NÛH SÛRESİYirmisekiz ayet olup, Mekkî'dir. Nüh (aleyhisselâm)'un Hakka Çağrısı 1Âyetin tefsiri için bak:4 2Âyetin tefsiri için bak:4 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Gerçekten, Biz, Nuh'u kavmine gönderdik. "Kendilerine elem verici bir azab gelmezden evvel, kavmini uyar" diye. Dedi ki: Ey kavmim, muhakkak ki ben, sizi, apaçık uyaran bir peygamberim. Allah'a kulluk edin, O'ndan korkun, bana da itaat edin diye. Ta ki, (Allah), sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın, sizi, mukadder bir müddete kadar bekletsin. Şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği) müddet gelince, o, geri bırakılmaz. Eğer bilseydiniz". Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten Biz, Nuh'u kavmine gönderdik. "... kavmini korkut..." diye" ayetinde yer alan (......) fiili ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Bunun aslı, (......)'dir. Dolayısıyla bu demektir ki, burada hazf ve îsâl yapılmıştır. Buna göre mana,"Biz Nuh'a, "inzar et.." demek suretiyle, onu, peygamber olarak gönderdik..." şeklinde olur ki, bu da, "Biz o Nuh'u, ona inzar etmesini emrederek, peygamber olarak gönderdik" demektir. 2) Zeccâc, buradaki (......)'in müfessire olduğunu ve kelamın takdirinin de, "Biz, Nuh'u, kavmine, peygamber olarak gönderdik. Yani, "Ey Nûh, kavmini inzar et..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Ibn Mesud da, bu ifadenin başında (......) fiilinin mukadder olduğunu belirterek, başına (......) getirmeksizin, (......) şeklinde okumuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kendilerine elem verici bir azab gelmezden evvel..." buyurmuştur. Mukâtil, buradaki etim azab ile, Allah'ın, Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin Tufan ile boğulmasını kasdettiğini söylemiştir. Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a bunu emredince, o da bu emre uyarak "Deki ki, Ey kavmim, muhakkak ki ben, sizi, apaçık korkutan bir peygamberim..." demiştir. Daha sonra da, sözüne devamla, "Allah'a kulluk edin, O'ndan korkun, bana da itaat edin... Ta ki, (Allah), sizin günahlarınızdan birkısmını bağışlasın, sizi mukadder bir müddete kadar bekletsin. Şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği) müddet gelince, o, geri bırakılmaz... Eğer bilseydiniz.." demiştir. Bu ifadedeki hakkında da, biraz önce izahta bulunduğumuz fiili için yapılan iki izah geçerlidir. Tebliğin Muhtevası Daha sonra Nuh (aleyhisselâm) kavmine üç şeyi emretmiştir: Allah'a ibadet etmelerini, O'ndan korkmalarını ve O'na itaat etmelerini. Dolayısıyla, ibadet emri, kalbî ve uzvî tüm vacib ve mendub olan amellerin hepsini içine alır. Takva emri de, haramlardan ve mekruhlardan sakınmayı içine alır."ve bana itaat edin..." cümlesi de, Cenâb-ı Hakk'a itaati ve emredilen-nehyedilen ne varsa her şeyi içine alır. Bu üçüncü şık, her ne kadar Allah'a ibadet etme ve O'ndan korkma emrini içinde mütalaa edilebilse bile, ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak bu emri iyice tekid etmek için, onu, müstakil olarak zikretmiştir. Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'un kavmini bu üç şeyle mükellef tutunca, bu üç şeye mukabil onlara iki şeyi vadetmiştir: a) Ahiret zararlarını onlardan kaldırması ki bu, "Ta ki, (Allah) sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın..." buyruğundan anlaşılmaktadır. b) İmkan nisbetinde, onlardan dünyevi zararları gidermesi. Bu da, onların ömürlerini, mümkün olan en uzun bir biçimde uzatmak suretiyle yapılan bir va'ddir. Bazı Sorulara Cevaplar Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: 1. Min Zünûbiküm'deki Min'in Anlamı Birinci Soru:Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesindeki (......)'in yer almasının faydası nedir? Buna birkaç yönden cevap verilebilir: a) Buradaki (......) zâid olup, ayetin takdiri, şeklindedir. b) "Günahların bağışlanması" onunla muaheze olunmama anlamına gelir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, demiş olsaydı, bunun manası, "O sizi, günahlarınızın tümünden muaheze etmez.." şeklinde olurdu. "Günahların tümü ile muaheze etmeme" işi ise, bu bütünün içinde yer alan herhangi bir günah yüzünden muaheze etmemeyi gerektirmez. Dolayısıyla da Cenâb-ı Hak, "Ben seni günahların tümü ile muaheze etmeyeceğim. Ne var ki seni, sadece şu bir günah ile muaheze edebilirim..." diyebilir. Ama, Cenâb-ı Hak, buyurunca, bunun anlamı, "Cenâb-ı Hâk, günahlarınızın tamamını bağışlar..." şeklinde olmuş olur. Ki, bu da, günahların tümüyle muaheze edilmemeyi gerektirdiği gibi, o bütünü teşkil eden tek başına herhangi bir günah ile de muaheze edilmemeyi gerektirir. c) Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesindeki farzedelim ki, ba'ziyyet edatıdır; ne var ki, iman eden herkes için bu bağışlanma haktır. Çünkü, imandan dolayı, daha evvel yapmış olduğu günahların bağışlanmış olması gerekir. Ama, imanından sonrakilere gelince, bu sebeple o, bağışlanmış olmaz.. Dolayısıyla, bu manaya göre buradaki 'in, ba'ziyyet min'i olması gerektiği sabit olmuş olur. 2) Ecel Değişebilir Mi? İkinci Soru: Eceli tehir etmenin imkansız olduğunu haber verdiği halde, daha nasıl, "Sizi, mukadder bir müddete kadar bekletsin..." buyurmuştur? Bu, bir çelişkidir. Cevap: Allahü teâlâ, mesela, Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin, iman etmeleri halinde, onları bin yıl yaşatacağına; küfürleri üzere kalmaları halinde ise, dokuzyüzüncü senenin başında helak edeceğine dair hükmetmiştir. İşte bundan dolayı onlara, "İman edin ki, O da sizi, muayyen bir zamana, yani Kendisinin tayin ettiği ve ömrünüz hususunda en uzun süre kıldığı o vakte ertelesin ki, bu vakit de, bin yılın tamamlanmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu uzun sürenin bitmesi halinde, onların mutlaka öleceklerini haber vermiştir. 