HAKKA SURESİElli iki ayet olup, Mekki'dir. 1Âyetin tefsiri için bak:3 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"O hak olan... Nedir o hak olan... O gerçeği sana hangi şey bildirdi". Bu ayetlerle İlgili birkaç mesele vardır: Alimler, ayette yer alan "Hakka" kelimesiyle kıyametin kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Ama, "hakka" kelimesinin manasının ne olduğu hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır: 1) "Hak", var olan, mevcut olan demektir. O halde, "hakka" da, meydana gelmesi zorunlu olan, mutlaka gelecek olan ve geldiği hususunda şüphe olmayan kıyamet demektir. 2) "Hakka" her şeyin, asıl mahiyeti nasılsa öylece anlaşıldığı zaman demek olup, bu manasıyla bu ifade, senin, "Hakikatini bilmiyorum" manasındaki deyimine varıp dayanır. Bu manaya göre "hakka" kelimesi, aslında kıyamet ehli için olduğu halde, kıyametin kendisine nisbet edilmiş olur. 3) "Hakka",haklar sahibi anlamında olup, bunlar da, doğruluğu kesin olan şeyler, demektir. Kıyametin halleriyle ilgili olarak mesela, mükafaat, ceza vs. şeyler, vukuu ve meydana gelmesi kesin olan şeylerdir. Binâenaleyh, bütün bunlar, olması gerekli olan zorunlu haklardır. 4) "Hakka" (hak, gerçek) anlamındadır. Bu kelime (......) ise (......)'dan daha hususi ve daha gerekli olandır. Nitekim sen, mesela, "Hakkım.." anlamında, (......) dersin. Bu izaha göre, "hakka", hak anlamında olmuş olur ki, bu izah, birinci izaha yakın bir izahtır. 5) Leys şöyle demektedir: "Hakka", gelmesi hak olan olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun vukuunu yalanlayacak hiçbir şey yoktur" (Vakıa, 2) ayetinin manası olmuş olur. 6) "Hakka", her sapığın ve her hidayete ermiş kimsenin yaptıklarının karşılıklarını almalarının hak ve gerçek olduğu, tahakkuk ettiği an demektir ki, bu an da, kıyamettir. 7) "Hakka", herkesin içinde bulunmasının zorunlu olduğu vakit demektir. 8) Kendisinde bütün mükelleflerin amellerinin neticelerinin mevcut olduğu ve gerçekleştiği hak, gün demektir. Çünkü o günde, mükafaat ve ceza tahakkuk edecek ve artık gözetilmekten çıkmış olacaktır. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. 9) Ezherî de şöyle der: "Benim görüşüme göre kıyamete bu ad, Allah'ın dini hususunda, bâtıl ile mücadele eden herkesi yeneceği ve aldatacağı için verilmiştir. Buna göre mana, "O, her hasımla mücadele eder ve onu yener" demek olup, bu da senin, "Mücadele ettim, onu yendim, hakkından geldim.." anlamında olan, ifadesine varıp dayanır. 10) Ebû Müslim de, "Hakka, "Rabbinin sözü gerçekleşti" ifadesindeki fiilin fail veznidir" demiştir. İkinci Mesele Hakka, merfû mübtedâ; haberi ise, ifadesi olup, takdiri mana, "Hakka, nedir o hakka? Hangi şeydir o?" şeklinde olur. Bu, onun şanını yüceltmek ve dehşetinin azametinin had safhada olduğunu belirtmek içindir. Böylece bu demektir ki, ism-i zahir, onun dehşetini daha fazla ifade edeceği için, zamirin yerinde getirilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Kâria, nedir o kâria (kıyamet)..."(Kâria, 1-2) ayetidir. "O gerçeği sana hangi şey bildirdi..." Yani, "O hakka'nın ne olduğunu, sana hangi şey bildirdi.." demek olup, bu da, "Sen onun künhünü ve boyutlarını bilemezsin. Çünkü o, büyüktük ve azamette, hiçbir kimsenin aklının ve vehminin ulaşamayacağı bir niteliktedir. Binâenaleyh, sen her ne zaman, onun durumu hakkında bir tahminde bulunsan, bilesin ki o, senin tahmininden daha büyüktür" demektir. (......) deyiminin tahliline gelince, merfû, mübtedâ ve istifham; (......) de, (......)'nın, istifham manasını taşımış olmasından dolayı talîk edilmiş (yani, lafzan amelden ilga edilmiş) bir fiildir. Birinci Kıssa: Âd ve Semûd kıssası. 4Âyetin tefsiri için bak:6 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Semûd ile Âd, patlayacak olan o kıyameti yalanladılar. Semûd, onlar, ölçü tanımayan korkunç bir ses ile imha edildiler. Ad'a gelince, onlar da, uğultulu ve azgın bir fırtına ile helak edildiler". (......) kelimesi, insanların kalblerini korkunçluğu ve dehşeti ile hoplatan, semayı, inşikâk ve infitâr ile paramparça eden, yeri ve dağları unufak edip temelinden söküp atmakta savuran, yıldızlan da ışığını alıp söndürmek suretiyle yok eden anlamındadır. Cenâb-ı Hak, buyurdu da, bu zahir ismin yerine zamir koyarak, meselâ demedi. Bundan maksad, işbu kar' manasının hakka, da da bulunduğunu açıkça belirtmektir. Cenâb-ı Hak, Hakka'dan bahsedip, onun azametini ortaya koyunca, Mekkeliler için bir öğüt ve kendilerini, bu yalanlamalarının neticesinden korkutmak için, bunun peşinden, o kıyameti yalanlayıp da, böylece yalanlamaları sebebiyle başlarına gelen azabı getirmiştir. "Semud'a gelince: Onlar, ölçü tanımayan korkunç bir ses ile imha edildiler" ayetine gelince, bil ki, "Tâğıye"nin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Tâğıye,, şiddet ve kuvvet bakımından sınır tanımayan, haddi aşan, demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "sınırı aştı.." anlamında "Biz, (tufanda) su sının aşınca (sizi gemide) taşıdık" (Hakka, 11) ve "Gözü sapmadı, haddi de aşmadı..."(Necm, 17) buyurmuştur. Bu görüşe göre, ayetteki (......) mahzuf bir şeyin sıfatı olmuş olur. Alimler, bu mahzufun ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri, "Bu, kuvvet ve şiddet açısından diğer naraları aşan, onları geride bırakan sayhadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Çünkü biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik de hayvan ağzına konan kuru çalı çırpı ve otlar gibi oluverdiler" (Kamer, 54) buyurmuştur" derken, diğer bazıları, bu mahzufun, "sarsıntı" olduğunu; bir diğer grup da, bunun "yıldırım, nara..." olduğunu söylemişlerdir. 2) Buradaki "tâğıye", tuğyan, haddi aşma, anlamındadır. O halde bu manaya göre bu kelime, tıpkı, kâzibe, bakiye, âkibe ve afiye kelimeleri gibi bir masdardır. Buna göre mana, "Peygamberlerini yalanlayıp onları kabul etmedikleri için, Allah'a karşı olan bu tuğyanları sebebiyle helak edildiler" şeklinde olur. Bu görüş, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Müteahhirun uleması, bunu şu iki açıdan tenkit etmişlerdir: a) Zeccâc'ın ifade ettiği bu görüşe göre: Cenâb-ı Hak, ikinci cümlede, sayesinde ilahî azabın tahakkuk ettiği bir tür azabtan ki bu, ayetteki "... uğultulu ve azgın bir fırtına ile..." ifadelerinin ortaya koyduğu bir azabtır-bahsedince, bu iki cümle arasında bir münasebet olsun diye, birinci cümlede de aynı şeyin (azab) olması gerekir. b) Kadî'nin ileri sürdüğü bu görüşe göre, şayet, ayetten kastedilen, onların dediği şey olmuş olsaydı, o zaman ifadenin hakkının, "Bunun için, bundan ötürü (tuğyanları sebebiyle)..." denilmesi gerekirdi. 3) ifadesinin anlamı, "Semûd toplumundan, haddi aşan grup sebebiyle..." şeklinde olup, bu da, "Onlar, o deveyi boğazlamayı, birbirlerine emrettiler; derken, deveyi boğazladılar da, İşte haddi aşan bu grubun uğursuzluğu sebebiyle tümü birden helak oldu.." demektir. Bu ifadeyle, deveyi boğazlayan o bir adamın, derken, tümünün helak edilmiş olmaları kastedilmiş olabilir. Çünkü onlar, o adamın yaptığına razı olmuşlardı. Bu adama "tâğıye" denilmesi, tıpkı, ve denilmesi gibidir. "Ad'a gelince, onlar da, uğultulu ve azgın bir fırtına ile helak edildiler.." ayetine gelince, gürültüsü ve soğuğu had noktaya varmış rüzgar demektir. Bunun, kökünden olmak üzere, soğuk anlamına geldiği de söylenmiştir. Kendisindeki bu soğuk adeta tekerrür ettiği için, kelimede şeklinde kök tekrarı yapılmıştır. O halde, bu demektir ki, bu rüzgar alabildiğine soğuk olduğu için, kasıp kavurur, yakar. Kelimesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: 1) Kelbî, "O gün bekçilerine isyan eden, dolayısıyla da bekçilerini, ondan ne kadar miktar çıktığını bilemedikleri rüzgar.." demiştir. Halbuki, bundan önce ve sonra, o rüzgarlardan belli bir miktar çıkmıştır ve çıkmaya da devam edecektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Su, Nuh (Tufan) gününde, bekçilerini dinlememiş, rüzgar da Ad gününde, bekçilerini dinlememiştir. Dolayısıyla da onlar, bunun önüne geçememişlerdir" buyurmuştur. Bu görüşe göre, ayetteki ifadenin takdiri, "bekçilere karşı gelen..." şeklinde olur. 2) Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifade ile, "Rüzgar, Âd kavmine isyan etti. Dolayısıyla da, mesela bir yapı ile kendilerini koruma veya bir dağa sığınma, vb. bir yolla, onu geri çevirmeye kadir olamadılar. Çünkü o rüzgar, Ad kavmini, bulundukları yerlerden söküp alıyor ve helak ediyordu" manasını kastettiğini söylemiştir. 