MEARİC SÛRESİ

Bu sûre, kırk dört ayettir.

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"İsteyen biri, kafirlerin başına inecek azabı istedi -ki onu önleyecek hiçbir kimse yoktur. (O), mearic sahibi Allah'dandır".

Nüzul Sebebi

Bil ki (sordu - istedi) ifadesi ile ilgili iki kıraat vardır: Kimi alimler bunu hemzeyle okurken, kimisi de hemzesiz okumuşlardır. Birinciler, ki bunlar çoğunluktadır, bu kıraate göre şu muhtemel izahları yapmışlardır:

1) Nadr b. Hars, "Allahim, eğer bu senin katından bir hak ise, üzerimize gökten taş yağdır, yahpt bize elim bir azab ver" (Enfal, 32) deyince, Allahü teâlâ bu ayeti indirdi. Buna göre ayetteki ifâdesi, "Gelecek azabı, çağıran birisi çağırdı (istedi)" şeklinde olur. Bu, birisi birşeyi taleb edip, peşine düştüğünde söylediğin, şeklindeki sözüne vanp dayanır. Hak teâlâ'nın "Onlar orada (cennette), her türlü meyveyi, kendilerini emniyette hissederek davet eder, isterler"(Duhan,55) ayetindeki ifade de bu manadadır. İbnü'l-Enbari der ki: "Bu görüşe göre "bâ" harf-i cerri zâid olmuş olur ve takdir, şeklinde olur. Bu izaha göre, "bâ", te'kid için olmuş olur ve bu tıpkı (Meryem,25) ayetindeki "bâ" gibidir." Keşşaf sahibi şöyle der: "Burada (istedi-sordu) kelimesi, (davet etti) manasında olunca, fiiti gibi müteaddî olmuştur. Bundan dolayı Hak teâlâ da sanki demiş olur."

2) Hasan el-Basrî ve Katade şöyle derler: "Allahü teâlâ.Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderip, o da müşrikleri ilahi azabla tehdid edince, bir kısmı bir kısmına, "Muhammed'e, bu azabın kimin için olduğunu, kimin başına geleceğini sorun" dediler de, Allahü teâlâ bu azabı, 'İsteyen biri kafirlerin başına inecek azabı istedi..." buyurarak haber verdi." İbnü'l-Enbârî, "Bu görüşe göre ayetin takdiri, şeklinde olur. Buna göre, "bâ", manasınadır ve tıpkı şairin "Eğer bana kadınlardan sorarsanız, bilin ki ben kadınların hastalıklarını bilen bir doktorum" şeklindeki şiirindeki "bâ" gibi olur. Nitekim Hak teâlâ,"Onu (yani ondan) bir bilene sor" (Furkan, 59) buyurmuştur. Keşşaf sahibi de, "Bu izaha göre, (......) fiili, (......) ve (......) (önem verdi, ihtimam gösterdi) manalarına gelmiş olur. Buna göre sanki, "Bir önemseyen, olacak bir azabı önemsedi" denilmek istenmiştir" der.

3) Bazı alimler de, ayetteki "isteyen (soran)" ifadesiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiğini, çünkü onun, kafirlerin başına gelecek o azabı hemen istediğini, böylece de Allahü teâlâ'nın, "Bu azab onların başına gelecek. Bunu geri çevirebilecek güç-kuvvet yok" buyurduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Bu tefsirin doğruluğunun delili, ayetin peşisıra gelen "O halde sen, şimdilik güzel bir sabır ile katlan" (Mearic,5) ayetidir. Bu ayet, bu "isteyen"in, güzel sabır ile emrolunan zat olduğuna delalet etmektedir.

Fiilin hemzesiz olarak, (......) şeklinde okunuşuna göre şu iki izah yapılabilir:

a) Böyle okuyan da, hemzeli 'yi kastetmiş, ama "kalb" yaparak kelimeyi hafifletmiştir. Nitekim şair

"Kureyş Allah'ın Resulü'nden bir günah fiili istemiş, böylece Hüzeyl, bu isteği sebebiyle sapmış ve isabet edememiştir" demiştir.

b) Bu kelime, "seyelûn" (ahmak) manasınadır. Bunu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın ayeti, (......) şeklinde okuyuşu da destekler. O halde "seyl", tıpkı "gavr" masdarımn, "gâir" (batan) manasına oluşu gibi, "sall" manasınadır. Buna göre mana, "Bir vadi, o ilahi azabı onların üzerine akıtmak için işe koyuldu" şeklinde olur. Bu tefsir Zeyd b. Sabit ve Abdurrahman b. Zeyd'in görüşü olup, bunlar ayetle "Cehennem vadilerinden bir vadi aktı" manasını vermişlerdir.

Ayetteki "sâil" kelimesinin ancak hemzeli okunacağı hususunda alimler ittifak etmişlerdir. Çünkü bu kelime, eğer hemze fiilinden ise, zaten ister istemez hemzeli olacaktır. Yok eğer hemzesiz bir fiilden ise, "kail" ve "harf" gibi yine hemzeli olacaktır. Fakat sen, istersen hemzeyi hafifletip, kelimeyi bu ikisi arası bir şekilde okuyabilirsin.

Ayetteki "Kafirlerin başına inecek azab" ifadesi ile ilgili şu iki izah yapılabilir:

1) Biz, eğer ayetteki, "isteyen ... istedi" ifadesini, "Nadr, o azabı istedi" manasına alırsak, bu ifadenin manası, "ister istesin, ister istemesin mutlaka olacak bir azabı, bir isteyen istedi" şeklinde olur. Bu böyledir. Çünkü o azab, ahirette kafirlerin başına mutlaka gelecek ve hiç kimse onu geri çeviremeyecektir. Dünyada da Nadr'ın başına gelmiş ve böylece o Bedir günü öldürülmüştür. İşte ayetteki, "Onu önleyecek hiçbir kimse yoktur" ifadesinden kastedilen budur.

2) Eğer biz bu kelmeyi ikinci şıkka göre, yani, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu azabın, kim için ve kimin başına geleceğini sormuş olmalarına göre tefsir edersek, deriz ki: Allahü teâlâ. bu soruya, o azabın kafirlerin başına geleceğini bildirmekle cevap vermiştir. Ama doğru olan birinci görüştür.

Ayetteki, Allah'dandır" ifadesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:

1) Bunun takdiri, ... "Allah'dan gelecek bir azab" şeklindedir.

2) Takdir, şeklindedir ve bu, "Allah'dan sâdır olan bu azab için, yine Allah tarafından bir savuşturucu da yoktur. Çünkü hikmet bu azabın olmasını gerektirmiş ise, Allah'ın bunu yapmaması imkansızdır" demektir.

Zi'l-Me'aric

Ayetteki, "Me'âric sahibi" ifadesine gelince, "me'âric" kelimesi, "mi'rec"in çoğuludur. "Mirec" de, yüksek yere çıkma vasıtası (asansör) demektir."Üstünde çıkacakları asansörler - merdivenler..."(Zuhruf,33) ayeti de bu manadadır.

Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) Kelbi'nin rivayetine göre İbn Abbas, (......) kelimesine, "Göklerin sahibi" manasını vermiştir. Melekler oraya doğru yükselip çıktıkları için göklere, "me'âric" denilmiştir.

2) Katade bu kelimeye, "Fazl, ikram, lütuf ve nimetler sahibi" manasını vermiştir. Bu böyledir. Çünkü Allah'ın nimet ve ihsanlarının bir çok derecesi vardır ve bunlar insanlara, farklı mertebelerde ulaşırlar.

3) Me'âric, Cenâb-ı Hakk'ın velî kullarına, cennette verdiği dereceler manasınadır.

