CİN SÛRESİ

Bu sûre, yirmisekiz ayet olup, Mekkîdir.

1

"De ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur. Bir gurup cin (Kur'ân'ı) dinlemiş de, "Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur'ân dinledik" demişler".

Cinlerin Varlığı

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Yeni ve eski, bütün insanlar "cinn"in olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Felsefecilerin çoğundan gelen nakillere göre, onlar cinlerin varlığını kabul etmezler. Bu böyledir, çünkü Ebû Ali İbni Sîna, eşyanın tarifi hususunda kaleme aldığı bir kitabında şöyle demektedir: "Cin, çeşitli şekillere bürünebilme kabiliyetinde olan, havaî (maddî olmayan) canlılardır." Daha sonra sözüne devamla, "Bu, "cin" maddesinin (kelimesinin) tarifidir" der. Binâenaleyh onun bu sözü, bu tariften maksadın, bu kelimeyi açıklamaktır, yoksa görünür alemde böyle bir varlığın bulunduğunu göstermek için değildir,

Fakat çeşitli dinlere mensub olup, peygamberleri tasdik eden insanların çoğu, cinlerin varlığını kabul ederler. Yine eski felsefecilerle, ashab-ı rûhaniyyatın büyük bir kesimi de, cinin varlığını kabullenir ve bunlara, "süflî (yersel) ruhlardır. Süfli ruhlar, icabet (kabullenme) hususunda hızlıdırlar, ancak ne var ki güçsüzdürler. Ama "felekî (göksel) ruhlar", (melekler) icabet bakımından yavaş, fakat güçlüdürler."

Cinlerin varlığını kabul edenler de İkiye ayrılır: Kimileri, cinlerin maddî olmadıklarını ve maddelerde bulunan bir hal, bir sıfat olmadıklarını, aksine kendi kendilerine kaim cevherler olduklarını iddia ederek şöyle demişlerdir: "Bizim bu sözümüzden, bunların, Allah'a denk varlıklar olduğu manası çıkarılmasın. Çünkü bunların madde olmamaları ve maddede bir hal olmamaları, selbî (olumsuz) bir husustur. Selbîlikle müştereklik ise, mahiyette denkliği gerektirmez. Hem sonra, bu selbîlikte müşterek olmalarına rağmen, tıpkı bir yere, bir mekâna ihtiyaç duyma hususunda eşit olmalarına rağmen, "araz"ların mahiyetlerinin farklı farklı oluşu gibi, bunlar da mahiyetleri açısından farklı farklıdırlar. Binâenaleyh bunların bir kısmı hayırlı, bir kısmı serti; bir kısmı iyi, güzel ve hoş şeyleri seven, bir kısmı da alçak, adi, kötü olup, bela ve musibetleri severler. Bunların bütün çeşitlerini ancak Allahü teâlâ bilir. Bunların, mücerred varlık oluşları, bir takım şeyleri bilmelerine ve bir takım şeyleri yapmalarına manî değildir. Binâenaleyh bu ruhî varlıkların, duymaları, görmeleri, birtakım haberi halleri bilmeleri ve birtakım belli fiilleri yapmaları mümkündür. Biz, bunların mahiyetlerinin farklı farklı olduğunu söylediğimize göre, şüphesiz bunların türleri arasında, insan kudretinin aciz kaldığı, çok büyük ve güç işleri yapabilecekler vardır. Yine bunların herbir çeşidinin, bu alemdeki maddelerin herhangi bir türü ile ilgili olması da uzak bir İhtimal değildir. Tıbbî delillerin, "insan" demek olan nefs-i natıka ile ilk alaka kuran şeyin ruhlar olduğuna delalet etmesi gibi -ki ruhlar kanın en latif parçalarından olan ve kalbin sol tarafında oluşan latif ve buhârî varlıklardır. Sonra nefs-i natıkanın bu ruhlarla münasebet kurması vasıtasıyla nefis, bu ruhların kendisinde bulunduğu, gezip-dolaştığı uzuvlarla alaka kurar- aynen bunun gibi, bu cinlerden her birinin de "hava"yı oluşturan parçalardan birisi ile alaka kurması uzak bir ihtimal değildir. Böylece bu ilk hava parçası, o ruh ile ilk alaka kuran şey olmuş olur. Sonra bu havanın, kesîf (yoğun) diğer bir madde içinde hareket edip, gezip-dolaşması sebebiyle, bu ruhların o kesîf maddede bir alaka ve bir tasarrufu (tesiri) meydana gelmiş olur.

Bu görüşte olanlardan bazıları da cin hususunda başka bir izah yaparak şöyle demişlerdir: "Bu beşerî ruhlar ve nefs-i natıkalar, kendilerine ait bedenleri terkettiklerinde, ruhî alemdeki, ruhanî sırların inkişafı sebebiyle, kuvvet ve kemalleri artar. Binâenaleyh tesadüfen o bedenden ayrılan ruhun karşısına, terkettiği bedene benzer bir beden çıktığında, bu benzerlik sebebiyle, o bedenle alaka kurar ve bir önceki bedeni terkeden ruh, bu bedenin fiilleri ve tasarrufları hususunda bu bedenin ruhuna yardımcı olur. Çünkü cins birliği, birleşme sebebidir. Şimdi eğer bu hal, hayırlı ruhlarda olursa, yardımcı olan ruh, melek, yaptığı yardım da ilham; kötü ruhlarda olursa, yardımcı olan ruh şeytan, yaptığı yardım da vesvese adını alır.

Cinlerin Mahiyeti Hakkında

Bu hususta ikinci görüşte olanlar ise cinlerin maddî varlıklar olduğunu söylerler. Bu görüşte olanlar da yine kendi aralarında ikiye ayrılırlar: Bunlardan kimileri, "bu maddeler de, mahiyetleri açısından farklıdırlar ve aralarındaki müşterek nokta tek bir özelliktir. Bu da, bunların hepsinin bir mekan işgal edip, bir yönde bulunmaları ve uzunluk, enlilik, derinlik gibi şeylerle tavsif edilebilir olmalarıdır. Bütün bunlar, onlarda bulunan sıfatlardır. Sıfatlarda müşterek oluş ise, bütün mahiyetleri açısından aynı olmayı gerektirmez. Çünkü mahiyetlerinin tamamı açısından farklı olan varlıkların, tek bir ayrılmaz vasıfta müşterek olmalarının imkansız olmadığı sabittir" derler.

Bunlar sözlerine devamla şöyle derler: "Hiç kimse, "maddenin, madde olması açısından tek bir tarifi ve hakikati vardır. Dolayısıyla maddelerin, madde olma açısından, mahiyetleri arasında bir farklılığın olmaması gerekir. Aksine eğer farklılık varsa, buna ilave olan mefhumda da farklılık olur. Hem sonra maddeyi, latîf - kesîf; ulvî - süflî diye kısımlara ayırmamız mümkündür. Kısımlara ayırma yeri, kısımlar arasında müşterektir. Binâenaleyh bu demektir ki kısımların tümü cismiyyet (maddî oluş) açısından müşterektir. Farklılık ise, bu sıfatlar açısından meydana gelmiştir. Bunlar da, latîf - kesîf olma; ulvî - süflî olma sıfatlarıdır" diye istidlalde bulunamaz. Çünkü ileri sürülen bu iki delil de tutarsızdır.

Birinci delilin tutarsızlığı hususunda şöyle deriz: Maddelerin, madde olma açısından bir tarif ve hakikati olduğu gibi, arazların (sıfatların) da, araz olma açısından bir tarif ve hakikatleri vardır. Dolayısıyla bundan, bütün arazların, mahiyetlerinin bütün yönlerinden eşit ve aynı oldukları neticesi çıkar ki bunu kimse iddia etmemiştir. Aksine felsefecilere göre gerçek şudur: Arazların, kesinlikle zatlarla aralarında müşterek bir noktaları yoktur. Çünkü eğer aralarında müşterek bir nokta olsaydı, bu müştereklik, onların "cins"i olmuş olurdu. Eğer böyle olsaydı, "dokuz", âlî cins (üst cins) olmaz, aksine bir cinsin, türlerinden biri olurdu. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, arazların, araz olmaları açısından tek bir hakikati vardır. Bundan, mahiyetlerinin her yönü açısından eşit olmaları şöyle dursun, aralarında zatî bir müştereklik olduğu neticesi çıkmaz. Binâenaleyh durumun maddelerde de aynı olması niçin caiz olmasın. Çünkü arazlar, mahiyetlerinin tamamı açısından farklı olup, sonra bu farklı olanlar arızî bir sıfatta, yani mevzuları için (bulundukları varlıklar) için arızî olmada eşit oldukları gibi, maddelerin, mahiyetlerinin bütün yönleri açısından farklı olmaları, ama arızî bir sıfatta, yani kendisine maddi olarak işaret edilebilen bir vasıfta, bir mekanda bulunmada ve uzunluk, enlilik, derinlilik gibi vasıflarda eşit olmaları da caizdir. Binâenaleyh bu ihtimali gözardı etmek mümkün değildir.