3. "Bilseydiniz" Diye Bitirmenin Manası Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bilseydiniz.." demesinin hikmeti nedir? Cevap: Bu ifadenin gayesi, dünyayı sevmekten, onun için helak olmaktan ve onu sevmek sebebiyle dinden yüz çevirmeden alıkoymak, men etmektir. Bu da, onların dünyayı sevme ve onun peşinde koşmaya dalışlarının ölüm hususunda bile şüphe edecek bir dereceye vardığına delalet etmektedir Davete Gelenlerin Olmaması 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Dedi ki: "Ya Rabbi, ben kavmimi gece-gündüz davet ettim, fakat benim davetim kaçmadan başka hiç bir şeyi artırmadı". Kaderin Delili Bil ki bu, bütün hadiselerin, Allah'ın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine delalet eden ayetlerden biridir. Bu böyledir. Çünkü biz, aynı mecliste, aynı ifadelerle o peygamberin davetini duyan iki insan görüyoruz. Böylece bu konuşulanlar bu İki kişiden birisinin hidayete, hakka yönelmeye, iman arzusuna; ikinci kişinin de isyanının, kibrinin ve nefretinin had noktaya varıp dayanmasına sebep oluyor. Birisi, "bu nefret ve arzu kişinin iradesiyle meydana gelmiştir" diyemez. Çünkü bu, elle tutulur-gözle görülür bir konuda işi yokuşa sürmedir. Zira nefret eden, kalbini, o nefrete; rağbet eden de kalbini o rağbete mecburmuş gibi hisseder. Bu nefret tahakkuk edince, akabinde isyanın, hakdan ve hakikatten yüz çevirmenin tahakkuk etmesi gerekir. Eğer arzu ve istek meydana gelmiş olsaydı, bunun peşinden de inkiyâd ve taatın meydana gelmesi gerekir. Böylece bu daveti dinlemenin, iki kişiden birisi taat ve inkiyadını gerektiren arzuya; ikincisini de, isyan ve direnişini gerektiren nefrete götürmesinin, ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu anlamış bulunuyoruz. Buna göre eğer, "Farzet ki bu nefret ve arzunun meydana gelmesi kişinin irade ve ihtiyarıyla olmamıştır. Fakat nefret anında isyanın meydana gelmesi, kulun ihtiyarıyla olur. Çünkü kul bu nefretine rağmen, yine inkiyad ve itaat içinde bulunabilir" denilirse, biz deriz ki: Nefretin meydana gelmesi eğer, rağbet ve arzu sebeplerinden herhangibiriyle çelişmez, hatta rağbet kokusundan bile uzak olursa, o fiilin meydana gelmesi imkansız olur. Bu böyledir. Çünkü nefret ve arzu meydana geldiğinde, fiil meydana gelmiş olmaz. Binaenaleyh nefret meydana geldiğinde, o işin yapılmaması arzusuna bir engel eklenirse, fiilin meydana gelmesi haydi haydi imkansız olur. Böylece bu ayetin, Allah'ın kaza ve kaderine delalet eden en kuvvetli delillerden olduğu anlaşılır. Halkın Kulak Tıkaması 7"Gerçekten ben, Senin onları affetmen için onlan ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine sarındılar, ayak direttiler ve alabildiğine büyüklük tasladılar". Bil ki Nûh (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk'ın onları bağışlaması için kavmini, Allah'a ibadete, O'ndan korkmaya ve O'na itaata çağırmıştı. Çünkü esas maksad, bağışlanmalarının gerçekleşmesidir. Taata gelince, bu, sayesinde bağışlanmanın gerçekleşmesine ulaşılsın diye, emrolunmuştur. İşte bundan ötürü, Hak teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'un kavmine ibadet etmelerini emredince, "Günahlarınızı bağışlasın..." buyurmuştur. Dolayısıyla bu davetin esas gayesi, mağfiretin gerçekleşmesi olunca, hiç şüphesiz Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) da, "Gerçekten ben, Senin onlan affetmen için onları ne zaman davet ettiysem..." demiştir. Bil ki Nûh (aleyhisselâm), kavmini davet edince, onlar ona, şu şekilde muamelede bulunmuşlardır: 1) "Parmaklarını kulaklarına tıkadılar" yani Onlar, hüccet ve delilleri duymamak için, "taklid"de, parmaklarını kulaklarına tıkayacak noktaya vardılar. 2) "Elbiselerine sarındılar" yani, "onun yüzünü görmemek için, elbiselerini başlarına geçirdiler. Bu, "Onlar onun sözünü duymamak istemedikleri gibi, yüzünü de görmek istemediler" demektir. Yahutta bu, onların, Nuh (aleyhisselâm)'un sözünü hiç dinlemediklerini anlatmaktadır. Çünkü onlar, kulaklarını tıkayıp, bunun yanısıra da elbiselerini başlarına geçirince, duymama işi daha sağlam olmuş olur. 3) "Ayak dirediler" yani, onlar ya, kendi yollarında ısrar edip durdular, yahut da, gerçek daveti duyup dinlememe hususunda ısrar edip durdular. 4) "Alabildiğine büyüklük tasladılar" yani, onlar bu hususta had noktaya ulaştılar. Tebliğin Her Türlüsünü Denemesi 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Sonra ben onları en yüksek sesimle davet ettim. Hem sonra onları hem açıkça davet ettim, hem onlara gizli gizli söyledim". Bil ki bu ayetler, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un davetinin üç merhalede gerçekleştiğine delalet eder. Binâenaleyh o bu işe önce gizli gizli nasihatlarla başlamış; ama kavmi ona, biraz önce saydığımız dört tavırla karşılık vermiş. Derken işi açığa vurmuş. Bu da tesir etmeyince, bu iki usulü birlikte uygulamaya başlamış. Ayetin başındaki (......) kelimesi, bu merhalelerin, zaman ve tesir bakımından birbirlerinden sonra, peşpeşe olduklarına delalet eder. Çünkü "açık davet", "gizli davet"ten daha ileridir. İki çeşidi birlikte yapmak da, "açık davet"ten daha tesirlidir. Buna göre eğer, "cihâren" kelimesi niçin mansubtur?" denilirse, deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bu kelime, ayetteki, (......) kelimesinin mef'ûl-ü muttaki olarak mansubtur. Çünkü "davefin iki çeşidinden biri, cihâren (açıkça) yapılandır. Dolayısıyla bu kelime, oturma çeşitlerinden biri olduğu için, "kurfusfl" kelimesinin, "ku'ûd" fiili ile mansub olması gibi, mansub olmuştur. b) (......) fiili ile, (açıkça davet ettim) manası kastedilmiştir. (Dolayısıyla onun mef'ûlü mutlakıdır). c) Bu kelime, "Açık davet" takdirinde olmak üzere, mahzûf "duâ" masdarının, sıfatıdır, yani "o daveti açıkça yaparak" () demektir. d) Bu kelime, "hat" yerinde kullanılmış bir masdardır, yani "mucahfren" açıkça davet eden olarak) manasınadır. Onları İstiğfara Teşviki 10"Artık dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok affedicidir". Mukatil şöyle der: "Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi, onu uzun süre yalanlayınca, Allahü teâlâ, kırk yıl süresince yağmurlarını kesti ve hanımlarını zürriyetsiz bıraktı. Bunun üzerine onlar, bu konuda Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a müracaat ettiler de o da, "Şirkinizden ötürü Rabbinizden af dilemenizi isteyin ki, size nimetlerinin kapılarını açsın" demiştir." Bil ki Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve itaatla meşgul olmak, hayır kapılarının açılışının sebebi olur. Bunun delilleri şunlardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın hıristiyan kafirler hakkında da, "Onlar o çok esirgeyici (Allah'a) bir evlad iddia ettiler diye, "Bu (sözden) dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecek" (Meryem, 90-91) buyurmuş olduğu gibi, küfür (inkâr) alemin harab olmasına sebeptir. Dolayısıyla küfür, alemin harab oluşuna sebep olunca, imanın da alemin mamur olmasına sebep olması gerekir. 