tümünü yazdırtmasıdır. Bu da tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "O bir şeye hükmetti mi, ona ancak "ol" der, o da oluverir..." (Bakara, 117) ayeti gibidir. Çünkü burada, ne bir emir, ne de bir mükellef tutma söz konusudur. Aksine bu, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin, hiçbir çekişme ve hiçbir karşı koyma olmaksızın, kudreti dahilinde olan şeye, kudretinin nüfuzudur. Bazı kimseler de burada zikredilen "kalem"in, "akıl" olduğunu ve aklın, bütün mahlukatın hemen hemen temeli olduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Bunun delili, haberlerde yer alan şu husustur; "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki kalemdir." Bir başka haberde ise, "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki bir cevherdir. Böylece Cenâb-ı Hak bu cevhere, heybet gözüyle nazar etti de, cevher eridi, kızdı. Derken ondan birduhân (duman) bir köpük yükseldi. Allah duhândan, dumandan yani, köpükten de yeri yarattı" buyurulmuştur. Bu haberlerin tümü, kalemin, aklın ve mahlukatın temeli olan o cevherin, aynı şey olduğuna delalet eder. Aksi halde çelişki söz konusu olur. Cenâb-ı Hak, "yazmada oldukları şeylere and olsun" buyurmuştur. Bil ki buradaki kendinden sonraki ifadeyle, te'vil-i masdar durumundadır. Böylece ayetteki bu ifâde, takdirinde olmuş olur. Derken de yemin bizzat yazma işine yapılmış olur. Bu ifadeyle, ism-i mef'ûl manası kastedilmiş de olur, yani "yazılmış şeylere" demek olur. Her iki takdire göre de, şimdi biz buradaki "kalem" kelimesini, Allah'ın yarattıkları şeyler içinde yer alan bütün kalemler manasında alırsak, ayetin ifade ettiği mana açık olmuş olur. Böylece de Allahü teâlâ her kaleme ve her kalemle yazılan şeye yemin etmiş olur. Bu ifade ile kastedilenin, Hafaza Meleklerl'nin ve Kiramen Kâtibinin yazmış oldukları şeyler olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bu "kalem" ifadesiyle, kalemin sahiplerinin (kalem kullananların) kastedilmiş olması da mümkündür. Böyle olması halinde, 'deki "vâv" zamiri, kalem sahiplerine râci olmuş olur. Buna göre sanki, "Kalem sahiplerine ve onların satretmelerine, yani yazıp-cizdikleri şeye yemin olsun ki..." denilmek istenmiştir. Fakat biz, ayette geçen "kalem" ifadesini, (o hadiste haberde yer alan) o belli "kalem" manasına alırsak, o zaman Hak teâlâ'nın "yazmakta oldukları şeylere..." ifadesiyle onların kendisine yazı yazdıkları şey, yani Levh-i Mahfuz kastedilmiş olabilir. ifâdesindeki "cemî'Mik ile de, kelimenin cemîliği değil, aksine "ta'zîm" manası kastedilmiştir. Yahut da bu ifadesiyle, kıyamete kadar olacak şeylerin tamamı ile, mahlukatın yapacağı işler ve onların ömürleri kastedilmiş olabilir. Bil ki Allahü teâlâ, kendisiyle yemin edilen şeyi zikredince, kendisi için yemin edilen şeyi de hemen peşinden getirerek şöyle buyurmuştur: 2Âyetin tefsiri için bak:4 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Sen, Rabbinin nimeti sayesinde, bir mecnun değilsin. Senin için muhakkak ve muhakkak tükenmeyen bir mükafaat vardır ve hiç şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin". Bil ki Hak teâlâ'nın, "Sen, Rabbinin nimeti sayesinde bir mecnun değilsin" beyanı ile ilgili şöyle iki mesele vardır İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün, hanımı Hatice (radıyallahü anha)'ye haber vermeden Hira mağarasına çekip gitti. Derken, Hatice (radıyallahü anha), onu aradı fakat bulamadı. Bir de ne görsün, karşısında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), herhangi bir toz duman olmadan, rengi değişmiş olarak durmuyor mu! Bunun üzerine, Hazret-i Hatice (radıyallahü anha), ona, "Sana ne oldu?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm)'in geldiğinden, kendisine, "Rabbinin ismiyle oku" dediğinden bahsetti ki işte Kur'ân'dan inen şeyin ilki budur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözüne devamla şöyle buyurdu: "Daha sonra Cibril beni, bulunduğum yerden, düz bir yere indirdi. Abdest aldı, ben de abdest aldım; sonra namaz kıldı, ben de onunla birlikte iki rekât namaz kıldım ve Cibril, "Ey Muhammed, namaz işte bu şekildedir" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu Hatice (radıyallahü anha)'ye anlatınca, Hatice (radıyallahü anha), amcasının oğlu olan Varaka b. Nevfel'e gitti ki Varaka, kavminin dinine girmemiş, aksine hristiyan olmuştu-. Hazret-i Hatice (radıyallahü anha), ona durumu anlatınca, "Muhammedi bana gönder" dedi. Hazret-i Hatice (radıyallahü anha)de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Varaka'ya gönderdi. Varakanın yanına geldiğinde, Varaka ona, "Cibril sana, her hangi bir kimseyi Allah'a davet etmeni emretti mi?" deyince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine Varaka, "Allah'a yemin olsun ki, eğer senin davet günlerine kadar yaşarsam, sana çok büyük destek verir ve çok yardım ederim" dedi. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in davet günleri gelmeden de öldü. İşte bu hadise, Kureyş kâfirlerinin diline düşüp yayıldı. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri "o bir deli" dediler de Allahü teâlâ, bu sûrenin başından bu beş ayet ile, onun deli olmadığına yemin etti. Daha sonra İbn Abbas (radıyallahü anh) sözüne devamla, ilk nazil olan ayetin, (Ala, 1) ayeti olduğunu, bunun ise ikincisi olduğunu söyledi. Zeccâc şöyle der; (......) kelimesi, (......)'nın ismi, (......) ise, haberidir. (......) ifadesi ise, isim ile haber arasına girmiş bir ifadedir. Buna göre mana, "Rabbinin nimeti sayesinde, sende delilik vs. yoktur" şeklinde olur ve bu tıpkı, "Elhamdülillah sen akıllısın.", "Allah'a hamdolsun sen deli değilsin", "Allah'ın bir nimeti olarak, sen akıllı ve anlayışlısın" ve "Allah'ın nimeti sayesinde, sen fakir değilsin" denilmesi gibidir ki bütün bunların manası, "övgüye değer bütün bu sıfatlar sende mevcutken, kötü sıfatlar, Allah'ın in'amı, lütfü ve ikramı sayesinde, sende yer almamış, silinmiş gitmişlerdir" demektir. Ata ve İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin nimeti ile..." ifadesiyle, "sana iman ve nübüvvet gereklidir" manasını kastettiğini ve bunun o müşriklerin, "Ey kendisine Kur'ân indirilen, sen bir delisin" (Hicr, 6) şeklindeki sözlerine cevap olduğunu söylemişlerdir. Hazret-i Peygamberi Taltif Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i burada şu üç sıfatla nitelemiştir: Birinci Sıfat: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in deli olmadığını belirtmiş, sonra da bu iddiaya, bunun doğruluğuna kesinkes delalet edecek şeyi eklemiştir. Bu böyledir, çünkü ayetteki,"Rabbinin nimeti sayesinde..." ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, tam bir fesahat, mükemmel bir akıl, beğenilen bir gidişat, her türlü kusur ve ayıptan uzak olma ve her türlü olumlu sıfatla muttasıf olma gibi nimetlerinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de çok net bir şekilde mevcut olduğuna delâlet eder. Bu nimetler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de, adeta elle tutulur, gözle görülür bir biçimde mevcut olunca, bunların o peygamberde mevcut oluşları, onda bir deliliğin bulunmasına ters düşer. Binâenaleyh Hak teâlâ, onların, o Peygamber (aleyhisselâm)'e, "Sen bir delisin" şeklindeki sözlerinde yalancı olduklarına, yakîn bir delaletle, delalet etsin diye, işte bu inceliğe dikkat çekmiştir. İkinci Sıfat: Bu, "Senin için muhakkak ve muhakkak tükenmeyen bir mükafaat vardır" ayetinin itade ettiği husustur. Ayetteki, "gayr'ı-memnûn" ifadesinin ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Ekseri alimlerin benimsediği fikre göre, bunun manası "noksan olmayan, kesintiye uğramayan, sonlu olmayan" şeklindedir. Nitekim Arapça'da, "Yürümek onu aciz bıraktı" manasında, denilir. "Menîn" de, zayıf, aciz, güçsüz manasınadır. Yine birisi birşeyi katedip, tamamladığında, denilir. Lebîd'in "(Bu köpekler), iyice siyah olup, rızık olarak kendilerine ayrılmış olan avı elde eder, yakalarlar" şeklindeki sözü de bu manadadır ki Lebîd bu mısrasıyla, ava alıştırılan köpeği tavsif etmektedir. Bu ayetin bir benzeri de, "Kesintisiz bir bağış..." (Hud, 108) ifadesidir. 2) Mücâhid, Mukâtil ve Kelbî'ye ait görüşe göre, bu ifadenin manası, "Başına kakılmak suretiyle bulandırılmayan bir nimet" şeklindedir. Mu'tezile, bu hususun izahı sadedinde "Bu, sana bir lütuf olarak verilmemiştir. Çünkü bu, ameline karşılık hakettiğin bir mükafaattır. Yoksa karşılıksız yapılmış bir lütuf değildir" manasını verir. Birinci görüş daha uygundur. Çünkü bu nimeti, bir ücret olarak görmek, bunda zaten bir başa kakmanın olamayacağını ifade eder. Binâenaleyh ayeti bu manaya almak bir tekrar gibi olmuş olur. Alimler bu ücretin (ecrin), neden dolayı tahakkuk ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun manasının, "Bu, tenkidlere ve çirkin sözlere tahammül edip, onları sabırla karşılamandan ötürü, senin için kesintisiz büyük bir ücret var" şeklinde olduğunu söylerlerken, diğer bazıları, "İnsanları Allah'a davet etmen ve dini hükümleri onlara açıklaman hususunda, peygamberliğini ortaya koyup mucizeler gösterdiğin için, sana devamlı ve halis bir ücret var. Binâenaleyh o kâfirlerin, sana deli demeleri, seni bu önemli vazifeyle meşgul olmaktan alıkoymasın. Çünkü bu sayede senin için, Allah katında yüce mevkiler ve mertebeler vardır" manasını vermişlerdir. Üçüncü Sıfat: Bu, "Hiç şüphesiz büyük bir ahlak üzerindesin sen" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Bil ki bu ifade, biraz önce geçen, "Rabbinin nimeti sayesinde..." ifadesinin bir tefsiri ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in deli olduğunu söyleyenlere, bunun yalan ve asılsız bir şey olduğunu açıklayan bir ifadedir. Bu böyledir. Çünkü güzel huylar ve beğenilen hal ve hareket tarzları, o peygamberlerde açıkça görülen bir keyfiyettir. Böylesi güzel huylarla donatılmış birisine, deli olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü delilerin huyları kötüdür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in güzel huyları, kâmil ve mükemmel olunca, pek yerinde olarak Allahü teâlâ bu huyları "büyük" diye nitelemiştir. İşte bundan ötürüdür ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Cenâb-ı Hak, "Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum ve ben mütekelliflerden de değilim" (sad. 86) demesini emretmiştir. Bu, "Ben, size gösterdiğim bu huylarım ve hareketlerimi tekellüf ile, zorlanarak, yapmacık olarak yapmıyorum. Çünkü, bunları zoraki yapanların bu tür hareketleri uzun süre devam etmez. Aksine bu hareketlerim fıtratıma, tabiatıma dayanmaktadır" demektir. Bazıları da şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huy ve ahlakını "büyük" diye tavsif etmiştir. Çünkü Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "İşte bu peygamberler, Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir. Haydi onların hidayetü yollarına sen de uy" (En'âm, 90) buyurmuştur. Allah'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, uymasını emrettiği bu "hidâyet" ise, Allah'ı tanıma demek olan hidayet değildir. Çünkü böylesi, bir taklid olur ve taklid peygambere layık değildir. Bu, Allah'ın diğer peygamberlere emrettiği şer'î kanunları da değildir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatı, onların getirdiği şeriattan başkadır. Böylece ayetteki "hidayet" ile kastedilenin, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendinden önceki peygamberlerin her birine ayrı ayrı vermiş olduğu güzel huylar hususunda, herbir peygambere uyması olduğu ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak sanki, o peygamberlerden her birine bir çeşit huy vermiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bütün peygamberlere uymasını emredince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) adeta, o peygamberlerin her birinde ayrı ayrı bulunan güzel huyların tümünü kendisinde toplamakla emrolunmuş gibidir. Binâenaleyh işte bu, kendinden önce hiçbir peygambere müyesser olmayan üstün bir derece olunca, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hakk, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huyunu, "büyük" diye tavsif etmiştir. Burada şöyle bir diğer incelik daha vardır. Bu da ifâdesinde, harf-i cerrinin yer almasıdır. Çünkü (üzerindesin) ifadesi, "istilâ" içindir. Böylece bu lafız, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu huyların üzerine çıktığına, bunlara sahip ve hükümran olduğuna, bütün bu güzel huylara nisbetle, tıpkı efendinin kölesine, âmirin memuruna nisbeti gibi olduğuna delalet etmektedir. Huy, kendisini taşıyan kimsenin, güzel işleri çok kolay bir biçimde yapabildiği, ruhanî-manevî bir melekedir. Bil ki güzel şeyleri yapmak başkadır, onları kolaylıkla yapmak daha başkadır. Binâenaleyh sayesinde bu kolaylığın meydana geldiği durum, "huy"dur. "Güzel huy" ifadesine, cimrilikten, hasislikten, öfkeden ve karşılıklı muamelelerdeki şiddetten sakınmak; insanlara hem söz hem de fiil ile iyi davranmak, onları dost edinmek, alış-veriş ve şâire şeylerdeki akitler ve anlaşmalarda gafleti bırakmak, bunları unutmamak, insanlarla ilgiyi kesmemek ve ister neseben ister evlilik yoluyla olsun, insana gerekli olan haklar hususunda cömert davranma gibi hususlar girer. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan. bunun manasının, "Muhakkak ki sen, büyük bir din üzeresin" şeklinde olduğu ve Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sana ve ümmetine, seçip verdiğim bu dinden, bana daha sevimli ve daha hoş başka bir din yaratmadım" dediği bununla İslâmiyet'i kastettiği rivayet edilmiştir. Bil ki bu görüş zayıftır. Zira insanın birisi nazarî (teorik), diğeri amelî (pratik) olmak üzere iki "kuvve"si vardır. Din, nazarî (teorik - düşünce) kuvvesinin mükemmel oluşuyla ilgilidir. Huy da amelî (davranış) kuvvesinin mükemmel oluşuyla ilgilidir. Dolayısıyla bu iki kuvveden, birisini diğerine hamletmek mümkün değildir. Bu soruya şu iki bakımdan da cevap verilebilir: 1) "Hulk" (huy-ahlâk), lügatta, ister algılanan şeyler hususunda, ister yapılan şeyler hususunda olsun, adet edinme manasınadır. 2) Biraz önce de, "Hulk" (huy) sayesinde, güzel fiillerin kolayca (içten gelerek) yapıldığı bir husustur" diye açıklamıştık. Binâenaleyh ruh, ilâhî ve hak bilgilere alabildiğine istidâdlı, batıl inançları kabullenmeye ise, istidatsız olan kudsî bir varlık olunca, hak bilgileri kabullenmede işte bu kolaylık meydana gelmiş olur. Dolayısıyla da bu kolaylığın, "huy" (hulk) diye adlandırılması uzak bir ihtimal değildir. Sa'îd b. Hişam şöyle demiştir: "Hazret-i Aişe (radıyallahü anha)'ye, "Bana, Resûlüllah'ın huyunu-ahlâkını anlat" dedim, o da bana, "Sen Kur'ân okumuyor musun?" dedi. Ben, "Evet, okuyorum" dedim. Bunun üzerine o, "İşte Kur'ân, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ahlâkı odur" dedi. Yine bir keresinde, Hazret-i Aişe (radıyallahü anha)'ye bu husus sorulmuştu, o da, "Onun huyu, Kur'ân'dır" demiş, daha sonra da Mü'mfnûn Sûresi'nin başından on ayet okumuş, işte bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mukaddes ruhunun, tabiî olarak gayblar âlemine ve o gayb alemiyle ilgili her şeye cezbedilmiş olduğuna, bedenî lezzetlerden ve dünyevî mutluluklardan, karakteri ve fıtratı gereği, alabildiğine uzak olduğuna ve hoşlanmadığına bir işarettir. Allah'ım, bize de bu tür hallerden birazcık nasib et (amin). Hişâm b. Urve'nin babasından, babasının da Hazret-i Aişe (radıyallahü anha)'den rivayetine göre şöyle demiştir: "Hiç kimse Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha güzel huy ve ahlaklı olamaz. Ashabından ve ehl-i beytinden kendine seslenen herkese "Lebbeyk (buyurun)" derdi. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Hiç şüphesiz büyük bir ahlak üzeresin sen" buyurmuştur." Enes (radıyallahü anh) de şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, on yıl hizmet ettim. O bana, yaptığım hiçbirşey hususunda "niçin yaptın?"; yapmadığım hiçbir şey hususunda da, "keşke şöyle yapsaydın" demedi. Ben diyorum ki: Allahü teâlâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nazarî kuvvesi ile ilgili olan şeyi, "büyük" diye tavsif ederek, "(Allah) sana, bilmediklerini öğretti. Allah'ın sana olan lütfü büyüktür" (Nisa, 113); amelî kuvvesi ile ilgili olan şeyi de, yine "büyük" diye tavsif ederek, "Hiç şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin" buyurmuştur. Dolayısıyla insanın, bu iki kuvvesinden başka bir şey yoktur. Binâenaleyh bu iki ayet birlikte, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ruhunun, beşer ruhları arasında en büyük bir yere ve üstün bir dereceye sahip olduğunu gösterir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ruhu, alabildiğine kuvvetli ve alabildiğine mükemmel olduğu için, sanki meleklerin ruhları türünden olmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, "Büyük bir ahlak üzeresin " diye tavsif edince, şöyle buyurmuştur: 5"Yakında göreceksin, onlar da görecekler". Bu, "Ey Muhammed sen de, o müşrikler de görecekler" demektir. Bu hususta şöyle iki görüş vardır: Kimileri, ayetin bu ifadesini, dünya ile ilgili hallere hamlederek, "Sen de, onlar da akıbetlerinizin nereye varıp dayanacağını, dünyada iken göreceksiniz. Çünkü sen, kalblerde büyürken, onlar zelîl ve melun olacaklardır ve sen, Öldürmek, mallarını ele geçirmek suretiyle onlara hükümran olacaksın" manasını vermişlerdir. Mukâtil, ayetin bu ifadesinin, Bedir savaşındaki o ilahî cezayı anlattığını söylemiştir. Kimileri de ayetin bu ifadesini âhiretteki hallere hamletmişlerdir. Bu görüşe göre ayet, tıpkı, "Yarın onlar şımarık ve aşın yalancı kimmiş bilecekler" (Kamer, 26) ayeti gibidir. 6"Delilik hanginizde imiş?". Bu ifadeyle ilgili olarak şu izahlar yapılır: a) Ahfeş, Ebû Ubeyde ve İbn Kuteybeye göre, ayetin başındaki bâ harf-i cerri zaid olup, takdiri, şeklinde olur. "Meftun", delirmek suretiyle belaya uğramış olan demektir. Bu tıpkı, (Müminun, 20) ifâdesinin, takdirinde oluşu gibidir. Ebû Ubeyde de şöyle bir mısra nakletmiştir: "Kılıçla vururuz ve rahatlığı ümid ederiz." Ferrâ, Ebû Ubeyde'nin bu istişhadını tenkid ederek şöyle der: "Sahih manayı "bâ" harfini atmaksızın açıklamak mümkün olduğu zaman, bunu kullanmak evla olur. Fakat o şiirin manası, "içinde bulunduğunuz şeylerin (belaların) kalkmasını, "fereç" ile umarız" şeklinde, yahut da, "Yardımı, fereç ile umarız" şeklindedir. b) Ferrâ ve Müberred'in tercihine göre, uradaki "meftun" ism-i mef'ûl'u, "lütûn" (masdarı) manasınadır. Futun, delirmek demektir. Çünkü masdarlar, bazan ism-i mef'ûl sığasında gelebilirler. Nitekim mesela, "akd" ve "yüsr" manasında, "ma'kûd - meysûr" kelimeleri kullanılmıştır. Çünkü Arapça'da "kesin bir görüşü yoktur" manasında, denilir. Bu, Hasan el-Basrî ve Dahhak'ın ve Atıyye'nın rivayetine göre İbn Abbas'ın görüşüdür. c) Buradaki "bâ", "fî" harf-i cerri manasınadır. Buna göre ayetin manası, "Sen ve onlardan, hanginizde yani İslâm gurubunda mı, yoksa kâfirler gurubunda mı delilik olduğunu göreceksiniz" şeklindedir. d) "Meftun" (fitneye uğramış olan), şeytandır. Çünkü şeytanın, dini hususunda "meftun" olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh o kâfirler, "O mecnundur" derken, sanki, "Onda şeytan vardır" demiş olurlar. İşte bu yüzden Hak teâlâ, "onlar gelecekte, çarpmasından ötürü deliliğin ve akıl karışmasının meydana geldiği şeytanın kimde olduğunu bilecekler" demek istemişlerdir. 7"Şüphesiz ki Rabbin, O, Kendi yolundan sapan kişiyi çok iyi bilendir. O, hidayete ermiş olanları da pek iyi bilendir". Bu ayetle ilgili şöyle iki izah yapılabilir: 1) Mânâ, "Senin Rabbin, gerçekte delilerin kim olduğunu en iyi bilendir. Bunlar, O'nun yolundan sapan kimselerdir. O yine, gerçekte akıllı olanları da bilendir. Bunlar da, hidayete ermiş kimselerdir" şeklinde olabilir. 2) Mânâ, "Onlar sana deli dediler, kendilerini de akıllı olarak nitelediler. Ama onlar bu hususta yalan söylediler. Çünkü gerçekte onlar sapıtmış, sen ise hidayete ermiş kimselersin. Göz önünde bulundurulmaya, hidayet ve dalalet bakımından olan ayırım, akıllı ve deli olma bakımından olan ayırımdan daha layıktır. Çünkü birincisinin neticesi, ya ebedi mutluluk, ya da ebedi bedbahtlıktır. İkincisinin neticesi ise, dünyada mutluluk veya bedbahtlıktır" şeklinde de olabilir. 8"Artık o yalanlayanlara boyun eğme". Bil ki Allahü teâlâ Kendisine din ve ahlak açısından mükemmel nimetler ve vasıflar vermesine rağmen o peygamberi hakkında kafirlerin söyledikleri şeyleri, ona deli dediklerini anlatınca, bunun peşinden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kavmine karşı sağlam durmaya çağıran; taraftarlarının sayısının az, kafirlerin ise çok olmasına rağmen, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbine kuvvet veren şeyi getirmiştir. Çünkü bu sûre, ilk inen sûrelerden biridir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, "Yalancılara boyun eğme" buyurmuştur ki bu, "Mekke'nin kodamanlarına boyun eğme" demektir. Çünkü onlar Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, atalarının dinine davet ediyorlardı. Bundan dolayı Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e onlara itaat yasağını koydu ki bu, Allah tarafından, Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kafirlere muhalif davranma hususunda bir teşvik ve şevktir. Gevşetme, Arzularına Karşı Koy 9Âyetin tefsiri için bak:13 10Âyetin tefsiri için bak:13 11Âyetin tefsiri için bak:13 12Âyetin tefsiri için bak:13 13"Onlar arzu ettiler ki sen yumuşak davranasın da, kendileri de yumuşaklık göstersinler. Alabildiğine yemin eden, şerefsiz, daima ayıplayan-istihza eden, hep laf getirip götürmeye koşan, her zaman hayırlara engel olan, aşırı zalim, çok günahkar kaba, haşin bütün bunlara ilaveten de kulağı kesik olan hiçbir kimseye itaat etme". Bu ayetlerle ilgili şöyle iki mesele var: Leys şöyle der: "Idhan" yumuşak olma, yağcılık yapma, gevşek konuşma demektir." Müberred, "Hainlik edip, içinde sakladığı niyet ve fikrin aksini söyleyen kimse için araplar, derler" demiştir. Buna göre ayetin manası, "Onlar isterler ki, sen onların hoşlanmadıkları bazı prensiplerinden vaz gecesin de onlar da buna mukabil taviz versinler. Böylece sen onlara, onlar da sana karşı yumuşamış olasınız" demektir. Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu ayetin manasının da, "Sen kafir olasın da, onlar da kafir olalar..." şeklinde olduğunu söylediğini rivayet etmiştir. (......) fiili merfû kılınmış, temenninin cevabı olmasına rağmen, mesela başına bir (......) edatı takdir edilerek mansub kılınmıştır. Çünkü bu yol bırakılıp, başka bir yola, yani ifadenin mahzuf bir mübtedâ'nın haberi olması yoluna geçilmiştir. Buna göre takdir, şeklindedir. Bu tıpkı, (Cin, 13) ayetinde olduğu gibidir. Buna göre ayetin manası, "Onlar senin yumuşamanı arzularlar ki böylece Kendileri de yumuşasınlar" şeklinde olur. Sîbeveyh şöyle demektedir: "Kıraat imamlarından olan Harun, bu ayetin, mushafların birinde, (......) şeklinde olduğunu iddia etmiştir." Dine Karşı Çıkanların Sıfatları Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalancılara itaat etmekten nehyedince, bu bütün kafirlere boyun eğmeyi de yasaklar. Fakat Cenâb-ı Hak küfrün ötesinde, sayılan kötü sıfatları taşıyan kimselere boyun eğmekten de nehyetmiştir. Bu kötü sıfatlar şunlardır: Birinci Sıfat: Kişinin vara-yoğa yemin edici olmasıdır. Çünkü "hallaf", doğru-yanlış, hak-batıl her hususta çokça yemin eden kimsedir. Yemini alışkanlık haline getirenler için, engelleyici ve caydırıcı olma bakımından bu ayet yeter. Bunun bir benzeri de, "Yeminlerinizi Allah'a karşı bir kalkan (hayır engeli) edinmeyin" (Bakara,224) ayetidir. İkinci Sıfat: Kişinin "mehîn" oluşudur. Zeccac bu kelimenin, "fa'îl" kalıbında, "muhanet" masdarından olduğunu söylemiştir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu masdar, "azlık, değersizlik, kıymetli bir görüşe sahip olmama, ileriyi görememe" manasınadır. b) Bu kimseye "mehîn" denmiştir. Çünkü bununla yalan yere yemin edenler kastedilmiştir. Yalan yere yemin edenlerse, insanlar nezdinde "mehîn" (hor ve hakir) olurlar. Ben derim ki: Bu kimsenin "hallâf" oluşu, Allah'ın azamet ve celalini tanımadığını gösterir. Çünkü eğer bu, Allah'ın azamet ve celalini tanımış, takdir etmiş olsaydı, her zaman, her an, asılsız herşey için, Allah'ın adını ve sıfatlarını şahit getirip, yemin etmeye cesaret edemezdi. Allah'ın azametini bilmeyen, kalbi hep dünyalık elde etmeye takılıp kalan her insan, "mehîn" (rezil-rüsvay) olur. İşte bu insanın şerefinin, kendisini kulluk ile tanıyan kimseler için meydana geleceğine; insanın hor ve hakirliğinin ise, kulluk sırrından gafil olanlar için söz konusu olduğuna delalet eder. Üçüncü Sıfat: kişinin "hemmaz" olmasıdır. Hemmaz, çok çok ayıplayan, küçümseyen kimse demektir. Müberred, "Hemmaz", insanların gıyabından, hoşlanmayacakları kötü şeylerle yâd eden, onların kusurlarını ortaya koyandıır demiştir. Hasan el-Basrîden de, bunun, "insanların arkasından, avurdlarını eğip-büken kimse" demek olduğu rivayet edilmiştir. Bu kelimeyi, Hümeze Sûresi'nin başında detaylıca anlattık. Dördüncü Sıfat: İnsanın, insanlar arasında laf getirip götürmesidir; insanların arasını bozmak için, ondan ona ondan ona söz taşımasıdır. Arapça'da denilir. Beşinci Sıfat: İnsanın, hayırlara engel olucu olmasıdır. Bu ifade hakkında şöyle iki görüş ileri sürülmüştür: a) ile, kişinin cimriliği "hayr" ile de, mal-mülk kastedilmiştir. b) "Bu kimse, çoluk-çocuğunu hayırdan, yani İslâm'dan menediyordu" manası da verilmiştir. Bu ayet Velid b. Muğîre hakkında nazil olmuştu. Çünkü onun, on tane oğlu vardı ve o, hem oğullara, hem de oğullarının arkadaş, eş ve dostlarına, "Hanginiz Muhammed'in dinine tabi olursa, hiçbir zaman onun hakkında iyi düşünmem" diyor, böylece onları İslâm'a girmekten engelliyordu. İşte onun, bunları engellediği "hayır" budur. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan, ayette bahsedilen kimsenin, Ebû Cehil olduğu; Mücâhid'den, Esved b. Abdi Yagûs olduğu; Süddî'den de, Ahnesb. Şureyholduğu rivayet edilmiştir. Altıncı Sıfat: İnsanın, haddi aşan-azgın bir kimse olmasıdır. Mukâtil, "Mu'ted, hakkı aşan, hakkı çiğneyen, hak tanımayan, alabildiğine zalim; dolayısıyla da hep zulmeden manasınadır" demiştir. Bu kelimeyi, bütün kötü huylar manasına almak da mümkündür. Buna göre mana, "Bu kişi, her türlü kötülük ve kepazelikte doruk noktadadır" şeklinde olur. Yedinci Sıfat: İnsanın, "esîm" olmasıdır. "Esîm", ism (günahkarlık) masdarının, mübalağa sigasıdır, yani "alabildiğine günahkar" demektir. Sekizinci Sıfat: Bu sıfatıdır. Müfessirlerin bu kelimeye verdikleri manaları çok olup, hepsini şu iki şeyde toplamak mümkündür: a) Bu, insanı beden açısından kınamak, tenkid etmek. b) İnsanı, huy-ahlak açısından kınayıp, zemmetmektir. Bu kelime, birisi birisini sert ve kaba bir şekilde yönlendirdiğinde, Üst denilmesine dayanır.(Duhan,47) ayeti de yine bu köktendir. Fakat bu kelimeyi, "insanları tenkid ve kınama" manasına hamledenlere gelince, bunlardan İbn Abbas (radıyallahü anh), Atâ'nın rivayetine göre, "Bununla, güçlü iri yan" manası kastedilmiştir" der; Mukâtil, "Koca karınlı, sağlam yapılı" manasını verir; Hasan el-Basrî, "Hilkat garibesinin (çirkin) kaba-saba manasınadır" demiş; Ubeyd b. Umeyr, "Çok yiyen-içen, çok kuvvetli manasınadır" demiş; Zeccac ise, "O, kaba sabadır" demiştir. Bu kelimeyi kötü huy manasına hamledenler, "Alabildiğine düşman, husumetli, kötü kalpli, sert" manalarını vermişlerdir. Dokuzuncu Sıfat: Onun "zenîm" olmasıdır. Bu hususta şu iki mesele var: "Zenîm"in manası hususunda bir kaç görüş vardır: 1) Ferra, "Zenîm, nesebi belli olmayan; soysuz; bulunduğu topluma yamanan manasınadır. Nitekim Hassan (radıyallahü anh): "Sen, binitine binmiş bir kimsenin arkasına asıîmış yalnız bir kadeh gibi, Haşimoğulları sülalesine iliştirilmiş bir soysuzun tekisin" demiştir. Herşeyin "zenîme"si, fazlası manasınadır. Yine kulağı dilinip adeta sarkan bir şey gibi kalan, böylece kuruyan koyun manasında, denilir. Velhasıl, veled-i zina demek olup, onlardan olmadığı halde, soy bakımından o topluma katılan demektir. Veltd ibn Muğîre de Kureyş arasında, soyu meçhul birisi idi; onların soyundan değildi. Babası onun, doğumundan onsekiz gün sonra, kendi çocuğu olduğunu kabul etmişti. Babasının haberi olmaksızın, annesinin zina ettiği de ileri sürülmüştür. Bu ayet nazil olunca, bu iş ortaya çıkmıştır. 2) Şa'bî, "Bu, tıpkı koyunun kulağındaki dilik ve kesik ile tanınması gibi, ser ve kötülükle lanman bir adamdır" demiştir. 3) İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre, o şöyle demiştir: "Bu kimsenin "zenîm" olması, boynunda, sayesinde tanındığı bir mührü, bir işareti vardır." Mukâtil de, "Bu kimsenin, kulağının dibinde, tıpkı koyunun kulağındaki dilik gibi bir iz var idi" demiştir. Ayetteki, "üstelik" ifadesine gelince bu, "bu kimse için bunca kusur ve ayıbın yanısıra, bir de bu kimse üstelik, soysuzdur; kaba saba, haşindir" demektir. Bu iki vasfın, yani onun kaba saba ve soysuz olmasının, kusurlarının en ilerisi olduğuna delalet eder. Çünkü bu kimse, kaba saba olduğu zaman, onun kalbi katılaşır, her türlü günahı işleme cesareti gösterir. Ayrıca, genel olarak nutfe (menî) pis (haram) olduğunda, çocuk da pis olur. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Veled-i zina, onun çocuğu ve onun çocuğunun da çocuğu cennete giremez' buyurmuştur. Buradaki ifâdesi, tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra da iman edenlerden oldu..."(Beled, 17) ayetindeki "sonra" konumundadır. Hasan el-Basrî, "zem-kınama" üzere merfu olarak " 'utullün" şeklinde okumuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sıfatların peşinden şöyle buyurmuştur: 14Âyetin tefsiri için bak:15 15"Mal ve oğullar sahibi olmuş diye... Karşısında ayetlerimiz okunduğu zaman o, "Evvelkilerin masalları" demiştir". Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: Bil ki, ayetteki (......) ifâdesinin, hem kendinden öncekilerle, hem de kendinden sonrakilerle ilgili bir ifade olması mümkündür. Birincisine gelince, ayetin takdiri manası, "Mal ve oğul sahibi oldu diye... vara-yoğa yemin edene ve şerefsiz olana... boyun eğme..." şeklinde olup, bu da, bunca hususları olan kimseye zenginliği, çoluk-çocuğu ve etrafı çok diye itaat etme!" şeklindedir. İkincisine gelince, kelamın takdiri, "Malı, mülkü ve çoluğu çocuğu olduğu için, ayetlerinin kendisine okunduğunda, evvelkilerin masalları' dedi" şeklinde olur ki, bu da, "Malı mülkü, çoluğu çocuğu çok oluğu için, Allah'ın kendisine lütfettiği bunca nimetlere bir karşılık olarak, Allah'ın ayetlerini İnkar.." demektir. Ebû Ali el Farisî şöyle der: (......) ifâdesinin âmili, ya (......) ya (......) veyahutta üçüncü bir şeydir. Birincisi yanlıştır. Çünkü, (......)'nın başına gelmiş, muzâf olmuştur. Muzâfun ileyh durumunda olan şey ise, mâ kablinde amel edemez. Baksana, sen, "geldiğinde Zeyd'le dövüş olur..." manasında olmak üzere, diyemezsin. Bunun amili, ifâdesi de olamaz. Çünkü (......)'nın cevabıdır. Cevabın hükmü ise, kendisinden sonra gelenin ona cevap olması ve (......)'den önceye gelememesidir. Bu iki kısım, batıl olunca, biz, bu ifadenin amilinin, ayetin içindeki ifadelerin kendisine delalet ettiği üçüncü bir şey olduğunu anlıyoruz ki; bu da, mal ve oğullar sahibi olmuş diye "inkâr etti, yahut küfran-ı nimette bulundu, yahut, hakkı kabul etmedi, vs..." demektir. Her ne kadar kendinden önce olsa dahi, zarfa benzediği için, böylesi manaların kendisinde amel etmesi caizdir.. Çünkü zarflar, önde bulunsalar dahi, mana ile ilgili şeyler kendisinde amel edebilir. Senin, bu ifadenin zarfa benzediğine dair delilin, bunun başına lâm harfini takdir etmendir. Çünkü, ayetin takdiri, (......) şeklindedir. Bu, zarf gibi olunca, "mâinâ"nın kendisinde amel etmesi imkansız olmaz; ve bu tıpkı, zarf olduğu için, "O küfredenler (şöyle) dedi: "Siz didik didik parçalanıp dağıldığınız vakit her halde ve muhakkak tekrar yeni bir yaratılışta (bulunacağınızı) size haber vermekte olan bir adam... "(sebe, 7) ayetinde, mananın amel etmesi gibidir. Buradaki amil, ifadesinin delalet ettiği kasemdir,ifadesi de böyle olup, takdiri "O. mal ve mülk sahibi oldu diye, ayetlerimizi inkar etti" şeklindedir, yahut da, "O, mal ve mülk sahibi oldu diye ayetlerimizi inkar etti" şeklindedir. Bu ifade, istifham olarak "e in kâne" şeklinde de okunmuştur ki, bunun takdiri de, ...diği için mi?" şeklindedir. Yahut ta takdiri mana, "Mal sahibi olduğu için ona boyun eğer misin?" seklindedir. Zihnî'nin rivayetine göre Nafi, kesre ile (......) şeklinde okumuştur. Böyle okunması halinde şart, muhatap için olmuş olur. Yani, "Zenginliğini şart koşarak, onu nazar-ı dikkate alarak, olur olmaz her şeye yemin eden kimseler, ey muhatap, boyun eğme!" demektir. Çünkü, bir kimse, kafire, zenginliğinden dolayı itaat ederse, bu kimse, ona itaat etme hususunda, adeta onun zenginliğini şart koşmuş gibi olur. "Şart"ın, "muhatab"a hamledilişinin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Olur ki öğüt alır ya da korkar..." (Taha,44) ayetindeki "terecci"nin muhataba hamledilmesidir. Bil ki, Allahü teâlâ bu kimsenin fillerinin ve sözlerinin çirkinliklerinden bahsedince, bu kimseyi tehdit ederek, 16"Biz, yakında onun hortumunun (burnunun) üzerine damga basacağız" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır. "el-vesm dağlamak ve benzeri şeylerin neticesinde meydana gelen izdir. Nitekim Arapça'da,"Ben onu damgaladım.. O halde o, sayesinde tanınacağı bir damga ile damgalanmıştır. denilir. Bu damgalama işi de, onun bir alameti olsun diye, ya onu dağlamak yahut da, kulağında bir kesik izi bırakmak şeklinde olur. Müberred şöyle der: "Cenâb-ı Hak, buradaki "hortum" ifâdesi ile, kişinin burnunu kastetmiştir. Bu tür ifadeler, karşıdakini hafife almak için getirilirler. Çünkü, insanların uzuvlarını, hayvanların uzuvlarına benzediği için böyle uydurulmuş isimlerle ifade etmek, onu hafife almak için olmuş olur. Ve bu tıpkı, insanların, mesela dudaklarını, "deve dudağı"; el ve ayaklarını da "çatal tırnak, hayvan ayağı..." şeklinde vasfetmek gibidir. Yüz, insanın, bedenindeki en kıymetli uzvudur. Burun da, bir yükselti teşkil ettiği için, yüzün en kıymetli organıdır. İşte bundan dolayı, insanları meselâ burnu, izzet ve saygınlık mahalli saymışlardır. Ve bu kökten olmak üzere, meselâ, "enefe izzeti nefis" ifadesini türeterek, mesela, izzeti "ulu" nefis sahibi kimse hakkında "izzetini, şerefini korudu.." demişlerdir. Ve yine, "Falancanın izzeti nefsi yücedir" derler. Mesela zelil kimse hakkında ise,"burnu kesildi" ve "burnu sürtüldü" denilir. Böylece, "hortumuna damga vurulma" ifadesi ile de, o kimsenin alabildiğine zelil kılındığı, hor ve hakir kılındığı ifade edilmek istenmiştir. Çünkü, yüzdeki damga, bir ayıp ve kusurdur. Hele de bu, yüzün en kıymetli organında olursa. Kimileri, bu damgalama işinin ahirette olacağını söylerken, kimileri de bunun, dünyada olduğunu söylemişlerdir. Birinci görüşe göre, bu hususta şu izahlar yapılmıştır: 1) Mukâtil ve Ebu'l-Âliye'nin görüşüne, Ferrâ'nın da tercih ettiği kanaate göre, ayetin ifadesiyle kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın, bu kimsenin yüzünü, cehenneme girmezden önce karartmasıdır. Bunlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Ayette, damgalama işi, her ne kadar "burun"a tahsis edilmiş ise de, bu ifadeyle yüz kastedilmiştir. Çünkü, yüzde yer alan organlardan herhangi birisiyle yüzün tamamı kastedilebilir. 