İkinci delilin tutarsızlığı hususunda da şöyle deriz: Bu delil, onların, "maddeleri, latîf-kesîf diye kısımlara ayırmak mümkündür" şeklindeki delilleridir. Bu delil de, yine "araz" (sıfat) ile çürütülür. Çünkü arazı da, keyfiyet ve kemiyet açısından taksim etmek mümkündür. Binâenaleyh bunların da, zatlarının her yönü açısından müsavi olmaları şöyle dursun, ortada zatî bir müşterekliğin olduğu neticesi bile çıkmaz. O halde bu hususta da durumun aynı olması niçin caiz olmasın. Maddelerin farklı olmasında bir imkansızlığın olmadığı sabit olup, bu ihtimalin batıl olduğuna hiç bir delil de bulunmayınca, bu durumda onlar, havaî (maddî olmayan) latîf maddelerin bir kısmının, mahiyetleri açısından, diğer bir havaî çeşitten farklı olması ve bu mahiyetin, kendi zatında husûsî bir bilgi ve enteresan fiilleri yapabilme hususunda husûsî bir kudreti gerektirmesi imkansız değildir. Böyle olması halinde, cinlerin var olduğunu ve çeşitli şekillere bürünebilecek kabiliyete sahip olduklarını söylemek, açık bir ihtimaldir.

Cinlerin, mahiyetleri açısından biribirlerine denk maddeler olduğunu söyleyen bu ikinci gurub da, kendi arasında iki guruba ayrılır:

Hayat İçin Bünye (Beden) Şart Değil

Birinci Gurup: Bunlar, hayatiyyetin bulunması için, bir bünyenin (bedenin) şart olmadığını iddia edenlerdir. Bu İmam-ı Eş'ârî'nin ve ona tabi olanların çoğunluğunun görüşüdür. Bunların, bu konudaki delilleri açık ve kuvvetli olup, şöyle derler: "Eğer hayat (canlılık) için bünye şart olsaydı, o zaman ya tek bir hayatın, parçaların tümü ile kaim olduğu; yahut da herbir parçanın müstakilleri (ayrı ayrı) hayatiyyet taşıdığı söylenebilirdi. Birincisi imkansızdır. Çünkü tek bir arazın (sıfatın), aynı anda pek çok mahalle (yere) hulul etmiş olması düşünülemez. İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü cismin (bedenin), kendisinden oluştuğu cüzler (parçalar), birbirine denktir. Bunların herbirinde bulunan hayatiyyet, diğerinde bulunan hayatiyyete denktir. "Bir şeyin hükmü, mislinin (onun gibisinin) hükmüdür." Binâenaleyh şimdi şu parçada bulunan hayatiyyet şu diğer parçada bulunan hayatiyyettn varlığına muhtaç olsaydı, bu muhtaç oluş, karşı taraf için de aynen söz konusu olurdu. O devr-i fasit imkansızdır. Yok eğer böyle muhtaciyyet söz konusu değil ise, bu durumda bu cüzde bulunan hayâtiyyetin, diğer cüzde bulunan ikinci hayatiyyete bağlı olmadığı anlaşılır. Böyle bir bağımlılık söz konusu olmayınca, tek bir parçanın, hayat, ilim, kudret ve irade gibi sıfatları taşıyabileceği sabit olmuş olur ve "Hayâtiyyetin olması için bünye (beden) şart" şeklindeki söz de batıl olmuş olur."

Bunlar sözlerine şöyle devam ederler: "Hayâtiyyetin olması için bünyenin şart olduğunu söyleyen Mu'tezile'nin delili, "istikra"ya dayanır. Bu İstikra da şöyledir: "Müşahede etmekteyiz ki bünye bozulduğu zaman, hayat ortadan kalkıyor. Bünye bozulmadığında (sıhhatli olduğunda) hayatiyyet devam ediyor. Binâenaleyh hayâtiyyetin olması, bünyenin varlığına bağlıdır."

Fakat Mu'tezile'nin bu "istikrâ"sı zayıftır. Çünkü "istikra", kesinlik ifade etmez. Binâenaleyh görülmeyen şeylerin durumunun, görülüp-müşahede edilen şeylerin durumu gibi olduğuna dair delil nedir? Hem sonra, bu söz, yani bünyenin şart olduğu iddiası, ancak harikulade (mucize ve benzeri) şeyleri inkar edenlere göre doğru olur. Fakat harikulade şeylerin olabileceğine inananlara göre ise, böyle bir iddia doğru olmaz. Bu iki şey arasında, yani bir kısmının adete, bir kısmının vücuba göre olması arasında fark olduğunu söylemek, kendisine baş vurulmayacak mahza tahakkümdür (boş iddiadır). Böylece, hayâtiyyetin olması için bünyenin şart olmadığı sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da, Allahü teâlâ'nın tek bir cevherde, pek çok şeyi bilme ve çok zor şeyleri yapabilme gücünü yaratmış olması uzak bir ihtimal değildir. Böyle olması durumunda ise, maddeleri ister latif ister kesif olsun; ister büyük, ister küçük olsun, cinlerin var olabilecekleri açıkça söylenebilir.

Cinleri Algılamak Aklen Mümkün Müdür?

İkinci Gurup: "Hayâtiyyetin olabilmesi için bünye şart olduğu gibi, güç İşler yapabilmesi için de o bünyede bir sertlik-katılık olması şarttır" diyenlerdir. Burada şöyle bir başka mesele ortaya çıkmaktadır: Görülen şeyin, mevcut olması; engellerin bulunmaması; uzak ve yakın şartların bulunması; duyu organlarının sağlıklı olması ile birlikte, bu tür şeyleri idrak etmek, algılamak aklen mümkün müdür, yoksa imkansız mıdır? Eş'ârî ve ona tabi olanlar, bunu mümkün görürken, Mu'tezile bunun aklen imkansız olduğunu söylemiştir.

Mümkün Gören Eş'arî'nin Delilleri

Eş'ârî görüşüne, hem aklî, hem de naklî yönden istidlalde bulunmuştur. Aklî delilleri şu iki şeydir:

1) Biz, büyük bir şeyi, uzaktan küçük görürüz. Bunun tek sebebi, o şeyin bazı cüzlerini görebilirken, bazı cüzlerini göremememizdir. Halbuki duyunun ve bütün şartların görülebilen o cüzlere nisbeti, görülemeyen cüzlere nisbeti gibidir. Böylece, duyuların sağlam olmasına, görülecek şeyin mevcut olmasına, engellerin bulunmayışına ve şartların bulunmasına rağmen, idrakin mutlaka meydana gelmesi gerekmediğini anlıyoruz.

2) Büyük bir nesne, ancak meydana geldiği parçaların tümünden (toplamından) ibarettir. Binâenaleyh o büyük nesneyi, uzaktaki kadar gördüğümüzde, o nesneyi görmüş oluruz. Binâenaleyh bu parçayı görme işi, ya diğer parçayı görmeye bağlıdır veya değildir. Eğer birinci ihtimal söz konusu olsa, devr-i fasit lazım gelir. Çünkü o bütünün parçaları aynıdır. Dolayısıyla eğer bu parçanın görülmesi, o parçanın görülmesine muhtaç ise, o parçanın görülmesi de bu parçanın görülmesine muhtaçtır. Dolayısıyla bundan, devr-i fasit söz konusu olur. Eğer böyle bir muhtaçlık söz konusu değilse, bu durumda o tek cevherin, o kadar uzaktan görülmesi mümkün olur. Sonra bu tek cevherin, diğer cevherler kendisine eklenmeksizin var olması halinde görülemeyeceği malumdur. Böylece biz, şartlar mevcud olduğunda görülmenin, vacib (zorunlu) değil, mümkün olduğunu anlamış bulunuyoruz.

Mümkün Değil Diyen Mu'tezile'nin Delilleri

Mu'tezile de şu esasa dayanır: "Eğer biz bunu mümkün görürsek, görmediğimiz-duymadığımız halde yanımızda (mesela) birtakım davul ve zurnaların var olabileceğini söylemiş oluruz."

Mu'tezile'ye, diğer normal hadiseleri ileri sürerek, "Denizin suyu gümüş ve altına döndürüldü. Dağlar yakut ve zeberced oldu. Gökte, gözler kapalı iken, bin tane ay ve güneş meydana geldi. Sonra gözler açıldığında Allah onları yok etti" dersek, onlar bu iki şey arasındaki farkı ortaya koymaktan aciz kalırlar. Bu karışıklığın sebebi şudur: Bu Mu'tezile, adetler zincirinde devamlılık arzeden şeylere bakıyorlar, onların bir kısmının zorunlu olduğunu, bir kısmının ise böyle olmadığını sanıyorlar ve bu iki kısım arasındaki farkı ortaya koyma hususunda, dosdoğru bir kanun ve sapasağlam bir çıkış yolu bulamıyorlar. Dolayısıyla da işi karıştırıyorlar. Binâenaleyh bu hususta gerekli olan, ya hepsinin birbirine denk olduğunu; böylece de felsefecilerin dediği gibi, hepsinin zorunlu olduğunu söylemeli; yahut da Eş'ârî'nin dediği gibi hepsinin zorunlu olmadığını söylemeli. Bu iki şey arasındaki fark hususunda delilsiz iddiada bulunmak ise, doğruluktan çok uzak bir tavırdır.