2) Bu husustaki ayetler de buna delildir. Bunlardan biri bu ayettir. Bir diğeri de, "Eğer o belde halkı iman edip, Allah'dan korksalardı, onlara göğün (bereket) kapılarını açardık" (Araf, 96); "Eğer onlar, Tevrat ve încil ile tam manasıyla amel edip, Rablerinden kendilerine indirilen (emirleri) hakkıyla yerine getirmiş olsalardı, üstlerindeki (gökten) ve altlarındaki (yerden), (bol bol) yerlerdi" (Maide. 66); "Eğer onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdi, elbet onlara bol su içirirdik" (Cin, 16); "Kim Allah'dan ittikâ ederse, (Allah) ona bir çıkış (yolu) nasib eder ve hiç hesab etmediği bir taraftan rızık(lar) verir" (Talak, 2-3) ve "Ailene namazı emret ve kendin de ona sebat ile devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandırırız"(Taha, 132) ayetleridir. 3) Allahü teâlâ, "Cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) buyurmuştur. Binâenaleyh ins ve cin, esas maksadı yapmaya çalıştıklarında, bunun peşinden, dünyada muhtaç oldukları şeyler gerçekleşir. 4) Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), yağmur duasına çıkmıştı. Sadece istiğfarda bulundu, başkaca bir dua yapmadı. Ona, "Seni, yağmur duasında bulunur görmüyoruz?" denildiğinde, "Ben, göğün "mecâdîhi" ile yağmur istedim" dedi. "Micdah", üç belli yıldız demek olup, bunların doğuşu nadir olur. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), istiğfarı, şaşmayan sadık doğuş zamanlarına benzetmiştir. Bekr b. Abdullah'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İnsanların en günahkar olanları, az istiğfarda bulunanlardır. En çok istiğfar edenleri de en az günahkar olanlarıdır." Yine Hasan el-Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Birisi, ona, kıtlıktan serzenişte bulunmuş, o da, "Allah'a istiğfar et" demişti. Bir diğer insan, fakirliğinden; bir başkası zürriyetinin azlığından, bir başkası, arazisinin verimsizliğinden şikayet etmiş. Hasan el-Basrî hepsine de, istiğfarda bulunmalarını söylemiştir. Bunun üzerine oradakilerden biri ona, "Sana değişik dertlerini arzeden bir takım kimseler geldi. Sen ise hepsine, istiğfarda bulunmalarını söyledin?" deyince, o, bu ayeti okudu. Ayetle İlgili Bazı Sorular Bu ayetle ilgili şöyle bir kaç soru sorulur: Birinci Soru: Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), kafirlere, bu ayetten önce, İbadet, Allah'dan korkma ve taatı emretmiştir. Bundan sonra, onlara istiğfarda bulunmalarını emretmesinin ne faydası var? İstiğfar İsteğini Sona Bırakması Cevap: O, kavmine, ibadeti emredince, onlar ona, "Eğer üzerinde olduğumuz o eski dinimiz hak idiyse, niçin bize onu terketmeyi emrediyorsunuz? Yok eğer batıl idiyse, artık Allah, biz Kendisine (bunca) isyan ettikten sonra, bizi nasıl kabul eder?" dediler de, Nûh (aleyhisselâm) da, "Siz, hernekadar O'na isyan ettiyseniz de, gelin o günahlarınıza istiğfar ediniz. Çünkü O, gaffar (çok yarlıgayan – bağışlayan)dır" dedi." 2. Kâne'nin İstimrar Bildirmesi İkinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, buyurmuş da,dememiştir? Biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, bu ifadesiyle, Kendisinin, Kendisinden mağfiret talebinde bulunan herkes hakkında çok affedici olduğunu belirtmek istemiştir. Buna göre O, adeta, "Benim bağışlayıcı oluşumun şu anda meydana geldiğini sanmayınız. Ben, hep böyleyim" demek istemiştir. Buna göre bu, "Af, O'nun, adeta sanatı ve mesleğidir" anlamındadır. İnsanın Hoşlandığı Şeyler 11Âyetin tefsiri için bak:12 12"(O sayede) O, üstünüze bol yağmur salıversin... Sizin mallarınızı, evlatlarınızı da çoğaltsın, size bağlar bostanlar versin. Size, ırmaklar akıtsın". Bil ki, mahlukat, dünyevî güzel şeyleri sevme duygusu üzerine yaratılmıştır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Seveceğiniz diğer (nimetler) de... Allah'dan nusret ve yakın fetih... "(Saf,13) buyurmuştur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak onlara, burada, Allah'a iman etmelerinin ahirette bol mükafaatı, dünyada da bolluğu ve zenginliği birlikte sağlayacağını bildirmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın dünya menfaatlerine dair Nûh (aleyhisselâm)'un kavmine bu ayette va'dettiği şeyler beştir: Bunlardan: Birincisi, "(O sayede) O, üstünüze bol yağmur salıversin..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayette yer alan (......) lafzının ne manaya geldiği hususunda, şu izahlar yapılabilir: 1) Yağmur semadan bulutlara iner. 2) "Semâ" lafzıyla, bulut manası kastedilmiştir. 3) Semâ ile, bizzat yağmurun kendisi kastedilmiş olup, bu, şairin şu ifadesinde de böyledir: "Yağmur bir kavmin arazisine yağdığında (ve bu sayede otlar bittiğinde), onlar alabildiğine kızsalar bile, Biz orayı otlatırız.." bol yağmur, demektir. Bu kalıp, müzekker ve müennesin kendisinde eşit olduğu bir kalıptır. Nitekim Arapçalar da "Çok kokulu kadın çok kokulu erek" derler. de böyledir. (Yani müzekker ve müennes eşittir..). İkincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Mallarınızı da çoğaltsın..." ayetinin ifade ettiği husus. Bu ifade tek bir çeşit malı anlatmayıp, tam aksine bütün mal çeşitlerini içine alan bir ifadedir. Üçüncüsü de, "oğullarınızı da..." ayetinin ifade ettiği husus. Bunun da, fıtratın kendisine meylettiği şeyler cinsinden olduğunda şüphe yoktur. Dördüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın,"size bağlar bostanlar versin..." ayetinin ifade ettiği husus. Beşincisi, "size ırmaklar akıtsın..." ayetinin ifade ettiği husus... Vakar Hakkında Muhtemel Tefsirler 13"Ne oluyor size ki, Allah'a büyüklüğü yakıştırmıyorsunuz". Bu ifadeyle ilgili olarak şu iki açıklama yapılabilir: 1) Burada reca" maddesi, korkmak anlamına gelir. Nitekim Hüzelî de, "Arının soktuğu kimse artık onun sokmasından korkmaz" demiştir. El-vakâr, azamet; tevkîr ise, tazîm anlamlarına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, 'Ve O'nu tazîm etmeniz..."(Fetih,9) ayeti de bu anlamdadır Buna göre mana, "Size ne oluyor da, Allah'ın o azametinden korkup çekinmiyorsunuz?" şeklindedir. Bence bu görüş, doğru değildir. Çünkü, meşhur ve aşikâr olan dilde, "recâ" maddesi, korkunun zıddıdır. Şimdi kalkar da biz, "Recâ, Arapça'da "korkmak" anlamında konulmuştur" dersek, bu, ahâd ile sabit olan rivayeti, mütevatir olarak nakledilen rivayete tercih etme olmuş olur ki, bu, Kur'ân'ı zedelemeye yol açar. Çünkü, hiçbir lafız yoktur ki, bu yolla, onun menfisini nisbet, müsbetini de menfi yapmak mümkün olmasın... 