2) Allahü teâlâ, ahirette, bu kimsede, (yüzünde) kıyamettekilerin, kendisi sebebiyle, peygambere düşmanlıkta ve hak dini inkarda ileri gittiğini anlayacakları bir alamet kılacaktır. 3) Bence, ayetteki bir başka ihtimal daha vardır ki, o da şudur: Bu kâfir, meseleyi izzet-i nefis ve gurur meselesi yaptığı için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşman olmada, hak dini tenkitte ileri gitmiştir, Binâenaleyh, işte bu inkârın kaynağı, taassub ve izzeti nefis olunca, ahiretteki azabın kaynağı da, yine izzeti nefis ve taassub olacaktır. İşte bu, özel durumu, Cenâb-ı Hak, "Biz, yakında onun hortumunun üzerine damga basacağız" ifadesiyle anlatmıştır. Bu damganın dünyada meydana geldiğini söyleyen ikinci görüşe gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir: 1) İbn Abbas, bu deyimin manasının, "Biz onun burnuna kılıçla vuracağız ve bunu, o yaşadığı müddetçe, burnunda, silinmeyen bir alamet yapacağız.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Ki, bu kimsenin, Bedir savaşına katılıp da, bu savaşta, kılıçla burnuna vurulduğu rivayet edilmiştir. 2) "Vesm"in manası, bu kimsenin, alemde kötü bir şöhret ve nam ile tanınmasıdır. Buna göre mana, "Biz ona, tıpkı damganın burundan silinip çıkmaması gibi, kendisinden ayrılmayacak bir şey yapacağız... Ve, durumunu böyle bir şekilde ortaya koyacağız..." şeklinde olur. Nitekim Araplar, birisi birisine, kalıcı, iz bırakıcı kötü bir biçimde dit uzattığında, derler. Bundan maksat, "Nasıl bir damga, hiç bir zaman silinmez, eseri kalmazsa, o ona kendisinden asla ayrılmayacak bir ayıbı yapıştırmış demektir" şeklinde olur. Şair Cerîr şöyle demektedir: "Damgamı, Ferazdak'ın ve ordusunun üstüne basınca, Ahtal'ın burnunu kopardım..." O bununla, Ferazdak'ı ve onun ordusunu damgaladığını ve hicvetmek suretiyle de, Ahtal'ın burnunu kestiğini kastetmiştir ki bu, "O onun üzerine öylesi bir leke, ayıp attı ki, bu artık bir daha silinmez.." demektir. Bu ileri derecedeki kınama ve kusurların da, Velîd ibn Muğîre'de yıllar yılı kalacağında şüphe yoktur. İşte bu sebeple, bu ayıplar ve kusurlar, tıpkı onun burnuna vurulmuş bir damga gibidir. Bu izahı, ayetteki ifadesini, "Koyun tıpkı, nasıl bir kulağındaki dilik ile tanınırsa, bu da kötülükle tanınır" manasına alanların görüşü bunu destekler. 3) Nadr İbn Şümeyle'den "hurtûm" kelimesinin "içki, şarap" demek olduğu da rivayet edilmiştir. Nitekim o, (istişhad için), "Günün, hep oyun ve neşe içinde geçip gitmede, böyle devam etmede... Geceleyinse sen, içkiler içmede, (kadehler yuvarlamakta)sın" demiştir. Bu izaha göre ayetin manası, "Biz ona, içki içmesinden dolayı had vuracağız" şeklinde olur ki, bu bir zorlamadır. "İçki"ye "selâfe" denildiği gibi, "hurtûm" da denilir. "Selate" üzümün şırasından akarak elde edilendir. Yahut da buna bu isim, İçki, genze uçup gittiği, orayı etkilediği için verilmiştir. Bahçe ve Sahiplerinin İmtihanı 17Âyetin tefsiri için bak:18 18"Biz, o bahçe sahiplerini nasıl belaya uğrattı isek, muhakkak bunları da imtihan ettik. Hani sabah olunca, onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. Allah'ın dilemesine de havale etmiyorlardı". Bil ki, Allahü teâlâ, "Mal sahibi çoluk çocuk sahibi olduğu için inkar etti, isyan etti, diretip durdu.." buyurup, bu ifade de istifham-ı inkarı üslubuyla söylenmiş bir ifade olunca, bu ayette, böylece Allah ona, o malı ve evlatları bir imtihan ve sınamak için ve onları Allah'a taat olan mevkilerde kullanması; Allah'ın nimetlerine sükretmeye devam etmesi için vermiş olduğunu beyan etmiştir. Şimdi o, böyle davranmayınca, Allah, ondan bu nimetleri almış, kendisine çeşitli bela ve afetleri hiç aralıksız olarak vermiş, bu hususu beyan için de, "Biz, o bahçe sahiplerini nasıl belaya uğrattı isek, muhakkak bunları da belalandırdık..." buyurmuştur. Bu, "Biz, o meyveli bağ bahçe sahiplerini, Bize şükretmek ve fakirlerin hakkı olan kısmı o fakirlere vermekle mükellef tuttuğumuz gibi, bunları da, kendilerine verdiğimiz bu nimetlere karşı şükretmekle mükellef kılmıştık.." demektir. Rivayet olunduğuna göre, müslüman olan Sakif'li'li birisinin, San'a'ya yakın bir yerde, içinde hurmalıkların ve ziraata elverişli arazilerin bulunduğu taşınmaz bir malı, akarı var idi. Ve bu kimse, hasad zamanında, bu arazide bulunan her şeyden fakirlerin hisselerini bolca vermekteydi. Ölünce, bu araziye, oğulları varis oldu.. Sonra da, "Çoluk çocuğumuz çoğaldı, mal ise az. Babamızın yaptığı gibi, biz, fakirlere bir şey vermeyiz.." demeye başladılar da, işte bunun üzerine Allahü teâlâ onların bahçelerini yakıverdi... Ayette kendisinden bahsedilen şahısların İsrailoğullarından oldukları da ileri sürülmüştür. Cenab-ı Hak "Çünkü onlar, o hurmalıklarının meyvelerini sabah vakti devşirmeye yemin etmişlerdi.." buyurmuştur. Mukâtil, bunun manasının, "Sabahleyin gizlice, bahçenize gidiniz, onu devşiriniz, fakirlere de haber vermeyiniz.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Babalan ise, fakirlere haber veriyordu, böylece o fakirler de, bu bahçenin devşirilmesi sırasında orada toplanıyordu.. Nitekim Arapça'da, "Hurma ağacının hurması devşirildi..."; yine, devşirme vakti geldiğinde, (......) denilir. Ayetteki,ifadesine gelince, bunun manası da, "Onlar, inşaallah demediler" şeklindedir. Bu, müfessirlerin görüşüdür. Arapça'da, "Falanca, içinde istisnanın bulunmadığı, yer almadığı bir biçimde yemin etti" demektir. Ki, bu kelimelerin tümünün manası birdir. Yine bu kelimelerin hepsinin aslı, "vazgeçirmek, geri çevirmek" anlamına gelen kökünden gelir. Zira, yemin eden kimse, "Allah'ın başkasını dilemesi durumu müstesna, Allah'a yemin ederim ki, şöyle yapacağım.." dediğinde, "istisnayı kullanmış olmasından dolayı, her yeminin oluşmasını adeta geri çevirmiş olur. Alimler, ifadesinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak ekserisi, "Onlar, Allah'ın meşîetini İşe katmadılar; zira onlar, bu işi, muhakkak olarak yapabileceklerini umuyorlardı" derken, diğer bazıları da, "Çünkü onlar, bahçedekilerin tümünü kendileri için devşirmeyi amaçlamışlardı. Babalarının o fakir kimselere verdikleri o mikdan, fakir kimseler için ayırmıyorlardı.." demişlerdir. 19Âyetin tefsiri için bak:20 20"Halbuki, onlar uyurlarken, hemen Rabbinden dolaşıcı bir bela onu sardı da, böylece simsiyah kesiliverdi". Ayetteki, " ifadesi, "Rabbinden gelen azab" demektir. Çünkü olan azab, ancak gece gelir. Ki bu da, "Allah'ın azabı oraya geceleyin geldi" demektir. Kelbî ise, "Allahü teâlâ, o bahçeye gökten bir ateş salıverdi de, sahipleri uyurken, o bahçe yanıp kül oldu. Derken o bahçe, biçilmiş bir hale geldi ve simsiyah kesiliverdi" anlamını vermiştir. Bil ki, sarim kelimesi, "fail" kalıbında bir kelimedir. Dolayısıyla bu kelime, hem mef'ûl, hem de fail anlamına gelebilir. O halde burada, şöyle birkaç ihtimal bulunmaktadır: 1) O bahçe yanınca, başka hususlarda farklılık söz konusu olsa bile, meyvelerin yok olması hususunda biçilmiş ve simsiyah kesilmiş bir hale geldi. Çünkü otlar, ekinler ve ağaçlar yandığında, meyvesi devşirilmiş olan ağaçlara benzemezler. Şu halde, bu farklılık bu yönden söz konusu olsa bile, ne var ki benzerlik mevcuttur. 2) Hasan el-Basrî, "O bahçenin hayrı kesildi. Böylece onda, fayda namına hiçbir şey kalmadı" anlamını vermiştir. Bu iki izaha göre, buradaki fail sigası, mef'ûl anlamında olmuş olur. 3) Kum için kullanılan sarim kelimesi, diğer kumlardan ayrı olup, büyük bir yığın halindeki kum tepesini ifade eder ki, bunun çoğulu, (saraim) gelir. Bu izaha göre, bağ ve bahçe, yanmış olduğundan, artık içinde meyve ve hayır namına bir şey kalmadığından, diğer kumlardan ayrı olan bir kum tepesine benzetilmiş olur ki, böylesi bir kum yığını, kendisinden istifade edilecek herhangi bir şey bitirmez. 4) Sabah vakti de, geceden ayrılıp kesildiği için "sarim" diye adlandırılır. Buna göre mana, "O bağ bahçe kurudu; yeşillik namına hiçbir şey kalmadı.." şeklinde olur ki, buna göre bu ifade, Arapların, kabı boşaltıp silip süpürdüğünde kullandıkları, arşlı ifadesine varıp dayanır. 5) O bahçe yanıp kül olunca, adeta karanlık bir gece gibi, simsiyah kesiliverdi.. O halde, herbiri diğerinden ayrılıp koptuğu için, geceye de gündüze de sarim denilir. Bu izaha göre, "sarim" kelimesi, ism-i fail anlamına olmuş olur. Bir takım kimseler de, gecenin, karanlığı sebebiyle iş yapmayı engellemiş olmasından dolayı "sarim" diye adlandırıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu izaha göre de, yine ayetteki fan sigası, ism-i fail anlamında olmuş olur. Diğer bazıları da, gece gözün nurunu kesip engellediği için, "sarim" diye adlandırıldığını söylemişlerdir. 21Âyetin tefsiri için bak:22 22"İşte sabaha karşı biribirlerini çağırdılar, "Devşirecekseniz, erkence mahsulünüzü devşirmeye çıkın diye". Mukal, bu ifadenin manası sadedinde, "Sabah olunca, birbirlerine, "Devşirecekseniz, erkence mahsulünüzü devşirmeye gidin.." dediler" demiştir. Cenâb-ı Hak, buradaki hars kelimesiyle, meyveleri, Üzümleri ve hububatı kastetmiştir. İşte bundan dolayı, diye ifâde buyurmuştur. Çünkü onlar, meyveler) bu ağaçlardan devşirmek istiyorlardı. Buna göre şayet, "Peki o halde Cenâb-ı Hak niçin, ifâdesi yerine, dememiştir?" biz deriz ki: Mahsule gitmek, onu devşirmek, onu biçmek için olunca, adeta bunlar, onun üzerine gitmiş gibi olurlar. Nitekim sen mesela, "Düşmanlarına, üzerlerine gitti, yürüdü" elersin. Buradaki ğuduvv kökünün ikbal yönelme manasına tazammun etmiş olması da mümkündür. Ve bu tıpkı, Arapların, "Onların yanına, akşam-sabah sahanla girilir..." demeleri gibidir. Ki, buna göre ayetin anlamı, "Onlar, mahsullerine, erkence varıp gittiler, yöneldiler.." şeklinde olur. 23"Derken onlar, aralarında fısıldaşarak gittiler". (......) kelimelerinin üçü de, "gizledi, sakladı" anlamlarınadır. Yarasaya, işte bundan dolayı, (hufdûdun) denilmiştir. İbn Abbas da, bu ayete, "Onlar, o mahsullerine, o fakir ve yoksullardan hiç kimse duymasın diye, birbirleriyle gizlice konuşarak, karanlıkta çekip gittiler.." manasını vermiştir. 24"Sakın; bu gün karşınıza hiçbir yoksul çıkıp, oraya girmesin diyerek". Bu ifadenin başındaki (......) tefsiriyyedir. Ibn Mesûd, bunu kaldırıp, yerine, (......) maddesini koyarak, "Birbirlerine, aman ha oraya kimse girmesin" diye gizlice konuşarak..." şeklinde okumuştur. Fakirlerin oraya girmesini yasaklamak, onların böylesi bir şeye fırsat vermelerini yasaklamak ve önlemek demek olur ki, bu, "aman ha, oraya kimsenin girmesine fırsat vermeyin!" demektir. Ve bu tıpkı, "Seni burada görmeyeyim ha!" demek gibidir. 