Bana göre bu hususta bir dördüncü izah da şu şekilde yapılabilir: Gökler nasıl, yükseklik-alçaklık ve büyüklük-küçüklük bakımlarından farklı ise, melekî ruhlar da kuvvet-zaaf ve kemal-noksanlık bakımından ilahi bilgilerin çokluğu, kuvveti ve bu alemi tedbirde kuvvetli veya zayıf olmak bakımlarından farklı farklıdırlar. Belki de, Allahü teâlâ'nın nimetlerinin inamının nuru ve rahmetinin feyzinin eseri, bu aleme ancak bu ruhlar vasıtasıyla ulaşırlar. Bu ulaşma da ya alışılmış şekilde olur veya alışılmışın dışında olur. Nitekim Hak teâlâ da, "(Dünyanın) içini idare edenlere yemin olsun ki..." (Naziat, 5) ve "(Dünyanın) işini taksim edenlere yemin olsun ki" (Zariyat, 4) buyurmuştur. O halde bu ayetteki, "O, me'âric sahibi Allah'dandır" ifadesi ile, bu alemin çeşitli ihtiyaçlarının, oraya doğru yükselmesi açısından, tıpkı bir asansör gibi olan; Allah'ın rahmetinin eserinin o alemden burada olanlara inmesi açısından da tıpkı bir merdiven gibi olan o çeşitli ruhlara bir işaret kastedilmiştir.

4

Âyetin tefsiri için bak:5

5

"Melekler ve Rûh ona mesafesi elli bin yıl olan bir günde çıkarlar. Binâenaleyh sen, güzel bir sabır ile sabret".

Melaike ve Ruh

Bil ki Allahü teâlâ'nın Kur'ân'da takip ettiği metod ve üslub şudur: O, her ne zaman korkutma ve işin korkunçluğunu anlatma sadedinde meleklerden bahsetse, bu ayette ve "O gün ruh ve melekler saf saf kalkarlar" (Nebe, 38) ayetinde olduğu gibi, mutlaka onunla birlikte "rûh" (Cebrail'i) ayrıca zikreder ki bu, "Ruh"un, kadr-u kıymet bakımından meleklerden daha büyük olduğunu gösterir. Burada şöyle bir incelik var: Allahü teâlâ "urûc" (çıkma-yükselme) tabirini kullanırken, bu ayette olduğu gibi, önce melekleri sonra Ruhu; kıyam (kalkma) ifadesini kullanırken de, Nebe, 38. ayette olduğu gibi, önce Ruhu sonra melekleri zikredir. Bu, Ruhun, inişde ilk, çıkışta da ikinci olmasını gerektirir. İşte bu noktada bazı keşif ehli zatlar şöyle demektedirler: Rûh, Allah'ın celâline yakın olan en büyük nurdur. Diğer meleklerin ruhu, bu nurdan dallanır-budaklanır. İman ise, rûh derecelerinin en sonunda yer alır. Binâenaleyh bu iki uç arasında, çeşitli melek ruhların ve kudsî nurların derece ve mertebeleri vardır. Bunların tam sayısını ancak Allahü teâlâ bilir.

Müşebbihe'ye Cevap

Allahü teâlâ'nın bir mekanda, ya Arş'da, yahut Arş'ın üstünde olduğunu savunanlar, bu ayeti şu iki bakımdan görüşlerine delil getirmişlerdir:

1) Ayet, Allahü teâlâ'nın, "me'âric sahibi" diye mevsuf olduğunu göstermektedir ki bu ancak, Allahü teâlâ'nın üstte bir yerde olması durumunda söz konusu olur.

2) Hak teâlâ, "Melekler ve Ruh ona ... çıkarlar" buyurmuştur. Böylece meleklerin çıkış ve yükselişlerinin "O'na" doğru olduğunu beyan etmiştir ki bu da Hak teâlâ'nın üst tarafta olmasını gerektirir.

Buna şu şekilde cevap veririz: Deliller, Hak teâlâ'nın bir mekanda bir yönde bulunmasının imkansızlığına delalet edince, bu ayetin kesinlikle te'vil edilmesi gerektiği sabit olmuş olur. Şimdi, Allah'ın "me'âric sahibi" diye mevsuf oluşu ile ilgili izahları biraz önce yaptık. Fakat ayetteki, "Ona, ona doğru "ifâdesinde, harf-i cerrinin yer alışından, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekanda olduğu manası kastedilmemiş, aksine bütün herşeyin O'nun iradesine varıp-dayandığı kastedilmiştir. Bu, "Bütün işler, O'na döndürülür (varıp O'na dayanır)"(Hud, 123) ayetiyle anlatıldığı gibidir. Bu ifadeyle de, "izzet ve şerefin bulunduğu yere yükselip varır" manası kastedilmiştir. Bu manasıyla ayet, tıpkı, "Ben Rabbime gidiyorum. O bana hidayet edecektir" (Saffat, 99) ifadesi gibi olur ve bu mükâfaat yurdu (cennetin) en yüce ve en üstün mekan olduğuna bir işaret olmuş olur.

Elli Bin Yıllık Gün

Çoğu âlim, ayetteki harf-i cerrinin fiiline taalluk ettiği görüşündedirler. Buna göre, "Bu çıkış, bu özellikteki bir günde olur" demektir. Mukatil "Hayır, bu harf-i cer, ifadesine taalluk eder" der. Bu görüşe göre, ayette, bir takdir-tehir söz konusudur ve takdiri, ..."mesafesi elli bin sene olan bir günde vaki olacak bir azab" şeklindedir. Birinci manaya göre, o gün, ya ahirette, ya dünyadadır. Ahirette olmasına göre, bu uzunluk, ya vakidir, yahut da mukadderdir. İşte ayetin hulasa olarak bize sunduğu manalar bunlardır. Biz bunu daha tafsilatlı bir biçimde ele alacağız:

Birinci Görüş: Ayetin manasının, "bu çıkış ve yükseliş, uzunluğu elli bin sene olan bir ahiret gününde olacak. O gün de kıyamet günüdür" şeklinde olduğunu söyleyen görüş, Hasan el-Basrî'nindir. O şöyle der: "Cenâb-ı Hak, bu günün sadece bu uzunlukta olduğunu kastetmemiştir. Çünkü eğer böyle olsaydı, o gün için bir son belirlenmiş olurdu. Böyle olunca da cennet ve cehennem, fâni olurdu. Bu ise olamaz. Aksine bununla, mahlukatın aralarında hüküm infaz edilinceye kadar hesap için duruşlarının, dünya yıllarından elli bin yıl olacağı manası kastedilmiştir. Artık bundan sonra cehennemlikler ki bunlardan olmaktan Allah'a sığınırız-, cehennemin derekelerinde karar kılarlar..."

Bil ki bu uzunluk kafirler hakkında olacaktır. Mü'minler için ise böyle birşey söz konusu değildir. Bunun delili hem ayet, hem de hadistir. Ayetin delili, "O gün cennetliklerin eğlenip duracakları yer, çok hayırlı, dinlenecekleri yer çok güzeldir" (Furkan, 24) ifadesidir. Alimler burada bahsedilen durma ve dinlenme yerinin, cennet olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hadisten delili ise, Ebû Sa'fd el-Hudrî (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu hadistir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, "O günün uzunluğu ne kadar?" diye sorulduğunda, o "Canım, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o gün, mü 'min için, dünyada iken kıldığı bir farz namaz vaktinden daha hafif olacak şekilde, hafifletilir" Müsned, 3/75. demiştir.