Bu sabit olduğuna göre, cinlerin var olduğunu söylemek açıkça mümkündür. Çünkü onların bedenleri, hernekadar kesîf ve katı ise de, mevcut olsalar bile görülmemeleri imkansız değildir. Bu, Eş'ârî'nin görüşüne göre böyledir. Binâenaleyh işte bütün bunlar, konunun detaylı izahlarıdır. Şu Mu'tezile'ye şaşıyorum: Onlar bu görüşlerini sürdürürken, Kur'ân'da yer alan "melek" ve "cin"lerin varlığına nasıl inanıyorlar? Bu böyledir. Çünkü Kur'ân, meleklerin çok zor ve güç işlere yeten büyük kuvvetlen olduğuna delalet etmektedir ki cinler de böyledir. Halbuki böyle bir kudret, kesîf ve katı uzuvlarda bulunur. Dolayısıyla bu durumda, bu kuvvetin melek ve cinde de aynı şekilde bulunması gerekir. Hem sonra bu melekler, hep yanımızdadırlar ve bunlar şerefli katıp melekler ile halaza melekleridir. Yine melekler canlarınızı aldıklarında da yanımızdadırlar. Ayrıca melekler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında da mevcut olmuşlardır. Ama hiç kimse onları görememiştir. Keza can verenlerin yanında bulunanlar da hiç bir şeyi göremiyorlar. Mevcut olduğunda, kesif olan bir varlığın görülmesi vacib (zorunlu) olsaydı, peki biz niçin onlan göremiyoruz? Yok eğer bunların görülmesi zorunlu değilse, o takdirde Mu'tezile'nin görüşü batıl olmuş olur. Yok eğer, kesif ve katı olmamalarına rağmen, kendilerinde güc-kuvvet varsa, o zaman Mu'tezile'nin, "Hayatiyyetin olması için bünye (beden) şart" şeklindeki görüşleri batıl olmuş olur. Yok eğer onlar, "Bunlar latif ve canlı bir takım maddelerdir. Fakat latif oldukları için güç işler yapamazlar" derlerse, bu da Kur'ân'ın sarih ifadelerini inkar olur. Velhasıl bu inançlarını sürdürdükleri sürece, onların melek ve cinlerin varlığını kabuldeki hal ve durumları çok enteresandır. Keşke onlar, açık deliller şöyle dursun, kendi mezheplerinin doğruluğu hususunda, hiç olmazsa hayalî bir takım şüpheler zikretselerdi. İşte bütün bunlar, bu konudaki incelik ve müşkilâta dikkat çekmeden ibarettir. Muvaffakiyyet ise Allah'dandır.

Hazret-i Peygamber Cinleri Gördü mü?

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cinleri görüp-görmediği hususundaki görüş ve rivayetler çeşitlidir:

Birinci Görüş: İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cinleri görmemiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Cinler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ile, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) arasındaki fetret döneminde (peygambersiz dönemde), göğe yöneliyor ve göğün haberlerini (meleklerin muhaberelerini) dinliyor, bu haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderince, gök korunmaya alındı. Böylece de şeytanlar (cinler) ile gök haberleri arasına engel konuldu. Şihablar (alevler), onların üzerine atıldı. Bunlar da İblise gidip, bu durumu haber verdiler. Bunun üzerine İblis, "Bunun mutlaka bir sebebi vardır, olmalı. Dolayısıyla sizler, yeryüzünün doğusunu-batısını (her yerini) karış karış gezip, bu sebebi bulmaya çalışın" dedi.

Bunun üzerine o araştırıcılardan bir gurup, Tihâme'ye geldiler ve Ukaz panayırında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, ashabına sabah namazını kıldırırken buldular. Okuduğu Kur'ân'ı duyunca dinlemeye başladılar ve "İşte, vallahi, sizinle göğün haberleri arasına girip, sizi engellemeye sebep olan şey budur" dediler. Oradan kavimlerine dönerek, "Ey kavmimiz, gerçekten hayranlık veren bir Kur'ân dinledik" dediler. Allahü teâlâ da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu gaybî durumu haber verdi ve "De ki: Bana şu hakikatler vahyolundu..." buyurdu." İbn Abbas (radıyallahü anh) sözüne devamla şöyle der: "İşte bunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in cinleri görmediğine dair delil var. Çünkü eğer o (aleyhisselâm), onlan görmüş olsaydı, bu hadisenin öğrenilmesini vahye nisbet etmezdi. Zira varlığı bizzat müşahede edilerek bilinen şeyin isbatt, vahye dayandırılamaz."

Cinlerin Nevileri

Eğer, "O alev parçaları (şihablar) ile taşlanan ve koğulanlar şeytanlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân'ını dinleyenler ise cinlerdir. Peki daha nasıl bu iki husus birleştirilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) O cinler, şeytanlarla beraberdi. Dolayısıyla şeytanlar kovalanınca, onlarla birlikte olan bu cinler, bunun sebebini araştırmaya başladılar.

2) Şihablarla taşlanıp kovalananlar da cinler idi. Fakat aynen "cin ve ins şeytanlar" tabirinde olduğu gibi, onlara da "şeytan" denildi. Çünkü şeytan, Allah'a taattan uzaklaşan, tekebbür eden ve direten herkestir.

Kur'ân'ı Dinleyen Cinler

Alimler, o Kur'ân'ı dinleyen cinlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, Asım, Zevr'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Zevba'a ve adamlarından bir gurup (cin) Mekke'de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına geldiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân okuyuşunu dinlediler, sonra da çekip gittiler. İşte, "Hani cinlerden bir gurubu Kur'ân dinlemeleri için sana çevirmiştik" (Ahkaf, 29) ayetinin anlattığı hadise budur. Bu cinlerin, Şeysaban kabilesinden olduğu ve bu sayıca en kalabalık cin kabilesi olduğu; İblis'in ordusunun neredeyse tamamının bunlardan olduğu da ileri sürülmüştür.

Gördüğüne Dair Hadise

İkinci Görüş: Bu, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un görüşüdür. İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'a göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Kur'ân okuması ve onları İslâm'a davet etmesi için, cinlere gitmesi emrolunmuştu. Nitekim İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Cinlere Kur'ân okumakla emrolundum. Kim benimle beraber gelmek isterse gelsin" dediğini, bunun üzerine, ashabın ses çıkartmadığını; daha sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bunu ikinci kez söylediğini; fakat ashabın yine sustuğunu; sonra üçüncü kez söylediğinde, kendisinin, "Ey Allah'ın Resulü, seninle beraber ben gelirim" dediğini; bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "O halde, haydi" dediğini; böylece İbn Ebî Dübb mahallesindeki Hacun dağına geldiklerini; orada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendisinin önü sıra bir çizgi çekip, "Sakın bundan ileri geçme" deyip, Hacûn dağına doğru çekip gittiğini; derken o cinlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına, tıpkı küçük deve yavruları gibi süratlice koştuklarını; adeta bedenleri büyük, basları küçük erkekler olduklarını; aynen kadınlar gibi def çaldıklarını; bu şekilde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etrafını sardıklarını; dolayısıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i göremez olduğunu; görmek için ayağa kalkınca da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ona eliyle "otur" diye işaret ettiğini; sonra da gittikçe yükselen bir sesle Kur'ân okuduğunu; o cinlerin de yere adeta yapıştıklarını; kendisinin onların seslerini duyup, kendilerini görmediklerini anlatmıştır.

Bir başka rivayette de, o cinler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "sen nesin?" demişler de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben Allah'ın nebîsiyim" deyince, "Bu konuda şahidin kim?" dediklerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "şu ağaç" demiş ve "Ey ağaç gel" emrini verince, ağacın dalı budağı ile çok aşın bir ses çıkararak gelip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda durmuş. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ona, "Bana ne diye şahadet edersin?" deyince, ağaç, "Ben senin Allah'ın resulü olduğuna şehadet ederim" demiş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Artık yerine git" demiş. Ağaç, geldiği gibi gidip eski halini almış.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle devam eder: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma gelince, "Yanıma gelmek istemiştim" dedi. Ben de, "Evet, ey Allah'ın Resulü" dedim. Bu senin için uygun olmazdı. Onlar cinlerdi, Kur'ân dinlemeye gelmişlerdi. Sonra da kavimlerine inzarcılar (davetciler) olarak dönüp gittiler. Benden yiyecek belirlememi istediler. Ben de yiyecek olarak onlara, kemikler ile hayvan terslerini belirledim. Binâenaleyh artık hiç kimse, kemiklerle ve tezeklerle temizlenmeye (taharet yapmaya) kalkışmasın.