2) Keşşaf sahibinin ileri sürdüğü görüş olup, buna göre mana, "Size ne oluyor da, Allah için bir tazîm ve vakar düşünmüyorsunuz?" şeklinde olur ki, bu da, "Size ne oluyor da, sizler; Allah'ın sizi tazîm edeceği bir halin içine girmeyi düşünmüyorsunuz?" demek olur. Bu durumda (......) kelimesi, saygıda bulunmanın beyân edilmesi olur; eğer bu kelime sonraya kalsaydı, o zaman ise, (......) kelimesine taalluk ederdi. İnsanın Yaratılış Safhaları 14"Halbuki O sizi, gerçekten türlü türlü tavırlar ve hallerle yaratmıştır". Bu ifade, cümle olarak "hal"dir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hal bu iken ve bu da O'na iman etmeyi gerektirirken, size ne oluyor da Allah'a iman etmiyorsunuz. Çünkü O, sizi önce toprak, sonra "nutfe", sonra "alaka", sonra "mudga", sonra kemik ve et olarak yaratmış, daha sonra da size bir başka hilkat verdik" demektir. Buna göre burada şöyle bir üçüncü bir izah vardır: O topluluk Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'u hafife almada cok ileri gidiyorlardı. Böylece Allahü teâlâ, onlara, ona saygı göstermeyi ve hafife almamayı emretti. Dolayısıyla onlara sanki, "Sizler, Nuh'a saygı gösterip, onu hafife almadığınızda, bu saygı, Allah için olmuş olur. öyle ise size ne oluyor da bir "vakar" ummuyorsunuz ve bu vakarı, Allah için, O'nun emri için ve O'na taat için yapmıyorsunuz. Çünkü insanın Allah için yaptığı herşeyden mutlaka bir hayır umması gerekir." Bu hususta bir dördüncü izah da şöyledir: Sebat demek olan vakar, birşey sabit olup, karar kıldığında söylenen fiilindendir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Size ne oluyor?" demiş. Cümle burada bitmiş. Daha sonra da istifham-ı inkârı üslubuyla, yani, "Allah için bir sebat ve beka ummuyorsunuz. Çünkü siz eğer O'nun sebat ve bekasını umsaydınız, mutlaka O'ndan korkar ve peygamberleri ile emirlerini hafife almaya yertenmezdiniz" demektir. O halde ayetteki, "ummuyorsunuz" ifadesi ile, "inanmıyorsunuz" manası kastedilmiştir. Çünkü birseyi uman, ona inanmış demektir. Yaratılışın Allah'ın Varlığına Delaleti Bil ki Allahü teâlâ bu ayette, Kendisine ta'zîmi emredince, birliğine çeşitli delillerle istidlalde bulunmuştur: Enfüsî Delil Birinci Delil: "O sizi, gerçekten türlü türlü tavırlar ve hallerle yaratmıştır" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Leys, "tavra" kelimesinin, "tareten" (bazan) manasına geldiğini söylemiştir. Buna göre ayet, "Biraz önce de bahsettiğimiz gibi, insanın nutfe, alaka... oluşunda olduğu gibi, halden hale geçişi ile, yani merhale merhale yarattı" demektir. b) lbnu'l-Enbari ise, "Tavr, "hal" demektir. Buna göre mana, "O sizi, biribirinize benzemeyen farklı farklı sınıflar olarak yarattı" şeklindedir. Cenâb-ı Hak birliğine dair olan bu enfüsî delili zikredince, peşisıra, Kur'ân'ın tamamında alışılagelen üslubu üzere, birliğine dair âfâkî deliller de getirmiştir. Âfâkî Delil İkinci Delil: Bu, şu ayetin ifade ettiği husustur. 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"Görmediniz mi ki Allah, yedi göğü birbiriyle ahenkli olarak nasıl yaratmış. Onların içinde ayrı bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır". Bil ki Allahü teâlâ, bu ayette olduğu gibi, bazan önce enfüsî delilleri zikrederek işe başlamış, peşisıra da âfâkî delilleri zikretmiştir. Zira insanın nefsi (kendisi), şeylerin en yakınıdır. Böylece Allah, ise en yakınla başlamış olur. Bazan da işe, âfâkî (dış dünya) delilleri ile başlamış, daha sonra da enfüsî (insanın kendisi ve iç dünyasındaki) delilleri getirmiştir. Bu da, ya âfâkî delillerin daha net ve daha büyük olması, dolayısıyla işe bunlarla başlanmış olmasından ötürü, yahut da enfüsî delillerin ortada mevcut olmasından, haklarında düşünmek için akla fazla ihtiyaç olmamasından, hakkında düşünmek için akla muhtaç olunan şeylerin, âfâkî deliller oluşundan ötürüdür. Çünkü âfâkî delillerde benzerlik daha fazladır. Bu sebeple de işe bundan başlanmıştır. Bazı Sorular Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: Gök Tabakaları Birinci Soru: Hak teâlâ'nın, "Yedi göğü birbiriyle ahenkli olarak..." ifadesi, göklerin üst üste olmasını gerektirir. Bu da aralarında hiçbir boşluğun bulunmamasını gerektirir. O halde, melekler göklerde nasıl iskân Cevap: Melekler, ruhî (maddî olmayan) varlıklardır. Göklerin tabaka-tabaka olmalarından maksad, onların birbiriyle temas etmeleri değil, birbiri hizasında olmaları demektir. Ayın Gök Katlarında Bulunması İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, Ay, göğün hepsinde yer almayıp, aksine en yakın gökte yer aldığı halde daha nasıl, "Onların içinde ayı bir nur yapmıştır" buyurmuştur (ne dersiniz)? Cevap: Bu, tıpkı, "padişah Irak'ta" denilip de, onun zatının, Irak'ın bütün her köşesinde bulunduğunun değil, bir beldede, bir köşede bulunduğunun kastedilmesi gibidir. İşte burada da böyledir. Ay Lambaya Benzetiliyseydi? Üçüncü Soru: "Sirâc" (lamba)nın ışığı, arızîdir (sonradan olmadır). Ayın ışığı da arızîdir, üstelik değişkendir. Şu halde ayı, lambaya benzetmek, güneşi lambaya benzetmekten daha uygun olurdu (ne dersiniz)? Cevap: Gece, yeryüzünü karanlığın kaplamasından ibarettir. Güneş, yeryüzünün karanlıklarının izalesine sebep olunca, lambaya (sirâc)'a benzemiştir. Hem sonra, lambanın bir ışığı vardır. Işık ise, nurdan daha kuvvetlidir. Dolayısıyla ışığı en az ifade eden şey aya; en kuvvetliyi ifade eden şey de güneşe sıfat olarak verilmiştir. Hak teâlâ'nın, "O (Allah), güneşi bir ışık, ayıda bir nur olarak yaratandır" (yunus, 5) ayeti de böyledir. Nebat Gibi Bitirme Üçüncü Delil: Bu, Hak teâlâ'nın şu ayetiyle beyan edilen delildir: 17Âyetin tefsiri için bak:18 18"Allah sizi yerden bitki gibi yetirip bitirdi. Sonra sizi yine onun içine döndürecek ve sizi yeni bir çıkarışla çıkaracak". Bil ki Allahü teâlâ burada enfüsî delillere yer vermiştir ki bu, "O sizi, gerçekten türlü türlü tavırlar ve hallerle yaratmıştır" (Nuh, 14) ayetinin bir tefsiri gibidir. Çünkü Allahü teâlâ, onları yerden yaratıp, sonra oraya döndüreceğini, sonra oradan yeniden çıkaracağını beyan buyurmuştur. Ayetteki, "Sizi yerden bitki gibi yetirip bitirdi" ifadesiyle ilgili iki mesele var. Birinci Mesele Bu ayet hakkında şu iki İzah yapılabilir: a) Bunun manası, "Sizin atalarınızı yerden bitki gibi yetiştirip bitirdi" şeklinde olup, tıpkı, "Allah katında İsâ'nın misali (durumu), aynen Adem'in misali (durumu) gibidir. Ki Allah Adem'i topraktan yarattı" (Al-i imran, 59) ayeti gibidir. b) Bu, "Allah Teâlfi hepinizi, yerden bitki gibi bitirdi" demektir. Çünkü Hak teâlâ bizi nutfeden