Bazı kimselerde şöyle demektedirler: "bu bekleme işi eğer uzarsa, cennetliklerin sevinçlerinin ve rahatlıklarının artmasına; cehennemliklerin de hüzün ve kederlerinin artmasına sebep olur." Buna şu şekilde cevap verilebilir: Ahiret, ceza ve mükafaat yurdudur. Binâenaleyh mükafaat elde edenlerin, mükâfaatlarının acele verilmesi gerekir. Mükâfaatın verileceği yer ise, mevkîf (haşr meydanı) değil, cennettir. Şu halde orada uzun bekleyişin, mutlaka ve mutlaka kafirler için olması gerekir.

İkinci Görüş: Bu süre, ahirette olacaktır. Fakat bilfiil gerçek olacak değil de, mukadder olarak farzedilerek olacaktır. Buna göre mana, "Eğer bu hüküm ve karar verme işiyle, insanların en akıllısı ve zekisi meşgul olsaydı, bu işle ellibin yıl uğraşırdı. Fakat Allah, bu hüküm ve karar verme işini, dünya günlerinden bir gününün yarısı kadar bir zamanda tamamlar. Yine aynen bunun gibi, melekler bir takım yerlere çıkar, yükselirler. Eğer bir dünyalı oralara çıkmak istese, bu çıkışı elli bin yıl sürerdi. Fakat melekler bu mesafeyi, kısa bir zamanda alırlar.

Bu görüş Vehb (b. Münebbih) ve bir gurup müfessirin görüşüdür.

Üçüncü Görüş: Ebû Müslim'e ait olan bu görüşe göre, bahsedilen gün, dünya günüdür. Bu, Allah'ın yarattığı ilk şeyden başlayıp, yok olmanın, en sonuna kadar olan süredir. Böylece Allah Tealâ, meleklerin, iniş çıkışlarının mutlaka dünya gününde olduğunu, bu günün müddetinin ise elli bin yıl olarak takdir edildiğini beyan etmiş olur. Bu görüşe göre, kıyametin ne zaman kopacağı belirlenmiş olmaz. Çünkü biz, bu müddetten ne kadarının geçmiş, ne kadarının kalmış olduğunu bilemeyiz.

Dördüncü Görüş: Ayetin takdiri manası, "Miktarı elli bin yıl olan bir günde, Allah tarafından gelecek o azabı bir soran sordu" şeklindedir. Şimdi bununla, o günün müddetinin takdir edilmesi de kastedilmiş olabilir. Bu izaha göre, ayetten kastedilen, o azabın bu kadar bir süre ile sınırlandırılmış olması değil, aksine azabın süresinin çok uzun olduğuna dikkat çekmedir. Sonra bu soranın sorduğu istediği o azabın bu müddetle sınırlanmış olması ama, Allahü teâlâ'nın o kimseyi bundan sonra başka bir azaba nakletmesi de muhtemeldir.

Buna göre eğer, "İbn Ebî Müleyke, ibn Abbas (radıyallahü anh), hem bu ayetin, hem de, "uzunluğu bin yû olan bir günde"(Secde, 5) ayetinin manası sorulduğunda, İbn Abbas (radıyallahü anh), bunlar, Allah'ın bahsettiği (adını koyduğu) günlerdir. Bunların nasıl olduğunu en iyi bilen O'dur. Tam bilmediğim bir hususta konuşmayı hoş görmem" dediğini rivayet etmiştir?.." denilirse ve "Peki bu iki ayetin arasını, uzlaştırma hususunda, sizin görüşünüz nedir?" denilirse, biz deriz ki: Vehb, bunun cevabı hususunda şöyle demiştir: "Âlemin en aşağısı ile, Arş'ın en üstü arası elli bin yıldır. "En aşağı göğün en üstü ile dünya arası da, bin yıl mesafedir. Çünkü her göğün eni, beş yüz senelik yoldur. Göğün en alt noktası ile, yerin en alt noktasının arası da bir diğer beş yüz yıllık mesafedir. O halde, Cenâb-ı Hak, Secde Sûresi 5. ayetteki bin yıllık gün ile, dünya gününü kastetmiştir. Bu da, eğer onlar buradan en yakın göğe çıkacak olsalardı, bin yıl; oradan da Arş'ın en uç noktasına çıkacak olsalardı bu da elli bin yıl sürerdi.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Binâenaleyh sen güzel bir sabır ile sabret" ayetiyle ilgili şöyle iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki bu ifade, Hak teâlâ'nın 'isteyen biri... istedi"ayeti ile ilgilidir. Çünkü Nadr b. Harsın o azabın hemen verilmesini istemesi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay etmek ve vahyi yalanlama tarzında olmuştu. Bu ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in canını sıkan hususlardan oldu. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), buna sabretmekle emrolundu. Aynen bunun gibi, bu azabın kim için olduğunu soran da, işi sarpa sardırma gayesiyle sormuştu. Bunu soran, Mekke kafirlerindendi.

O ayeti, (......) şeklinde okuyanlara göre ise, mana şu şekildedir: "Meydana gelmesi yakın olduğu için, azab (neredeyse) geldi. Binâenaleyh sabret, çünkü intikam vakti gelip çattı."

İkinci Mesele

Kelbî şöyle der: "Bu ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), savaşla emrolunmazdan önce nazil olmuştur.

6

Âyetin tefsiri için bak:10

7

Âyetin tefsiri için bak:10

8

Âyetin tefsiri için bak:10

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"Onlar onu uzak görüyorlar, Biz ise onu yakın görüyoruz. O gün gök, erimiş maden gibi olacak; dağlar atılmış yün gibi olacak. Hiçbir dost, hiçbir dostunu arayıp sormayacak".

"Onu uzak görüyorlar" ifadesindeki "onu" zamiri neye racidir? Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, "o azab"a racidir.

b) Bu, "mesafesi elli bin yıl olan o gün"e racidir. Buna göre mana, "Onlar bunu imkansız görürler ama, Biz onu kudretimiz açısından, yakın, kolay, mümkün, uzak olmayan bir şey olarak görürüz" şeklindedir. Binâenaleyh bu manaya göre, buradaki "uzaklık" ile, mümkün oluş açısından uzaklık; "yakınlık" ile de yine mümkün oluş açısından olan yakınlık kastedilmiş olur.

Kıyamette Göklerin Hail

Hak teâlâ'nın, "O gün gök, erimiş maden gibi olacak, dağlar atılmış yün gibi olacak. Hiçbir dost, hiçbir dostunu arayıp sormayacak" ifadesiyle ilgili olarak şu iki mesele var:

Birinci Mesele

Buradaki "yevm" (o gün) ifadesi ne ile mansubtur? Bu hususta şu ihtimaller var:

1) Bu, "kariben" (yakın) kelimesi ile mansubtur. Buna göre mana, "Biz onu göğün erimiş maden gibi olduğu günde yakın görürüz" şeklinde olur ki bu da, "O mümkündür ve o günde imkansız değildir" demektir.

2) Kelamın takdiri, "Göğün erimiş maden gibi olduğu günde başlarına gelecek o azabı bir soran sordu" şeklindedir.

3) Kelamın takdiri, "Göğün erimiş maden gibi olduğu günde, söyle şöyle olur" şeklindedir.

4) Buradaki "yevm" (gün), bir önceki "yevm"den bedeldir ve takdiri manası, "miktarı elti bin yıl olan günde, yani göğün erimiş maden gibi olacağı günde olacak o azabı bir isteyen istedi" şeklindedir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, bu günle ilgili olarak bir takım sıfatlardan bahsetmiştir:

Birinci Sıfat: Semanın, erimiş maden gibi olacağı meselesi.