25"Menetmeye güçleri yetecek adamlar tavrıyla erkenden gittiler". Bu ayetle ilgili olarak şu görüşler bulunmaktadır: 1) (......) kelimesi, men etmek, engellemek, vermemek demektir. Nitekim Arapça'da, yağmuru az olup, güzelliğinden men ettiği zaman, (......) sütünü vermeyip, böylece de verdiği süt az olduğunda da, (......) denilir. (el-haredu), öfke anlamına gelmekte olup, har ile ekhared kelimeleri, aynı anlamda iki kullanıştır. Ancak, harekeli (......) kullanılışı daha çoktur. Öfkeye bu ad verilmiştir, çünkü öfke, kendisi sebebiyle öfkelenilen şeyin, varlık alemine girmesine, meydana gelmesine adeta mani olur gibidir. Buna göre mana, "Onlar, kendilerince, kendi zanlarınca fakirleri men edebilecekleri umuduyla, çekip gittiler" şeklinde olur. 2) Hard kelimesinin yönelmek, niyet etmek ve hızlı olmak manalarına geldiği de ileri sürülmüştür. Nitekim Arapça'da, "Senin gibi kastettim; senin gibi hızlandım.." denilir. Nitekim şair, "Allah'ın kaderinden ve emrinden gelen bir sel yönetip geldi., öyle ki, o verim bahçeye yöneliyor, onu tehdit ediyor.." demiştir. Yine, hızlı anlamında "Hızlı bağırtlak kuşu.." denilir. Buna göre de mana, "Onlar, kendilerince muktedir olacaklarını sanarak ve "Biz, bunu devşirmeye ve fakirlere vermemeye muktediriz.." diyerek hızlı ve neşeli bir biçimde o bahçelerinin yolunu tuttular, oraya yöneldiler." şeklinde olur. 3) Hard kelimesinin, o bahçenin özel ismi olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre manaya, "Onlar, kendilerince o bağı bahçeyi devşirmeye muktedir kimseler olarak, o Hard adındaki bahçeye çekip gittiler" şeklinde olur; yahut da, "elde edip edememe, devşirip devşirememe gibi, amaçlarının kendileri için tahakkuk edeceğini takdir ederek çekip gittiler" şeklinde olur. 26Âyetin tefsiri için bak:27 27"Fakat onu görüverince, dediler ki: "Her halde biz yanlış bir yere geldik. Hayır, biz mahrum kalmışlara". Bu hususta da şu izahlar yapılabilir: 1) Onlar, bu bahçelerini yanmış halde görünce, yolunu şaşırdıklarını sanarak, "Her halde biz, yanlış yere geldik.." dediler. Daha sonra da durup düşününce, burasının kendi bahçeleri olduğunu anladılar, bunun üzerine de, "Hayır, biz mahrum kalmışlarız.."dediler ki, bu, "Bizim, cimriliği ve fakirlere vermemeyi dileyişimizin uğursuzluğu ile, biz, bu bahçenin mahsûlünden mahrum kalmışız" demektir. 2) Onların, o bağ ve bahçelerini yanmış, kurumuş olarak gördüklerinde, "Biz fakirlere vermemeye, niyetlenip, bundan faydalanmaya muktedir olduğumuza inandığımız için, her halde biz yanlış bir yere geldik. Ama iş tersine döndü, asıl mahrum kalanlar biz olduk" demiş olmaları da ihtimal dahilindedir. 28"En İsabetli olanları: "Ben size demedim mi ki, Allah'ı tesbih etmeli değil miydiniz?" dedi". "Evsatuhum" ifadesi, en adil ve en üstün olanları..." demektir. "Vasat" kelimesinin manasını, "ümmeten vasatan... (Bakara 143) ayetinin tefsirinde açıklamıştık. (......) ifâdesinin (......) kelimesi, (......) manasındadır. Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Ekseri ulemaya göre bu, "İstisna yapmalı, yani inşaallah demeli değil miydiniz?" demektir. Çünkü Allahü teâlâ bunları, istisna yapmadıkları için ayıplamıştır. "İnşaallah" demenin, tesbih olarak ifade edilmesi mümkündür. Zira tesbih, Allahü teâlâ'yı, her türlü eksiklik ve kötülükten tenzih etmekten, uzak olduğunu söylemekten ibarettir. Binaenaleyh eğer herhangi bir şey, Allah'ın iradesinin aksine var olacak olsaydı, bu, Allah'ın kudretinde bir noksanlığın olduğunu ifade ederdi. Dolayısıyla senin, "İnşaallah" (eğer Allah dilerse...) demen, bu noksanlığın olmadığını ifade eder ve böylece bu, bir tesbih olmuş olur. Bil ki Kur'ân'ın lafzı, bu kimselerin yemin ettiklerine, "inşaallah" demediklerine, isabetli olanlarının ise, onları "İnşaallah" dememekten nehyettiğine ve onları ilahi azabtan korkuttuğuna delalet etmektedir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, hadisenin olup bitmesinden sonra, isabetli olanlarının, "Allah'ı tesbih etmeli değil miydiniz?" dediğini nakletmiştir. 2) Bu kimseler, zekât vermemeye azmedip, malları ve kuvvetleri ile gurura kapılınca, isabetli olanları onlara, "ilahi azab gelmezden önce, bu günahınızdan tevbe edin" demiş, bu azabın gelip çattığını görünce de, ilk sözünü hatırlatarak, "Ben size demedim mi ki Allah'ı tesbih etmeli değil miydiniz?" demiştir. İşte bu sebepte onlar hemen tevbeye yönelmişler ve şöyle demişlerdir: 29"Seni tenzih ederiz ey Rabbimiz. Gerçekten biz, zalimlermişiz" demişlerdir". Böylece, mutedil olanlarının kendilerine demelerini tavsiye ettiği şeyi söylemişler ama ba'de harabil Basra (iş İşten geçtikten sonra). 3) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Buradaki tesbih ile namaz kastedilmiştir. Çünkü onlar sanki namaz hususunda tembellik ediyorlardı. Yoksa namaz, onları kötülüklerden alıkor ve Allah'ı zikretmeye, "İnşaallah" demeye devamlarını sağlardı." Allahü teâlâ, mutedillerinin onlara tevbe ve tesbihi tavsiye ettiğini nakledince, onların da şu üç şeyi yaptıklarını nakletmiştir: a) Onlar tesbihte bulunmuş, hemen o anda, "Senin iraden ve meşietin olmaksızın, mülkünde herhangi bir şeyin hareket etmesinden seni tenzih ederiz" demişlerdir. Onlar, Allahü teâlâ'yı, tenzih ve takdis edince, kendi fiillerinin kötü olduğunu kabullenmişler ve "Gerçekten biz zalimlermişiz" demişlerdir. b) 30"Şimdi kabahat biribirlerine yüklemeye başladılar" yani biribirlerini kınayarak bu berikine, "Bu fikri bize sen verdin"; beriki de ona, "Sen de bizi, fakir kalırız diye korkuttun"; üçüncüsü de diğerine, "Mal biriktirmeye sen bizi teşvik ettin" demeye başlamışlardır. İşte karşılıklı kınama budur. Daha sonra onlar, 31"Yazıklar olsun bize, hakikaten biz azgın kimselermişiz" dediler. Bu ifadeyle, onların suçlarının büyüklüğünü kabullendikleri anlatılmak istenmiştir. Onlar daha sonra, hemen şöyle demişlerdir: 32"Belki Rabbimiz bize, bunun yerine ondan daha hayırlısını verir. Biz gerçekten (artık) Rabbimize dönenleriz" fiili, şeddeli ve şeddesiz olarak okunmuştur. (......) ifadesi, "Biz, Rabbimizden hayır bekliyoruz, affını umuyoruz" demektir. Alimler bu ifadenin ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bunun, onlarca yapılmış bir tevbe olduğunu söylerler iken; bazıları da ileri geri herhangi bir şey söylemeyerek, "Çünkü bu sözün onlar tarafından dünya konusunda bir arzu olarak söylenmiş olması da muhtemeldir." 33"işte azab böyledir. Ahiret azabı ise elbet daha müthiştir, eğer bilselerdi". (......) ifadesi, "O bağın-bahcenin ateşle yanışından bahsettiğimiz gibidir, azab" demektir. İşte bu noktada, o bağ-bahçe sahiplerinin kıssası, son buldu. Bil ki bu hadisenin anlatılış maksadı şu iki şeydir: 1) Allahü teâlâ, "O, maî-mû'lk, çoluk-çocuk sahibi olduğu için, kendisine ayetlerimiz okunduğunda, nankörlük ederek, "Bunlar, evvelkilerin masalları" dedi" (Kalem, 14-15) buyurmuştur. Bu, "Allah ona, mal-mülk, çoluk-çocuk verdiği için, Allah'ı inkar etti. Hayır, hayır. Tam aksine Allah ona bunları bir imtihan için vermişti. Dolayısıyla o bunları küfür uğrunda harcayıp, küfre yöneltince Allah onu helak etti" demektir. Mananın böyle oluşunun delili şudur: O bağ-bahçe sahipleri, bu kadarcık bir isyanda bulununca, Allahü teâlâ, onların bağlarını bahçelerini helak etti. Ya peygambere karşı inadını sürdürüp, İnkar ve günahta isyan edenler hakkında durum nasıl olur! 2) O bağ-bahçe sahipleri, oralardan sadece kendileri yararlanıp, fakirleri oraya yaklaştırmamak maksadıyla gidince, Allahü teâlâ, düşündüklerini tam ters yüz etmiştir. Binâenaleyh Mekke kafirleri de Bedre giderlerken, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ashabını öldürmeye yemin ettiler. Mekke'de iken de Ka'be'yi tavaf ettiler ve içkiler içtiler. Böylece Allahü teâlâ, onların bu ümidlerini tersine çevirdi ve tıpkı o bağ-bahçe sahipleri gibi sukut-i hayale uğrayıp, öldürüldü, esir edildiler. Daha sonra Hak teâlâ, o kafirleri dünyevî azabla tehdid edince, "Ahiret azabı ise elbet daha büyüktür, eğer bilselerdi" buyurmuştur. Bunun manası açık olup, tefsire ihtiyacı yoktur. Hak teâlâ daha sonra, cennetliklerin durumunu ele alarak şöyle buyurmuştur: 34"Şüphesiz ki muttakiler için, Rableri nezdinde naîm cennetleri var". "Rableri nezdinde" ifadesi, "ahirette" demektir. "Naîm cennetleri" ifadesi de, "Dünya cennetlerini (bahçelerinin) karışık olması gibi karışık olmayan, sırf nimetlerle dolu olan, bulandıracak, tadını kaçıracak hiçbir şeyi olmayan bahçeler" demektir. Mukatil, "Bu ayet nazil olunca, Mekke kafirleri müslümanlara, "Allah bizi, dünyada iken sizden üstün kıldı, şüphe yok ki ahirette de üstün kılacaktır. Eğer üstün kılınmasak bile, hiç olmazsa sizinle eşit oluruz" demişlerdir" der. İtaat Edenle Mücrimler Bir Tutulmaz Hak teâlâ onların bu sözlerini, şöyle buyurarak cevaplamıştır: 35Âyetin tefsiri için bak:36 36"Hiç biz müslümanlar, günahkarlar gibi sayar mıyız? Size ne oluyor, nasıl düşünüyorsunuz" Bu, "itaatkar ile İsyankarın aynı olduğu söylenemez, aynı kabul edilemezler" demektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Kâdî şöyle der: "Ayetin bu ifadesinde, İnsanın "müslümanı" ve "günahkar" diye tavsif edilmesinin, biribirine zıt gibi olduğuna açık bir delil vardır. Binâenaleyh fasık, günahkar olduğuna göre, müslüman olmaması gerekir." Buna şu şekilde cevap veririz: "Allahü teâlâ, müslümanın günahkara denk sayılmasını yadırgamıştır. Binâenaleyh bununla, bütün her bakımdan denkliğin bulunmadığı manasının kastedilmediğinde şüphe yoktur. Çünkü müslüman da, günahkar da, cevher ve madde olma, sonradan yaratılma, canlı olma ve diğer pek çok hususlarda biribirlerine denktirler. Aksine bundan maksat, o ikisinin, müslüman olma ve günahkar olma açısından, yahut da bu iki hususun neticesi açısından eşit olmadıklarını anlatmaktır. Yahut da kastedilen, müslümanın müslüman oluşunun neticesi, Allah katında, günahkarın günahkar oluşunun neticesine aynı olmadığını anlatmaktır ki bu, hiç münakaşa edilemez bir husustur. Binâenaleyh, bu ifade, aynı şahısta müslümanlık ve günahkarlığın bulunmasının imkansızlığına nasıl delalet eder? Cübbâî şöyle demektedir: "Bu ayet, günahkarın kesinlikle cennete giremeyeceğine delalet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, bu ikisi arasında eşitlik olmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla bunlar cennette biraraya gelmiş olsalardı, mükafaat açısından eşit olmuş olurlardı. Bundan da öte, günahkarın mükafaatı, ömrü müslümandan uzun olur ve ibadetleri de boşa çıkarılmaz ise, müslümanınkinden daha fazla olabilir." Buna şu şekilde cevap verilir: Bu tutarsızdır. Çünkü biz, ayetin, onlar arasından her açıdan bir eşitlik olmadığını ifade etmeyip, aksine mükafaatın derecesi bakımından bir eşitlik olmayacağını ifade ettiğini anlatmıştık. Binâenaleyh müslüman ve günahkar, mükafaata erme açısından eşittir. Ama günahkar olmayan müslümanın mükafaatı, günahkar olanınkinden daha çoktur. Bununla birlikte şunu da diyebiliriz: Buradaki "el-mücrimîn" (günahkarlar) ifadesiyle, niçin Allah'ın haklarında bu hadiseyi naklettiği o kafirler kastedilmiş olmasın. Çünkü başında elif-lâm bulunan çoğul kelimeleri, hem sözlük açısından, hem de örfen belli şahıslar manasına almak yaygın bir husustur. Allahü teâlâ, mükafaat açısından, müslüman ile günahkar arasında eşitliğin olmasını yadırgamıştır. Böylece bu, ehl-i sünnetin söylediği nakledilen, "Allah, hem kafirleri, hem de itaatkarları cennetine sokabilir" şeklindeki sözlerinin, aklen kabih olduğuna delalet eder?" (denilirse), buna şu şekilde cevap veririz: Allahü teâlâ, bir kimsenin buna müstehak olması açısından değil, kendi lutfu ve fazlına göre yadırgamıştır. Bil ki Allahü teâlâ, "olması imkansızdır" manasında böyle buyurunca, bu imkansızlığı "iltifat" üslubuyla, "size ne oluyor, nasıl böylesi çarpık neticelere ulaşıyorsunuz" demek suretiyle pekiştirmiştir. 