yaratmıştır. Nutfe (meni) de, yerde biten bitkilerden elde edilen gıdalardan meydana gelir. İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "nebâten" yerine "Inbâten" demesi beklenirdi. Fakat O, böyle dememiş aksine demiştir ki bunun takdiri "Allah sizi bitirdi, siz de bitiverdiniz" şeklindedir. Burada şöyle bir incelik var: Allahü teâlâ eğer, demiş olsaydı, mana, "Sizi enteresan bir şekilde yetirip-bitirdi" şeklinde olurdu. Ama buyurunca, mana, "O sizi yetirip-bitirdi de, siz de böylece enteresan bir bitki olarak bittiniz" şeklinde olur. Bu ikincisi daha uygundur. Çünkü "inbât" (bitirmek) Allah'ın sıfat ve fiilidir. Allah'ın sıfatları ise tarafımızdan görülmez. Dolayısıyla da bu bitirişin, Allahü teâlâ'nın haber vermesi olmasaydı, kâmil ve enteresan bir bitiş olduğunu bilemezdik. Halbuki burası, Allah'ın kudretinin mükemmelliğinin delillerinin getirildiği bir makamdır. Dolayısıyla bunun "semiyyât" (naklî deliller) ile isbatı mümkün olmaz. Ama Hak teâlâ, "O sizi yetirip bitirdi, siz de mükemmel ve enteresan bir bitişle bittiniz" manasında, buyurunca, bu, bitkiyi enteresan ve mükemmel olmakla tavsif etme olur. Bitkinin böyle olması ise elle tutulur-gozle görülür bir şeydir. Dolayısıyla da Allah'ın kudretinin mükemmelliğine, bununla istidlal yapılabilir. Binâenaleyh ayetteki ifade şekli buna daha uyundur. Dolayısıyla işte şimdi, bu incelikten ötürü, hakiki manadan mecazi manaya geçildiği ortaya çıkmış olur. Hak teâlâ'nın "Sonra sizi yine onun içine döndürecek" ifadesi, Kur'ân'da alışılagelen "Allah sizi ilkin yaratmaya kadir olunca, yeniden diriltmeye de kadir olur" prensibine bir İşarettir. Hak teâlâ'nın, "Sizi yeni bir çıkarışla çıkaracak" ifadesini, mefûl-u mutlakla te'kîd etmiş, dolayısıyla da sanki, "Allah sizi, hiç şüphe yok ki kesinlikle yeniden çıkaracak" demek istemiştir. Dördüncü Delil: Bu, Hak teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği delildir: 19Âyetin tefsiri için bak:20 20"Allah onun geniş yollarında gezip dolaşasınız diye, yeri sizin için bir döşek yapmıştır". " Fi'câc" geniş yollar demek olup, müfredi fecc kelimesidir. Bu kelime daha önce izah edilmişti. Halkın Fasıklara Uyması Bil ki Nûh (aleyhisselâm), kavmini Allah'ın dinine davet edip, dikkatlerini bu açık delillere çekince, onların çeşitli çirkin fiil ve sözlerini nakletmiştir. Birincisi ve ikincisi, şu ayette ifade edilen hususlardır: 21"Nûh dedi ki: "Ya Rabbi, gerçekten onlar bana isyan ettiler ve malları ile evlatları, ancak hüsranlarını artıran kimselere uydular". Bu böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başında, "Allah'a ibadet edin, O'ndan korkun ve O'na itaat edin" buyurmuştu. Buna göre sanki, "Ben onlara, "Bana itaat edin..." dedim, ama onlar Bana isyan ettiler" demek istemiştir. İkincisi, çirkin fiilleri ise, "Malları ve evlatları, ancak hüsranlarını artıran kimselere uydular" ifadesiyle anlatılmaktadır. Bu ifadeyle ilgili iki mesele var: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, birinci ifadede, onların Kendisine âsî olduklarını belirtmiş, burada ise, o isyanlarına, başka bir isyan da kattıklarını belirtmiştir. O isyan da, onların, kendilerini inkara davet eden başkanlarına itaat etmeleridir. Ayetteki bu ifade, "Mallar ve evlatlar hernekadar dünyada faydalı olan şeyler türünden gözüküyor iseler de, ahirette zarara ve iflasa sebep olabilecekleri" için, adeta, sırf zarar kabul edilmişlerdir. Gerçekte de durum böyledir. Çünkü ahiret yanında, dünya yok gibidir. Binâenaleyh dünyevî menfaatler, ahirette iflasa sebep olunca, anında öldüren zehirli bir lokma tatlı gibi olmuş olurlar. "Allah kafirlere nimet vermez" diyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allah'ın kafirlere verdiği bunca nimetler, birtakım istidraçlar ve ebedî azaba götüren sebepler olunca, sanki bir hiç gibi olurlar. İşte bu espiri ile, Nuh (aleyhisselâm) bu ayette, "Malları ile evladan, ancak hüsranlarını artıran kimselere uydular" demiştir. İkinci Mesele Vâv'ın dammesi ile, şeklinde de kıraat vardır. Bil ki, "vüld" de, veled (çocuk) manasınadır. Bunun, "veled" kelimesinin çoğulu olması da mümkündür ve bu o zaman tıpkı "fülk" (felekler) kelimesi gibi olmuş olur. "Vüld'ün hem müfred, hem de çoğul kabul edilmesi mümkündür. Müşriklerin Tuzağı 22Âyetin tefsiri için bak:24 24"Bunlar da büyük büyük hileler yaptılar. (Halk tabakasına), "Sakın taptıklarınızı bırakmayın. Hele, Vedd'en, Suvâ'dan, Yeğûs'dan, Ye'uk'dan ve Nesr'den sakın vazgeçmeyin ha!" dediler. Hakikaten onlar, birçoklarını baştan çıkardılar. Sen, o zalimlerin şaşkınlığından başka şeylerini artırma". Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele vardır: Birinci Mesele Ayetteki (......) kelimesi, (Nûh. 21) ayetine matuftur. Çünkü, kendilerine tabi olunanlar, işte bu tuzak kuran hilekâr kimseler olup, kendilerine tabi olanlara, "... sakın vazgeçmeyin!.." diyenlerdir. Zamirin çoğul getirilmesi ise, (......)den dolayıdır; çünkü (......)in manası çoğuldur. Kübbâr Kelimesi Hem şeddeli, hem de şeddesiz olarak (......) ve (......) şeklinde okunmuştur ki, bu kalıplar, (......) sigasının mübalağa sigalarıdır. O halde buradaki sıralama, önce (......) ortada şeddesiz olan (......) sonra da şeddeli olan (......) şeklinde olup, bunun bir benzeri de, (......) ve (......) ve (......) ifadeleridir. Üçüncü Mesele "En büyük tuzak" o reislerin, kendilerine tabi olanlara, "sakın vedd'i... bırakmayın..." demeleridir. Binâenaleyh bu demektir ki onlar, halkı, tevhidden alıkoyup şirki emretmişlerdir. Tevhid, en büyük dereceyi haiz olunca, hiç şüphesiz bundan men etmek de en büyük günah olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu eylemi "büyük” olarak nitelemiştir. Kelâm ilminin, diğer ilimlerden üstün olduğunu söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Şirki emretmek (tavsiye etmek), en büyük çirkinliktir; rezilliktir. Binâenaleyh, tevhidi ve reşâdı (doğruyu) emretmenin de, hayırda ve dinde en büyük makamı haiz olması gerekir." Dördüncü Mesele Allahü teâlâ bu fiili; iki sebepten dolayı "tuzak" diye nitelemiştir: 1) Uluhiyyetin onlara nisbet edilmesinde, halkın o putlara ibadete devam etmesini gerektiren en büyük tuzak bulunmaktadır. Bu sebeple, onlar halka adeta şöyle demişlerdir: "Bu putlar, sizin ilahlarınızdır; bunlar atalarınızın da ilahları idiler!.. Şayet siz, Nuh'un sözünü kabul edecek olursanız, hem kendinizin cahil, sapık, kafir, hem de atalarınızın böyle olduğunu kabul etmiş olursunuz. İnsanın, hem kendinin hem de bütün geçmişinin aleyhine olmak üzere, bir takım kusurları, noksanlıkları ve cehaleti kabul etmesi çok zor bir şey olunca, onları dinden çevirmek amacıyla işte bu hususlara, "ilahlarınızı..." ifadesiyle işaret edilmiştir. İşte bu söz, böyle çok net olarak gözükmeyen gizli bir tuzağı ihtiva ettiği için, Allahü teâlâ onların bu sözlerine "tuzak.." adını vermiştir. 