Biz, mühl'ün ne demek olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın, (Kehf, 29) ayetini tefsir ederken izah ettik. İbn Abbas, bu kelimeye "Zeytin yağın tortusu gibi..." manasını verirken, Atâ'nın İbn Abbas'tan rivayetine göre, "katranın posası..." manasını da vermiştir. Hasan el-Baarî de, eritildiğinde "gümüş gibi olan..." manalarını vermiştir ki, bu aynı zamanda İbn Mes'ûd'un da görüşüdür.

İkinci Sıfat: O günde dağların, atılmış olan renkli yünler gibi olması.. Çünkü, Arapça'da çeşitli renklere boyanmış yün, demektir. Bu şekilde bir teşbih yapılmıştır, çünkü dağlar "Dağlardan da beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli ve kuzguni siyah yollar (yaptık)..."(Fatır,27) şeklinde ifade edilmiştir. Binâenaleyh, atılıp da havada uçurulduğunda, tıpkı rüzgârın uçurduğu atılmış renkli yünlere benzemiş olur.

Dost Dostunu Aramayacak

Üçüncü Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, hiçbir dost, hiçbir dostunu arayıp sormayacak..." ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ayetle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Abbas, "Hamım, kanbağı bulunan yakın ('âsabe) demektir" demiştir. Bu sormayıp, herkesin kendi derdi ve nefsiyle meşgul oluşundan dolayı olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Her emziren kadın, emzirdiğinden (çocuğundan) gaflet eder" (Hac, 2) ve "O gün kişi, kardeşinden ... kaçar... Zira herkesin o gün, kendisini meşgul edecek bir işi vardır..." (Abese, 37) ayetleri gibidir. Sonra, bu ayetle ilgili olarak şu izahlar yapılır:

1) Ayetin takdirinin, şeklinde olması.. Buna göre bu demektir ki, "hazf ve îsal yapılmıştır (harf-i cer hazfedilmiş, fiil isimle doğrudan (vasıfsız) ilgi kurmuştur.

2) "Hiçbir dostuna, "Nasılsın?" diye soramaz. Ve onunla konuşamaz... Çünkü, herkesin, böylesi bir söz söylemekten onu alıkoyacak bir işi vardır."

3) "Hiçbir dost hiçbir dosttan, şefaatte bulunmasını, kendisine ihsan etmesini ve kendisine acımasını isteyemez."

İkinci Mesele

İbn Kesir, yâ'nın dammesi ile (......) şeklinde okumuştur ki, buna göre mana, "Hiçbir dosta, bu yolla, berikinin durumu ortaya çıksın diye dostunun hali sorulamaz.." şeklinde olur ki, bu tıpkı, "Candan dost olan kişi hakkındaki haberin, yine candan olan dostu tarafından duyulması ve bilinmesi... gibi olmuş olur. Bu okuyuşa göre de, harf-i cer hazfedilmiş olur. Ferrâ der ki: "Mana; "Hiçbir dosta "dostun nerede diye sorulmaz.." şeklindedir. Ben, bu kıraati sevmiyorum; çünkü bu okuyuş, kurrâ'nın üzerinde ittifak ettiği okuyuşa muhaliftir."

Kurtulmak İçin Herkesi Feda

11

Âyetin tefsiri için bak:14

12

Âyetin tefsiri için bak:14

13

Âyetin tefsiri için bak:14

14

"Onlar, birbirine gösterilirler. Günahkar, o günün azabından kurtulmak için fidye vermeyi arzu eder: Oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini barındırmakta olan soyunu sopunu ve yeryüzünde kim varsa hepsini.. Ta ki kendisini kurtarsın".

Arapça'da, "onu gördüm.." denitir. Nitekim ayette "Ben, onların görmediği şeyi gördüm... "(Taha,96) varid olmuştur. Yine Arapça'da, "Zeyd beni şu şekilde gördü.." denilir. Binâenaleyh, harf-i cer hazfedildiğinde, sen, (......) dersin. Fiili, mef'ulü bihine verip de harf-i cerh hazfettiğin zaman ise (......) dersin ki, işte, (......) ifâdesinin manası budur. Fiil çoğul getirilerek, şeklinde ifâde edilmiştir, zira fa kelimesi, her ne kadar lafız itibariyle tekit bir kelime ise de kendisiyle çokluk ve cemî manası kastedilmiştir. Bunun delili ise "Bizim şefaatçilerimiz yoktur, içten dostunuz da yoktur"(Şuara, 101) ayetidir. O halde (......) kelimesinin manası, "onlar onları tanırlar" şeklindedir. Yani, "Dost dostunu çok iyi tanır, ama buna rağmen, kendi başının derdine düştüğü için, dostunun halini soramaz.." demektir.

Şayet, ifadesinin irâbtaki yeri nedir?" denilirse, biz deriz ki: Burada şu iki izah yapılabilir:

1) Bu ifade, kendinden öncekilerle alakalı olup, Cenâb-ı Hak adeta, "Hiçbir dost hiçbir dostu sormaz..." deyince, "Belki görmemiştir..." denilir de, bunun üzerine, "Onlar onları gördüler, ama ne var ki, kendi başlarının derdine düştükleri için, onların durumunu sorma imkanı bulamadılar" denilmiştir.

2) Bu ifâde, kendinden sonra gelen kısımla alakalıdır. Buna göre mana, "Mücrimler mü'minleri, kendi nefsini kurtarmak için herşeyi fidye vermeyi arzuladıktan durumda görürler. Çünkü insan, çok ileri derecede bir belanın içine düşer de, sonra düşmanı onu bu halde iken görürse, bu, bu kimseye son derece güç ve zor gelir.

Dördüncü Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Mücrim, o günün azabından kurtulmak için fidye vermeyi arzu eder: Oğullarım, karısını..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"Mücrim", kafir anlamındadır. Bu kelimenin, bütün günahkarları içine alan bir ifade olduğu da ileri sürülmüştür.

Kıraat Farkları

Ayetteki (......) kelimesi, mecrûr okunduğu gibi, mebnî olan bir kelimeye muzaf olması sebebiyle, mebnî olarak fetha üzere (......) şeklinde de okunmuştur. Yine bu ifade tenvin île, (......) şeklinde de okunmuştur. (......) ifadesinin mansub oluşu ile, (......) kelimesi sebebiyledir. Çünkü buradaki (......) kelimesi, masdar anlamındadır.

Fasîle

Ayetteki "Kendisini barındırmakta olan soyunu sopunu ve yeryüzünde kim varsa hepsini..." ifadesine gelince; "Kişinin "fasîle"si, onun, kendilerinden neş'et edip yine kendilerine varıp dayandığı akrabası" demektir. Çünkü "fasile" ile, ism-i mef'ûl (yani "mefsûle") manası kastedilmiştir. Zira, çokluk, ebeveyninden kopmuş, ayrılmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Fatıma, benden bir parçadır.." buyurmuştur. Dolayısıyla çocuk, ana-babasından ayrılmış olunca, ana-babası da ayrılma işine muhatap olanlar olurlar. İşte bu sebeple de, "fasîle" diye adlandırılmışlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in amcası Abbas'a da, "Peygamberin fasilesi.." ismi verilmiştir, çünkü amca, baba yerindedir. (......) kelimesine gelince, bunun manası, "Neseben kendisine varıp dayandığı için, veya bela ve musibetler esnasında kendisine sığındığı için, onu bağrına basan..." şeklindedir."Ki nihayet, kendisini kurtarsın" ifadesine gelince, burada şu iki izah yapılabilir:

a) Bu kelime,kelimesine matuf olup, buna göre mana, "Mücrim kişi, bütün bunları verip de, kendisini kurtarmayı arzulayıp durur.." şeklinde olur.

b) Bu kelime, ifadesiyle alakalıdır. Buna göre kelamın takdiri "Mücrim kimse, yeryüzündekilerin tümünü vermeyi ve kendisini kurtarmayı arzular" şeklinde olur. Ayetteki (......),bu kurtarma işinin uzak ve imkânsız bir şey olduğunu ifade etmek için getirilmiştir. Buna göre mana, "kişi bütün bunların kendi elinin altında olmasını ve kendisini kurtarmak için bunları feda etmeyi temenni eder; ama nerede onun kurtarması?!.." şeklinde olur.