İki Farklı Görüşün Cem'i

Bil ki bu rivayetleri yalanlamak imkansızdır. İbn Abbas (radıyallahü anh) ile İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) rivayet ve görüşlerini şu açılardan uzlaştırmak mümkündür:

1) Belki de İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bahsettiği, meselenin başlangıcından, bu konuda ilk hadisedir. Böylece Allahü teâlâ ona bu sûreyi vahyetmiş; daha sonra da İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un rivayet ettiği gibi, gidip cinlere Kur'ân okumasını emretmiştir.

2) Cinlerle karşılaşma hadisesinin tek bir defa olduğu kabul edilse bile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara gitmek ve Kur'ân okumakla emrolunmuştur. Fakat o, ne diyeceğini ve ne yapacağını bilmemektedir. Bunun üzerine Hak teâlâ, ne diyeceğini ve ne yapacağını vahyetmiştir.

3) Hadise tek bir defa vuku bulmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları görmüş, sözlerini dinlemiş, onlar da kendisini tasdik etmişler; sonra kavimlerine gidince, onlara hikayevâri, "Biz gerçekten pek enteresan bir Kur'ân dinledik ve şöyle şöyle oldu" demişler. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, onların kavimlerine dedikleri şeyleri vahyetmiştir. Bütün bunlar ihtimal dahilinde İken, bu rivayetleri yalanlamak imkansızdır.

Cinlere Tebliğin Duyurulması

Allahü teâlâ'nın "De ki" ifadesi, O'ndan Resulüne, "Allah'ın cin hadisesi hakkında kendisine vahyettiği şeyleri, ashabına açıklamasını emreden bir ifadedir ve bunda şu faydalar vardır:

1) Ashab bu sayede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, insanlara peygamber olarak gönderildiği, cinlere de peygamber olarak gönderildiğini bilip anlamış olacak.

2) Kureyş, cinlerin bunca tekebbürlerine-diretmelerine rağmen, Kur'ân'ı duyunca onun mucize olduğunu anladıklarını ve onu getiren peygambere hemen iman ettiklerini anlayacaklar.

3) Cinler topluluğu da, böylece, kendilerinin insanlar gibi mükellef olduklarını anlayacaklar.

4) Cinlerin, biz insanların sözlerini duyup-anladıkları anlaşılacak.

5) Onlardan mü'min oranların da, kendi kabile ve cinslerinden mü'min olmayanları imana davet edecekleri anlaşılmış olacak ki işte bütün bu hususlarda, insanlar bunları öğrenince, birçok faydaların olacağı aşikardır.

Dördüncü Mesele

"îhâ", tıpkı "İlham" gibi, bir manayı (hususu) insanın kalbine atmak (ulaştırmak) ve melek göndermek manasına gelir. Bu işler, çok hızlı bir şekilde olur ve bu Arapların, "el-Vahyu el-Vahyu" (hızlı hızlı git) deyimlerine racidir. Kelimenin meşhur kıraati, elifli olarak, şeklindeki okunuşudur. Yûnus ve Harun, Ebû Amr'ın bunu, elifsiz olarak ve vav'ın dammesi "O peygambere vahyolundu ki..." şeklinde okuduğunu rivayet etmişlerdir ki, iki şekilde kullanılmaktadır. Nitekim Arapça'da, "Ona vahyedildi" anlamında, hem hem de denilir. Vâv'sız olarak, şeklinde de okunmuştur. Ki, bunun aslı,'dir. Bu demektir ki vav, hemzeye çevrilmiştir. Nitekim, yerine yerine denir. Ayette, de, yerine, denilmiştir. (Mürselat, 11).

Bir Grup Cinnin Kur'an Dinlemesi

"Bir grup cin (Kur'ân) dinlemiş de..." ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesindeki 'nin meftun okunacağı, zira bunun (......)'nin nâib-i faili olduğu ve bu ifadenin tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Bana ... bu Kur'ân vahyolundu" (En'âm. 19) ayeti gibi olduğu hususunda ittifak ettikleri gibi, ifâdesindeki (......)'nin meksur okunacağı, bunun da (......) maddesinden sonra gelen mahki bir mübteda olduğu hususunda da ittifak etmişlerdir. Sonra burada, karşımıza şöyle iki kıraat çıkmaktadır.

a) Geriye kalanları beyan ettiğimiz bu iki şeyin mahalline hamletmem izdir. Çünkü kurrâ, bu iki şey üzerinde ittifak etmiştir. Binâenaleyh, maddesiyle ilgili olanlar meftuh; cinlerin sözüyle ilgili olanlar ise meksûr okunmuştur. Son ikisi, yani (cin. 18) cümlesi (Cin, 19) cümlesi hariç, hepsi de cinlerin sözündendir.

b) Hepsini meftuh okumak... Buna göre ifadelerin takdiri, şeklinde olur. Buna göre şayet, "Burada şu iki bakımdan iki problem ortaya çıkar:

1) Bu sûrede yer alan bu ifadelerin bir kısmının başına iman maddesini eklemek hoş olmaz. Çünkü, denilmesi kabihtir.

2) Mecrûr olan hâ üzerine, ancak harf-i cer açıkça getirilmek suretiyle atfedilebilir. Zira, denilmez; tam aksine, denilir." Bu iki hususa şu şekilde cevap verebiliriz: Bu ayetteki, fiilini, ve manalarına aldığımızda böyle problem diye bir şey kalmaz.

İkinci Mesele

(......) ifadesi, "Onlardan bir grup..." anlamına olup, nefer: üç ile on arasında bir sayıyı ifade eder. Bu topluluğun yahudi olduğu rivayet edilmşitir. Hasan el-Basrî, bunların içinde yahudî, hristiyan, mecusi ve müşriklerin bulunduğunu söylemiştir. Sonra bil ki, cinler, şu tür şeyleri nakletmişlerdir:

Birinci Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur'ân dinledik..." ayetlerinin ifade ettiği husustur. Bu, "Kavimlerine döndüklerinde, onlar, kavimlerine söyle şöyle dediler..." demek olup, bu tıpkı, "bitiritince de korkutmaya memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi..." (Ahkaf, 29) ayeti gibidir. yani, "Benzerlerine benzemeyen; onlardan çok üstün olan.." demektir. (......) kelimesi anlamında kullanılmış olan bir masdardır. (......) kelimesinin (......) kelimesinden daha beliğ olduğu hususunda şüphe yoktur.

Cinlerin Kur'ân'a Boyun Eğmeleri

2

"Ki o, doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız".

Ayetteki, ifadesine, "doğruya" manası verildiği gibi, "tevhîde" manası da verilmiştir. yani, "Kur'ân'a..." demektir. Bu ifadeyle, "Kur'ân'daki doğruluğu, rüşd'e, yani tevhide inandık; onu tasdik ettik..." manasının kastedilmiş olması da mümkündür. yani, "Üzerinde bulunduğumuz şirke, artık bir daha dönmeyeceğiz" demek olup, bu, o cinlerin müşrik olduklarını gösterir.

Şirkten Uzaklıklar

İkinci Nev: Onlar, kendilerinden şirki nefyettikleri gibi, artık bundan sonra müşrik olmayacaklarını söyledikleri gibi, Rablerini de eş ve çocuktan tenzih ederek şöyle demişlerdir:

3

"Hakikat şudur-ki, Rabbimizin büyüklüğü yücedir. O, ne bir zevce, ne de bir evlat edinmemiştir".

Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, (......) kelimesiyle ilgili olarak şu iki görüş bulunmaktadır:

Cedd

Birinci Görüş: Arapça'da bu kelime (Afr) azamet ve ululuk anlamlarına gelir.

Nitekim, "ulu oldu, yüce oldu" anlamında, denilir ki, nitekim, "(Bizden) bir kimse Bakara Sûresi'ni (ezberleyip) okuduğunda, "o, aramızda büyürdü" yani, "onun aramızdaki kadr ü kıymeti artardı" şeklindeki hadiste gecen (......) kelimesi de bu anlamdadır. Çünkü eş, kendisine ihtiyaç duyulduğu; çocuk da soyun-sopun çoğalması ve ünsiyyetin sağlanması için edinilir. Halbuki, bütün bunlar, sonradan olmanın alametleridir. Halbuki Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir.

İkinci Görüş: "Cedd" zenginlik demektir. Nitekim, zengin kimseye, "Senden gelecek (azaba) onun zenginliği, fayda vermez" denilmesi de bu manaya varıp dayanır. Nitekim Ebu Ubeyde bu deyimin manasının böyle olduğunu söylemiştir. Bir başka hadiste, aynen böyle olup, bu da "Cennetin kapısı üzerinde (yanında) durdum. Bir de ne göreyim, oraya girenlerin ekserisi fakirlerdir. Ashabu'l-cedd zenginler ise, engellenmişler..." şeklindeki hadis olup, buradaki ashabu'l-cedd ifadesiyle, "dünyada iken zengin olanlar" manası kastedilmiştir. Buna göre ayetin manası, "Allahü teâlâ, eş edinmeye ve çocuk sebebiyle ünsiyyet peyda etmeye ihtiyaç duymaktan müstağnidir" şeklinde olur.