2) Allahü teâlâ, o tâbi olunanların malları ve evlatları olduğunu belirtmiştir. Şimdi belki de bu reisler kendilerine tâbi olanlara şöyle demişlerdir: "Sizin ilahlarınız, Nûh'unkinden daha hayırlıdır. Zira, sizin ilahlarınız size mal ve çocuk veriyor; Nuh'un ilâhı ise, ona hiçbir şey vermiyor. Çünkü o, fakirdir." İşte bu tuzaklarla reisler halkı, Nuh'a itaat etmekten alıkoymuşlardır. Ki bu tıpkı, Firavunun tuzağının aynısıdır. Çünkü o da, "Mısır'ın hükümranlığı benim değil mi?"(Zuhruf,51); "Yoksa ben ondan hayırlı değil miyim? O ki hakirdir, meramını bile nerdeyse açıklayamıyor..."(Zuhruf, 52.53) demiş idi. Şirkin Menşei Beşinci Mesele Ebû Zeyd el-Belhi, "er-Reddu ala abectotl'l-esnâm" adlı eserinde şunu zikreder: "O anda yontularak elde edilen bu kütüklerin, göklerin, arzın, bitkilerin ve canlıların Halikı olmadığını bilmek, bedihi bir bilgidir. Zarurî bilgiler hususunda ise, insanlar arasında ihtilafın bulunması caiz değildir." Putperestlik, bu ayetin delaletiyle, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), peygamber olarak gönderilmezden önce de mevcut olan bir din idi. Halbuki bu din, bu zamana kadar da devam edegelmiştir. Mamur beldelerde oturanların ekserisi de, bu din üzeredirler. Binâenaleyh, bu dini, yanlışlığı, fesadı ve bozukluğu aklın bedahetiyle an lası lam ayacak bir manaya hamletmek gerekir. Aksi halde bu din, şu kadar zamandan beri, alemin ekserisinde devam etmemeliydi. Binâenaleyh, bu durumda bu görüşü benimseyenlerin mutlaka bir takım te'villeri (izahları) bulunmasıdır. 1) Ebü Ma'şer Cafer ibn Muhammed el-Müneccim şöyle der: "Bu söz, "Allah cisimdir ve bir mekandadır" diyenlerin görüşünden kaynaklanmıştır. Zira onlar, "Allah nurdur ve nurların en büyüğüdür. Bu nurun mekanı olan Arş'ın etrafında dolaşan o melekler de, o en büyük nura nisbetle küçük nurlardır" diyorlardı. Şimdi bu görüşe inananlar, kendi inandıkları ilahlarının şeklinde, en büyük bir put ihdas etmişler, dolayısıyla da, mukarreb meleklerin şeklinde, büyüklük-küçüklük, değer-değersizlik açısından farklı olan putlar edinmişler; kendilerinin o ilaha ve meleklere ibadet ettikleri inancıyla, bu putlara tapmaya başlamışlardır. Binâenaleyh bu demektir ki, putperestlik dini, "tecsîm" inancından kaynaklanmıştır." 2) Bir grup Sâbiî, en büyük ilahın, râbit ve gezegen yıldızları yarattığına ve süflî alemin idaresini, bunlara havale ettiğine inanırlar. O halde beşer, bu yıldızların kulu; bu yıldızlar da, en büyük ilahın kullarıdır. Bu sebeple beşerin, bu yıldızlara tapması gerekir. Bu yıldızlar bazan doğup bazan da battıkları için, onlar, yıldızların şekillerinde bir takım putlar edindiler. Aslında amaçlan yıldızlara tapmak olduğu halde, bu putlara tapmaya başladılar. 3) Eski zamanlardaki topluluklar, alemdeki mutluluk ve mutsuzlukları yıldızlara nisbet etme hususunda, yıldızlara bakarak hüküm çıkaranların yolunda olan müneccim kimselerdi. Binâenaleyh, mesela bir felekde, enteresan bir tılsıma elverişli enteresan bir şekil, tesadüfen meydana geldiğinde, onlar bu tılsımı öğreniyorlar ve bu tılsımdan enteresan haller ve büyük neticeler elde ediyorlardı. Ve onlar, bu tılsımların kaynağına saygı duyuyor, ikram ediyor ve ona ibadetle meşgul oluyorlardı. Böylece de, her tılsım, hususi bir yıldız ve hususi bir burca uygun şekil üzere öğreniyorlar, uyguluyorlardı. İşte bu sebeple, Vedd'in, erkek suretinde; Suvâ'ın, kadın; Yeğûs'un, aslan; Ye'ûk'un, at; Nesrin de kerkenez kuşu suretinde olduğu söylenmiştir. 4) Bazı salih kimseler gelip geçmiş idi.. Zamanla putperestler bunların şekilleri üzere bir takım heykeller ediniyor ve onlara tazimde bulunmaya başlıyorlardı. Ki, onların maksatları, yaşamış olan o kimseleri tazim etmek idi. Böylece onlar, Allah katında kendilerine şefaatçi olurlar düşüncesiyle bunu yapıyorlardı. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklen, "Biz onlara ancak, onlar bizi Allah'a iyice yaklaştırsınlar diye tapıyoruz..." (Zümer. 3) buyurduğu ayetinden kastedilen husustur. 5) Bazan büyük bir kral. bazan da büyük bir şahsiyyet ölür.. Böylece de onlar, bunların şekil ve suretlerinde heykeller yapmışlar ve onlara bakıp durmaya, hizmet etmeye başlamışlardır. Şimdi, kendilerinden sonra gelenler, atalarının, bizzat bunlara taptığını sanmışlar, böylece de atalarını taklit amacıyla onlara ibadet etmeye başlamışlardır. Belki de, bu beş isim, yani Vedd, Suvac, Yeğûs, Ye'ûk ve Nesr isimleri, ademoğullarından beş şahsın ismidir. Bunlar ölünce, İblis, bunlardan sonrakilere, "Ah keski, bunların heykellerini yapsanız da, onlara bakıverseniz, hizmet etseniz.." dedi. Onlar da, yaptılar. Bunlar ölünce de, bunlardan sonra gelenlere, İblis, "Onlar onlara tapıyorlardı" demiş.." böylece bunlarda putlara tapmaya başlamışlardı. İşte bu sebeple Hazret-i Peygamber, kendisinden rivayet olunduğu üzere, "Ben sizi, kabirleri ziyaret etmekten men etmiştim. Ama, dikkat! Şimdi onları ziyaret edin; çünkü, onları ziyarette bir öğüt ve nasihat bulunmaktadır" Müslim, Cevaiz, 106 (2/672). demiş, böylece, önce kabir ziyaretini yasaklamış, daha sonra da buna müsaade etmiştir. 6) Allah'ın bir cisim olduğunu ve hululün caiz olduğunu söyleyenler. Allahü teâlâ'nın bir inancın veya bir putun şahsına hulul edip gideceğini imkansız görmezler. Binâenaleyh, şimdi bunlar bir büyü olmak üzere elde edilen o puttan enteresan bir halin sudur ettiğini gördüklerinde, gönüllerine, ilahın o puta hulul ettiği fikri gelmiştir. Binâenaleyh, işte bundan dolayı, Rafızî'lerin öncülerinden bir grup, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, Hayber'in kapısını kökünden söküp atınca ve bu da alışılmış bir şey olmayınca, ilahın, onun bedenine hulul ettiğini ve ilahın o olduğunu söylemişlerdir. 