Cehennem Alevi

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Fakat ne mümkün? Çünkü o, bedenin bütün uzuvlarını söküp koparan halis bir alevdir".

(......) kelimesi mücrim kimseyi, oğullarını, arkadaşlarını, kardeşlerini fidye verip kendisini kurtarma arzusundan caydıran, bunun imkansızlığını gösteren ve bu fidyenin ona hiçbir fayda vermeyip, onu o azabtan kurtaramayacağını bildiren bir tabirdir.

Ayetteki, "o" kelimesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, zamir "ateş"e (cehenneme) racidir. "Nâr" (ateş) kelimesi daha önce geçmemişti. Fakat "azab"ın zikredilmiş olması, o "ateş"e delalet etmektedir.

b) Bu zamirin, "zamir-i kıssa" olması da mümkündür.

(......), cehennem isimlerinden biridir. Leys, "Lezâ"nın, "hâlis alev" manasında olduğunu söylemiştir. Nitekim Arapça'da (......) denilir. (Leyl, 14) ayeti de bu manadadır. (......) cehennemin isimlerinden bir isim olup, masdardan nakledilmiştir ve gayr-ı munsarıf-mu'reb bir kelimedir. İşte bundan ötürü tenvinlenmez.

(......) kelimesi ise, merfû olarak da okunmuştur. Bunun sebebi hususunda da şu izahlar yapılabilir:

1) "Ha" zamirinin, "zamir-i Imâd" (zamir-i şân) kabul edilmesinden dolayı, yahut da (......)'nın, (......)'nin ismi, (......)'nün de haber yapılmasından dolayı merfû okunmuştur. Buna göre sanki, "Şüphesiz lezâ (cehennem), uzuvları söküp koparandır."

b) Bu "hâ"nın, zamir-i kıssa; "lezâ"nın mübtedâ, (......)'ün de haber kılınması ve mübteda-haberden oluşan bu cümlenin, zamir-i kıssa'nın haberi yapılması sebebiyle böyle okunmuştur. Buna göre kelamın takdiri, "Durum şudur ki: Lezâ, (cehennem), insanın uzuvlarını söküp koparandır" şeklinde olur.

c) Bu ifadenin, "zemm" üzere merfû okunmuş olması da mümkündür. Buna göre takdir "Şüphesiz o lezâ (cehennem)dir ve o, uzuvları söküp koparandır" şeklindedir. Bu, Ahfeş, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşüdür.

Bu kelimenin mansub okunuşu ile ilgili olarak da şu üç izah yapılabilir:

a) Zeccâc, tıpkı, (Bakara, 91) ayetinde ve "Ben tanınmış bir kimse olarak Zeyd'im" cümlesinde olduğu gibi, bunun "hâl-i müekkide" olduğunu söylemiştir. Ebû Ali el-Farisî buna itiraz ederek, "Bu kelimeyi "hal" saymak uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu cümlede, "hal"de amel edecek hiçbirşey yok.

Buna göre eğer, "Lezâ" kelimesinde, fiil manası vardır" dersen, bu da doğru olmaz. Çünkü "Lezâ", belli bir mahiyetin (şeyin) özel ismidir ve mahiyetleri, "haf'ler ile kayıtlamak mümkün değildir. "Hal"ler ise kayıtlanması mümkün olan şeyler, fiillerdir. Mesela, "Alim olduğu halde adam..." denilemez, aksine, "Alim olduğu halde bir adamı gördüm" denilir" demiştir.

b) "Lezâ"nın, alabildiğine şiddetle yanan bir ateşin ismi olması manasından dolayı, bu cayır-cayır yanmasını ifade eden fiil, "nezzâeten" kelimesini nasbetmiş olur.

c) Bu kelime, "ihtisâs"tan ötürü mansub okunmuştur. Buna göre takdir, "O, Lezâ (cehennemdir). Ben bununla, bütün uzuvları söküp atan bir şeyi kastediyorum" şeklinde olur. Bunun böyle olmasına bir mani yoktur.

Üçüncü Mesele

"Şevfi", "etraf", yani kollar-bacaklar manasınadır. Nitekim Arapça'da ok atan birisine, avın can alıcı yerine isabet ettirmediğinde, denilir ki bu, "Kanadına-koluna-ayağına isabet ettirdi, tam hedeften vuramadı" demektir. "Şevâ" aynı zamanda, başın derisine de denilir. Bunun müfredi, "şevaf'dır, Şair A'şâ'nın "Kuteyle dedi ki: Ona ne olmuş da, başının derileri (saçları) hepten ağarmış?!.." şeklindeki beyti de bu manadadır. Bütün bunlar dilcilerin izahlarıdır. Mukâtil buna, "Ateş başı, kolları ve bacakları söküp atar, dolayısıyla da, et ve deri namına birşey bırakmaz, hepsini yakıp kül eder" manasını verirken, Sa'îd b. Cübeyr, "Ateş, sinirleri, topukları, kol ve bacak etlerini yakıp kül eder, parça parça eder" manasını vermiştir. Sabit el-Benanî de, "İnsanın yüzünün güzelliğini, o ateş söküp alır" manasını vermiştir.

Bil ki ateş (cehennem) bu uzuvları yok ettikçe, Allahü teâlâ, yeniden yaratır. Nitekim O, "Derileri piştikçe, azabı hep tadmalan için, onlan başka derilerle (yenileyip) değiştiririz" (Nisa,56) buyurmuştur.

Cehennemin Çağrısı

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"O, yüz çeviren arka donup giden ve mal biriktirip kab içinde saklayanı ("gel, gel" diye) çağırır".

Bu ayetlerle ilgili iki mesele var:

Birinci Mesele

Alimler, "Leza" (cehennem) ateşinin kafirleri nasıl çağırdığı hususunda şu değişik izahları yapmışlardır:

1) Cehennem, kafirleri lisann hal ile çağırır. Bu tıpkı, mesela, "Yere sor, nehirlerini kim kazdı, ağaçlarını kim dikti? Eğer o sana sesli cevap vermezse, itibarî olarak cevap verir" denilmesi gibidir. Binâenaleyh burada da her kafirin varacağı yer, cehennem köşelerinden bir köşe olduğuna göre, adeta bu yerler, o cehennemlikleri çağırır ve orada bulundururlar.

2) Allahü teâlâ, cehennemin kütlesinde (kendisinde) konuşma kabiliyeti yaratır. O da açıkça, "Bana doğru gel ey kafir, ey münafık" der, sonra da onları tıpkı bir tahılın toplanışı gibi (tek tek) toplar.

3) Bu çağırma ile, cehennem zebanisinin çağırması kastedilmiştir. İfadede muzaf hazfedilmek suretiyle, bu çağırma işi cehenneme isnad edilmiştir.

4) Buradaki, "çağırır" fiili, "helak eder" manasına olup, "Arapların, "Allah seni helak etsin" manasında söyledikleri deyimine varıp dayanır.