Bence burada, bir üçüncü görüş daha vardır: İnsanın "cedd'i, varlığı kendisine dayanan aslı ve temelidir. Böylece ayette "cedd" kelimesi, temel ve asıl anlamını ifade eden, mecazi bir ifadedir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, (......) kelimesinin manası, "Rabbinizin aslı..." şeklindedir. Bu ise, "vâcibü'l-vücûd olması açısından, o hakikate mahsus olan özgün hakikati" anlamındadır. Buna göre mana, "O'nun hususi hakikati, başkasıyla alâka kurma şekillerinin tamamından münezzehtir" şeklinde olur. Çünkü, zatı gereği vacib olanın, her bakımdan, ama her bakımdan vâcibü'l-vücud olması gerekir. Böyle olanın ise, eşi ve çocuğunun olması imkansızdır.

İkinci Mesele

Nasb ile, temyiz olarak kesre ile de, şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana, "Onun rubûbiyyetin doğruluğu ve ulûhiyyetinin hak oluşu, eş ve çocuk edinmekten münezzehtir" şeklinde olur. Bu manalara göre, o cinler sanki, Kur'ân'ı dinleyince, kafir olan cinlerin izledikleri yolun yanlışlığını anlamışlar, böylece ilk önce müşriklikten, ikinci olarak da hristiyanlıktan rücu etmişlerdir.

Beyinsizlerin Uluhiyyeti Tenkid Etmeleri

Üçüncü Nev: Cenâb-ı Hakk'ın,

4

"Hakikat şudur ki, bizim avanaklarımız, Allah'a karşı pek aşın yalanlar söylüyormuş"

(......) maddesi, akıl hafifliği demek olup, (......) kelimesi de, zulümde ve başka şeylerde haddi aşmak demektir. Nitekim, oruçlu İken, çok aşırı bir şey söylediği için denilmesi de buraya racidir.

Bil ki, haddi aşmak demek olup, Kur'ân'ın lafzında da, (Allah'ın sıfatlarını) nefyetme veya müsbet (yani, Allah'a bir takım sıfatlar nisbet etme) hususunda haddi aşmanın kastedildiğine dair hiçbir şey bulunmayınca, bu durumda, her iki hususun da kınanmış olduğu ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh, nefy hususunda haddi aşmak, (Cenâb-ı Hakk'ı) mutlak muattal bırakmaya, ta'tîle; isbat hususunda haddi aşmak da, teşbihe ve Allah'ın şerikleri, eş ve çocuğunun bulunduğunu söyleme neticesine götürür ki, her iki durum da Jaloâ 'dır, yani haddi aşmadır, mezmûmdur, kötüdür.

Dördüncü Nev: Cenâb-ı Hakk'ın

5

"Gerçek biz de, insan-cin, Allah'a karşı (hiçbiri) asla yalan söylemez sanmıştık..."

ayetinin ifade ettiği husus olup, bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetin manası şudur: "Biz, Allah'a karşı yalan söylenilemeyeceğini sandığımız için, hep başkalarının sözüne sarıldık. Binânaleyh, şimdi Kur'ân'ı dinleyince anlıyoruz ki, onlar, Allah'a karşı yalan söylemişler." Bu, onların, bu tür cahilliklere taklit sebebiyle düştüklerini ve kendilerinin bu karanlıklardan, istidlal ve ihticâc hareketiyle kurtulduklarının bir itirafıdır.

İkinci Mesele

Ayetteki, (......) ifadesi, ne ile mansub olmuştur? Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, mahzuf bir masdann sıfatı olup, ifadenin takdiri,şeklinde olur.

b) Bu kelime, bilfiil mef'ûlü mutlakı olduğu için mansub olmuştur. Çünkü yalan-kizb de bir tür söz olmuştur ifâdesi, (......)'nin mef'ulü mutlak-olmuştur).

c) Ayeti (......) şeklinde okuyanlar, ifâdesini de yerinde görmüşler, bunu sıfat kabul etmemişlerdir. Çünkü, takavvul-söz uydurma, İftira etmek, de ancak yalan olur.

Cinlere Sığınan İnsanlar

Beşinci Nev:

6

"Filhakika şu da var: İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlar. Demek bu suretle, onların azgınlıklarını (şımarıklıklarını) arttırmışlar"

ayetidir. Burada şu iki görüş ileri sürülebilir:

Birinci Görüş: Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, cahiliyyedekiler, yolculuk edip de, çölde ıssız bir yerde akşamladıklarında, ya, "Bu vadinin efendisine" yahut da, "Bu mekanın azizine, kavminin sefihlerinin şerrinden sığınırım!.." derler, sabah oluncaya kadar, o civarda bir yerde gecelerlerdi.

Bazıları da şöyle demişlerdir: Cahiliyyedeki insanlar, kıtlık senesine maruz kaldıklarında gözcülerini, Öncülerini sağa sola salı verirlerdi. Bu gözcü, otlu sulu bir yer buldu mu, ailesinin yanına döner, onları oraya çağırırdı. Onlar oraya vardıklarında, oranın cinnini kastederek, "Biz, bize bir belanın isabet etmesinden, bu vadinin efendisine sığınırız, rabbine sığınırız.." diye nida ederlerdi. Şimdi onları, şayet birisi korkutmazsa, oraya konaklarlardı. Ama, çoğu kez, cinler onları korkuturlardı, böylece de onlar oradan kaçıp giderlerdi.

İkinci Görüş: Ayetten kastedilen mana, "İnsanlardan bazı kimseler, yine insanlardan bazı kimselere sığınırlardı; ama, sığındıkları şey cinlerin şerriydi..." şeklinde olup, bu tıpkı, bir kimsenin, "Bu vadinin cinlerinin şerrinden Allah'ın Resulüne sığınırım.." demesi gibidir. Bu görüşü benimseyenler, buna, (......) kelimesinin, cinn'in ismi değil de insanın ismi olmasından dolayı taraftar olmuşlardır. Ama bu, zayıf bir izahtır, çünkü, cinlerin erkeklerinin "adam" diye adlandırılamayacaklarına dair bir delil yoktur.

Ayetteki, "Demek bu suretle, onların azgınlıklarını (şımarıklıklarını) artırmışlar" cümlesine gelince, müfessirler, bunun manasının, "Onlar onların, günahını, cüretkârlığını, haddi aşmayı, isyanını, azgınlığını ve kötülüğünü artırdılar" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar onların verdiği manalardır. Vahidî ise şöyle demektedir: bir şeyi sarmak, bürümek demek olup, "Onların yüzlerini toz duman bürümez..."(Yunus. 26) ve "O yüzleri toz duman bürûr... "(Abese, 41) ayetlerindeki kelimeler de bu anlamdadır. Yine, "Dilenciler etrafını sarmış" anlamında, güneş yaklaştığında ise, denilir. Buna göre mana, "insanlardan bazı kimseler, kendilerini cinlerin sarıp bürümesinden korkarak, cinlere sığınıp onlardan medet umuyorlardı. Onlar ise, bu sarıp bürümeyi artırdıkça, artırdılar. Çünkü, İnsanlardan bazıları onlara sığınıp da Allah'a sığınmayınca, cinler bunları hakir gördüler, üzerlerine saldırdılar, böylece de, onlara olan zulümlerini artırdılar. Bu, Alâ'nın, "Onlar onları çarptılar ve onlar onları boğdular.." şeklindeki görüşünün ifadesidir. Bu görüşe göre "artırma işi", cinlerin fiili olmuş olur.

Ayetle ilgili bir başka görüş de şudur: insanların fiilidir. Zira, insanlar, cinlerden medet umup, onlara sığınınca, cinler, bu sebeple, tuğyanlarını artırdılar da, bunun üzerine de bu insanlar, "Biz insanları seyyid, efendi edindik..." dediler. Ayetin sevkedilişine uygun olan ve maznuna muvafık düşen, birinci görüştür.

Cinler Ba'si İnkar Edenleri Kınıyor

Altıncı Nev:

7

"Hakikaten onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi katiyyen diriltmeyeceğini sanmışlar..."

ayetinin beyan ettiği husustur.

Bil ki, bu ayet ve bundan öncekinin, cinlerin sözü cümlesinden olmaları muhtemel olduğu için, bu iki ayetin, "vahy" cümlesinden olmaları da muhtemeldir. Şimdi, eğer bu iki ayet cinlerin birbirlerine söyledikleri sözler cümlesinden ise, kelamın takdiri, "Ey cinler! İnsanlar da, sizin zannettiğiniz gibi, zannetmişler..." yok eğer, vahiy cümlesinden iseler, bu durumda da kelamın takdiri, "Ey Kureyş kafirleri! Cinler de sizin sandığınız gibi sanmışlardı.." şeklinde olur. Bu iki takdire göre de ayet, cinlerin içinde müşrik, yahudi ve hristiyanların bulunduğuna delalet ettiği gibi, yine onların içindb öldükten sonra dirilmeyi kabul etmeyenlerin de bulunduğuna delalet eder. Bu ayetle, Brahmanizm'in de ileri sürdüğü gibi, "Allah, peygamberlik için hiç kimseyi görevlendirmez..." tarzındaki bir mananın kastedilmiş olması da muhtemeldir.