7) Belki de onlar, bu putları, bir mihrab (kıble) gibi kabul etmişlerdir. Onların maksatları ise, Allah'a ibadet etmek idi. Bu konuda söylenilenlerin tamamı bundan ibaret olup, bunların bir kısmı, aklî delillerle, bâtıl olan şeylerdir. Çünkü, Allahü teâlâ'nın cisim olmadığı kesin ve sabit olunca, ilah şeklinde put edinme de batıl olur ve hulul ettiği görüşü de çürümüş olur. Allahü teâlâ'nın, bütün makdûrât'a kadir bir zat olduğu sabit olunca, araya vasıtalar koyma, tılsımlara itibar etme... görüşü de batıl olmuş olur. Şeriat, put edinmeyi men etmek için gelince, o putların mihrab ve şefaatçiler olarak benimsenmiş olduğu görüşü de batıl olur. Nûh Kavmi Putlarının Hicaz'a Geçmesi Bu beş put, onların putlarının en büyüğü idi. Sonra bunlar, Nûh Kavmi'nden Araplara geçti de, böylece Kedd, Kelb'in; Suva', Hamedân; Yeğûs, Müzhac'ın; Ye'uk, Muradın; Nesr de, Himyer'in putu oldu.. İşte bu sebeple Araplar, Abd-i Vedd: Vedd'in kulu, ve Abd-i Yeğûs" diye adlandırıldı. Kitaplarda denilenler bunlar; ama bu hususta bir problem bulunmaktadır. Dünya, Tufan zamanında harab olmuş idi. Daha nasıl o putlar geriye kalmış ve daha nasıl Araplara intikal etmiştir?.. Nûh (aleyhisselâm)'un, bunların gemiye aldığı ve orada tuttuğu da söylenemez. Çünkü, Nûh (aleyhisselâm), bunları reddetmek ve kırmak için gelmiş idi. Daha nasıl, onları koruma hususunda, ondan bir işgüzarlık olarak bunları gemisine aldığı söylenebilir?!.. Yedinci Mesele: Vav'ın fethası ve dammesi ile (......) şeklinde okunmuştur. Leys, Vav'ın fethasıyla olan Vedd'in Nûh (aleyhisselâm)'un kavmine ait bir put olduğunu; vav'ın dammesiyle Vudd'un ise, Kureyş'in bir putu olduğunu ve Amr (İbn Luhayy)'in de, İbn Abd-i Vüdd adını aldığını söylemiştir. Ben derim ki, Leys'in görüşüne göre, burada vâv'ın dammesiyle Vudd şeklinde okunmaması gerekir. Çünkü bu ayetler, Kureyş'in halleri hususunda değil, Nuh (aleyhisselâm)'un kıssası hakkındadır. A'meş de, kelimeleri munsanf yaparak ve (......) şeklinde okumuştur, ama bu da müşkil bir okuyuştur. Çünkü bu iki kelime, ister Arapça olsun, İsterse yabancı kabul edilsinler, bunlar da, gayr-i munsanf olmanın sebepleri vardır. Bunlarda, ya marifelik ve fiil vezninde olma, yahut da marifelik ve Arapça olmamadır. Belki de A'meş, bu iki kelimenin kardeşlerini, yani ve kelimelerini munsanf olarak bulduğu için, munsanf yapmıştır. Bil ki, Nuh (aleyhisselâm), o reislerin, kendilerine tabi olanlara, "Sakın, putlarınızı terketmeyin" dediğini nakledince, "Hakikaten onlar, birçoklarını baştan çıkardılar" buyurmuştur ki, bu hususta da iki izah yapılabilir: 1) Bu, "O reisler, bu putperestliği tavsiye edenlerden önce, pekçok kimseyi saptırmışlardı. Ve bu, onların, İlk defa saptırmaları değildir" demektir. 2) Buradaki fiilindeki vâv zamirinin, putlara raci olması. Böyle olması halinde ayetin bu ifadesi, "Şüphesiz ki onlar pekçok kimseyi saptırdılar... "(ibrahim, 36) ayeti gibi olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bu görüşe göre, burada bahsedilen putları, tıpkı insan gibi addetmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir ifadesinde böyle addederek, "Yoksa onların, kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı var?" (A'raf, 195) buyurmuştur. Ayetteki, "Sen, o zalimlerin şaşkınlığından başka şeylerini artırma" ifadesine gelince, bu hususta şöyle İki soru sorulabilir: Cümlesinin Yeri Birinci Soru: ümlesinin ayetteki yeri ve konumu nedir? Cevap: Nûh (aleyhisselâm) sanki, onların kötü fillerini ve kötü sözlerini dile getirmede sözü uzatınca, kalbi onlara karşı kin ve öfke ile doldu da, sözünü, onlara beddua etmek suretiyle bitirdi.. Birinin Sapması İçin Dua Caiz Mi? İkinci Soru: Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), onları sapıklıktan alıkoymak için gönderilmiştir. Peki, daha nasıl, Allah'ın onların sapıklıklarını artırması hususunda Allah'a dua etmesi ona yakışır? Cevap: Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz: â) Belki de, ayetteki "dalalet" ifadesiyle, dinî konudaki dalâlet değil, onların dünyaları ve yaptıkları hile ve tuzakların revaç bulmaması kastedilmiştir. b) Buradaki "dalalet" sözüyle, ilahî azab kastedilmiştir. Burcun dettli ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Günahkarlar bir sapıklık (azab) ve çûgın ateş içindedirler" (Kamer, 47) ayetidir. Kavmin Boğulması Daha sonra Cenâb-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm)'un sözünü nakledince, 25"Bunlar, günahlarından dolayı suda boğuldular. Ardından da, bir ateşe atıldılar. O vakit, kendilerine Allah'dan başka yardımcı da bulamadılar" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ayetin başındaki (......) tıpkı (......) (Nisa, 155) ve (......) (Al-i Imran, 159) ayetlerindeki (......) gibi, zaididir Buna göre mana, "Günahları yüzünden, günahları sebebiyle..." şeklinde olur. İbn Mesûd da, (......) şeklinde okumuş, böylece (......) ifâdesini sona almıştır. Buna göre (......) zâid olmaz. Çünkü kendisinden sonra gelen ifâdeyle birlikte, masdarı takrir etmek için olur. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesi, onların, boğulmalarının esasen Tufan sebebiyle değil de, kendi hataları yüzünden olduğunu beyan etmek içindir. Müneccimlerden, "Bu, o vakitte devr-i a'zamın yarısının geçmiş olması sebebiyle olmuştur" kabilinden sözler söyleyenler, ayetin sarih manasını tekzib ettiklerinden böyle söyleyenlerin tekfir edilmesi gerekir. Hetîe Kelimesi Hemze ile hemzeyi yâ'ya çevirip, ya'yı da yaya idğam etmek suretiyle ve cim anlamı murad edilerek, müfret olarak şeklinde de okunmuştur. Burada geçen bu kelime, yani "hata" maddesiyle, küfür manası kastedilmiş olabilir. Bil ki, her ikisi de (......) kelimesinin çoğuludur. Ancak ne var ki, birincisi "cem-i mükesser". ikincisi de, "cem-i sâlim'dir. Bu konuyla ilgili sözümüz, Bakara 58 ayetiyle, Araf 161 ayetinin tefsirinde geçmiştir. Kabir Azabı Alimlerimiz, kabir azabının mevcudiyeti konusunda, Cenâb-ı Hakk'ın, "... boğuldular. Ardından da, bir ateşe addılar" ifadesine tutunmuşlar ve şu iki izahı yapmışlardır: a) ifadesinin başındaki fa, ateşe sokulma işinin, boğulmanın hemen peşinden olduğuna delâlet etmektedir. Dolayısıyla, ayetin bu ifadesini, ahiret azabı manasına almak mümkün değildir. Aksi halde, fâ'nın delaleti yok olmuş olur. b) Allahü teâlâ, geçmişi ifade eden bir siga (mazî ile) buyurmuştur ki bu, sokulma işinin bilfiil gerçekleşmiş olması halinde doğru olan bir ifadedir. Mukâtil ve Kelbi ise, bunun manasının, "Onlar, ahirette, azaba sokulacaklar..." şeklinde olduğunu; ne var ki, doğru olduğundan ve ilgili tehdit gerçek olduğundan muzarî yerine mazı fiil kullanılmış olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, (A'raf, 50) (Araf,44) ayetleri gibidir. Bil ki, bunların söylemiş olduğu şey, bir