Ayetteki, ..."Yüz çeviren, arka dönüp giden"tabiri, "Allah'a ibadete sırtını çevirip, imana arka dönüp, mal biriktiren ve onu bir kaba (kasaya) koymak suretiyle, "kenz" yapan (istifleyen), o malum zekatını ve farz olan haklarını ödemeyen kimseyi..." demektir. Dolayısıyla "Yüz çeviren, arka dönüp giden" ifadesi, kişinin marifetullah'dan ve Allah'a itaattan yüz çevirişine; "mal biriktirip, kab içinde saklayan..." ifadesi de, dünyayı sevişine bir işarettir. Binâenaleyh "biriktirme", kişinin hırsına, "kab içinde saklama" deyimi de, kişinin tûl-i emeline bir işaret olup, bütün dinî afetlerin işte bu şekilde olacağında hiç şüphe yoktur.

Hırslı İnsan

19

"Gerekten insan hırsına düşkün yaratılmıştır".

Bu ayetle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bazı kimseler, buradaki "insan" sözü ile kafirlerin kastedildiğini söylerlerken; bazıları da, "Hayır bu, bütün insanları içine alan bir ifadedir. Delili ise, Hak teâlâ'nın namaz kılanlar" (Me'aric, 22. ayette), bu "insanlardan istisna etmiş olmasıdır.

Helû

Arapça'da (......) denilir ki bu, kişinin çok hırslı ve sabırsız olduğunu ifade eder. Nitekim mesela Arapça'da, "Acıktı ve sabırsızlandı" denilir. Ferrâ, helû "canı sıkkın" olduğunu söyler. Keza; Müberred de (......)'nın "canı sıkıldı" manasında olduğunu belirtir. Nitekim Arapça'da "Akranlarıyla yan yana geldiğinde, canı sıkılıp sızlanan kimseden Allah'a sığınırız" denilir. Ahmed b. Yahya'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Muhammed b. Abdullah b. Tâhir, bana, "Helû" ne demek?" diye sorduğunda, ben, "Allahü teâlâ onu açıklıyor. Allah'ın açıklamasından daha açık tefsir yok. Helû', başına bir kötülük geldiğinde yaygarayı basan, güzel bir şey elde ettiğinde ise, cimrilik eden, insanlara vermeyendir" dedim.

Üçüncü Mesele

Kâdî şöyle der: "Ayetteki bu tabir tıpkı, "insan aceleden yaratıldı"(Enbiya, 37) ayeti gibidir. Bu kelime ile kişinin, bu vasıf üzere yaratıldığı kastedilmemiştir. Delili ise, Allahü teâlâ, kendi yarattığı şeyi zemmeder mi? Bir de Allah, bu kötü özelliği bırakma hususunda, kendileriyle mücadele eden mü'minleri bundan istisna etmiştir. Şimdi, bu kötü özellik, Allah'ın yaratmasıyta meydana gelmiş, kaçınılamaz bir şey olsaydı, mü'minler bundan kurtulamazlardı."

Bil ki "helû" kelimesi şu iki şey için kullanılır:

a) İnsanın, kendisinden ötürü yaygarayı basmayan ve sızlanmaya yöneldiği ruhi bir hal için...

b) Bu ruhi hale delalet eden sözlü ve fiili, açık davranışlar için... O ruhî halin, Allah'ın yaratmasıyta meydana geldiğinde şüphe yoktur. Çünkü bu hal üzere yaratılan kimsenin, bunu Üzerinden atması mümkün değildir. Mesela kahraman ve cesur olarak yaratılan bir kimsenin, bu vasfı kendinden silmesi mümkün değildir. Fakat mesela sözlü veya fiilî olan, zahirî tavırları ve onlara yönelmeyi bırakmak ise mümkündür. Dolayısıyla bu, insanın iradesine bağlı kısımdır. Ama gerçek manada "helû' " demek olan, ruhî hallere gelince, bunlar, kaçınılmaz olandır.

Şikayetçi İnsan

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"İnsana bir şer dokundu mu feryadı basar, bir hayır (maddî kazanç) dokununca da çok cimri olur".

Buradaki "şer" ve "hayır" sözleri ile, fakirlik-zenginlik; yahut hastalık-sıhhat kastedilmiştir. Şu halde, mana, "İnsan fakir veya hasta olduğunda, şikayetlenir durur, hep sızlanır. Ama zengin ve sıhhatli olduğunda ise, maruf ve güzel olan şeyleri diğer insanlarla paylaşmamaya, malı konusunda cimrilik etmeye ve diğer insanlara dönüp bakmamaya başlar" şeklindedir.

Buna göre eğer, "Bu sözün neticesi, zararlı şeylerden kaçıp, rahat peşinde koşmaya dayanır ki işte akla uygun olan da budur. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin İnsanı bu yüzden zemmetmiştir?" denilirse, deriz ki: "Hak teâlâ İnsanı, o, bütün düşünce ve hikmetini dünyevî-maddî şeylere hasrettiği (sarfettiği) için kınamıştır. Halbuki insana düşen ve onun görevi olan şey ahiret için uğraşmasıdır. Binâenaleyh kişi hastalandığında veya fakir düştüğünde ve Allah'ın dilediğini yapıp, istediğine karar vereceğini bildiği için, bunun Allah'dan olduğunu gördüğünde, buna rıza gösterir-katlanır. Yine, eline mal-para geçtiğinde ve sıhhatli olduğunda da, bu iki şeyi, uhrevî mutlulukları elde etmek için harcar.

Bil ki Allahü teâlâ şu sekiz sıfatı kendisinde bulunduran kimseleri, bu kötû-mezmûm hasletten istisna etmiştir.

İyi Vasıflar

Birinci Sıfat: Bu, Hak teâlâ'nın şu ayetinde anlatılmaktadır:

1. Namaz

22

Âyetin tefsiri için bak:23

23

"Namaz kılanlar müstesna... ki onlar, namazlarına devam edenlerdir".

Eğer, "Cenâb-ı Hak burada önce, "Onlar, namazlarına devam edenlerdir" buyurmuş, daha sonra (34.ayette) da, "Namazlarını muhafaza edenler" buyurmuştur (niçin)?" denilirse, biz deriz ki: "Onların namazlarına devamları, o namazlarını hiç bir vakit terletmemeleri; namazlarını muhafaza etmeleri ise, namaza önem vermeleri ve onu en mükemmel bir biçimde ifa etmeleri manasına racidir. Bu önem verme işi ise, ancak bazan namazdan önce, bazan namaz esnasında, bazan da namazdan sonra olan hususlarda olur. Namazda önce olan hususlar şunlardır: Öncelikle, namaz vakti girmeden, insanın kalbinin, namazın vaktinin girmesine ve abdest alıp hazırlanma işine takılması; setr-i avrette bulunması, kıbleyi araştırması, temiz elbise ve temiz yer bulması; namazını cemaatle mescidlerde kılmayı düşünmesi, namaza başlamadan kalbini vesveselerden ve Allah dışındaki şeylere dönüp bakmaktan temizlenmeye alabildiğine gayret göstermesi ve riyadan son derece sakınmasıdır. Namaz esnasında yapılacak şeyler de insanın, sağa-sola dönüp bakmaması; Kur'ân okurken, kalbinin huzurunu sağlaması; ayetlerin manasını anlamaya çalışması ve namazın hikmetlerini kavramaya uğraşmasıdır. Namazdan sonra yapılacak işlere gelince bu da, insanın namazı ifa ettikten sonra, artık oyun eğlence ile, mâlâyanî şeylerle meşgul olmaması ve namazdan sonra, herhangi bir günah işlemekten tamamen alabildiğine sakınmasıdır.

2. İhtiyaçtılar İçin Mal Ayırmaları

İkinci Sıfat: Bu, Hak teâlâ'nın şu ayetinde anlatılmaktadır.

24

Âyetin tefsiri için bak:25

25

"Mallarında dilenen ve dilenmeyen fakir için belli bir hak tanıyanlar..."