3) Bu kelime, "isyan" anlamındaki "el-'utüvvü" kökünden olmayıp, bu, bir şeyin nihayeti, son haddi anlamına gelir ki, bu manaya göre bu kelime, Arapların, "nihayete erdi, kurudu" anlamındaki ifâdesine varıp dayanır. Ve yine Cenâb-ı Hak meselâ, "Ben, yaşlılığın son noktasına varıp dayandım" (Meryem, 8) buyurmuştur. O halde, ayetteki (......) kelimesinin anlamı, "kuvvet ve şiddette kemale ermiş, doruk noktaya çıkmış.." demek olur. 7"(Allah) onu, yedi gece sekiz gün, ardardınca üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin bu kasırga içinde, (nasıl) ölüp yıkıldığını görürdün. Sanki onlar, içleri bomboş hurma kütükleri idiler". Mukâtil, ayetteki (......) kelimesine, "O, onu onlara musallat kıldı.." manasını verirken, Zeccac, "O rüzgârın hepsini onların üzerine salıverdi.." anlamını verip, diğerleri de, "Allah o rüzgarı onların üzerine salıverdi" manalarını vermişlerdir. Bütün bunlar, müfessirlerden nakledilen görüşlerdir. Bana göre burada şöyle bir incelik vardır: Çünkü, bazı kimseler, "O rüzgarlar, şiddetli olmuştur. Zira, yıldız feleklerinin birbirleriyle birleşmeleri bunu gerektirmektedir" demektedirler. Binâenaleyh, ayetteki ifadesinde, bu görüşün doğru olmadığına bir işaret bulunmakta olup, bunun, ancak Allah'ın takdiri ve kudreti ile meydana geldiğini beyan etme vardır. Çünkü, eğer bu incelik söz konusu olmazsa, bunda bir korkutma ve ilahi cezadan sakındırma husule gelmez. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yedi gece sekiz gün art ardınca..." buyruğuna gelince, bu ifadenin ayette yer almamasının hikmeti şudur: Eğer, Cenâb-ı Hak bu ifadeye yer vermeseydi, bu azabın, zaman olarak miktarı belli olmazdı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "yedi gece sekiz gün" buyurunca, bu zamanın miktarı malum olmuş oldu. Hem sonra, birisi, bu azabı bu müddeti içinde belli aralıklarla olduğunu sanabilirdi. İşte bu zannı da, "ardarda peşpeşe" anlamına gelen ifadesi ile bertaraf etmiştir. Alimler,kelimesinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf ederek, şu izahları yapmışlardır: 1) Ekseri ulemanın görüşüne göre, bunun anlamı, "ardarda" demek olup, ayetin anlamı da, "Bu günler, o helak edici rüzgarları ile, onların üzerine peşpeşe gelmiştir. Bu günlerde bir ara verme ve bir kesinti söz konusu olmamıştır" şeklinde olur. Bu görüşe göre, tıpkı ve kelimeleri gibi (......) kelimesinin çoğuludur. Çünkü, el-hasmu kelimesinin Arapça'da manası, "kökünü kazımak suretiyle sona erdirmek" demektir. Kılıca da, düşmanı, düşmanlığını yerine getirmekten alıkoyduğu için, el-hüsâm ismi verilmiştir. Binâenaleyh, bu rüzgarlar, bir andaki dinmeden, ardarda onların üzerine geliverince, bunların, onların üzerine ardarda geliverişleri, tıpkı, "dağlanıncaya kadar, dağlayan kimsenin, dağı, hastalıklı kısma tekrar tekrar basışına benzetmiştir. 2) Rüzgarlar her türlü hayrı kesmiş, her bereketin kökünü kazımıştır. Binâenaleyh, böylece de "husûm" olmuşlardır. Yahut da, rüzgar, onların kökünü kazımış, dolayısıyla da, onlardan geriye kimse kalmamıştır. Bu iki görüşe göre de "husûm" kelimesi, hâsim kelimesinin çoğuludur. 3) Bu kelimenin, tıpkı ve kelimeleri gibi, masdar olmasıdır. Böyle olması durumunda, bu kelime ya mukadder olan kendi kök fiili ile mansub olur, ki buna göre ifadenin takdiri, "onların alabildiğine kökünü kazıdı" anlamında şeklinde olur, yahut da, senin tıpkı, demen gibi sıfat olur, ve yahut da mef'ûlün leh olur. Yani, "Allah o rüzgârları, onların üzerine, köklerini kazıması için musallat etti" demektir. Süddî, bu kelimeyi (......) kelimesinden hal olarak (......) şeklinde okumuştur. Yani, "Allah o rüzgarları onların üzerine, köklerini iyice kazıyıcı olarak salıverdi" demektir. Bu günlerin, Eyyamü'l-acûz (kocakarı fırtınaları) günleri olduğu da ileri sürülmüştür. Bu günlere kocakarı günleri denmiştir, çünkü, Âd kavml'nden bir kocakarı bir tünelde gizlenmiş de, rüzar onu da sekizinci gün oradan çıkarmış ve helak etmiştir. Bu günlerin, kış günlerinin sonuncu günleri olduğu da ileri sürülmüştür. Ayetteki, "öyle ki, o kavmin bu kasırga içinde, (nasıl) ölüp yıkıldığım görürdün" ifadesine gelince, yani "kasırganın esişi içinde" demektir. Diğer bazıları da, "O gece ve gündüzlerde" demişlerdir. "Sar'â" (sarf') kelimesinin çoğuludur. Mukâtil, bu kelimenin "ölüler" manasına olduğunu; Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyle, onların ölümleri sebebiyle bayılıp düştüklerini, dolayısıyla ötüm sar'ası gibi, sar'aya tutulduklarını kastettiğini söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki bu, "Onlar sanki, içleri bomboş hurma kütükleri gibidirler" demektir. "Nahl" kelimesi, müennes, hem de müzekker için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir başka yerde, (Kamer, 20) buyurmuştur. Bu ifade, şeklinde de okunmuştur. Sonra onların, kökünden sökülmüş hurma kütüklerine benzetilmiş olmalarının sebebi, iri yapılı ve cüsseli olduklarını anlatmak olabileceği gibi, bununla dallar değil de köklerin kastedilmiş olması da muhtemeldir, yani, "O rüzgâr onları söküp attı. Böylece onlar tıpkı hurma kütükleri gibi, büyük bir yığın oluverdiler" demektir. "Nahl" kelimesinin "hâviye" (bomboş) diye tavsif edilişi de şundan dolayıdır: Bu kelimenin, o kavmin sıfatı olması ihtimal dahilindedir. Çünkü o rüzgar, onların içlerine girmiş ve onları, tıpkı içleri bomboş hurma ağaçlan gibi yere sermiştir. Buradaki "hâviye" kelimesinin, "bâltye" (çürümüş) manasında olması da muhtemeldir. Çünkü kütükler çürüyünce, içleri boşalır. Böylece onlar, helak edildikten sonra, çürümüş hurma ağaçlarına benzemiş olurlar. 8"Şimdi onlardan hiç bir geriye kalan görüyor musun". Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele vardır: "Bâkiye"nin tahlili hususunda şu üç izah yapılabilir: a) Bu, "bahiyye" (geri kalmak) manasınadır. b) Bununla, "nefsün bahiyetün" manası kastedilmiştir. c) Bununla, tıpkı "tagiye" ile "tuğyan" manasının kastedilmesi gibi, "beka" manası da kastedilmiş olabilir. Bazı kimseler, bu ayetle, "O kavmin soyundan geriye kimse kalmadı" manasının kastedildiğini söylemişler ve görüşlerine de bu ayeti delil getirmişlerdir. İbn Cüreyc şöyle der: "Onlar, yedi gece ve sekiz gündüz, Allah'ın bu rüzgâr cezası içinde canlı idiler. Sekizinci günün aksamı ölüverdiler ve rüzgâr onları taşıyıp denize attı. İşte Hak teâlâ'nın, "Şimdi onlardan hiçbir geriye kalan görüyor musun?" ayetinden ve "Ancak evleri görünür oldu (geride kaldı)"(Ahkaf, 25) ayetinden murad budur.” İkinci Kıssa, Firavun Kıssasıdır 9"Firavun da, ondan öncekiler de, altüst olanlar da, hep o hatayı işlediler". Bu, "Hravun'dan önceki ümmetler de, tıpkı Firavun gibi kafir oldular" demektir. Buradaki lafız olarak umumîlik ifade eder, manası kafirlere hastır; "mü'minler değil de, ondan önceki kâfirler" demektir. Ebû Amr, Asım ve, kâfin kesresi ve bâ'nın fethasıyla, seklinde okumuşlardır. Sîbeveyh şöyle demektedir: birşeyi takib eden, peşinden gelen şey için kullanılır. Nitekim sen "Çarşıyadoğru gitti" "Senden taraf benim bir hakkım var" dersin ki, bu, "Seni takib eden şeyde benim hakkım var" demektir. Daha sonra bu kelimenin anlam sahası genişletildi de, adeta "Senin üzerinde benim hakkım var" manasında kullanılır oldu. O halde (......)'nin manası, yanında, katında olanlar; yani ona tabi olanlar ve ordusu" şeklinde olur. Bu kıraati, İbn Mes'ûd, Übeyy ve Ebû Musa (radıyallahü anha)m)'nın, (......) şeklinde okuyuşları da destekler. Sadece Übeyy (radıyallahü anh)'in, bunu, (onunla birlikte olanlar) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Ayetteki "mü'tekifât" kelimesinin tefsiri daha önce geçmiştir. Bunlar, Lût kavminden helak olanlardır. Bu kelime, "Altüst olmuş topluluklar" takdirindedir. Ayetteki (......) ifadesi ile ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir: a) "Hâtie" de tıpkı, "hatâ" kelimesi gibi bir masdardır. b) Bununla, "büyük hatalı fiiller" manası kastedilmiştir. 10"Onlar Rablerinin gönderdiği peygambere isyan ettiler. Bundan dolayı O (Rableri) de onlan şiddetle çarptı". Bahsedilenler eğer Firavun ve ondan öncekiler ise, bu durumda, "Rablerinizin gönderdiği peygamberi", Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dır yok eğer, bahsedilenler "mü'tefikât" (altüst olmuş) kavimler ise, bu durumda kastedilen, Hazret-i Lut (aleyhisselâm)'dur. Vahidî şöyle der: "Bu konuda yapılacak İzah şudur: "İsyan ettiler" ifadesi ile her İki ümmet kastedildiği için, "Resul" kelimesi ile de, her iki peygamber kastedilmiştir. Dolayısıyla bu ifâde tıpkı "Şüphesiz biz, Âlemlerin Rabbisinin resulüyüz" ifadesi gibi olur. Ayetteki, "Bundan dolayı o da onlan fazla bir şiddetle yakalayıverdi" ifadesine gelince, bir şey artıp, kabarıp, fazlalaşınca, ifadesi kullanılır. Burada şöyle iki izah yapılabilir: 1) Nasıl bunların fiilleri, kötülük bakımından, diğer kafirlerin fiillerinden ileri idiyse, azabları da şiddet bakımından diğer kafirlerin azablarından ileri ve fazla olacak. 