37Âyetin tefsiri için bak:38 38"Yoksa size has, içinde, ne arzu ederseniz, sizin için yazılı bir kitab var da, (bunları) onda mı okuyorsunuz?!" Bu ayet, tıpkı, "Yoksa sizin apaçık güç ve kudretiniz mi var. Öyle ise haydi kitabınızı getirin (Saffat, 156-157) ayeti gibidir. Bil ki bu ifadenin astl dizisi, O' edatının fethasıyla şeklindedir. Çünkü "tedris edilen" (okunan şey), onların arzu ettikleri şeylerdir. Binâenaleyh lam harf-i cerrl gelince, edatı meksûr okunmuştur. Birşeyin "ihtiyân" ve "tehayyuru", o şeyin en iyisini alıp seçmek demektir. Bunun bir benzeri de, "Eleyip temizini aldı" manasındaki, fiilidir. Tahakkümle İstediğiniz Herşey Sizin Mi? 39"Yahut, üzerinizde, sizin lehinize, kıyamet gününe kadar (sürecek) yeminler mi vardır ki, ne hükmederseniz mutlaka sizindir?!". Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır: Birisine bir şey hakkında garanti verip, onu yerine getire- ceğine dâiryemin ettiğinde "Falancaya, bu konuyu yapacağıma dair yemin ettim" denilir. Yani, "Biz size, bu hususta garanti mi verdik, yoksa işi pekiştirme hususunda doruk noktaya ulaşmış çok ağır yeminler etmek suretiyle, sizin için yemin mi ettik?!" demektir. Buna göre şayet, ifâdesindeki neye taalluk eder?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) ayetteki, ifadesine taalluk eder. Buna göre mana, "Kuvvet ve kemal açısından, kıyamete kadar sürecek ve devam edecek bir biçimde, bizim sizin için yaptığımız yeminler mi var?" şeklinde olur. b) Ayetteki takdirin, "kıyamet gününe kadar katot ve sabit" şeklinde olması.. Kelamın takdirinin böyle olması halinde, ayetteki (......) kelimesi, te'kîd edici bir ifade olmuş olur. Nitekim sen, "alabildiğine taze ve güzel" anlamında, (......) denilir. Tazelikte, sıhhat ve sağlamlıkla doruk noktada bulunan her şey hakkında, "baliğ" denilir. Ayetteki, "... ve hükmederseniz mutlaka sizindir" ifadesine gelince, bu, kasemin cevabıdır. Çünkü, ifadesinin anlamı, "Yoksa biz, sizin için yemin mi ettik?.." şeklindedir. Hasan el-Basrî, nasb ile (......) şeklinde okumuştur ki, bunun mansub oluşu, zarftaki zamirden hal olmasından dolayıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e 40"Habibim, sor kendilerine: Onlardan hangisi, bunun kefili olacak?!" buyurmuştur ki bu, "Onlardan hangisi, bu hükmü, üzerine alacak ve bunun doğruluğu hususunda istidlalde bulunacak?" demektir. Bu da, bir topluluğun başkanının, onların işlerini üstlenmesi şeklinde olur. 41"Yoksa, ortakları da mı var onların? Öyleyse o ortaklarını da getirsinler (iddialarında) doğru kimseler iseler?". Bu ifadenin ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, "Yoksa onların, Allah'ın ortaklan olduğuna inandıkları şeyleri mi vardır ki, bu nedenle de onlar, sevab elde edip ikabtan kurtulma hususunda bu ortaktan ahirette mü'minler gibi (şefaatçi) mi kabul ediyorlar?!" demektir. "ortaklar" kelimesini onlara nisbet etmiştir Çünkü onlar, bunları, Allah'ın ortaklan kabul etmişlerdir. Şu halde, bu yönüyle bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizin ortaklarınız içinde bunlardan herhangi bir şeyi yapacak kim?" (Rum, 40) ayeti gibidir. 2) Bu, "Yoksa onların, bu görüşte kendilerine iştirak edecek kimseleri mi vardır?" demektir. Ki bu görüş de, müslümanlarla günahkarların denk sayılması görüşüdür.. "O halde, eğer iddialarında sadık iseler, bunları getirsinler?" demektir. Bundan maksat da, bu görüşlerini isbat etme hususunda onların, bir aklî delilleri olmadığı gibi, naktî delillerinin de bulunmadığını beyan etmektir. Bu naklî delil de, onların, kendisinden öğrenimde bulundukları kitabtır. Binâenaleyh, onlara bu görüşlerinde hiç kimse muvafakat etmez. Bu sebeple de bu, bu görüşlerinin her bakımdan batıl ve geçersiz olduğunu gösterir. Bil ki, Allahü teâlâ, onların görüşlerini çürütüp, onların yanlış olduğunu ortaya koyunca, bundan sonra kıyamet gününün azamet ve dehşetini açıklamak üzere 42"Gün gelecek paçalar sıvanacak (iş ciddileşecek), baldırların açılacağı, kendileri secdeye davet edilecekler. Fakat (buna) güç yetiremeyeceklerdir" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Bu ifadenin başındaki ne ile mansubtur? Bu hususta şu üç izah yapılabilir. 1) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyleyse o ortaklarını da getirsinler..." (Kalem, 41) ifadesindeki ifadesi ile mansub olmuştur. Bu böyledir, zira o gün, çok şiddetli ve müthiş bir gündür. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak adeta "Eğet onlar, bunların benim ortaklarım olduğu hususunda doğru söylüyor iseler, kendilerine menfaatci olmaları ve şefaatte bulunmaları için, kıyamet gününde hadi bakalım, onları getiriversinler!.." demek istemiştir. 2) Bu ifade, mahzuf olan "hatırla" kelimesiyle mansubtur. 3) Ayetteki takdir, "Baldırların açıldığı gün, şöyle şöyle olur..." şeklindedir. İfadenin bu kısmı, alabildiğine bir korkutma ve tehdit olsun diye o gün orada olacak şeylerin, büyük şeyler olmasından dolayı, nitelenemez cinsten şeyler olduğunu belirtmek için hazfedilmiştir. Kendisinde paçaların sıvandığı bu gün, kıyamet günü müdür? Yoksa bu gün, dünyada mı olacaktır? Bu hususta iki görüş vardır: Birinci Görüş: Ulemanın ekserisinin benimsediği bu görüşe göre, bu gün, kıyamet günüdür. Ayetteki (baldır) ifâdesinin ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır: 1) Bu, şiddet ve dehşet anlamındadır. Rivayet olunduğuna göre, İbn Abbas'a bu ayetin manası sorulmuş da, o da şöyle demiştir: "Size, Kur'ân'dan bir şey kapalı kaldığında, onu, Arap şiirinde arayın. Çünkü şiir, Arapların dîvanıdır. Siz, şairin, "Boyunlan vurma adetini, bize kavmin bıraktı. Ve yaptığımız savaşı, büyük sıkıntılar üzerinde yükseldi..." dediğini duymadın mı?" demiş, daha sonra da, buradaki (......) kelimesinin, sıkıntı, musibet ve bela anlamına geldiğini söylemiştir. Mücâhid de, yine İbn Abbas'ın, "Bu, kıyametteki en müthiş andır" dediğini rivayet etmiştir. Dilciler, bu kelimenin yer aldığı pekçok beyit nakletmişlerdir. a) "O, senin için bacağını sıvazlar, yukarı sıyırırsa, ona seslenen bahardır,usanma..." b) "Sıkıntılarını sizin için ortaya döküp saçtı.. Kendisinden kaçınılmayacak, apaçık serler ortaya çıktı.." c) Cerir de şöyle demiştir: d) Bir başkası da şöyle demiştir: "Bütün sıkıntılarını ortaya dökmüş olan bir senede.. Öyle bir seneki, insanları bir deri bir kemik bırkır..." e) Diğer birisi de şöyle demiştir: "Savaş, bütün sıkıntılarını ortaya koydu, paçaları sıvazlattı.. Onlar da karşı koydular.. Bu sefer, başımızdaki savaş daha da büyüdü; bu sefer onlar da işi daha ciddiye aldılar." Daha sonra İbn Kuteybe de şöyle demiştir: "Bunun aslı şudur: Bir kimse, kendisinde alabildiğine gayret gösterme ihtiyacını hissettiği büyük bir işin içine düştüğünde, paçaları sıvar. İşte, bu sebeple de hiç şüphesiz, tam doruk noktasında iken, "Paçaları sıvadı" denilir. Bil ki bu, (......) kelimesinin, "sıkıntı, belâ" anlamında kullanılmamasının, mecazî bir ifade olduğunu dilcilerin itiraf etmeleridir. Halbuki ulema, bir sözü ve bir ifadeyi, ancak hakiki anlamına hamletmek imkânsız olduğunda mecazi anlama hamletmenin caiz olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh biz, Cenâb-ı Hakk'ın, cisim olmasının imkansız olduğuna dair kesin deliller getirdiğimize göre, bu lafzı, mecazi anlama hamletmek gerekir. Bil ki, Keşşaf sahibi, bu tevili, başka bir mecraya dökerek, "Keşfun an sâk.." deyimi, işin müthiş olduğunu bildirme hususunda cari olan bir meseldir. Dolayısıyla ifadesinin anlamı, "İlgili iş alabildiğine şiddetlenip iyice büyüdüğünde..." şeklindedir. Yoksa, orada ne bir açılma, ne de bir baldır bulunur. Nitekim sen, mesela, eli kesik, kollan kesik olan cimri birisine, "Eli kapalıdır, eli sıkıdır..." dersin.. Halbuki, o kimsenin, ne eli vardır, ne de dolayısıyla eli sıkılığı vardır. Bu, ancak ve ancak, cimriliği ifade etmek için kullanılan bir ifade biçimidir" der, sonra da, ilm-i beyânı medhe başlayarak, "Şayet bu ilim olmasaydı, biz bu tür inceliklere vakıf olamazdık.." açıklamasında bulunur. Ben de derim ki: Ya kişinin bu lafzı, zahiri manasından, delilsiz olarak aldığı iddia edilebilir, yahut da o, "Bu, ancak hakiki anlamına hamletmek imkansız olduğu için caizdir.." der. Birincisi, müslümanların icmaı ile batıldır. Ayrıca biz, bunu caiz görecek olursak, felsefecilerin kıyamet ile ilgili yapmış olduğu tevillere Kapı açılmış olur. Çünkü onlar, mesela Cenab-ı Hakk'ın "altlarından ırmaklar akan cennetler" ifadesi hakkında, "orada ne nehir ne de ağaç bulunur. Bu, lezzet ve mutluluğu ifade etmek üzere getirilmiş bir ifade biçimidir"; yine Cenâb-ı Hakk'ın, "Rükûda bulunun, secde edin..." ifadesi hakkında da, "Burada ne secde ve ne de rükû söz konusudur.. Bu tazim, ululamak için getirilmiş olan bir meseldir.," derler. Halbuki, bu tür sözlerin, şeriatları ortadan kaldırma ve dini ifsat etme neticesine götüreceği malumdur. Yahut da bu kimse, "Bu tür tevillere, kelimeyi - kelâmı zahirî anlamına almanın caiz olmayacağına dair delillerin bulunmasından sonra başvurulur" diyecektir. Ki, işte bu husus, her kelamcının söylediği ve kendisine güvendiği ve dayandığı bir husustur. Binâenaleyh daha, ilm-i beyân vasıtasıyla güya kendisini ilk bilip muttali olduğu bu incelikler niye ki? (Bunu herkes biliyor). Binâenaleyh, kendi derecesini bilen ve haddini aşmayan kişiye Allah merhamet etsin... 2) Bu da, Ebû Saîd ed-Darir'in görüşü olup, buna göre, ifadesinin anlamı, "o işin aslı ve hakikati ortaya çıktığı gün" demektir. Çünkü, bir şeyin "sâk"i, sayesinde o şeyin ayakta durduğu aslı ve temeli demek olup, bu tıpkı meselâ "ağacın gövdesi" anlamında ve "insanın baldın" anlamında denilir. Buna göre mana, "Kıyamet günü, herşeyin hakikati ve aslı ortaya çıkar.." şeklinde olur. 3) "Cehennemin, yahut arşın yahut da heybetli olan muazzam bir meleğin baldırının açıldığı gün..." demektir. Ayetin lafzı, bir "baldıra" delalet ediyor. Ama bu "baldır"ın neyin baldırı olduğuna gelince, ayetin lafzında buna delâlet edecek herhangi bir şey yer almamıştır. 4) Müşebbihe'nin tercih ettiği bu görüşe göre, bu, Allah'ın baldırıdır Allah bundan münezzehtir. İbn Mesûd'un rivayetine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ, kıyamet gönünde, bir kılığa girerek insanlara görünür. Müslümanlar geçince, "Kime ibadet ediyordunuz?" der de, onlar da, "Allah'a ibadet ediyorduk.." cevabını verirler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, müslümanlan buna iki veya üç kez şahit tutar. Sonra da, "Peki, Rabbinizi tanıyor musunuz?" deyince de onlar, "Kendisini, noksan sıfatlardan tenzih ederiz... Zatını gördüğümüzde onu tanırız" derler. İşte bunun üzerine, (Allah) baldırını gösterir.. De, bunun üzerine de bütün mü'minler secdeye kapanır; münafıklar ise, içinde sanki kebap şişleri var imişcesine sırtları dümdüz kalır, eğilemezler." Bil ki, bu görüş, şu bakımlardan batıldır. 1) Deliller, her cismin ve maddenin, "muhdes" olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü her cisim, sonludur. Her sonlu ise, muhdestir. Bir de, her cisim, ya hareket eder, veya durgun olur. Böyle olunca her şey ise, muhdestir. Diğer bir husus da şudur: Her cisim, mümkindir; her mümkin ise, muhdestir. 2) Eğer kastedilen mana bu olsaydı, o zaman, ayetteki (......) kelimesinin diye marif olması gerekirdi. Çünkü bu "sâk onun katında bilinen muayyen bir "sâk" olmuş olurdu ki, o zaman bu, sâk'ın ancak Rahman'ın sâk'ı baldırı olduğu söylenebilirdi. Ama biz, ayetteki bu kelimeyi şiddet ve dehşet anlamına aldığımızda, bu kelimenin nekire getirilmesinin faydası, o günün çok büyük bir gün olduğuna delalet etmektir. Buna göre adeta, "Şiddet zuhur ettiğinde... Ama ne şiddet!" denilmek istenmiştir ki, bu da, "Kendisini vasfetmenin mümkün olmadığı bir şiddet!.." demektir. 