Alimler, ayette bahsedilen, "belli hak"ın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden olarak, mesela, İbn Abbas (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî ve Ibn Şîrîn, bunun "farz olan zekat" olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Kim malının zekatını verirse, bu kimsenin sadaka vermemesinde günah yoktur." Bu görüşte olanlar, delil olarak da, şu iki şeyi söylemişlerdir:

1) Miktarı "belli olan hak" zekattır. Sadakanın İse belli bir miktarı yoktur.

2) Allahü teâlâ, bu ifadeye, zemmettiği kimselerden, bunu yapanları istisna etmek için yervermiştir. Dolayısıyla bu, matlarından bu hakkı vermeyenlerin mezmûm (kınanmış) olacaklarına delalet etmektedir. Verilmediğinde kınanma sebebi olan hak ise, zekâttan başkası değildir. Diğer bazı alimler de, ayette bahsedilen "hak"kın zekat dışında, mendub-müstehab bir şey olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Mücâhid, Atâ, en-Nehâî'n indir.

Ayetteki, "sail", isteyen-dilenen; "mahrum" ise, "istemekten utanan, dolayısıyla zengin sanılan bu sebeple de mahrum edilen" manasınadır.

3. Hesap Gününü İkrar

Üçüncü Sıfat: Bu, Hak teâlâ'nın şu ayetinde ifade edilen sıfattır:

26

"Din gününün doğruluğuna inananlar".

Bu, "Öldükten sonra dirileceklerine ve haşre inananlar..." demektir.

4. Azabdan Çekinmeleri

Dördüncü Sıfat: Bu, Hak teâlâ'nın şu ayetinde ifade edilen sıfattır:

27

"Rablerinin azabından korkup, ürür titreyenler".

Tirtir titreme, şu iki şeyden ötürü olur: Ya yapılması gereken şeylerin yapılmamış olmasından; yahut da yasak olan şeylere yeltenilmiş olmasından ötürü... Hak teâlâ'nın bu ifadesi tıpkı, "Rablerinin huzuruna döneceklerinden yürekleri korku (ile çarparak) yapacakları şeyleri yapanlar" (Mü'minûn, 60) ve "Allah anıldığında, kalbleri tirtir titreyenler..." (Enfal, 2) ayetleri gibidir. Mükellef olduğu hususlarda, böylesi korku ve endişeyi içlerinde hep taşıyanlar, ilim ve amel namına mükellef oldukları o şeyleri bihakkın yerine getirmeye düşkün oldukları için, kusur etmemek için ellerinden geleni yaparlar.

Hak teâlâ bu korkuyu iyice pekiştirerek şöyle buyurmuştur.

Rabbin Azabından Emin Olmazlar

28

"Onlar, Rablerinin azabı hususunda kendilerini güvence içinde hissetmezler".

Bu, "İnsanın, kendisinin görevlerini hakkıyla yerine getirdiğine ve yasaklardan tamamen uzak kaldığına hükmetmesi mümkün değildir. Aksine bazı hususlarda kusur ve noksanlığı olmuş olabilir. Dolayısıyla da şüphesiz hep endişe içinde olur" demektir.

5. Gayr-ı Meşru İlişki Kurmazlar

Beşinci Sıfat: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinde anlatılan sıfattır:

29

Âyetin tefsiri için bak:31

30

Âyetin tefsiri için bak:31

31

"Onlar, hanımlarından, yahut cariyelerinden başkasına, ayıp yerlerini korurlar(çünkü böyle yapanlar kınanmazlar). Kim bunun ötesini ararsa, işte onlar haddi aşanların tâ kendileridir"

Bu ayetlerin tefsiri, Mü'minûn Sûresi'nde geçmiştir.

6. Emanete, Ahde Riayet

Altıncı Sıfat: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetiyle ifade edilen sıfattır:

32

"Onlar, emanetlerine ve ahdlerine riayet edenlerdi.

Bu ayetin tefsiri de yine Mü'minûn Sûresi'nde geçti.

7. Şahitliği Yerine Getirirler

Yedinci Sıfat: Bu, Hak teâlâ'nın şu ayetiyle anlatılan sıfattır:

33

"Onlar, şahitliklerini dosdoğru yapanlardır".

Kelime, müfret olarak şeklinde de okunmuştur. Vahidî şöyle der: "Müfret okunması daha uygundur. Çünkü bu, bir masdardır. Dolayısıyla, tûm masdarların müfret oluşu gibi, bu da müfret kılınmıştır." Eğer, kelime muzaf kılınırsa, cemî olabilir. Ve bu tıpkı, ayetteki "Eşek sesi..." (Lokman, 19) deyimi gibidir. Binâenaleyh, bu ifadeyi cemi olarak okuyanlar, şahadetlerin farklı farklı olacağını ve çeşitlerini düşünerek böyle okumuşlardır. İşte bu açıdan, çoğul olarak okumak yerinde ve güzel olmuştur.

Müfessirlerin ekserisi şöyle demektedirler: "Ayetin bu ifadesi ile, "Hakimler huzurunda yahut mahkemede, şehadeti hakkı ile yapanlar, onu gizlemeyenler müstesna..." manası kastedilmiştir. Bu tür şehadetler de, "emanetler..."(Me'aric.32) zincirindendir. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, lütfundan ötürü, şehadeti, emanetlerden aytrarak.özellikle zikretmiştir. Çünkü, şehadetlerin hakkıyla ifa edilmesinde, hakların ihyası; edilmemesinde ise, ibtali ve zail edilmesi bulunur. Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak bu ayetinde, Kendisinin bir olduğuna, ortağı olmadığına yapılan şehadeti kastetmiştir" demektedir.

8. Namaza Devam

Sekizinci Sıfat: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetiyle anlatılan sıfattır:

34

"Namazlarının hakkını muhafaza edenler".

Bunun tefsiri de, daha önce (Mü'minûn Sûresi)'nde geçmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunlara bir va'dde bulunarak,

35

"işte bunlar cennetlerde ikram olunan kimselerdir" buyurmuştur.

Kötüler Neden Sana Koşuyorlar!

Cenâb-ı Hak bunun akabinde de, kafirlerle ilgili olan şeye yer vermiş ve:

36

"Şimdi o küfredenlere ne oluyor ki, sana doğru hızlıca koşuyorlar?"

buyurmuştur. (......) kelimesi, "hızlıca koşan, acele eden" demektir. Bunun, "boyunlarını uzatarak.." anlamına geldiği de ileri sürülmüştür. Nitekim bir beyitte, şair, "Mekke'de (ya da, Mekke'ye kasem olsun) ki, andolsun ben onun halkım, o Mekke'de, boyunlarını korkarak semaya uzattıklarım görüyorum" demiştir. Verilen bu mananın ikisi de, birbirine yakın manalardır. Rivayet olunduğuna göre müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etrafında halka halka, grup grup dolaşıyorlar, onu diliyorlar, sözüyle alay ediyor ve "Muhammed'in dediği gibi, bunlar cennete girerse, biz onlardan daha önce gireriz.." diyorlardı. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Buna göre ayetteki, (......) kelimesinin anlamı, "Sana doğru koşuyorlar, boyunlarını sana uzatıyorlar. Gözlerini sana dikiyorlar" demek olur. Ebû Müslim şöyle der: "Ayetin zahiri, bu kimselerin, münafıklar olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında olanlar, bunlardır. Burada bahsedilen koşma ile ise, küfürde yarışma kastedilmiştir. Dolayısıyla bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Küfürde .yarışanlar seni hüzünlendirmesin..."(Al-i Imran, 176) ayeti gibi olmuş olur.