2) Firavun ve hanedanının, dünyadaki cezaları, ahiretteki cezalarıyla birleştirilmiştir. Bunun delili ise, "Onlar suya garkedildiler ve akabinde de cehenneme sokuldular" (Nuh, 25) ayetidir. Ahiret cezası ise, dünyanınkinden daha ileridir. Binâenaleyh bu, "O azab adeta büyümüş, artmış" demektir. Üçüncü Kıssa, Nûh (aleyhisselâm)'un Kıssasıdır 11"Su bastığı zaman, sizi gemide Biz taşıdık". Bu ifade, "Su kendisini bekleyen bekçilerine isyan edip de onlar böylece ne kadar su çıktığını bilemedikleri zaman..." demektir. Çünkü bu hadiseden önce ve sonra, gökten inen her damla, bir ölçü ve takdir çerçevesinde olmuş ve olacaktır. Diğer müfessirter ise bu ifadeye, "Su sınır tanımayıp, bendlerini aşıp, her şeyin üstüne çıkıp hükümran olduğunda..." manasını vermişlerdir. Ayetteki, "Sizi" ifadesi, "Siz babalarınızın sulbünde iken atalarınızı, babalarınızı Biz gemide taşıdık" demektir. Bu hitabın muhatablarının, o gemide olanların soyları olduklarında şüphe yoktur. "El-Cariye', "suda akıp giden, hareket eden gemi" manasına olup, bu da Nûh (aleyhisselâm)un gemisidir. Çünkü "geminin isimlerinden birisi de "câriye"dir. "el-Cerâr" (cariyeler - gemiler)" (Rahman, 24) kelimesi de böyledir. 12"Onu sizin için bir öğüt, bir ibret yapalım ve onu belleyen kulaklar bellesin diye (böyle yaptık)". Buradaki "hâ" (onu) zamiri, neye racidir? Bu hususta iki izah yapılır: a) Zeccâc, bu zamirin, her ne kadar mercii, bu ayetlerde açıkça zikredilmemiş olsa da, o malum tufan hadisesine raci olduğunu; ifadenin takdirinin, "Biz o mü'minlerin kurtulup, kafirlerin suya gark oldukları o hadiseyi, bir ibret ve öğüt kılalım diye..." şeklinde olduğunu söylemiştir. b) Ferrâ bu zamirin, "sefine" (Nuh'un gemisi)ne raci olduğunu söylemiştir ki bu görüş zayıftır, birincisi doğrudur. Onun doğru oluşunun delili ise, ayetteki, "Onu belleyen (duyan) kulaklar bellesin" ifadesidir. Çünkü buradaki "onu" zamiri, birinci zamirin raci olduğu şeye racidir. İkinci görüşe göre, bu zamirin "sefine"ye raci olması gerekir, bu da mümkin değildir. Binâenaleyh birinci zamirin de "sefine"ye raci olması mümkün değildir. Ayetteki, "Onu belleyen (duyan) kulaklar bellesin" cümlesiyle ilgili şöyle iki mesele vardır: Kişinin gönlünde, kafasında, hafızasında tutup ezberlediği şeyler için, ifadesi kullanılır. Mesela, "ilmi aldım, ezberledim" ve "dediğini ezberledim" denilir. Fakat insan, kendisi dışında bir yerde koruyup muhafaza ettiği şeyler için ise, fiili kullanılır. Nitekim mesela, "Eşyayı,kabında korudum" denilir. Şairin, olarak, koruyup muhafaza ettiğim şeylerin en habisi, serdir" şeklindeki sözü de böyledir. Bil ki ayetteki "tezkire" (öğüt) yönü şudur: Bir toplumu gemi vasıtasıyla boğulmaktan kurtarıp, bunların dışında kalanların suya garkedilmeleri, alemi idare edenin kudretine, meşîetinin geçerliliğine, hikmet ve rahmetinin sonsuzluğuna ve kahrı ile hükümranlığının şiddetine delalet eder. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin Mazhar Olduğu Dua Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu ayet indiğinde "Ey Ali, ayette bu bahsedilen kulağın, Allah'dan senin kulağın olmasını istedim" dediği rivayet edilmiştir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin de "Bu duadan sonra, artık hiçbirşeyi unutmadım. Benim için unutma diye birsey söz konusu olmadı" demiştir. Buna göre eğer, "Peki Cenâb-ı Allah niçin hem müfred, hem de nekire olarak, buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Onlar içinde, belleyip, ezberleyenlerin az olduğunu bildirmek, onlardan az ezberleyenleri (öğrenenleri) kınamak ve Allah'ın buyruğunu dinleyip belleyen bir tek kulağın, sevad-i azam yani cemaat hükmünde sayıldığına, âlem onlarla dotu da olsa bunun dışında kalanlara iltifat edilmeyeceğine işaret etmek içindir. Bütün kıraat imamları, fiili, ayn'ın kesresiyle (......) şeklinde okurlarken, İbn Kestr'in, ayn'ın sükûnu ile (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Buna göre İbn Kesir, muzari harfini, mâbâdi ile birlikte tıpkı, "fahz" kelimesi gibi kılmış, böylece de, fahz, kebd, ketf kelimelerinin orta harfinin sakin kılınışı gibi, sakin kılmıştır. O böyle yapmıştır. Çünkü muzari harfi, fiilden ayrılmaz ve böylece, kelimenin kök (asıl) harfleri gibi olmuş olur. Bu yönüyle de, tıpkı, ve diyen kimsenin sözü gibi olmuş olur ki, kâfin sükûnu ile olan fiili gibi olmuş olur. Bil ki Allahü teâlâ bu üç kıssayı nakledip, bu kıssalarla kudretine ve hikmetine dikkat çekince; kudretinin varlığı ile, kıyamet; hikmetinin varlığı ile de kıyametin vukuunun mümkünlüğü sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da kıyametin hallerinin bazı tafsilatına başlamış, ilk önce kıyametin başlayışını ele almış ve şöyle buyurmuştur: 13"Artık sûr'a bir üflenişle üflendiğinde..." Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var: "Nefhâ" kelimesi, hem merfû, hem de mansûb olarak okunmuştur. Merfu okunuşunun sebebi, (üflendi) fiilinin, nâib-i faili olmasından dolayıdır. Araya fasıla girdiği için de, bu fiili müzekker getirmek güzel ve yerinde olmuştur. Kelimenin mansub okunuşunun sebebi ise şudur: Ayetteki fiil, cer ve mecrûra isnâd edilmiştir (yani, nâib-i faildir). Bu durumda "nefha" kelimesi, mef'ûl-ü mutlak olarak mansub kılınmıştır. Bu "tek üfleyiş" ile, birinci nefha (üfleyiş) kastedilmiştir. Çünkü alemin harab oluşu (kıyamet) bu üfleyiş ile olacaktır. Buna göre eğer, "Peki o halde, daha niçin, "arz" ikinci üfleyiş ile olacak iken, hemen akabinde, "O gün huzura arzolunacaklar" (Hakka, 18) buyurulmuştur?" denilirse, biz deriz ki: "Yevm (gün), bu iki nefhayı (üfleyişi), sayhayı, nuşûru (dirilişi) arasat meydanında duruşu, hesabı ve saireyi içine alan, geniş bir zamanın adıdır. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "O gün huzura arzolunacaklar" buyurmuştur. Bu tıpkı senin, "Oraya falanca yıl geldim" demen gibi olur ki, senin oraya gidişin, o yılın, zaman dilimlerinden birinde cereyan etmiştir. 14"Yer ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp da birbirine bir çarpışla, hepsi toz haline geldiği zaman...". Bu ayetle ilgili olarak şu iki mesele var: Bu, ya kıyamet günü olacak bir sarsıntı, yahut dağlar ile yeri taşıyabilecek şiddette esen bir rüzgar, yahut herhangi bir melek, yahut da, herhangi bir vasıta olmaksızın, Allah'ın kudreti ile, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp, bu iki kütle, yani yer kütlesi ile dağlar kütlesi birbirine çarpıtıp, adeta unufak olup, toz-kum yığını haline geldiği zaman..." demektir. (......) kelimesi, (......) kelimesinden daha beliğdir. Ayetteki bu ifadeye, "Öylesine bir yayılıp serildiler ki, adeta her ikisi de hiçbir inişi-çıkışı olmayan dümdüz bir arazi haline geldiler" şeklinde de mana verilmiştir. Buna göre ayet, "dümdüz olduğunda" senin, "Devenin hörgücü, düz oldu" demene varıp dayanır. Yine Arapça'da, "Hörgücü düz, erkek ve dişi deve" denilir. "Dühhân" kelimesi de bu köktendir. Ferrâ, buradaki (......) kelimesinin ancak mansub okunacağım, çünkü fiildeki zamirin fail olduğunu söylemektedir. Cenâb-ı Hak (......) dememiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak dağları bir, yeri de bir sayarak, tesniye halinde, (......) buyurmuştur. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökler ve yer iki bitişik idiler" (Enbiya, 30) ayeti gibidir. Hak teâlâ bu ayette de, cemî olarak, (......) dememiştir. 15Âyetin tefsiri için bak:16 16“İşte o zaman olan olmuştur. Gök de yarılmış ve artık o gün zafa düşmüştür". Bu, "İşte o gün büyük kıyamet kopmuş, meleklerin inmesi için gök yarılmıştır. Artık o gün gök, vahiyedir, yani, gevşemiş gücü-kuvveti kalmamış, sapasağlamken tıpkı çırpılıp-atılmış yün gibi olur" demektir. 17"Melek ise o (göğün) kenarlarında-bucaklarındadır. O gün Rabbinin Arşını, onların üstünde bulunan sekiz (melek) yüklenir". Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele var: Buradaki "melek" ile, tek bir melek değil, bütün melek cinsi, dolayısıyla cemî mana kastedilmiştir. Arapça'da, "erca", kenar-bucak demektir. Nitekim û denir ki, bunların cernîsi, "erca" şeklinde gelir. Bu kelime, "kuyu ve kabir kazma vb. manalarında kullandır. Buna göre manâ. "Gök yarıidığında, melekler, o yarılan yerlerden, göğün kenarlarına doğru yönetirler" demek olur. Eğer, "Hak teâlâ'nın, "Gök ve yerdeki herkes ölür "(Zümer.68) ayetinden ötürü, melekler de sûr'a ilk üfleyişte ölürler. Peki o zaman, göğün kenarlarına gittikleri daha nasıl söylenebilir?" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki bakımdan cevap veririz: 1) Onlar bir an, göğün bucaklarında durur, sonra ölürler. 2) "Ancak Allah'ın diledikleri müstesna..." (Zûmer, 68) ifadesiyle, bu melekler istisna edilmiştir. Ayetteki, "O gün Rabbinin Arşını, onların üstünde bulunan sekiz (melek) yüklenir" ifadesi ile İlgili şöyle birkaç mesele var: Bu "Arş" "Arş'ı yüklenenler..."