3) Sonra, tanıtma işi, baldırı açmakla olmaz., bu ancak, yüzün açılmasıyla elde edilebilecek bir husustur. İkinci Görüş: Yani, Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanıyla, kıyamet günü kastedilmemiş, tam aksine bu, dünyada cereyan edecek olan bir gündür diyen bu görüşe gelince, bu, Ebû Müslim'in görüşüdür. O şöyle der: "Bu ifadeyi, kıyamet günü" anlamına almak mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu günü vasfederken, "kendilerinin secdeye davet edilecekleri gün..." buyurmuştur. Halbuki, kıyamet gününde ne kulluk ne de bir mükellefiyet söz konusudur. Tam aksine, bununla, ya kişinin dünyadaki günlerinin en sonuncusu kastedilmiştir, -ki bu yönüyle bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Melekleri gördükleri gün, o gün günahkarlar için müjde yok..." (Furkan, 22) ayeti gibi olmuş olur-; çünkü bu kimse, namaz vakitleri geldiğinde, insanların namaza davet edildiklerini görür. Halbuki, kendisi artık, namaz kılacak kudrete de malik değildir. Zira, artık bu vakit, kişinin imanının kendisine fayda vermediği bir vakittir. Yahut, ihtiyarlık, hastalık ve eziyyet zamanı kastedilmiştir. Halbuki onlar, bu günden önce, namaza ve secdeye davet ediliyorlardı. Ve, şu anda, başlarına gelen şeylerden de beri idiler.. Yahutta, ölürken gördükleri şeyin dehşetinden dolayı, başlarına gelen şiddetten, acziyyetten veya ihtiyarlıktan dolayı bu duruma düşmüşlerdir ki, bu yönüyle bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hele (can) boğaza gelince... "(vakıa.83) ayetidir." Bil ki, ayetin lafzının, Ebû Müslim'in söylediği manaya hamledilebileceğinde bir münakaşa yoktur. Ama onun, "Secde ile emrin bu dünyada olması ve teklifin kıyamet gününde zail olması., sebebiyle ayetin bu ifadesini, kıyamet gününe hamletmenin mümkün olmadığını söylemesine gelince, buna şu şekilde cevap verilir: "Bu durum, insanları mükellef tutmak için olmayıp, tam aksine, azarlamak ve mahcup etmek içindir. O halde daha niçin, "Bu caiz değildir" dediniz... Bu kelime, nûn ile (......) şeklinde; tâ ile, hem malûm hem de meçhul olarak (......) şeklinde de okunmuştur ki, bu okuyuşa göre, fiilin tahtındaki zamirin mercii, ya (......) ya da "O an; durum..." kelimeleri olmuş olur. Ki mana, "Hal, o durum şiddetlendiği gün..." şeklinde olur. Bu tıpkı senin, mecazî manada, "Harb gerçek yüzünü gösterdi, ciddeyet kazandı" demen gibidir. Ayetin bu ifâdesi, "tâ"nın zammesi, kesresiyle (......) şeklinde de okunmuştur ki bu okuyuş, "Keşfe girdiği (açıldığı)" manasındaki fiiline dayanır ki bir kimsenin üst dudağı yukarı çekilip dişleri görüldüğünde (yani güldüğünde) denilmesi de bu manadan dolayıdır. Hak teâlâ'nın "Kendilerinin secdeye davet edildikleri günde, buna güç yetiremezler" ifadesine gelince, bil ki biz bu kimselerin, kıyamette, kullukta bulunmaları ve mükellef tutulmak gayesiyle secdeye davet edilmediklerini; fakat bu ifadenin, dünyada iken secdeyi (namazı) terkettikteri için, bir azarlama, kınama ve horlama olduğunu beyan etmiştik. Hem sonra Allahü teâlâ, onları secde etmeye davet ettiğinde, onlardan secde etme güçlerini alır, böylece onlarla bu kuvvetlerinin arasına girer, onları engeller; neticede elleri-ayakları, yani mafsalları sapasağlamken, secdeye davet edilip de bunu yerine getirmedikleri zamanki kusurları hususundaki hasretleri ve nedametleri artar. Cübbâî şöyle der: "Cenâb-ı Hak, bu güç yetirememenin ahirette olacağını bildirdiğine göre, bu, onların, dünyada iken, imana muktedir olduklarına delalet eder. Böylece de, işte bununla, "Kafir iman edemez. İman etme gücü, ancak iman meydana geldiği an, kişide oluşur" diyen kimselerin, (yani ehl-i sünnet'in) görüşü batıl olmuş olur." Buna şu şekilde cevap verilir: Allahü teâlâ'nın, kafirlerin iman etmeyeceklerine dair olan ezelî ilmi, onlardan imanın meydana gelmesine ters düşer, İki zıt şeyin arasını te'lif etmek (birleştirmek) ise imkansızdır. Binâenaleyh, onlarda, Cübbai'nin görüşüne göre de, dünyada iken iman etme gücü yok demektir. 43"Gözleri düşmüş ve kendilerini bir zillet sarmış olarak (secdeye güç yetiremezler). Halbuki onlar bu secdeye herşeyden, salim ve sapasağlam iken davet ediliyorlardı". "Gözleri düşmüş olarak” ifadesi, "güç yetiremezler" ifadesinden haldir. "Kendilerini bir zillet sarmış olarak" ifadesi, "Tıpkı efendisinin kendisinden yüz çevirdiği bir köle gibi, Mevlâ'sının hizmetine devam etmemiş olmaları sebebiyle, onları bir zillet bürümüş olarak" demektir. Çünkü böylesi kimse insanlar arasında zelil, hor hakir olur. yani, "onlar, sapasağlamken, namaz kılma gücüne sahipken, ezan ve kaamette namaza çağrıldıklarında, bunu yapmamışlardı" demektir. Burada, cemaata katılmayan, namazın cemaatle kılınması için, müezzinin çağrısına uymayanlar için bir tehdid vardır. 44"Artık bu sözü yalan sayanları Bana bırak. Biz onları, hiç bilip-hesaba katmayacakları bir taraftan yavaş yavaş bir azaba yaklaştıracağız". Bil ki Allahü teâlâ kafirleri, kıyametin dehşeti ile korkutunca, bunun dozunu biraz daha artırıp, onları katındaki ve kudretindeki şeyler ve kahr ile korkutarak, "Sen onları Bana bırak" demiştir ki bu, "Onları Bana bırak. Çünkü Ben, senin için, onlara yeterim" demektir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Ey Muhammed, senin bu kimselerin işini bana havale etmen ve aradan çıkman, onlardan intikam alma açısından sana yeter. Çünkü Ben, ne yapılacağını çok iyi bilen ve buna kadir olanım" demiştir. Hak teâlâ daha sonra, buyurmuştur. Arapça'da, birisi, birisini derece-derece (yavaş-yavaş) birşeye yaklaştırıp, sonra onu o şeyin içine düşürdüğünde, denilir. Ebû Ravh şöyle der: "Ayetteki bu ifadenin manası, "Onlar her günah işlediklerinde, onlara yine de yeni yeni nimetler verir ve yaptıkları o günahlardan mağfiret taleb etme (istiğfar) işini unuttururuz" şeklindedir Dolayısıyla "İstidrac", ancak kişinin, bunun bir istidraç değil, kendisine bir lütuf olduğunu sandığı zenginlik ve bolluk halinde olur. Çünkü böyle kimseler bunu, mü'minlere verilmeyip, sırt kendilerine verilen bir lütuf sanırlar. Halbuki gerçekte bu. onların helak oluşlarının sebebidir. 45"Ben onlara mühlet veriyorum. Şüphe yok ki Benim planım sağlamdır" ifadesi, "Ben mühlet veririm" demek olup tıpkı, "Biz, günahlarını artırsınlar diye onlara mühlet veririz" (Al-i Imran, 178) yani, "Onların sürelerini uzatırız" ayeti gibidir. Çünkü bunun kökü olan "melavet", "uzun müddet" manasınadır. Nitekim, "Allah onun süresini uzattı" manasında, denilir. Ayrıca gece ile gündüze, "melevan" denilir. "el-Melâ" kelimesi de, "geniş yer, geniş arazi" demektir. Buna bu ad, uzayıp gitmesinden ötürü verilmiştir. Yine ayete, "ölüm zamanını geriye bırakmak suretiyle, onlara mühlet veririm" manası da verilmiştir. Sonra Allahü teâlâ bu yöndeki "ihsanını" (iyiliğini), "İstidraç" diye adlandırdığı gibi, şeklen bir tuzak biçiminde olduğu için, "keyd" (tuzak) diye de adlandırmıştır. Allah bu keydini helaklarına sebep olmaya alabildiğine tesir ettiği için, "metîn" (sağlam) diye tavsif etmiştir. Bil ki alimlerimiz, kainatın irade edilmesi meselesinde, bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Istidraç" ve "keyd" diye adlandırdığı şeydir. Bu "keyd"in, yapma tarafının, yapmama tarafına tercihinde ya hiç tesiri yoktur, yahut da vardır. Birinci İhtimal, bâtıldır. Aksi haide, diğer bütün yabancı şeylerin tamamı, aynı mesabede olurdu. Böylece de kesinlikle ne bir istidraç, ne de bir keyd söz konusu olurdu. İkinci ihtimale gelince, bu da, bu "istidraç" ve "keyd"in kendisine havale edildiği o fiili, Allah'ın murad etmiş olmasını gerektirir. Çünkü Hak teâlâ hep bu tarafı pekiştirip, diğer tarafı gevşek tutup, pekiştirilen tarafın, sonunda mutlaka yapılacağı var olacağı bilinince, bu durumda Cenâb-ı Hak mutlaka, bu fiilin var olmasını irade etmiş olur, ulaşılmak istenen netice de budur. Ka'bi buna şu şekilde cevap verir: "Ayetin kastettiği mana, "Biz onlan ölümlerine, hiç hesap etmedikleri ve bilemedikleri bir yönden yavaş yavaş yaklaştırırız" şeklindedir ki Allah'ın hikmetinin gerektirdiği de budur. Çünkü onlar, ölecekleri vakti bilselerdi, o zamana kadar kendilerini emniyette hisseder ve böylece çeşitli günahtan işleme cesareti gösterirlerdi. Böyle olma durumunda, günah İşlemeye bir teşvik yatmaktadır." Cübbâi, Ka'bî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verir: "Ayetin manası, "Biz onları, ahirette azablarına, bilemedikleri bir cihetten yavaş yavaş yaklaştırır; aleyhlerine olan delili pekiştirmek için de dünyada onlara mühlet verir, fırsat tanırım. Çünkü Benim keydim (tuzağım) çok sağlamdır. Dolayısıyla helak olan bir delile binaen helak olsun, yaşayan da bir delile binaen yasasın diye, onlara zaman tanır ve her türlü engellerini kaldırırım" şeklindedir ki, işte "keyd-i metîn" (sağlam tuzak) ifadesinden kastedilen budur:" Cübbâi sözüne devamla şöyle der: "Ayetten kastedilen şeyin, bahsettiğimiz mana olduğunun delili ise şudur: Allahü teâlâ, bu ayetten önce, "Artık bu sözü yalan sayanları Bana bırak" (Kalem, 44) buyurmuştur. Bu tehdidin, ahiretteki ceza ile ilgili olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh bunun hemen peşisıra bahsedilen "İstidraç" ve "keyd" ile de, ya ahiret azabının, yahut da ölüm esnasındaki azabın kastedilmiş olması gerekir." Bil ki alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bizim izahımız şudur: Bu mühlet verme işi, kişilerin azgınlığına sebep olacağından, buna razı olan ve bunun kendisinin tuğyanına sebep olacağını bilen, mutlaka bu tuğyana razı olmuş demektir. Bil ki Hak teâlâ'nın, "Biz onları, hiç bilip-hesaba katmayacakları bir taraftan yavaş-yavaş bir azaba yaklaştıracağız" ve "Şüphe yok ki Benim tuzağım sağlamdır" ayetleri, Araf Sûresi'nde geçmiş ve genişçe tefsir edilmiştir. 46"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlanıp ağır yük altında mı kalmışlar". Bu ayet de, kendisinden sonraki ayetlerle birlikte, Tûr Sûresi'nde tefsir edilmiştir. Hatta diyorum ki: İlgili sözler, ta (Kalem, 41) ifâdesinden itibaren, tekrardır (daha önce geçmiştir). "Mağrem", "garame" (borç) manasına olup, "Ödenmesi gereken şey" demektir, ayetin manası, "O peygamber onlardan, yol göstermesine ve gerçeği öğretmesine karşılık bir ücret istememiştir ki böylece malî yönden bir borçlanma onlara zor gelsin de, dolayısıyla bu onlan imandan alıkoyuversin. Yani böyle bir durum yok" şeklindedir. 