Sağdan Soldan Gruplar

Daha sonra Cenâb-ı Hak,

37

"Senin sağından solundan halka halka gruplar halinde..."

buyurmuştur.

Bu böyledir, zira onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in solunda ve sağında toplanıyorlardı, (......) kelimesinin anlamı, "bölük bölük, grup grup" demek olup, tekili (......) kelimesidir. Bu kelime ise, "insan topluluğu" kelimesinin temeli, Arapların, bir kimseye mensup olup, ona dayandığında söyledikleri, "Falanca, kendisini falancalara nisbet etti" deyimine varıp dayanır. Bu kelimeden türetilen isim ise, "intisap, mensubiyyet" kelimesidir.

(......) kelimesi, fertlerin herbirinin birbirlerini aynı şeye nisbet ettiği her topluluk.." anlamına gelir. Bil ki bu kelime, vav-nûn ile çoğul yapılması, caiz olan ism-i mankûslardandır.

Bu vâv-nûn mahzuf olan harflerden bedel olarak gelmiş olup, aslı ise, (......) kelimesidir. Bu konuda söylenilecek söz tıpkı, "parça parça..." (Hicr, 91) kelimesi hakkında söylenen söz gibi olup, daha önce geçmiş idi. İstihza edenlerin beş grup olduğu da ileri sürülmüştür.

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

"Onlardan herkes naîm cennetlerine sokulacağını mı ümit ediyor? Hayır, ne gezer. Gerçekten biz onları da, o bilip durdukları şeyden yarattık".

(......) sıkıntının zıddı, anlamına gelir. Buna göre mana, "Onlardan herbiri, müslümanların girdiği gibi, cennete girmeyi ümid ederler. "Hayır". Bu kelime, onları bu yanlış düşünceden caydırmak için getirilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hakikat biz onları da, o bilip durdukları şeyden yarattık" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifadenin maksadı, öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna dair istidlalde bulunmaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ben, sizleri o nutfeden yaratabildiğime göre, yeniden yaratmaya da haydi haydi kadir olmam gerekir" demek istemiştir.

Önceki Ayetlerle Münasebet

Alimler bu ayetin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Allahü teâlâ, öldükten sonra dirilmenin gerçekliğine dair istidlalde bulununca, bu, onların, öldükten sonra dirilmeyi inkar ettiklerini gösterir. Buna göre onlara adeta, "Hayır, siz, öldükten sonra dirilmeyi inkar ediyorsunuz. Daha nasıl cennete girmeyi umabiliyorsunuz?" denilmek istenmiştir.

2) O alaycılar, mü'minleri küçümsüyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Bu alaycılar da, mü'minlerin yaratıldığı şeyden yaratılmıştır. Binâenaleyh daha nasıl, böyle küçümseyebiliyorlar?" buyurmuştur.

3) Bu, "Onlar, işte bu pis şeyden yaratılmışlardır. Binâenaleyh, şayet onlar, iman ve marifetullah ile mücevher olmasalardı, hakîm olan zata, onları cennete sokması nasıl uygun düşerdi?" demektir.

40

Âyetin tefsiri için bak:42

41

Âyetin tefsiri için bak:42

42

"Yine hayır, doğuların batıların Rabbine andederim ki, şüphesiz biz, onların yerine kendilerinden daha hayırlısını getirmeye elbette kadiriz. Ve hiç kimse bizim önümüze geçemez. (Şimdilik) onları, (hallerine) terket. Tehdit edilmekte oldukları günlerine kavuşuncaya kadar işlerine dalsın, oynaya dursunlar".

Münkirler Kaçıp Kurtulamazlar

Bu, "Senenin her gününün doğusuna batısına; yahut, her yıldızın doğusuna batısına..." demektir. Yahutta, "Meşnk ile, her nebînin davetinin zuhur etmesi; mağrib ile de, ne bizim ölümü; yahut ta, çeşitli hidayetler ve çaresizlikler kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ayeti, (vakıa, 60-61) ayetinde tefsir edilmiştir. Ayetteki, (......) ifâdesi de, Tür Sûresi'nin sonunda tefsir edilmişti:

İnkarcı Neslin Alternatifi

Alimler, Allah'ın Kendisini kadir olmakla nitelediği o şeyi, bilfiil gerçekleştirip gerçekleştirmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları şöyle demektedirler: Allah, onların yerine Ensâr ve Muhacirini getirmiştir. Çünkü, Ensâr ve Muhacirinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e destek vermedeki halleri meşhurdur. Diğer bazıları da, "Hayır, Allahü teâlâ, bir kısmının küfrünü imana çevirmiştir" derken, bazı kimseler de, "Böyle bir tebdil vuku bulmamıştır. Çünkü onlar veya çoğu, ölünceye değin küfürlerini devam ettirmişlerdir. Onların, helak edilmeleri durumunda yerlerine başkalarının getirilmesi söz konusu olur.Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz biz, onların yerine kendilerinden daha hayırlısını getirmeye elbette kadiriz" cümlesiyle, muradı, bunu, onları imha etmek yolunda yapmasıdır. Böyle bir helak olmadığına göre, daha nasıl bu işin olup bittiğine hükmedilebilir. Allahü teâlâ o topluluğu, iman etsinler diye, bununla tehdit etmiştir.

Kıyametteki Halleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bahsi geçen o günü beyan etmek üzere:"O gün onlar, sanki, kabirlerinden fırlayarak çıkarlar..." buyurmuştur ki, bu da tıpkı, (Yasin,51) ayetinin "Sanki onlar, dikili bir anıta doğru hızlıca koşuyorlar. Gözleri, hor hakirlikle aşağıda, kendilerini bir zillet kaplamış olarak. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür"

Nusub Kelimesinde Farklı Kıraatler

Bil ki, ayetteki, (......) kelimesiyle ilgili şu üç kıraat bulunur:

1) Ulemanın ekserisi, bu kelimeyi nûn'un fethasıyla, nasab şeklinde okumuşlardır. Bu İse, dikili olan her şeyin adıdır. Buna göre mana, "Onlar adeta, kendileri için dikilmiş olan bir işarete doğru koşuyorlar" şeklinde olur.

2) Nûn'un dammesi ve sâd'ın da sükunu ile nusb kıraati. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

a) Nasb ve nusb, tıpkı "da'f ve du'f" gibi, aynı manaya gelen iki kullanılıştır.

b) Bu kelime, tıpkı (......) kelimesinin çoğulunun (sakf) gelmesi gibi, "nasb" kelimesinin çoğuludur.

3) Nûn'un ve sâd'ın dammesi ile (......). Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

a) Nusub ve nusb'un her ikisinin de, "nasab" kelimesinin çoğulu olması. Dolayısıyla bu kelime tıpkı, esed kelimesinin çoğulu usd veya usud gelişi gibi olmuş olur.

b) Buradaki "nusub" ile "ensâb" manası kastedilmiştir. Ensab da, dikilen ve Allah'tan başka kendilerine tapılan şeyler anlamındadır. Bu yönüyle bu ifade, tıpkı,"ve dikili taşlara boğazlanan hayvanlar... "(Maide, 3) ayeti gibi olur.

kelimesine gelince, bunun manası da, "hızlıca gitmek"tir. Buna göre ayetin manası, "onlar, kabirlerinden çıkarıldıkları gün, o davetsize doğru, tıpkı, putlarına doğru koşuştukları gibi, koşar, ok gibi fırlarlar" şeklinde olur. Geriye kalan ifadenin manası malumdur. Allah, en iyi bilendir. Hamd, âlemlerin Rabbi'ne olsun. Salat ü selâm da, Allah'ın nebisi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âline ve bütün ashabına olsun (Amin).

0 ﴿