(Mü'min,7) ve "Meleklerin, Arşın etrafında dönüp dolaştıklarını görürsün"(Zümer,75) ayetlerinde bahsedilen Arş'dır. "Onların üsfünde... "ifadesindeki, "Onların" kelimesi kime racidir, kimleri gösterir? Bu hususta da iki İzah yapılmıştır: 1) Doğruya en yakın olan görüşe göre bununla, "göğün kenar bucağında olan o meleklerin üstünde..." manası kastedilmiştir. Bundan maksad, bu melekler ile Arş'ı yüklenen melekleri birbirinden ayırmaktır. 2) Mukâtil şöyle demektedir: "Bu, "Arş'ı taşıyanlar, onu kendilerinin, başlarının üstünde taşırlar" demektir. Zamirin raci olacağı şey getirilmezden önce zamirin getirilmesi caizdir. Bu tıpkı meselâ bir kimsenin,”Evinde hüküm verir" demesi gibidir. Hasan el-Basrî'den nakledildiğine göre o, "Ben, onların, sekiz kişi mi, sekiz bin kişi mi, yoksa sekiz saf mı, sekizbin saf mı olduklarını bilemiyorum" demiştir. Bil ki ayetin bu ifadesini, şu sebeplerden ötürü sekiz tane melek manasına almak daha uygun olur: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Onlar bugün dörttürler. Kıyamet kopunca, Allah onları diğer bir dörtle takviye eder de, böylece sekiz olurlar" değiği rivayet edilmiştir. Yine rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bunlar sekiz melek olup, ayaklan yedinci kat yerin dibindedirler. Arş ise bunların başı üstündedir ve onlar, gözlerini yummuş olarak, Allah'ı tesbih ederler." Bu meleklerin kimisinin aslan, kimisinin öküz, kimisinin de kerkenes kuşu şeklinde oldukları ileri sürülmüştür. Şehr b. Harşed'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bunlardan dördü, "Ey Rabbimiz, Seni tesbih eder, Sana hamdederiz. Gücün yetmesine rağmen affettiğin için, hamd Sana aittir" diye tesbih ederlerken; diğer dördü de, "Ey Rabbimiz, Seni tesbih eder, Sana hamdederiz. Bilmene rağmen, onca sabrından ötürü hamd sana mahsustur" diye tesbih ederler." 2) Ayetteki bu kelimeyi, sekiz şahıs manasına almak, sekiz bin manasına almaktan daha uygundur, çünkü ilgili lafız "sekiz") kesin olarak ifade etmektedir. Binâenaleyh lafzın doğru olması için, artık "sekizbin" demeye ihtiyaç yoktur. Bu durumda lafız, kendisinde "sekizbine" delalet bulunmaksızın, "sekiz şahsa" delalet etmektedir. Dolayısıyla, bunu birinci manaya almak vacib (gerekli) olur. 3) Ayet, korkutma ve işin büyüklüğünü anlatma sadedindedir. Binâenaleyh ayetin bu ifadelinden, "sekiz bin melek" yahut "sekiz saf melek" gibi manalar kastedilmiş olsaydı, bu korkutmanın iyice yapılabilmesi için, böyle denilmesi, yani açıkça ifade edilmesi gerekirdi. Şu halde, böyle söylenmediğine göre, bu ayetle sekiz meleğin kastedildiğini anlıyoruz. Müsebbibe şöyle der: "Eğer Allahü teâlâ, Arş'da olmasaydı, Arş'ı taşımak abes ve faydasız bir iş olurdu. Hele de bu husus,"O gün sizler (huzura) arzolunacaksınız" (Hakka, 18) ayetiyfe te'kîd edilmişken... Çünkü arz, ancak İlah'ın Arş'ında (tahtında) olması durumunda söz konusu olur." Ehl-i tevhid, buna şöyle cevap vermişlerdir: "Bu ifadeyle, Allahü teâlâ'nın, Arş'ında oturucu olduğunun kastedilmiş olması imkansızdır. Çünkü Arş'ı taşıyan, Arş'da olanı da taşıyor demektir. Eğer Allah Arş'da olsaydı, meleklerin O'nu da taşımış olması gerekirdi ki böyle şey olamaz, bu imkansızdır. Çünkü bu, Allahü teâlâ'nın, Kendisini taşıyan o meleklere muhtaç olmasını ve onların Allah'dan daha güçlü-kuvvetli olmalarını gerektirir ki bunların böyle olduğuna inanmak apaçık bir küfürdür. Dolayısıyla burada mutlaka bir te'vil yapılması gerektiğini anlıyor ve şöyle diyoruz: Allah'ın Hakimiyetinin Anlatımı "Ayetin ifadesinin bu şekilde gelişinin sebebi şudur: Allahü teâlâ insanlara, bilip-alışık oldukları üslublarla hitap etmiştir. Böylece mesela, Kendisi adına, kullarının ziyaret edeceği bir ev (beytullah - Allah'ın evi) yaratmıştır. Halbuki Kendisi orada oturuyor değildir. Allah, böyle şeyden münezzehtir. Yine Allah, o Beytullah'ın bir köşesine, bir taş koydurmuştur. Bu da, O'nun yeryüzündeki sağ eli mesabesindedir. Çünkü insanların başkanlarına, sağ elini öpmek suretiyle saygı göstermeler), adetlerinden ve yapageldikleri şeylerdendir. Yine Allahü teâlâ kulları üzerinde "halaza" melekleri görevlendirmiştir. Bu, Allah Sübhânehû ve Tealâ'nın, unutabilmesinden ötürü değildir. Fakat bütün bunlar, alışılagelmiş ve bilinen şeylerdir. Yine aynen bunun gibi, padişah, adamlarını hesaba çekmek istediğinde, bir kürsü (taht) üzerinde oturur ve böylece yardımcıları, tahtının etrafında dururlar. İşte tıpkı bunun gibi Allahü teâlâ da kıyamet günü, bir Arş bulundurur. Melekler de orada yer alır, o Arşın etrafında dönmeye başlarlar. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hak, o Arş üzerinde oturduğu ve ona muhtaç olduğu için değildir. Aksine Beytullah (Ka'be) ve etrafındaki tavaf hususunda daha önce anlattığımız temsili bir manadan ötürüdür. 18"O gün (huzura) arzolunursunuz. Size ait hiçbir sır gizli kalmayacak". "Arz olunma", hesaba ve sigaya çekilme demektir. Bu husus, denetimde bulunulsun diye, ordunun padişaha arzeditmesine benzetilmiştir. Bu ifadenin bir benzeri de, "Onlar Rabbîne, saf saf arzolunurlar" (Kehf, 48) ayetidir. Rivayet olunduğuna göre, kıyamette üç türlü "arz" sozkonusudur: Bunların ikisinde, mazeret beyan etmeler, hüccet getirmeler ve kınamalar yer alır. Üçüncüsünde ise kitaplar saçılıp dağıtılır da böylece saîd yanî mutlu-bahtiyar kimseler, (amel) defterlerini sağ eline alırlarken; helak olacak olanlar da sol ellerine alırlar. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Size ait hiçbir sır gizli kalmayacak" buyurmuştur. Bu ifadeyle İlgili olarak şöyle iki mesele var: Ayetle İlgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Ayetin manası, "Sizler, huzura arz olunursunuz ve size ait hiçbir şey saklı kalmaz. Çünkü O Allah, herşeyi bilendir ve sizin hiçbir sırrınız O'na saklı-gizli değildir" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "Allah'a hiçbirşey gizli kalmaz" (Mümin, 16) ayetidir. Böylece ayetin anlatmak istediği şey, alabildiğine bir tehdid, bir ikaz olup, bu da, "Sizler, Kendisine hiçbirşey saklı-gizli kalmayacak bir zata arzolu nacaksın iz" demektir. 2) Ayetten kastedilen mana şudur: "Dünyada iken size saklı-kapalı kalan şeylerin hepsi, kıyamet günü ortaya çıkar. Çünkü mü'minlerin halleri belirir, böylece sevinçleri doruk noktasına ulaşır. Yine cehennemliklerin halleri de belirir ve kederleri, rezillikleri perişanlıkları ortaya çıkmış olur." Bu mana, "O gün, (bütün) sırlar yoklanıp meydana çıkarılacak. Artık (o insan) için ne bir kuvvet ne de bir yardımcı yoktur" (Tarık, 9-10) ayetiyle kastedilen mananın aynısıdır. Ayetin bu ifadesinde, caydırma ve tehdidin en büyüğü yatmaktadır ki bu da, rezil-ü rüsvay olma korkusudur. Bütün kıraat imamları, (......) ile (......) şeklinde okurlarken, Ebû Ubeyde, bunu "yâ" ile okumuştur ki bu, Hamza ve Kisâi'nin kıraatidir. Ebû Ubeyde şöyle der: "Çünkü yâ'nın hem müzekker, hem de müennes için olması caizdir. "Tâ"lı fiil-i muzari ise sadeca müennes içindir. Burada fiilin müzekkere isnadı caizdir. Çünkü "hafiye" sözü ile, "gizlilik sahibi bir şey" manası kastedilmiştir. Aynı zamanda da fâil-fiili arasına fasılası girmiştir." Bil ki Allahü teâlâ, bu arzolunuşun neticesini de şöyle anlatmıştır: 19"Artık kitabı sağ eline verilmiş olana gelince der ki: "Alın okuyun kitabımı". Bu ayetle ilgili iki mesele var: "Ha", kendisi ile seslenilen bir sestir. Bundan, tıpkı (......) ve (......) kelimeleri gibi, "Al, tut" manası anlaşılır. Ebu'l-Kasım, ez-Zeccacî şöyle der: "Bu hususta bir takım değişik lehçeler var. Bunların en iyisi, Stbeveyhin Araplardan naklettiği şeydir: Sibeveyh şöyle der: Arapların, şeklindeki sözleri de, mebnî emirlerden biridir ki bu, "Ey genç al" demektir Araplar bunun hemzesini meftun okuyarak, şeklinde, müzekkerin alemi (işareti) sayarlar. Bu tıpkı, onlar deyip, de, kâfin fethasını müzekkerterin alameti sayışları gibidir. Tesniye için, (......) cemî için, (......) ve (......) denir. Buradaki mîm, tıpkı, ve deki gibidir. deki hemzede meydana gelen bu zamme ise, cemî mîm'inin dammesidir. Çünkü bunun aslı, ve dür. Böylece net bir zamme ile okudular, ama cemi kelimesi ile, tesniyeye hükmettiler. Çünkü onlarca iki (tesniye), pek çok hususta, cemî hükmündedir. Tek bir ma'mûl üzerinde iki âmil birleşirse, en yakın olanı onda amel ettirmek, ittifakla, caiz olup, "Uzak olanı amel ettirmek caiz midir, değil midir?" meselesinde, Kûfe'liler bunun caiz olduğunu; Basralılar ise caiz olmadığını savunmuşlar ve görüşlerine bu ayeti delil getirmişlerdir. Çünkü ayetteki, (......) ifâdesi, mef'ûl gerektirmektedir, yine (......) fiili de mef'ûl gerektirmektedir. Şimdi "Kitabiye" ifadesini, mef'ul olarak nasbeden, en uzaktaki âmil olsaydı, ifadenin takdiri, "İşte kitabım" şeklinde olurdu. Bu durumda da, "Onu okuyun" denilmesi gerekirdi. Bunun bir benzeri de, "Verin, üzerine bakır eriyiği dökeyim" (Kehf, 96) ayetidir. Bil ki, bu delil tutarsızdır. Çünkü bu ayet, buradaki hadisenin, en yakın ifâdenin amel ettiğine delalet etmektedir. Bunda ise, zaten münakaşa söz konusu değildir. Münakaşa, "en uzak olanı amel ettirmek caiz midir, değil midir?" meselesindedir. Ayette ise, buna değinilmemiştir. Ayrıca zamir, bazan hazfedilebilir. Çünkü, ifadenin açık olması, açıkça zamir getirmeye gerek bırakmaz. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, (Ahzab, 35) ayetinde olduğu gibidir. (Buradaki Allah'a raci zamiri hazfedilmiştir). Binâenaleyh burada da niçin böyle olmasın? Kûfeliler de şu şekilde hüccet getirmişlerdir: Birinci Âmil, bulunma bakımından ikinciden öncedir. Birinci âmil meydana geldiğinde, illet olmadan, illete bağlı olanın meydana gelmesi imkansız olduğu için, birr mamulün olması gerekir. Binâenaleyh, o mamulün, birinci amitin ma'mulü haline gelmesi, ikinci amilin meydana gelişinden öncedir. İkinci amil ancak, o mamulün, birinci amilin mamulü haline gelmesinden sonra vücut bulmuştur. Binâenaleyh, aynı hükmü iki illete bağlamanın ve önce olanın daha sonra olana bağlamanın imkansızlığı sebebiyle, o mamulün, aynı zamanda ikinci amilin mamulü olması imkansız olur. Bu mesele, Nahiv ilminin inceliklerindendir. (......) ifâdesindeki hâ, sekte için olup (......) ve (......) kelimelerinde de böyledir. Bu hâ'ların hakkı, vakf halinde sakin olup, vasi halinde düşmeleridir. Bu ha'lar, mushafta bu şekilde yer alıp, mushafta yer alan şeyin de, mutlaka lafızda da yer alması gerekip, lafızda isbat edilmeleri de ancak vakıf halinde yerinde ve makul olunca, pek yerinde olarak ulema, işte bundan dolayı, buralarda, vakf yapmayı güzel saymışlardır. Bazı kimseler cesaret izhar ederek, bu hâ'lan vasi halinde düşürmüşlerdir. İbn Muhaysin, hâ'sız ve yâ'nın sükunuyla (şeklinde) okumuştur. Bir kısım kimse de, mushafa ittibâen, hem vasi hem de vakf halinde hâ'yı isbat ederek okumuşlardır. Bil ki, Cenâb-ı Hak, önce bu kimselerin sağ ellerine kitaplarının verildiğini bildirip sonra da, (onlardan naklen), "Alın okuyun kitabımı" buyurunca bu, bu hadisenin, sevinç açısından doruk noktaya ulaşmış olduğuna delalet etmiştir. Çünkü Allah, onlara kitaplarının sağdan verildiğini bildirince, bu kimselerin kurtuluşa erenlerden ve nimetleri elde edenlerden oldukları (zaten) anlaşılmıştı. Dolayısıyla, bunun başkaları tarafından görülmesini, böylece o başkasının elde ettiği şeyle berikilerin sevinmesini de arzuladığı için, böyle buyurmuştur. Kitabını sağ eline atan bu kimsenin, hane halkına ve yakını olanlara böyle diyeceği de ileri sürülmüştür, Kitabını Sağdan Alanın Sevinç İfadesi Daha sonra Cenâb-ı Hak bu kimsenin şöyle dediğini nakletmiştir: 20"Çünkü ben, hakikaten hesabıma kavuşacağımı biliyordum". Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Buradaki "zannetme" ifadesiyle, yakînen istidlalde bulunma manası kastedilmiştir. Çünkü, istidlal yoluyla kesinlik kazanan bir şeyde, mutlaka muhtelif düşünceler bulunur. Bundan dolayı "bilme", "zan" kelimesiyle ifade edilmiştir. 2) Ayetin takdirî manası, "Ben, hesabımla karşılaşacağımı ve Allah'ın beni günahlarım sebebiyle muaheze edeceğini sanıyordum. Ama, Allah'ım, beni affetmek suretiyle, bana lütufta bulundu ve beni günahlarımla sorgulamayarak, "İşte kitabım okuyun..." deyiniz (dedi)" şeklindedir. 3) Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kişi kıyamet gününde getirilir ve kendisine kitabı verilir. Derken, onun hasenatı, elinin üzerinde zuhur ederken, günahları da avucunun içine yazılır. Derken, günahlarına bakar da üzülür. Bunun üzerine, kendisine, "Avucunu ters çevir" denilir, böylece de o, elinin tersine bakar; hasenatlarını görür ve sevinir. Sonra da, "işte kitabım, okuyunuz. Ben ilk bakışta, alabildiğine muhasebe edileceğimi sanıyordum. Ama şu anda, Allah benden bu kederi giderdi de, beni ferahlattı" der." Ama, bedbaht kimselere gelince, durum, bunlar hakkında tamamen tersinedir." 4) buradaki (......) ifâdesi, "bildim" manasındadır. Ama "ilim makamında kullanılmıştır. Çünkü, zann-ı gâlib, örfte ve ahkâmda "ilim" yerinde kullanılabilir. Nitekim Arapça'da, "işin, şöyle olacağını yakîn gibi sanıyordum., (yakînen biliyorum)" denilir. 5) Ayetten kastedilen mânâ, "Ben, dünyada iken, dünyada yaptığım o ameller sayesinde, kıyamette bu derecelere ulaşacağımı sanıyordum. Şu anda ise, yakîn mertebesine ulaştırır" şeklindedir. Bu manaya göre, ayetteki "zan", kendi manasında kullanılmış olur. Çünkü dünyalıklar, dünyada iken, bunun böyle olacağına kesinkes hükmedemezler. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kişinin akıbetinin nereye vardığını beyan etmek üzere, 21"İşte o, hoşnut bir hayat içindedir.." buyurmuştur. Bu hususla ilgili iki mesele vardır: Cenab-ı Hak, burada (......) kelimesini, 'ye sıfat yapmıştır. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Mânâ, "Bu yaşayış, rızaya nisbet edilmiştir" şeklinde Olur. Bu manayla bu ifade tıpkı, "zırh sahibi; ok sahibi" aniamianna gelen ve kelimeleri gibi olmuş olur. Nisbet iki türlüdür; birisi harfle yapılan nisbet, diğeri de, kalıpla yapılan nisbet... b) Yaşayan şahıs kastedilmesine rağmen, Cenâb-ı Hak, memnun olma vasfını, yaşamaya mecazen vermiştir. Alimler, sevabı tarit ederken, onun, mutlaka menfaatti olması, şaibelerden arınmış olması, mutlaka devamlı olması ve mutlaka tazimle-ululukla içice olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Binâenaleyh, buna göre mânâ, "Bu yaşayış, bu tür nitelikleri taşıması halinde bütün yönleriyle beğenilmiş, memnun olunmuş bir yaşayış olmuş olur" şeklindedir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte o, hoşnut bir hayat içindedir" ifadesi, bahsettiğimiz bütün bu şartların tamamını İhtiva eden bir ifade olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 22"yüksek bir cennette..." buyurmuştur. Ki bu, "Hoşnut bir yaşayış içinde olan herkes, yüksek bir cennette olur" demektir. "el-uluvv, yükseklik" kelimesiyle, şayet mekân bakımından yükseklik kastedilmişse, bu, zaten mevcuttur. Çünkü cennet, göklerin üzerindedir. Buna göre şayet, "Cennetliklerin bir kısmının makamları, diğer bir kısmının makamlarından üstte değil midir? Dolayısıyla, altta olan bu cennetlikler, yüce olan cennetlerde olmuş olmazlar. Ne dersiniz.." denilirse, biz deriz ki: Bunların bir kısmının diğerlerinin altında olması, cennetlerin yüksek olması ve göklerin üzerinde bulunması hususunu zedelemez. Yok eğer, bu "yükseklik" derece ve şeref bakımından söz konusu ise, durum böyledir. Yok eğer bununla, cennetin binalarının yüksek, değerli olduğu kastedil misse, durum yine aynıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 23"Meyveleri de (çabuk devşirilecek cinsten olup) yakındır" buyurmuştur ki bu, "Onun meyvelerinin alınması kolay ve alana yakındır. Kişi onu, istediği gibi alır. Eğer onu, eliyle almak isterse, ister ayakta olsun, ister oturuyor olsun, isterse yanüstü yatmış olsun, o meyve ona eğilir... Eğer, onların yaklaşmasını isterse, yaklaşırlar.." demektir. el-Kutûf kelimesi, (......)'nun çoğulu olup, devşirilmiş anlamındadır. 24"(Dünyada) geçmiş günlerde takdim ettiğiniz (iyi amellerin) karşılığı olarak afiyetle yiyin için". Bu, "onlara... denilir; emri verilir" demek olup, bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır. Kimi alimler, ayetteki "yeyiniz..." gibi emirlerin, ne vücub, ne de nebd ifade ettiklerini söyleyerek, "Çünkü ahiret, mükellef tutulma yurdu değildir" derlerken; kimileri de bu emirlerin nedb ifade etmesinin uzak bir ihtimal olmadığını; çünkü bu emirlerin maksadının, o insanı yüceltmek o insanın kalbine sevinç sokmak olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki, (Hakka, 19) ifâdesinden dolayı, "O, hoşnut bir yaşayış içindir" ifâdesinden sonra, "yeyiniz, içiniz" cümlesinde hitap, çoğul sigasıyla yapılmıştır. Çünkü mânâ bakımından çoğuldur. Ayetteki, (......) ifadesinin manası, "daha önce yapmış olduğunuz salih ameller" şeklindedir. Çünkü, Arapça'da Islâf, fiilinin manası, "Sana, güzel ve iyilikle dönmesini, sana gelmesini umduğun şeyleri önceden yapmak" şeklinde olup, buna göre bu kelime, tıpkı, "Allah rızası için borç verme" anlamında olan (......)nın masdarı olan (......) gibi olur. Bir şey için malını harcadığında, denilmesi de, varıp buraya dayanır. Buna göre bu kelimenin manası, "Yapmış olduğunuz salih ameller sebebiyle..." şeklinde olur. "Eyyâm-ı hâtiye" ifadesiyle de, dünyadaki günler kastedilmiş olup (Ahkaf, 17) ve (Bakara. 