Bil ki, bu sözü, cinlerin söylediği sözler zincirinden kabul etmek daha evladır. Çünkü, hem bu ayetten önceki, hem de sonraki ifadeler, cinlere ait ifadelerdir, binâenaleyh, cinlerin kelamı olmayan bir sözü araya sokmak uygun değildir.

Cinlerin Göğü Yoklamaları

Yedinci Nev: Cenâb-ı Hakk'ın,

8

"Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik, fakat onu sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak bulduk"

ayetinin beyan ettiği husustur.

(lems), mess anlamında olup, "tecessüs etti, araştırdı; yokladı" manasında, istiare yoluyla kutlanılmıştır. Çünkü dokunan kimse, arayan ve tanımak isteyen kimsedir. Nitekim Arapça'da, "Dokundu; dokundu, araştırdı..." denilir. Ki, bunun bir benzeri de (cess) köküdür. Nitekim Arapça'da "Onu gözleriyle takip ettiler; onun hakkında tecessüste bulundular.. Buna göre ayetin manası, "Biz, semaya çıkıp da, oradakilerin sözlerini dinlemek istedik" şeklinde olur. hares, tıpkı (......) kelimesinin (hizmetçiler) anlamına gelmesi gibi, manasında tekil bir isimdir. İşte bundan dolayı müfret olan (......) kelimesiyle nitelenmiştir. Şayet bunun anlamı gözetilmiş olsaydı, o zaman denilirdi.

Gökten Kovulmaları

Sekizinci Nev: Cenâb-ı Hakk'ın,

9

"Halbuki, hakikaten biz, dinlemek için, göğün bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat, şimdi, kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir şihabın karşısında bulur"

ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ifade, "Biz dinliyorduk, ama şu anda her ne zaman dinlemek istesek, şihablarla kovuluyor ve taşlanıyoruz.." demektir.

Şihab

Ayetteki, tabiri hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Mukâtil, "Şihabların taşlaması, meleklerin de gözetmesi ile karşılaşırız..." manasını vermiştir.

b) Mananın böyle olması halinde kelamın takdirinin, şeklinde olması gerekir. Çünkü (gözetleyiciler)'den başka birşey olup, (gözetleyen) kelimesinin çoğuludur.

c) Ferrâ da, "Kendisini taşlamak için, gözetleyen bir şihab..." anlamını vermiştir ki, buna göre (......) kelimesi kelimesinin sıfatı olup, mef'ûl anlamında bir masdardır.

d) kelimesinin ism-i fail anlamında olması da mümkündür. Çünkü o cinler için hazırlanmış olunca, adeta sanki, onları gözetleyen ve bekleyen gibi olmuş olur. Bil ki biz, bu meseleyi, (Mülk, 5) ayetinin tefsirinde tafsilatlı bir biçimde ele almıştık.

Şihablar Bi'setten Önce Yok Muydu?

Buna göre şayet, "Şuhûblar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce de vardı. Delili ise şunlardır:

1) Eski felsefecilerin tamamı, şuhubların akmasının sebepleri hususunda pekçok şey söylemişlerdir. Ki, bu, bunların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinden önce de mevcut olduğunu gösterir.

2) (Mülk, 5) ayeti. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrede, yıldızların yaratılması hususunda iki gayeden, yani tezyîn ve şeytanların taşlanmasından bahsetmiştir.

3) Bu akma, batma işi, cahiliyye şiirinde de yer almıştır. Nitekim Evs ibn Hicr, "Derken, peşinden, yağmuru sicim sicim eleyen bir birikintisi gelen bir inci gibi kayıverdi, akıverdi" derken, Avf İbn el-Hır o da, "Kervan bize, sevgilisiz geliyor. Ya da, kendisini kanın izlediği bir inci gibi burcun (batımı)" beytinde yine şihabdan bahsetmiştir.

Zührî de, Ali İbn Hüseyin'in İbn Abbas'tan şunu rivayet ettiğini söylemektedir: "Bir gün Allah'ın Resulü, Ensâr'dan olan bir topluluk içinde oturuyordu. Derken, bir yıldız aktı da, etrafı aydınlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sizler bu gibi şeyler hakkında cahiliyye döneminde ne derdiniz?" diye sorunca, onlar da, "Bizler, (herhalde şu anda), "Büyük bir zat doğdu veya öldü..." derdik" dediler. Biz bu hadisi, Cenâb-ı Hakk'ın, Mülk 5. ayetinin tefsirinde sonuna kadar yazıp ele almıştık.

Bunlar sözlerine devamla şöyle demektedirler: "Bütün bu sebeplerle, "şuhub"un, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilmeden önce de mevcut oldukları sabit olmuştur. Binâenaleyh, bu hadisenin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesine tahsis edilmenin manası ve hikmeti nedir?" denilirse, buna şu iki mukaddime ile cevap verebiliriz:

Birinci Mukaddime: Bu şihablar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamber olarak gönderilmesinden önce mevcut değildi. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh) ile Ubeyy İbn Ka'b'ın görüşüdür. Ibn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "cinler göğe çıkıyor ve vahyi dinliyorlardı. Fakat onlar (gökten) bir kelime duyduklarında, ona dokuz tane de ilavede bulunuyorlardı. O tek kelime doğru ve hakti. Ama ilaveler, bâtıl (yalan) idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilince, o şeytanlar (cinler), gökte oturup vahiy dinledikleri o yerlerden koğuldular. Bundan önce ise, o yıldız (kaymaları) görülmüyordu. Bunun üzerine İblis, onlara, "Bu ancak yeryüzünde meydana gelen (önemli) bir hadiseden dolayı olmuştur" dedi ve askerlerini, araştırmak için dört bir tarafa gönderdi. Derken onlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ayakta namaz kılıyorken buldular gördüler..."

Ubeyy b. Ka'b (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Hazret-i İsa (aleyhisselâm) göğe kaldırıldığından beri, hiç yıldızla taşlama olmadı. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilince, yıldızlarla taşlama başladı. Böylece Kureyş, daha evvel görmediği bir hadiseyi görmeye başladı. Dolayısıyla da, "Artık dünyanın sonudur" zannıyla, hayvanlarını salıvermeye, kölelerini azad etmeye başladı. Bu durum, onların büyüklerinden birine ulaştı ve o, "Bunu niçin yaptınız?" deyince, onlar da, "Yıldızlar atıldı (kaydı) ve onları gökte birbiriyle çarpışıyor olarak gördük" dediler. Bunun üzerine o, "Sabredin. Eğer bu bilinen bir yıldız ise, zaman insanların yok edileceği zamandır. Yok eğer bilinmeyen bir yıldız ise, ortada yeni meydana gelen bir hadise vardır" dedi. Onlar da araştırmaya başladılar ve (koyan-çarpan) o yıldızın, tanınmayan bir yıldız olduğunu anladılar. Durumu o adama haber verdiler. Bunun üzerine o, "Hüküm vermekte acele etmeyin. Böyle bir şey, yeni bir peygamber geldiğinde olabilecek bir şeydir" dedi. Aradan çok geçmeden Ebû Süfyan, mallarının başında olarak geldi ve o topluluğa, Muhammed b. Abdullah (aleyhisselâm)'ın ortaya çıkıp, kendisinin peygamber olarak gönderildiğini (vazifelendirildiğini) iddia ettiğini haber verdi."

Belki de bu kimseler, evvelki semavî kitapların tahrif edildiğini söylemişler; şeytanları yıldızlarla taşlama mucizesini, sonrakilerin bu kitaplara kattıklarını mı iddia etmişlerdir. Keza cahiliyye devrine ait nakledilen şiirlerin ise uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Şihabların Artırılması

İkinci Mukaddime: Doğruya en yakın görüşe göre, bu şihablar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce de mevcuttu. Fakat o, peygamber olarak gönderildikten sonra iyice artırılmış ve en mükemmel, en güçlü hale gelmiştir. İşte bu, ayetin lafzının kendisine delalet ettiği görüştür. Çünkü ayette, "Fakat onu, sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak buldular" buyurulmuştur ki bu, sonradan meydana gelen hususun, doldurma ve çoğaltma olduğunu gösterir. Ayetteki, "Halbuki hakikaten biz, dinlemek için onun bazı kısımlarında, oturacak yerler bulup oturuyorduk" cümlesi de aynı maayı ifade etmekte olup, "Biz orada, bazı oturma yerlerini, bekçilerden ve şihablardan boş olarak buluyorduk. Ama şu anda bütün oturma yerleri doldu" demektir. Buna göre, cinleri belde belde dolaşıp, bu hadisenin sebebini araştırmaya sevkeden şey, şihablarla püskürtmenin iyice artması ve kendilerinin kulak hırsızlığından tamamen menedilişleridir.