47"Yoksa gayb, yanlarındadır da, onlar mı yazıyorlar". Bu ayetle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, "Levh-i Mahfuz yoksa onların yanında da, onlar, üzerinde ısrar ettikleri küfür ve şirkin mükafaatı olduğunu oradan mı alıp yazıyorlar? Dolayısıyla bu küfürde mi ısrar ediyorlar" demektir. Bu manaya göre, ayetteki istifham, "istifham-ı inkârî" olmuş olur. 2) Bu, "Görülmeyen şeyler, onların akıllarında sanki mevcutmuş da, böylece onlar Allah'ın aleyhine yazıp, çiziyorlar. Allah aleyhine istediklerine ve dilediklerine karar veriyorlar" demektir. Hak teâlâ, kafirlerin metodlarını küçümsemede, üzerinde oldukları şeylerden menetmede kuvvetli ve te'kidli ifadeler kullanınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle buyurmuştur: 48"Binâenaleyh sen, Rabbinin hükmüne sabret, O balığın arkadaşı (Yûnus) gibi olma. Hani o, gamla dolu olarak (Rabbine) duâ etmişti". "Rabbinin hükmüne sabret" ifadesiyle ilgili olarak, şu iki izah yapılabilir: a) Onlara mühlet verme ve onlara karşı olacak sana yardımı erteleme hususlarındaki Rabbinin hükmüne sabret. b) Sana tebliği, vahyi ve peygamberlik görevini yüklemesi hususundaki hükümlerine sabret, bu yolda ve bu sebeple meydana gelecek eziyet ve sıkıntılara katlan. Hak Teâla'nın "O balık sahibi gibi olma. Hani o, gamla dolu olarak dua etmişti" ifadesiyle ilgili olarak iki mesele var: Ayetteki, (hani) ifadesinin amiti, "O balığın arkadaşı" ifadesinin manasıdır, yani, "Sen dua (nida) ederken, balık sahibi (Yunus) gibi olma" demektir. Bu böyledir. Çünkü "o balık sahibi", o vakit gamla dopdoluydu. Böylece adeta, "Sen gamlanma, Üzülme" denilmek istenmiştir. "Balığın arkadaşı" ifadesiyle Yunus (aleyhisselâm) kastedilmiştir. Çünkü o, o balığın karnında, "Senden başka ilah yok. Seni tesbih ve tenzih ederim. Şüphesiz ben, zalimlerden oldum" (Enbiya, 87) diye dua ve niyazda bulunmuştu, ifâdesi, "Kederle dopdolu" demek olup, birisi su kabını doldurduğunda kullandığında deyimine dayanır. Buna göre mana, "Senden, o Yunus'dan sadır olan gibi bir darlık ve gazab sadır olmasın. Eğer olursa, sen de onun gibi imtihan olunursun" şeklindedir. Yunus (aleyhisselâm)'a Gelen İnayet 49"Eğer Rabbinden ona bir nimet ulaşmış olmasaydı, mutlaka çırılçıplak (çıkarıldığı) o yere, hor ve hakir bir halde atılacaktı". Ayetteki "nimet" ifadesi, "rahmet" şeklinde de okunmuştur. Burada şöyle birkaç soru var: Birinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, buyurmamıştır? Cevap: Araya fasıla olarak "hû" zamiri girdiği için, fiilin müzekker getirilmesi yerinde ve uygun olmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) ve İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) bunu (......) şeklinde okurlarken; Hasan el-Basrî şimdiki zamanın hikayesi sigasında, takdirinde olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur ki bu, tıpkı, "Zeyd kalkacak olsaydı, falanca ona mani olurdu" denilmesi gibi, "Eğer o olmasaydı, bu hususta, "Rabbinden ona bir nimet ulaşırdı" denilirdi" manasındadır. "Falancanın kalkacağı söyleniyordu" demek olup, bu da, "Falancanın kalkması bekleniyordu" demektir. İkinci Soru: "Rabbinden ona bir nimet" ifadesinden ne kastedilmiştir? Cevap: Bu "nimet" ile, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Yunus (aleyhisselâm)'un, tevbeye muvaffak kılmak suretiyle nasib ettiği in'âmı kastedilmiştir ki bu da, güzel, iyi ve taat olan şeylerin, ancak Cenâb-ı Hakk'ın muvaffak kılması ve hidayeti ile tamamlanıp, mükemmel hale geldiklerine delalet eder. Üçüncü Soru: nın cevabı nerede? Buna şu iki bakımdan cevap verilebilir: a) Ayetin takdiri, "Eğer Rabbinin bu nimeti olmasaydı, o, bu kötü vasıfla birlikte, çırılçıplak yere atılacaktı.. Binâenaleyh, bu nimet mevcut olunca, hiç şüphesiz bu kötü vasıfla beraber, çırılçıplak olan o araziye atılma işi tahakkuk etmedi. Çünkü, bu vasıf tahakkuk etmeyince, bunlardan hasıl olan şey de, bulunmamıştır" şeklindedir. b) "Bu nimet olmasaydı, o, o balığın karnında, kıyamete değin kalakalır, sonra da, kıyametin çırılçıplak olan sahrasına mezmûm bir durumda atılırdı" demektir. Bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer o tesbih edenlerden olmasaydı, o insanların diriltileceği güne kadar o balığın karnında kalırdı" (safat, 143-144) ayetleridir. Ve bu tıpkı, "kıyamet meydanı" anlamında, "Aruatu'l-kuyameti"; "Arâu'l-kıyâmeti" denilmesi gibidir. Dördüncü Soru: Ayetteki, "hor ve hakir bir halde..." ifadesi, Yunus (aleyhisselâm)'ın bir günah işlediğine delalet eder mi? Cevap: Buna şu üç bakımdan cevap verebiliriz: 1) Ayetteki (......) kelimesi, böyle bir kınanmıştık halinin tahakkuk etmediğine delalet etmektedir. 2) Belki de, bu kınanmışlıkla kastedilen, "daha iyisini yapmama"dır. Çünkü, ebrârın hasenatı olan şeyler, mukarrebûnun seyyieleri addolunur. 3) Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken Rabbi onu seçti"(Kalem, 50) ifadesinden dolayı, belki de bu vakıa, peygamberliğinden dolayı olmuş olan bir vakıadır. Zira buradaki fâ, ta'kibiyye fâ'sı'dır. Beşinci Soru: Bu ayetlerin nüzul sebebi nedir? Cevap: Rivayet olunduğuna göre bu ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in başına sıkıntılar geldiğinde ve o, etrafından dağılıp giden kimselere beddua etmek istediğinde, Uhud Savaşı hakkında nazil olmuştur. Bu ayetlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Sakîf Kabilesi ne beddua etmek istediğinde nazil olduğu da ileri sürülmüştür. 50"Rabbi onu seçti ve kendisini salihlerden kıldı". Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele vardır: Balık Olayı Nübüvvet Öncesi Mi? Ayet hakkında şu iki izah yapılabilir: 1) İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah ona yeniden vahiyde bulundu ve onu kavmi hakkında şefaatçi kıldı." 2) Bir takım kimseler de şöyle demektedirler: Belki de o, bu hadiseden önce, kendisine vahyedilen bir peygamber değildi. Daha sonra Allah onu peygamber kıldı; ki, işte "Rabbi onu seçti" ifadesinden kastedilen de budur. Kerametleri ve peygamberlik öncesi o kişide bulunan harikulade halleri kabul etmeyen kimselerin, mutlaka birinci görüşü tercih etmeleri gerekir. Çünkü, Yunus (aleyhisselâm)'un, o balığın karnında kalması, orada ölmemesi peygamberlik öncesi tahakkuk eden bir hal olmayınca, o zaman bu, mutlaka bir mucize olur ki, bu da Yunus (aleyhisselâm)'un, peygamber iken, bu hallerin başına gelmesini gerektirir. Alimlerimiz, kulların fiillerini Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı hususunda O'nun, "ve kendisini salihlerden kıldı" ifadesine dayanarak şöyle demişlerdir: "Bu ayet, bu salih oluşun, ancak Allah'ın kılması ve yaratması ile olduğuna delalet eder." Cübbal ise, mananın ya, "O bunu haber verdi.." şeklinde, yahut da, "O ona lütfetti de, o da salih oldu..." şeklinde olabileceğini, çünkü fiilinin lügat bakımından bu manalarda kullanılabildiğini söylemiştir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Sizin ileri sürdüğünüz bu iki ihtimalli izaha göre, ifade mecazî olmuş olur. Halbuki kelâmda aslolan hakikattir. 51Âyetin tefsiri için bak:52 52"O inkarcılar, zikri işittikleri zaman, az kaldı seni gözleriyle yıkacaklardı. Hali da, "O mutlaka bir mecnûndur" diyorlar. Halbuki o (Kur'ân), âlemler için mahzâ şereften başka bir şey değildir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetin başındaki den tahfiflenmiş olup, alameti ise, kelimenin başındaki lamdır. Bu kelime, hem yâ'nın fethası, hem de dammesi ile okunmuştur. Zira, ve aynı anlamdadır. Nitekim traş ettiğinde fiili kullanılır. Yine, bunun yerine denilebilir ki, bu da "Canı çıktı, canını çıkardı.." kullanımına varıp dayanır. Sonra burada birkaç izah yapılabilir: 1) "Onlar, düşmanlık ve öfke bakışlarıyla, gözbebeklerini iyice sana dikip baktıktan için, nerde ise, senin ayaklarını yerden kesecekler" demek olup, bu, Arapların, "Bana öylesine baktı ki, nerdeyse beni yere vuracak ve nerdeyse beni yiyecekti.." şeklindeki sözlerine varıp dayanır. Ki bu da, "Eğer o, bu bakışı sebebiyle, seni yerle bir etmesi veya bakışlarıyla seni yemesi mümkün olsaydı, o, bunu yapacaktı.." demektir. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Bir yerde karşılaştıklarında, birbirlerine verip veriştirirler.. Kin ve öfkeyle birbirlerine öyle bir bakarlar ki, bu bakış, insanın ayaklarını yerden keser." Ibn Abbaa da, bakışlarını kendisine yönelten bir topluluğa uğradığında, "Bana, kin ve öfkeden kızarmış gözlerle, tıpkı koçların, kasabın bıçaklarına baktıkları gibi baktılar..." demiştir. Böylece, Allahü teâlâ, bu bakışın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân okuması durumunda çok ileri derecede şiddetlendiğini beyan etmiştir ki, biz bunu, ayetteki "zikri işittikleri zaman..." ifadesinden anlıyoruz. 2) Kimileri, bu ayeti, göz değmesi (nazar) anlamına almışlardır. Binâenaleyh burada, şöyle iki mukaddime söz konusudur: a) Nazarın, bir nebze olsun, hakikat payı var mıdır, yoksa yok mudur? b) Nazarın, gerçek olmasının kabul edilmesi halinde, buradaki ayet bu manaya tefsir edilebilir mi, edilemez mi? Birinci Mukaddimeye gelince, kimileri bunu kabul etmemiş ve "Bir cismin başka bir cisme, maddeye tesiri, ancak dokunma ve temas ile düşünülebilir. Halbuki burada, dokunma diye bir şey yoktur; dolayısıyla da, böyle bir tesir söz konusu değildir" demişlerdir. Bil ki, bu ifadenin, birinci mukaddimesi tutarsızdır. Bu böyledir, zira insan, ya ruhtan, ya da bedenden ibarettir. Şimdi, eğer birincisi ise, nefislerin (ruhların) cevherleri ve mahiyetleri açısından farklı olmaları imkânsız değildir. Bu böyle olunca da, bunlar, kendilerinin ayrılmaz vasıfları ve eseri açısından da farklı olabilirler. Dolayısıyla da, bazı ruhlar ve nefisler için, özel bir etkinin bulunması hiç de uzak görülmemeli.. Eğer ikincisi ise, yine, bir insanın huyunun ve mizacının hususi bir tesiri olan özel bir şekil üzere meydana gelmiş olması da imkânsız değildir. Velhasıl, bu demektir ki, bu konuda aklen bu böyle bir ihtimal söz konusudur. Bunun aksinin hüccet olması şöyle dursun, geçersiz olduğunda şüphe yoktur. Üstelik nakil deliller de bu yöndedir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "isâbet-i ayn, göz değmesi vardır" ve "Bakış, kişiyi kabre, deveyi de kazana sokar" Keşfu'l-Hafa, 2/76.buyurduğu rivayet edilmiştir. İkinci Mukaddimeye gelince, kimileri ayeti bu manada tefsir ederek şöyle demişlerdir: "Göz değmesi, Esed oğulları sülalesinde meşhurdu. Onlardan meselâ birisi, üç gün yemek yemez; kendisine rastladığı her şey hakkında, "Bu gün bunun gibisini görmedim.." der de, o şeyi de böylece nazarlardı. İşte böylece kafirler, böylesi özelliği bulunan kimselerden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında böyle söylemelerini istediler. Ama Allah onu korudu." Cübbâî bu tefsiri tenkit ederek şöyle der: "Göz değmesi, bir şeyi güzel bulmaktan dolayı olur. Halbuki, Mekke kafirleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu gözle bakmıyorlardı; tam aksine onu kınıyor ve buğzediyorlardı. Dolayısıyla, bu şekilde bakmak, göz değmesini gerektirmez." Bil ki bu açıklama tutarsızdır; çünkü, Mekke kafirleri, her ne kadar din açısından Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, her ne kadar din açısından Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buğzediyor iseler de, belki de onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in fesahatini ve deliller getirmesini güzel görüyor, bunu beğeniyorlardı.. Hasan el-Basrî'nin, isabeti aynin ilacının, bu ayeti okuma olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Daha sonra müşriklerin, "O mutlaka bir mecnundur..." dedikleri naklediliyor ki, bunun tefsiri, bu sürenin başında geçtiği gibidir. "Halbuki o (Kur'ân), âlimler için mahzâ şereften başka bir şey değildir" ifadesine gelince bu, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in deliliğinin bir delili diye iddia ettikleri bu Kur'ân, ancak, akıllılar için bir zikirdir" demektir. Çünkü bu Kur'ân, onlar için bir hatırlatma ve öğüttür; onlar için bir açıklamadır, bir delildir; akıllarındaki tevhid delillerine bir dikkat çekmedir. Ve bunda, edebler vardır, hikmetler vardır ve tahdit edilemeyecek bir biçimde diğer ilimler vardır, öyleyse, nasıl olur da bunu okuyan kimse, vb. tarzda ileri sürdükleri şekilde olabiliri Halbuki bu Kur'ân, aslında onun faziletini ve aklının mükemmelliğini gösteren delillerden biridir. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır. Varış O'nadır. Salât ve selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve O'nun âline, ashabına olsun. (Amin). |
﴾ 0 ﴿