134) ayetleri de böyledir. Kelbî, ayetin bu ifadesiyle "oruçlu günlerin" kastedildiğini söylemiştir. Zira onlar, yeme ve içme ile emrolununca, bu, bu yeme ve içmenin dünyada iken, oruç sebebiyle, Allah rızası için taatte bulunan, yeme ve içmeden kaçınan kimseler için olduğuna delalet etmiş olur. (......) ifâdesi, bu kulların, bu mükafaatı, amelleri sebebiyle hak eniklerine delalet eder ki, bu da, amelin, mükafaatı gerektirdiğini gösterir. Hem, taat işi Allah'ın yaptığı bir fiil olmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak insana, onun yapmadığı bir şeyden dolayı mükafaat vermiş olurdu ki, bu, muhaldir. (Bu görüş Mu'tezile'ye ait olup) bunun cevabı malumdur. Kitabını Soldan Alanların Pişmanlığı 25Âyetin tefsiri için bak:26 26"Kitabı sol eline verilmiş olan kişiye gelince, o da derki: "Ah keşke, benim kitabım verilmeseydi. Hesabımın da ne olduğunu bilmeseydim". Allahü teâlâ, bu kimsenin, kitabına bakıp bakıp da, yaptığı işlerin kötülüklerin görünce, alabildiğine pişmanlık duyduğunu ve bu pişmanlıktan ve mahcubiyyetten meydana gelen o işkencenin cehennem azabından daha ileri olduğunu ve bu kimsenin, "Keşke onlar beni, cehennem azabıyla azablandırsalardı da, bana, yaptığım şeylerin kötülüklerini hatırlatan bu kitabı sunmasalardı da, ben de bu mahcubiyyetin içine düşüvermeseydim,." dediğini beyan etmiştir. Ki bu, senin, "Manevi azabın maddi azabtan daha şiddetli olduğu" hususuna dikkatini çeker. Ayetteki, ifadesine gelince, bu da, "Bu, hesabının ne olduğunu bilmiyorum; çünkü bu, olmuş bitmiş bir şeydir. Benim bu hesap hususunda bir katkım bir dahlim söz konusu değildir. Bütün bunların hepsi, benim aleyhimedir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 27"Ah keşke o (ölüm hayatına) kati bir son verici olsaydı" buyurmuştur. Bu, ifâdesindeki hâ zamirinin neye raci olduğu hususunda, şu iki izah yapılabilir: 1) O, ilk ölüme... Bu merci, her ne kadar önce geçmemiş ise de, ancak ne var ki bu çok net bir biçimde zahir olduğu için, adeta geçmiş gibi olmuş olur. ise, hayata son veren demek olup, bu ifadede her şeyin olup bittiğine, sona erdiğine bir işaret vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Namaz tamamen bittiğinde (Cuma, 10) buyurmuştur. Arapça'da, "Öldü" anlamında, denilir. Buna göre mana, "Keşke, kendisi ile öldüğüm o ilk ölüm, benim bir şeyimi sona erdirmiş olsaydı da, böylece daha yeniden diriltilmeseydim ve bana verilen bu şey (kitab) ile karşı karşıya gelmeseydim" şeklinde olur. Katâde şöyle demiştir: "Dünyada iken, insan katında ölümden daha kötü bir şey olmadığı halde, bu kimse (ahirette) ölümü temenni etmiştir, ölümden daha kötü olan şey, kendisinden dolayı ölümün arandığı azabtır, şeydir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ölüm her şeyden daha büyük iken, şayet karşılaşırsam, kendisinden ötürü ölümü temenni edeceğim şey, ölümden daha kötüdür." 2) Bu zamir, bu kimsenin amel defterini mütalaa ettiğinde müşahede ettiği durum, hal" ifadesine racidir. Buna göre mana, "Keşke, bu durum ve bu hal, bana hükmedilen o ölüm olsaydı.." demek olur. Çünkü o, bu durumda, bu hali, Ölümün acı ve şiddetinden dolayı taddığı şeyden daha kötü ve daha acı görmüş; böylece de, o ölümü, İşte bu hali görünce temenni etmiştir. 28Âyetin tefsiri için bak:32 29Âyetin tefsiri için bak:32 30Âyetin tefsiri için bak:32 31Âyetin tefsiri için bak:32 32"Malım bana bir fayda vermedi. (Bütün) saltanatım benden ayrılıp mahvoldu. (Allah buyurur): "Tutun onu da, (ellerini) boynuna bağlayın. Sonra onu, o alevli ateşe atın. Bundan sonra da onu, yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun". "saltanatım..." ifadesinden ne kastedildiği hususunda da, şu iki izah yapılabilir: 1) Ibn Abbas bu ifadeye, "Dünyada iken Hazret-i Muhammed'in aleyhine olarak istidlalde bulunduğum hüccetlerim benden silinip gitti, kayboldu" manasını verirken, Mukâtil de, uzuvları kendisinin aleyhine olarak müşrik olduğuna şehadet ettiğinde, "Hüccetlerim benden silinip gitti" anlamını vermiştir. 2) "Malım mülküm ve insanlara olan hükümranlığım zail olup gitti. Şimdi, fakir ve zelil olarak kalakaldım" demektir. Bu ifadenin manasının, "Ben, mülküm ve saltanatım sebebiyle, hak üzere olan kimselerle çekişir dururdum... Şimdi ise, malım mülküm yok olup gitti, geriye yaptıklarımın vebali kaldı..." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Bil ki, Allahü teâlâ ilk önce o mutlu (saîd) kimselerin sevinçlerini zikretmiş, daha sonra da onların, güzel yaşayış içinde olduklarını yeyip-içtiklerini belirtmiştir. Aynen bunun gibi, burada da şakî (bedbaht) kimselerin hüzün ve kederlerinden bahsetmiş, daha sonra da onların ellerinin kollarının bağlandığından, yiyeceklerinin irin, ölülerin teninden akan sıvı olduğundan bahsetmiştir. Bu işlerin ilki, cehennem bekçilerinin, "Onu yakalayın.." deyip de, bunun üzerine o kimsenin üzerine yüzbin meleğin yürüyüp, onun ellerini boynuna dolamalarıdır. Ki, işte bu husus, Cenab-ı Hakk'ın, "(ellerini) boynuna bağlayın. Sonra onu, o alevli ateşe atın..." ayetlerinin ifâde ettiği husustur. Müberred şöyle der: "Tıpkı ve denildiği gibi, birisini bir yerde icbaren tutup mevcut bulunduğunda, her iki babdan ve dersin. Binâenaleyh Cenab-ı Hakk'ın, hitabının manası, "Onu ancak cehennemde hazır tutun, oraya atın..." demek olup, de, "en büyük ateş" demektir. Cehenneme bu ad, insanlara hükümran olduğu için verilmiştir. Ayetteki (......) kelimesine gelince, birbiri içine girmiş, muntazam halkalar (zincir) demektir. Ardarda dizilen her şeye "müselsel" denilir. Ayetteki, ifadesinin manası şudur: Arapça'da dirsek ile ölçüp takdir etmek anlamına gelir. Nitekim, "Dirseği ile ölçüp takdir ettiğinde" ifadesi kullanılır. O halde, ayetteki ifadesiyle ilgili olarak şu iki açıklama yapılabilir: 1) Ayetin maksadı, onun bu kadar uzunlukta olduğunu belirtmek değil, tam aksine, uzun oluş ile nitelemektir. Nitekim Cenab-ı Hak, "sayısız, hadsiz hesapsız..." manasız anlamını kastederek, "Onlar için yetmiş defa istiğfar etsek bile..."(Tevbe, 80) buyurmuştur. 2) Onun boyunun bu kadar olduğnu belirtmektir. Sonra da ulema ahirette, her "zira' "ın yetmiş kulaç, her kulacın Mekke ile Küfe arasındaki mesafeden daha uzun olduğunu söylem isterdir. Hasan el-Basrt de, "Bunun hangi zira' olduğunu en iyi bilen Allah'tır" demiştir. Ayetteki, emrine gelince, Müberred şöyle der: "Arapça'da, birisi bir kimseyi, bir şeyi bir yola soktuğunda, zapt-u rapt altına aldığında ve denilir. Yani, "Onu soktu; onu, soktum, zapt altına aldım." Kur'ân'ın kullandığı ifade ise, şeklindedir. (Yani, sülasîdir). Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi cehenneme sokan ne oldu..."(Müddessir,42) ve "Onu, günahkarların kalbine soktuk... "(Şuara, 200) buyurmuştur. İbn Abbas da şöyle demektedir: "Bu zincir, onun dübüründen girer boğazından çıkar; sonra da, kafasını ayaklarıyla birleştirir." Kelbî de, şöyle demektedir: "İpin inciye girmesi gibi, zincire girer, sonra da, kalan kısmı boynu üzerinde toplanır." Burada söyle birkaç soru sorulabilir: Birinci Soru: Bu zincirin uzun olduğunu belirtmenin hikmeti nedir? Cevap: Süveyd İbn Ebû Nuceyh şöyle demektedir: "Bütün cehennemliklerin o zincire vurulduğu haberi bana ulaştı. Bütün, insanlar aynı zincirle bağlanınca, bu sebeple, herbirine yapılacak azab, daha şiddetli olmuş olur." İkinci Soru: Zincirin onlara sokulması, mâkûldür. Ama, onların zincire sokulmasının manası ne demektir? Cevap: Onların zincire sokulmaları, o zincirin onların bedenlerine dolanması, bütün cüzlerinin birbirine girecek bir biçimde sıkıştırılması ve bu kimsenin, o zincirin arasında sıkışmış, hareket edemez bir biçimde bulunması demektir. Ferra da şöyle der: "İfadenin manası, "Sonra onları o zincire sokun" şeklindedir. Nitekim Arapça'da, "Başımı fese soktum..." denildiği gibi, "Fesi başıma soktum..." da denilir. Ve yine Arapça'da, yüzüğe giren parmak olduğu halde; "yüzük parmağıma girmiyor, olmuyor!" da denilir. Üçüncü Soru: Peki Cenâb-ı Hak niçin (......) dedi de, (......) buyurmadı? Cevap: (......) kelimesinin (......) maddesine takdiminde, (......) kelimesinin (......)'ya takdim olunuşunda bahsetmiş olduğumuz husus yatmaktadır. Ki bu da, "Onu ancak, (başkasına değil) bu zincire sokun.." anlamıdır. Çünkü bu zincir, zincirlerin en korkuncudur. Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak, bağlama ve cehenneme sokma işlerini ifade ederken fa edatını kullanmış, bu zincire sokma işini de summe edatı ile belirtmiştir. Şu halde, aradaki fark nedir? Cevap: Buradaki (......) kelimesi ile, sonralık manası kast edilmemiştir. Tam aksine kastedilen şey, bu azabın derecelerindeki farklılıktır. Bil ki, Allahü teâlâ bu korkunç azabı açıkça anlatınca, sebebini de zikretmek üzere şöyle buyurmuştur: 33Âyetin tefsiri için bak:34 34"Çünkü o, O büyük Allah'a inanmazdı. Yoksula yemek vermeye de teşvik etmezdi". Bu ifadelerin birincisi, "kuvve-i akıle"nin; ikincisi de "kuvve-i ameliyye"nin bozulduğuna bir işarettir. Burada birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksula yemek vermeye de teşvik etmezdi..." ifadesi ile ilgili olarak şu iki açıktama yapılabilir: a) "O, yoksulun yemeğinin bol olmasına teşvik etmedi.." b) Ayette geçen (......) kelimesi yiyeceğin ismi olup, "yedirmek" anlamında kullanılmıştır. Bu tıpkı, " bağış" isminin, "vermek" anlamında kullanılması gibidir. Nitekim şair "Senin otlayan yüz (deveyi) vermenden sonra..." demiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksula yemek vermeye de teşvik etmezdi" ifadesinde, yoksulları mahrum etmenin büyük bir günah olduğuna dair iki kuvvetli delil vardır. 1) Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, küfür ifade eden cümleye atfetmiş ve bunu, küfrün emaresi ve işareti saymıştır. 2) Yoksulu yedirmeye teşvik etmeyenin durumu böyle iken, ya bilfiil yedirip içirmeyenin durumu nasıl olur, düşünülsün diye, yedirmemeyi değil de, yedirmeye teşvik etmemeyi zikretmiştir. Bu ayet, kafirlerin, namaz kılıp zekat vermedikleri için, ilahi cezaya duçar olduklarına delalet eder ki "Kafirler, şeriatın füruundan da (amelî kısmından da) sorumludurlar" şeklindeki sözümüzden kastedilendir. Ebû'd Derdâ'nın, yoksullar için çokça çorba pişirmesi hususunda hanımtnı da teşvik ettiği ve "Biz iman etmek suretiyle, o zincirin yarısından kurtulduk; şimdi geriye kalan yarısından kurtulmayalım mı?!" dediği rivayet olunmuştur. Ayetin bu ifadesi ile, kafirlerin yedirip içirmediklerinin kastedildiği de ileri sürülmüştür. Yine bu ifadeyle, onların, "Allah'ın, istemesi halinde yedirip içireceği kimseleri biz mi yedirip içireceğiz..." (Bkz.Yasin,47) şeklindeki sözlerinin kastedildiği de söylenmiştir. 35"Onun için, bu gün burada, kendisine hiçbir yakın ve dost yoktur". Yani, "Ahirette bu kimsenin bir "hamım", yani, kötülükleri kendisinden men eden; bu kötülüklerden ötürü üzülen bir yakını yoktur" demektir. Çünkü onlar, ahirette, birbirlerinden kaçarlar. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir dost başka bir dostunu soramaz..." (Mearic, 10) ayetiyle, "Zalimler için, boyun eğilen hiçbir dost ve bir şefaatçi yoktur" (Mü'min, 18) ayetleri gibidir. 36"Gıslînden başka yiyecek de yoktur". Bu ayetle ilgili iki mesele vardır: Rivayet olunduğuna göre Ibn Abbas'a (......)'in ne demek olduğu sorulmuş da, o da, "Bunun ne demek olduğunu bilemeyeceğim" demiş. Kelbî ise şöyle demektedir: "Bu, azaba duçar edildiklerinde, cehennemliklerden akan irin, kan ve sarı sudur." O halde vezninden olup, kökündendir. (......) yemek için hazırlanan şeye denilir. Cehennemlikler yesin diye irin hazırlanıp sunulduğuna göre, bu, onların yiyeceği olmuş olur. Şöyle de denebilir: Bu, o cehennemlikler için yiyecek makamına konulduğu için, buna "taam- yiyecek" denilmiştir. Nitekim şâir, "onların aralarındaki selamları, bir çeşit ağrı ve sızıdır" anlamında, demiştir ki, darb ve vurma işi, selam olmaz. Ancak ne var ki, onun yerine konulduğu için bu ismi almıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "gıslîn"in kimlerin yiyeceği olduğunu zikrederek 37"Ki onu, suçlulardan başkası yemez..." buyurmuştur. Buradaki (......) kelimesi "günahkarlar" demek olup, bununla da, bilerek günah işleyenler kastedilmiştir. Çünkü, bir kimse bilerek günah işlediğinde denilir ki, bunlar da, müşriklerdir. Hemze ya ya çevrilerek, (......) şeklinde okunduğu gibi, hemze atılarak, şeklinde de okunmuştur. Ibn Abbas, bu kıraati tenkit ederek, "Bu kelime (......) şeklinde okunamaz. Çünkü hepimiz "adım atarız" adım atanlar anlamına gelir)... Bunlar ancak, "günahkar" olanlardır. (Sabıiler) de denmez. Çünkü, bu manada bu kelime ancak şeklinde kullanılır" demiştir. Ibn Abbas'ın tenkidine şu şekilde cevap verilir: "Ayetin bu ifadesi ile, hakkı batıla karıştıranlar ve Allah'ın kanunlarını çiğneyenler kastedilmiş olabilir." Bil ki, Allahü teâlâ, önce kıyametin mümkin bir şey olduğuna, sonra onun vuku bulacağına dair deliller getirip, daha sonra da, saîd ve şaki kimselerin hallerinden bahsedince, bu sözünü, Kur'an'a saygı ve tazim ile sonuçlandırarak şöyle buyurmuştur: 38Âyetin tefsiri için bak:39 39"Neler görüyor, neler görmüyorsanız, (onların hepsine) andederim ki...". Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: Kimi alimler (......) ifadesi ile, "yemin ederim ki" anlamının kastedildiğini, (......)nın ise zaid olduğunu; yahut da, önce geçmiş olan bir sözü red anlamında ("hayır, öyle değil!") dediğini söylerlerken, kimi alimler de, buradaki (......)'nın olumsuzluk için olduğunu, ifadenin, "yemin etmem" anlamına geldiğini söylemişlerdir ki, buna göre ayetin manası söyle olur: "Cenâb-ı Hak adeta, "Ben bu Kur'ân'ın, kerîm bir Resulün sözü olduğuna yemin etmemi" demiş olur ki, bu da, "Çok net, açık ve kesin olduğu için, yemin etmeye gerek yok..." demektir. Biz bu meseleyi, (Kıyame, 1) sûresinin başında tafsilatlı bir biçimde ele alacağız. Cenâb-ı Hakk'ın, "Neler görüyor, neler görmüyorsanız..." ifadesi, şümul bakımından, ne varsa her şeyi içine alan bir ifadedir. Çünkü, her şey bu iki kısımdan, yani ya görülür, ya da görülmez olmaktan halî değildir. Dolayısıyla da, yaratanı-yaratılanları; dünyayı-âhireti; maddeyi-ruhu; insanı-cinni ve açık olanı-gizli nimetleri... hepsini içine alır. 40"O, çok şerefli bir peygamberin sözüdür". Bil ki, Allah Tealâ, Tekvîr Sûresi'nde bu ifadeye yer vermiştir. Alimlerin çoğu, oradaki bu ifade ile Cebrail (aleyhisselâm)'in; buradaki ile de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiği kanaatindedirler Onlar şu şekilde istidlal etmişlerdir: Cenâb-ı Hak burada, "O, çok şerefli bir peygamberin sözüdür" buyurup, bundan sonra da, "Bu bir şair, bir kâhin sözü değildir" demiştir. Halbuki Mekke müşrikleri, Cebrail (aleyhisselâm)'i şair ve kahin diye tavsif etmiyor, bu iki vasıfla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tavsif ediyorlardı. Ama Hak teâlâ (Tekvîr Sûresinde) ise, "Bu, şerefli bir peygamberin sözüdür" buyurup "Bu şeytân-ı racîm'in sözü değildir" deyince, mânâ "Bu, şerefli meleğin sözüdür, kovulmuş şeytanın değil" şeklinde olmuş olur. Dolayısıyla buradaki, "Şerefti elçi" ifadesinden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Tekvîr Sûresi'ndekinden de Cebrail (aleyhisselâm) kastedilmiş olabilir. İşte burada şöyle bir soru yöneltilebilir: Ümmet, Kur'ân'ın, Allah'ın kelamı (sözü) olduğu hususunda müttefiktirler. Ama verilen bu manalara göre, aynı sözün, hem Allah'ın, hem Cebrail (aleyhisselâm)'in, hem de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in olması gerekir ki bu düşünülemez?., buna şu şekilde cevap verilebilir: Tek bir sözün, en ufacık bir münasebetten ötürü bunların herbirine nisbet edilmesi mümkündür. Binâenaleyh Kur'ân, Levh-i Mahfûz'dan dercedip izhar eden zat, Allahü teâlâ olduğu için, O'nun kelamı; gökten yere indirilen olması münasebetiyle, Cebrail (aleyhisselâm)'in kelamı; insanlara açıklayıp, ona imana davet ettiği ve onu peygamberliğinin delili kıldığı için de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kelamı olabilir. 41Âyetin tefsiri için bak:42 42"O bir şair sözü değildir. Siz ne az inanıyorsunuz! O, bir kahin sözü de değildir. Siz ne az düşünüyorsunuz!". Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var: İbn Kesir hariç, kıraat imamlarının çoğu fiilleri, tâ ile ve muhatab sigasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır. İbn kesir ise, bunları, yâ ile gâib sigası olarak okumuştur Binâenaleyh bunları muhatab sigasıyfa okuyanlar, bu fiilleri, (Hakka, 38-39) ifadelerine göre okumuşlardır. Gâib sigasıyla okuyanlar ise, "iltifat" üslubuna göre okumuş olurlar. Ayetteki, (......) edatları, âlimlere göre zaiddir, sırf te'kid için getirilmişlerdir. Ayetteki (......) ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Mukatil şöyle der: "Cenâb-ı Hak buradaki "kelîl" (az) sözü ile, onların, Kur'ân'ın Allah'dan olduğuna hiç inanmadıklarını kastetmiştir. Buna göre mana, "Onlar hiç iman etmezler" şeklinde olur. Nitekim Araplar, "Bize hiç gelmiyor" manasında, "Bize ne de az gelir" derler." 