delil olmaksızın, zahirî manayı terketmektir. İnsanın Asıl Mahiyeti Ruhidir Buna göre ayet, "Biz ayetin zahirî manasını, delilden dolayı almadık. Bu delil de şudur: Mesela bir kimse suda boğulduğunda, biz onu orada gözümüzle görüyoruz. Peki daha nasıl, onların o anda cehenneme atıldıkları söylenebilir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verilebilir: Bu problem, insan denen mefhûmun görünen hey'etin tümünden ibaret olduğuna inanıldığı için ortaya çıkmıştır. Halbuki bu yanlıştır, zira bir insanın, ta ömrünün başından itibaren mevcut olan bir zat olduğunu beyan etmiştik. Ne var ki, insanın, ömrünün başında bedeni küçüktür. Onun cüzleri sürekli olarak dağılıp gitmektedir. Geriye kalanın, değişenden başka olduğu ise malumdur. O halde insan, Ömrünün ta başından, ölünceye kadar baki kalan şeyden (öz) ibarettir. O halde, peki daha niçin, "Bu cüsse, her ne kadar suda kaldıysa da, ancak o muayyen insanın kendisinden ibaret olduğu insandan ayrılmış olan o temel parçalarını azaba ve ateşe sokmuş olması niçin söylenemesin? Daha sonra Cenâb-ı Hak,"O vakti, kendilerine Allah'tan başka yardımcı da bulamadılar" buyurmuştur ki, bu, onların, o putlara ibadete devam edişlerinin, o putların, kendilerinden bela ve musibetleri def etmeleri ve faydalı şeyleri de onlara celbetmeleri için olduğunu bir çıtlatma (tariz). Binâenaleyh, onlara, Allah'ın azabı gelince, o putlardan fayda göremediler ve o putlar, Allah'ın azabını onlardan savuşturamadı. Bu yönüyle bu ayet, tıpkı, "Yoksa onların, bizden başka, kendilerinden azabı savuşturacak ilahları mı var?!" (Enbiya, 43) ayeti gibidir. Bil ki, bu ayet, Allah'tan başka bir şeye güvenip dayanan herkesin aleyhine olan bir delildir. Deyyâr Kelimesi 26"Nüh, "Ya Rabbi, yeryüzünde, kafirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma.." demişti..". Müberred, (......) ifadesi, ancak genel bir olumsuzluğun kastedildiği yerlerde kullanılır" demiştir. Nitekim Arapça'da, "Evde, hiç kimse yoktur!" denilir. Bu kelime, müsbet hükümde kullanılmaz. Dilciler bu kelimenin, (......) kalıbında olup, (......) kökündendir. Aslı ise, (......)dur. Bu demektir ki, vav yâ'ya çevrilmiş; "yâ" da "yâ'ya idğam edilmiştir. Ferrâ, Zeccâc ve İbn Kuteybe de, Arapça'da, "Evde konaklayan kimse yoktur" anlamında, (......) denildiğini söylemişlerdir. Nûh (aleyhisselâm)'un Kafir Kalmasın Diye Duası 27"Çünkü eğer sen, onları, bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden, öz kafirden başka da evlat doğurmazlar". Buna göre şayet, "Peki Nuh (aleyhisselâm), bunun böyle olacağını nasıl bilmiş?" denilirse biz deriz, hem nastan, hem de muhakemeden bunu çıkarmıştır. Nassa gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Senin kavminden ancak, (daha önce) iman etmiş olanlar inanacak..." (Hud, 36) ayetidir. İstikra ise şudur: Nuh (aleyhisselâm), onların içinde 950 yıl yaşamış. Böylece, onların karakterlerini tanımış ve onları denemiştir. Mesela onlardan birisi, çocuğunun elinden tutarak, onu Nûh (aleyhisselâm)'un yanına götürüyor ve "Şu adamdan sakın, çünkü bu kezzâbtır, yalancıdır. Benim babam da bana bu tavsiyeyi yapmıştı.." diyordu. Böylece, büyüğü ölüyor, küçüğü de aynı düşüncede olarak büyüyordu... Ayetteki "Fadr, öz kafirden başka da evlat doğurmazlar..." ifadesiyle ilgili şu iki izah yapılabilir: 1) "Bunlar, senin, ilm-i ezelinde de böyledirler." 2) "Bunlar, böyle olacaklar..." Nûh (aleyhisselâm)'un Duası ve Bedduası Bil ki, Nûh (aleyhisselâm), kavmine beddua edince şöyle demiştir: "Ya Rabbi, beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime giren kimseleri, erkek mü'minleri ve kadın mü'minleri sen bağışla. Zalimlerin, helakinden başka bir şeyini de artırma" (Nûh, 28). "Beni bağışla..", yani, "Beni terk-i evla yapmamdan ötürü beni bağışla..." demektir. Şu da denebilir: Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), kavmine beddua ederken, onlara, onlardan ötürü gördüğü eziyetler sebebiyle beddua etmiştir. Binâenaleyh, onlara beddua etme, adeta, intikam duygusuyla yapılmış da, bundan dolayı da mağfiret talebinde bulunmuştur. Çünkü, intikam duygusuyla yapılan bedduada, nefsi tatmin vardır. "Anam. babam...", yani, babası Lamek İbn Metûşlah; annesi Şemhâ bint-i Enûs... Ki bunlar, mü'mindiler. Atâ şöyle der: "Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ile Adem (aleyhisselâm) arasındaki peygamberlerin hiç birinin babası kafir değildir. Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ile Hazret-i Adem (aleyhisselâm) arasında on ced, dede vardır." Hasan İbn Ali, Sâm ve Hamı kastederek, ayeti, "iki oğlumu..." şeklinde okumuştur. Daha sonra, "erkek mü'minleri ve kadın mü'minleri..." buyurulmuştur. Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), ilk defa kendisine, sonra kendisine en yakın olanlara dua etmiştir. Zira, kendisine en yakın olanlar, onun duasına daha layıktırlar. Daha sonra da bu duasını, bütün mü'min erkek ve kadınlara teşmil etmiştir. Derken, sözünü, yeniden kafirlere beddua ederek bitirmiş ve "Zalimlerin, helakinden başka bir şeyini de arttırma" demiştir. Yani, "Helaki, unufak olmayı... artır.." demektir. Çünkü, helak edilen her şey kırılıp dökülmüştür. (Araf, 139) (isrâ, 7) ayetleri de bu manadadır. Tufanda Çocuklar Derken, Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un duasına icabet etti de, onların tümünü birden helak etti. Buna göre şayet, "Bu kavim boğulurken, çocukların günahı nedir?" diye sorulursa, buna birkaç yönden cevap verebiliriz: 1) Allahü teâlâ, Tûfan'dan 40 veya 90 yit öncesinden, erkeklerin zürriyetini kuruttu, kadınların ise rahimlerini kısırlaştırdı. Dolayısıyla da bu demektir ki, onlar boğulurken, beraberlerinde çocuk bulunmuyordu. Bunun delili, bu suredeki, (Nuh, 10-12) ayetleridir. Bu, "mefhûm" gereği.onların İstiğfarda bulunmadıklarında, Cenâb-ı Hakk'ın, onların oğullarını çoğaltmayacağına delâlet eder. 2) Hasan el-Basrî, Allah, çocukların suçsuz olduğunu biliyordu. Dolayısıyla da onları, azab etmeksizin helak etti" demiştir. 3) O çocuklar o kavimler ile birlikte bir ceza olsun diye boğulmam ıslardır. Aksine bu boğuluş, başka çocukların boğulma ve yanma ile ölmeleri gibidir. Dolayısıyla bu, çocuklarının da boğulduğunu gözleriyle gördükleri için, ana-babalarının azablarının artmasına sebep olmuştur. En iyisini Allah bilir. Hamd, âlemlerin Rabbine, salât-ü selâm da, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nun âline ve ashabına olsun (Amin). |
﴾ 0 ﴿