Dokuzuncu Nev (çeşit): Hak teâlâ'nın şu ayetinin beyan ettiği şeydir:

10

"Doğrusu biz, yerdekiler için bir şer mi muraâ ediliyor, yoksa Rableri onlar için bir hayır mı murad ediyor, bilmiyoruz".

Bu ayetle ilgili olarak şöyle iki görüş var:

1) Ayet, "Biz, bu hırsızlıktan menedilişin gayesinin, yerdekiler için şer olarak mı, yoksa hayır ve güzel olarak mı düşünüldüğünü (uygulandığını) kestiremedik" manasındadır.

2) Bu, "Biz, bu sebeple hırsızlık yapmaktan menedildiğimiz peygamber olarak gönderilişinin maksadının, onlar onu yalanlasınlar da böylece, önceki yalanlayıcı ümmetlerin helak oluşu gibi helak olsunlar diye mi, yoksa iman etsinler de böylece hidayete ersinler için mi olduğunu kestiremedik" demektir.

Salih ve Fasık Cinler

Onuncu Nev: Hak teâlâ'nın şu ayetinin beyan ettiği şeydir:

11

"Gerçekten bizim kimimiz sâlihlerdir, kimimiz ise, onların daha altındadırlar. Çeşit çeşit yollara ayrılmışız".

"Kimimiz sâlihlerdir" ifadesi, "Kimimiz müttakidir" manasına; "Kimimiz ise onların daha altındadır" ifadesi de, "İçimizde böyle olmayanlar da var" demektir. Buna göre, burada mevsûf hazfedilmiştir ve tıpkı, "Bizden her biri için malum bir makam vardır" (Saffat, 164) ayeti gibidir.

"Salihlerin altındakiler" ile kimler kastedilmiştir? Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

1) Bunlar, salih olmada orta halli olup, bu konuda kemale ulaşmamış kimselerdir.

2) "Salihlikte mükemmel olmayan" ifadesine, orta halli olanlar da, kafirler de girer.

Cinlerin Çeşitli Yolları

"Kıded" kelimesi, Al fiilinden olup, tıpkı "kıt'a" kelimesinin fiilinden olması gibidir. Bölünmeye, parça parça olmaya delalet ettiği, tarâik (tarikler-yollar) kelimesi, "kıded" (çeşit çeşit) kelimesiyle tavsif edilmiştir. Bu ifadenin manası hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, "Biz, farklı farklı yollara sahiptik" manasındadır. Süddi, "Cinler de siz insanlar gibidir. Dolayısıyla onlar da, mürcie, kaderiyyeci, rafizî ve haricidirler" demiştir.

b) Bu, "Biz, hallerimizin farklı farklı oluşundan dolayı, sanki farklı farklı yollar gibi olduk" demektir.

c) Bu, "Bizim yollarımız farklı farklı oldu" demektir. Bu manaya göre, burada muzaf olan bir başka "taraik" kelimesi hazfedilmiş ve muzafun ileyh durumunda olan zamir, onun yerini almıştır.

Allah'ın Elinden Kurtulamayız

Onbirinci Nev: Hak teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği husustur:

12

"Şunu da anladık ki, yeryüzünde, Allah'ı asla âciz bırakamayız, kaçmakla da yine O'nu âciz kılamayız".

Ayette geçen, "zannettik" ifadesi, "yakînen anladık" manasına olup, ve lafızlarıyla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Her ikisi de "hal" olup, "Biz nerede olursak olalım, ister yerde olsak, isterse yerden göğe kaçar olsak, O'nu kesinlikle aciz bırakamayız, kesinlikle O'ndan kurtulamayız" demektir.

b) "Eğer, O bize bir şey yapmayı irade etse, O'nu yeryüzünde aciz bırakamayız. Keza bizim peşimize düşecek olsa, O'ndan kaçamayız."

Hidayeti İşitince Benimsedik

Onikinci Nev: Hak teâlâ'nın şu ayetinin beyan ettiği husustur:

13

"Doğrusu biz o hidayeti (Kur'ân'ı) dinleyince, ona iman ettik. Kim Rabbine iman ederse, o, ne ecrinin eksileceğinden, ne de haksızlığa uğrayacağından korkar".

Buradaki "o hidayet" ifadesi, 'Kur'ân" demektir. Nitekim Hak teâlâ, "Bu Kur'ân, kendisinde şüphe olmayan ve müttakiler için bir hidayet olandır" (Bakara, 2) buyurmuştur. "Ona iman ettik", "Kur'ân'a iman ettik" demektir. (......) ifâdesi "O korkmaz, endişe etmez" takdirindedir.

Buna göre kelam, mübteda-haberden müteşekkil bir cümle takdirindedir. Başına da, daha önce geçen şartın cezası (cevabı) olduğunu göstermek için "fâ" edatı getirilmiştir. Eğer bu fâ olmasaydı, o zaman şeklinde olurdu.

Buna göre eğer, "Bu fiilin merfu gelişinin ve kendinden önce haberi olacağı bir "nüve" mübtedasının takdir edilip, başına fâ getirilmesinin faydası nedir? Çünkü denilmek suretiyle, bunlara gerek kalmayabilirdi?.." denilirse, biz deriz ki: "Bunun faydası şudur: Böyle yapılınca, sanki denilmek istenmiş, böylece de mü'min olanın şeksiz-şüphesiz kurtulacağına ve bu kurtuluşun ancak ona mahsus olacağına delalet etmiş olur. Çünkü (......) takdirindeki ifâde "onun dışındakiler korkar" manasınadır. Â'meş de bunu (......) şeklinde okumuştur.

Ayetteki, tabirine gelince, "bahs", noksanlık; "rehak" ise zulüm (haksızlık) demektir, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) O, kendisine karşı noksanlık ve zulüm yapılmasından korkmaz. Çünkü o, hiç kimsenin hakkını noksanlaştırmamış ve hiç kimseye de zulmetmemiştir. Dolayısıyla da bu iki şeyin cezasından korkmaz.

2) O, ecrinin eksik verilmesinden korkmaz. Aksine onun tastamam verileceğine kesinkes inanır ve yine kendisini herhangi bir zilletin (utancın) sarıp-bürümesinden korkmaz. Buradaki "rehak" (Kalem, 43) ayetindeki gibidir.

İtaatli ve Zalim Cinler

Onüçüncü Nev: Hak teâlâ'nın şu ayetinin beyan ettiği husustur:

14

"Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zulmedenlerdik. Kim müslüman olmuş ise, işte onlar doğru yolu arayıp bulmuşlardı".

"Kasıt" kelimesi, "zâlim"; "muksid" kelimesi de âdil demek olup, ve fiillerinin ne manaya geldiğini, Nisa Sûresi'nin başında anlatmıştık. Binâenaleyh "kâsitûn", "kâfirler, hak yolun dışına çıkan, hakkı-sınırı çiğneyen zalimler" demektir.

Saîd b. Cübeyr İle Haccac

Sa'îd b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, Haccâc, öldürmek istediği zaman ona, "Benim hakkımda ne dersin?" demiş. Sa'îd de, "Sen kasıt ve âdilsin" demiş. Bunun üzerine oradakiler, Sa'îd bin Cübeyr'in onu âdil ve insaflı olarak nitelediğini sanarak, "Ne güzel söyledi" deyince, Haccâc, "Ey cahiller, o beni, zâlim ve müşrik diye tavsif etti" demiş; zalim olma ile ilgili olarak, Hak teâlâ'nın, (Enam, 1) ayetini; müşrik olma ile ilgili olarak da, "Hem sonra o kafirler rablerinden udût ederler, dönerler" (En'âm, 1) ayetini okumuştur.

Ayetteki, "Onlar, doğru yolu arayıp bulmuşlardı" cümlesi, '"Onlar hala yola yönelmiş ve o yolu gaye edinmişlerdi" demektir. Ebû Ubeyde de bu ifadeye, "Araştırıp buldular" manasını vermiştir. Müberred ise, bu fiilin kökünün, Arapların, "Daha layık, daha uygun" manasında kullandıkları, "ahrâ" kelimesi ile " sana şöyle yapmak gerekir" manasındaki deyimine dayandığını söylemiştir.

O cinler daha sonra, kâfirleri kınayarak şöyle demişlerdir:

15

"Zulmedenlere gelince, onlar da cehenneme odun oldular".

İki Soruya Cevap:

Burada şöyle iki soru sorulabilir:

Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, niçin burada, kasıtların (zalimlerin) cezasından bahsetmiş de, müslümanların mükâfaatından bahsetmemiştir?