2) O kafirler, kalben buna inanıyorlardı. Ama bundan hemen dönüyor, bu konuda yaptıkları istidlalleri tamamlamıyorlardı. Baksana Hak teâlâ, "O (kafir) düşündü, ölçüp biçti. Sonra da, "Bu ancak seçkin bir büyüdür" dedi" (Mûddessir, 18-24) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şair olmayışını bildirirken, "ne az iman ediyorsunuz"un ifadesini; kahin olmadığını bildirirken ise, "ne az tezekkür edersiniz" ifadesini getirmiştir. Bunun sebebi şudur: Hak teâlâ sanki, "Bu Kur'ân bir şairin sözü değildir. Çünkü bunun özellikleri, bütün şiir çeşitlerinden farklı. Fakat siz iman etmiyorsunuz, yani imana yönetmiyorsunuz. İşte bundan dolayı da düşünmekten yüz çeviriyorsunuz. Eğer imana niyetlenmiş olsaydınız, "o bir şair" şeklindeki sözünüzün yalan olduğunu bilirdiniz. Çünkü Kur'ân'ın terkibi-üslubu-özelliği, bütün şiir çeşitlerinden farklıdır. Yine bu Kur'ân, bir kahin sözü de değildir. Çünkü kahinlerin sözü, şeytanlar ve şeytanların inkarından kaynaklanır. Binâenaleyh bunun, şeytanların öğretmesiyfe olması mümkün değil. Fakat sizler, Kur'ân'ın nazmının nasıllığını ve şeytanları kınadığını hesaba katmıyorsunuz. Dolayısıyla da bunun kehanet nev'inden olduğunu söylüyorsunuz" demektetir. 43"(O), âlemlerin Rabbinden bir indirilmedir". Bil ki bu ayetin bir benzeri de, Şuarâ Sûresi'ndeki, "Şüphesiz bu Kur'ân, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu, inzarcılardan olasın diye, senin kalbine Ruhu'l-Emin (Cibril) indirdi" (Şuâra, 192-194) ayetidir. Şu halde: Bu Kur'ân, Cenâb-ı Hakk'ın indirdiği bir şey olduğu için, Rabbu'l-âlemîn'in kelamı; vasıtasıyla indiği için Cebrail (aleyhisselâm)'in kelamı; onunla insanları inzar (ikaz) ettiği için de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kelamı (sözü)dür. Dolayısıyla Hak teâlâ burada, hem, "Bu şerefli bir peygamberin sözüdür" buyurmuş; bunun peşinden de, problem ortadan kalksın diye, "O, âlemlerin Rabbinden bir indirilmedir" buyurmuştur. Ebu's-Simâl, takdirinde olarak, (......) şeklinde okumuştur. Allah Adına Söz Uydurmanın Cezası 44"Eğer bazı sözleri, Bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı." Bu, Mechûl olarak (uydurulsaydı) şeklinde de okunmuştur. "Tekavvul", "kavi" (söyleme) masdarının "mutavaat" sigasıdır. Çünkü bunda, söz uyduranın, zorlanması söz konusudur. Nakledilen sözleri küçümsemek için, "akâvil" denmiştir. Bu tıpkı "e'âcib" (acaib şeyler), "edâhîk" (gülünç şeyler) gibidir. Buna göre sanki "ekâvii" kelimesi, "kavi" (söz) kelimesinden, uf'üle veznindeki "ukvüle" nin çoğulu olmuş olur. Buna göre mana, "Eğer o bize, bizim söylemediğimiz bir sözü nisbet edecek olsaydı.." şeklinde olur. 45Âyetin tefsiri için bak:46 46"Elbette onun sağ elini alıverirdik. Sonra da hiç şüphesiz onun can damarım koparırdık". Bu ayetle ilgili iki mesele var: Ayetle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, "Onun elinden yakalar ve boynunu vururduk" demektir. Cenâb-ı Hak bunu, padişahların, kendilerine iftira edip, cezayı hakeden kimselere uyguladığı cezaya benzeterek anlatmıştır. Çünkü padişahlar, böylesi kimselere hiç zaman tanımaz, hemen boyunlarını vurdururlar. Hak teâlâ burada özellikle "yemîn" (sağ el) lafzını kullanmıştır. Çünkü cellat, öldüreceği kimsenin ensesine darbeyi indirmek istediğinde sol elinden; boğazına indirmesi ve kılıcı oradan vurmayı istediğinde ki bu, öldürülecek olan, kılıcı gördüğü için, ona çok zor gelecek bir pozisyondur o zaman da sağ elinden yakalayıp vurur. Buna göre ayetteki ifâdesi, "Onun sağ elini" takdirindedir. Ve tıpkı, ifâdesinin, "Onun can damarını keseriz" manasında olması gibidir. Bu açık bir tefsir olup, Hasan el-Basri'den nakledilmiştir. 2) Buradaki "yemîn" kelimesi, kudret ve kuvvet manasınadır. Bu görüş Ferrâ, Müberred ve Zeccâc'ın görüşüdür. Onlar bu hususta Şemmâh'ın şu beytini delil getirmişlerdir:"Ne zaman bir şeref için bir sancak kaldırılsa onu Arabe, kuvvetiyle alır, yakalar." Buna göre ayetin manası, "Biz, ondan bütün gücünü çekip alırız" seklinde olur. Bu manaya göre 'deki zaid olmuş olur, Mukatif, ayete, "Biz ondan hak ile intikam alırız" manasını vermiştir. Bu görüşe göre, ayetteki "yemîn", "hak" manasına olmuş olur ve tıpkı "Siz bize, hak taraftan gelirsiniz" (Saffat,28). Bil ki bu izahların neticesi şu manaya varıp dayanır: "Eğer o (peygamber), Bize, Bizim demediğimiz bir sözü nisbet edecek olsaydı, ya delil getirmek suretiyle onu, bundan menederdik. Çünkü Biz, ona bu konuda muârazada bulunanları, getirip karşısına dikerdik. Böylece bu konuda yalancı olduğu ortaya çıkardı. Böylece de bu durum, onun davasının batılhğını gösterir, sözünü temelinden yıkardı. Yahut da, uyduracağı sözü tam söyleyeceği zaman, bütün gücünü-kuvvetini çekip alarak ona mani olurduk. Doğru söyleyenin yalan söyleyene karışmaması için, Allah'ın hikmetinin gereği de budur." "Vetîn", kalbten uzanıp başa varan ve kesildiğinde canlıların ölüverdiği damardır. Ebu Zeyd, bunun çoğulunun "vütün" şeklinde olduğunu, "evtine" şeklinde de geldiğini, mesela (üç damar) dendiğini; "mevtûn"un ise, "vetîn damarı kesilen" manasına olduğunu söylemiştir. İbn Kuteybe de şöyle der: Cenâb-ı Hak, bu ifadeyle, "Biz onun bu can damarını bilfiil keseriz" manasını değil, "Yalan söylemesi halinde onu öldürürüz ve o sanki bu daman kesilmiş gibi olur" manasını kastetmiştir. Bunun bir benzeri de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Hayber'deki o lokmanın (tefsiri) zaman zaman beni yoklar. İşte o anlar, (sanki) can damarımın kesildiği anlardır" hadis-i şerifidir. Buradaki "ebhür", kalbe bağlı olan damar demek olup, bu kesildiğinde insan ölür. Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) adeta, "Bu o zehirin beni öldürdüğü anlardır. İşte bu durumda, sanki can daman kesilmiş kimse gibi olurum" demek istemiştir. 47"O zaman sizden hiçbiriniz buna mani olamazdınız". Mukatil ve Kelbî "Sizden hiç kimse Bizim böyle yapmamıza mani olamazdı" manasını verirken; Ferrâ ve Zeccâc şöyle demektedir: "Hacizîn" kelimesi, "ehad" kelimesinin sıfatı olabilir. Çünkü "ehad", kendisinde müfred, cemî, müzekker ve müennesin eşit olduğu, genel bir nefy (olumsuzluk ifadesi) için kullanılmış bir isimdir. "Peygamberlerinden hiçbirini (İman hususunda, diğerlerinden) ayırmayız" (Bakara, 285) ve "Sizler, herhangi bir kadın gibi değilsiniz, (Ey Peygamber zevceleri)" (Ahzab, 32) ayetlerindeki "ehad" (bir - hiçbir) kelimesi de bu manada kullanılmıştır." Bil ki "sizden" ifadesindeki hitab bütün insanlaradır. Bil ki Allahü teâlâ, Kur'ân'ın Kendisi tarafından Cebrail (aleyhisselâm) vasıtasıyla, şâir-kâhin olmayan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilmiş bir "hak" olduğunu beyan edince, peşisıra da Kur'ân'ın ne olduğunu beyan etmek için şöyle buyurmuştur: 48"Şüphesiz ki bu Kur'ân, muttakiler için bir derstir" Bu hususu, Bakara Sûresinin başında (Bakara, 2) ayetinin tefsirinde uzunca anlatmıştık. 49"İçinizde (onu) yalanlayanların olduğunu, elbet biliyoruz". Bu, "İçinizden, dünya sevgisinden ötürü, onu yalan sayanların bulunduğunu da biliyoruz" demektir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Kim dünya sevgisinden kendini korursa, bu Kur'ân'dan öğüt almış ve bundan istifade etmiş olur. Kim de, dünyaya meylediyorsa, bu demektir ki o da, bu Kur'ân'ı yalanlamış ve ona yaklaşmamıştır" demektir. Ben derim ki: Mu'tezile, dalâlet ve küfrün Allah'dan olmadığı hususunda bu ayete tutunabilir. Çünkü Hak teâlâ, Kur'ân'ı, "muttakiler için bir öğüt" diye tavsif etmiş; ama Kur'ân'ın, yalanlayıcılar için "bir saptırıcı" olduğunu söylememiş, tam aksine, bu yalanlama ve dalaleti, bizzat onlara nisbet ederek, "içinizden (onu) yalanlayanların olduğunu elbet biliyoruz" buyurmuştur ki bunun bir benzeri de "Doğru yolu bildirmek Allah'a aittir. (Ama) o yoldan sapanlar vardır" (Nahl, 9) ayetidir. Bil ki Mu'tezile'nin bu tür iddialarına karşı cevab, daha önce (defalarca) geçmiştir. 50"Muhakkak ki o, kâfirler için bir pişmanlık (vesilesidir)". "O" zamiri, neye racidir? Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu zamir, Kur'ân'a racidir. Buna göre sanki, "Kur'an, kafirler eçin, ya kıyamette, onu tasdik edenlere verilen mükafaatları gördüklerinde; yahut da dünyada mü'minlerin ulaşacağı saltanatı, güç-kudreti gördüklerinde, bir pişmanlık vesilesi olur" denilmek istenmiştir. b) Mukâtil, buna, "Onların Kur'ân'ı yalanlamaları, onlar için bir pişmanlık sebebidir" manasını vermiş ve bunun delilinin, daha önce geçen, "içinizden (onu) yalanlayanların olduğunu, elbet biliyoruz" (Hakka. 49) ayeti olduğunu söylemiştir. 51"Hiç şüphesiz ki o (Kur'ân), hakka'l-yakîn'dir". Bu, "o kesin bir gerçektir" yani "kendisinde batıllığın yer almadığı bir gerçek; bir şüphenin bulunmadığı bir yakîn (kesin bilgi)dir" demek olur. Bu iki sıfattan biri, te'kid için diğerine muzaf kılınmıştır. 52"O halde o büyük Rabbinin adını tesbih et". Bu, "ya seni, vahye ehil kıldığı için, O'na şükür olarak; yahut da kendisinden beri olduğu yalancı vahyin kendisine nisbet edilmesine razı olmaktan O'nu tenzih et, O'nu tesbih et" demektir. Bu ayetin tefsiri, A'la Sûresi'nin başında ve Besmeto'nin tefsirinde geçmiştir. En iyisini ve en doğrusunu Allah Sübhânehû ve Teâlâ bilir. Salat-u Selâm, ümmî bir peygamber olan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'et onun âline ve bütün ashabına olsun. (Amin). |
﴾ 0 ﴿