Cevap: Aksine Hak teâlâ, mü'minlerinkinden de bahsetmiştir. Bu da, bir önceki ayetteki, "Onlar, doğru yolu arayıp buldular" ifadesi olup, bu "Onlar, künhünü ancak Allah'ın bileceği daha büyük bir rüşdü (doğru yolu) araştırdılar" demektir. Böylesi bir şey ise, ancak sevap konusunda tahakkuk eder.

Cinlerin cehenneme Yakıt Olmaları

İkinci Soru: Cinler ateşten yaratılmışlardır. Öyle ise daha nasıl onlar cehennemin odunu olabilirler?

Cevap: Onlar, hernekadar ateşten yaratılmışlar ise de, onların bu keyfiyetleri değiştirildi, et ve kana dönüştüler. (Mesela), böyle izah edilmiştir.

Cinlerin sözü bu ayetle sona erdi.

16

Âyetin tefsiri için bak:17

17

"(Bana) şu hakikat de (vahyedildi): Eğer onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdi. Bu hususta onları imtihana çekelim diye, onlara bol su içirirdik. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, O, onu çetin bir azaba sokar".

Bu ifadeler de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedilen ayetler cümlesinden olup, takdiri manası, "De ki: Bana şu hakikat(ler) vahy olunmuştur: Cinden bir zümre (Beni) dinlemiş... Şu da vahyolundu ki..." şeklindedir. Buna göre, bu ifade, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedilen hususların ikincisi olur.

Ayetle ilgili bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetin başındaki şeddeli 'den "muhaffef" öl olup, buna göre mana, "Bana vahyolunduki durum ve hadise şudur: Şayet onlar istikamet sahibi olsalardı, elbette şöyle şöyle olurdu" şeklinde olur. Vahidî şöyle der: "Buradaki edatının bu ile fiili arasına girmesi, tıpkı (Taha, 89) ve (Mûzemmil, 20) ayetlerindeki ve harflerinin araya girmesi gibidir.

İkinci Mesele

(onlar doğru gitselerdi) fiilindeki "onlar" zamiri kime racidir? Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür: Bazıları bunun, daha önce bahsi geçen ve özelliklerinden bahsedilen cinlere raci olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana, "O zalim cinler, eğer iman etmiş olsalardı, onlara şöyle şöyle yapardık" şeklindedir. Diğer bazıları da, "Aksine bu zamir, insanlara racidir" demişler ve bu hususta şu iki delili getirmişlerdir:

1) Bol sudan faydalanmaya teşvik, cinlere değil, ancak insanlara uygun düşer.

2) Bu ayet, ancak Allahü teâlâ'nın Mekkelilere yağmuru kesmesinden sonra nazil olmuştur. Bu hususta söylenebilecek son söz şudur: Burada, daha önce insanlardan bahsedilmemiştir. Fakat bu bilinen bir husus olunca, tıpkı daha önce Kur'an'dan bahsedilmediği halde, Kadr Sûresi'deki, "Biz onu kadir gecesinde indirdik" (Kadr, 1) ayetinde, "onu" zamirinin Kur'ân'a raci olması gibi olur. Kâdî şöyle der: "Doğruya en yakın olan, bu zamirin, hem insanlara, hem cinlere raci olmasıdır." Ben derim ki: Kâdî'nin bu görüşünün doğruluğu hususunda, şu şekilde istidlal edilebilir: Allahü teâlâ, bir şarta, yani dosdoğru olma şartına bağlı olarak bir hükmün (neticenin) olacağını bildirince, şartın genel olması sebebiyle, o hükmün de genel olması gerekir.

Maen Gedakâ (Bol Su)dan Maksad

Dal'ın fethası ve kesresiylekelimesi, çok su" demektir. Kelime, bu iki şekilde de okunmuştur. Arapça'da kesre ile "Kaynak, bol su verdi" "O, bol suludur" denilir. Yine "suyu çok bahçe" manasında, denilir. "Bol sulu yağmura" da denilir, ayrıca gîdâh ve gaydan sıfatları da kullanılır.

Ayetteki "bol su" ile ne murad edildiği hususunda şu üç görüş ileri sürülmüştür:

a) Bununla yağmur kastedilmiştir.

b) Ebu Müslim'e göre, bu cennete bir işarettir. Çünkü Hak teâlâ, "altlarından ırmaklar akan cennetler"den bahsetmiştir.

c) Bu ifade ile, faydalı, güzel ve iyi şeyler kastedilmiş olup, "su" kinayeli olarak bunlan ifade için kullanılmıştır. Çünkü dünyadaki bütün iyi-güzel şeylerin temeli sudur.

Dördüncü Mesele

Şimdi biz, "Eğer onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdi..." ifadesindeki "onlar" zamirinin, cinlere raci olduğunu söylersek, bu ayetle ilgili olarak şu iki manayı verebiliriz:

1) Bu, "eğer o cinler, o örnek yolda, dosdoğru gitselerdi, yani babalan olan o cin (İblis), Allah'a ibadeti sürdürseydi, Âdem'e secde etmekten yüz çevirerek kafir olmasaydı (Bakara, 34), nesli de hak yolda ona tabi olsaydı, Biz onlara bol lütuf ve in'amda bulunurduk" demek olup, tıpkı, "Eğer ehl-i kitab, iman edip, Allah'dan ittika etselerdi, günahlarını bağışlar ve onları naîm cennetlerine sokardık" (Maide, 65), "Onlar Tevrat'ı, incil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen şeyleri, hakkıyla yerine getirselerdi, üstlerindeki (gökten) ve ayaklarının altındaki (yerden) yer içerlerdi" (Maid, 66) "Kim Allah'dan ittika ederse, Allah ona bir çıkış yolu nasib eder ve onu ummadığı yerden rızıklandınr" (Talak, 3) ve "Dedim ki: "Rabbinize istiğfar edin ki böylece o da sizin mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın" (nûh, 10-12) ayetleri gibidir. Cenâb-ı Hak burada suyu, güzel yaşayış ve bol rızıktan kinaye olarak zikretmiştir. Çünkü cinlere uygun olan, işte bu manadaki sudur.

2) Bu, "eğer, Kur'ân'ı dinleyen o cinler, bundan önceki yollarına devam etmiş, onu bırakıp da İslâm'a geçmemiş olsalardı, onların rızıklarını bol-bol verirdik (böylece onları fitneye düşürürdük)" demektir. Bunun bir benzeri de, "Eğer insanlar bir tek ümmet haline gelmeyecek olsalardı, Rahman'ı inkar eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenlerini (...) hep gümüşten yapardık" (Zuhruf. 35) ayetidir.

Zeccac birinci görüşü tercih ederek, şöyle der: "Çünkü Allahü teâlâ, bu ayetinde et-tarîk (yol) kelimesini, elif-lâmlı olarak getirmiştir. Binâenaleyh bunun, bilinen ve meşhur olan bir yol demek olması gerekir ki bu yol da, hidayet (İslâm) yoludur." İkinci görüşü benimseyenler ise bu görüşlerine, hemen bu ayetin peşinden gelen, "Bu hususta onlan imtihana çekelim (fitneye düşürelim) diye..." ifadesini delil getirmişler ve "Binâenaleyh bu tıpkı, "Onlar günahlarını artırsınlar diye, Biz onlara mühlet veriyoruz" (Al-i imran, 178) ayeti gibidir.

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Kim iman eder, Allah da ona in'âmda bulunursa, bu in'âm aynı zamanda, "Bu nimete şükrediyor mu, şükretmiyor mu ve bunu Allah rızasını elde etmek için mi, yoksa şehevî hislerini ve şeytanı memnun etme uğrunda mı harcayacağı iyice ortaya çıksın" diye, bir imtihan ve deneme olmuş olur.

Buradaki "onlar" zamirinin, insanlara raci olduğunu söyleyenlere göre de, yine bu iki izah yapılabilir: Bu durumda, "Onlara bol su içirirdik" ifadesini zahiri manası üzere bırakmak daha uygun olur. Çünkü insanların sudan İstifadeleri daha tam ve fazladır.

Fitne'nin Manası

Alimlerimiz, bu ayetteki, "... onlan imtihana çekelim..." ifadesine dayanarak, Allahü teâlâ'nın, kullarını saptırabileceğini söylemişlerdir. Mu'tezile ise buna şu şekilde cevap vermiştir: Fitne, sapıklığı yaratmak değil, denemek ve imtihan etmektir. Nitekim Arapça'da "Altın ateşle denedim..." denilir.

Mu'tezile de, ifadesindeki lamı delil getirerek, Allahü teâlâ'nın, yaptığı şeyleri bir maksada bağlı olarak yaptığını söylemişlerdir. Alimlerimiz ise buna, şu şekilde cevap vermişlerdir: "Fitne (deneme), ittifakla, kastolunmamıştır.. Böylece bu ayet, buradaki lamın, Allah'ın yaptığı fiilleri bir maksada mebni olarak yaptığına delalet etmez.

Ayetteki, "Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse..." cümlesine gelince bu, "O'na ibadetten" yahut "O'nun öğütlerinden" yahutta, "O'nun vahyinden yüz çevirirse, O onu ... çetin bir azaba sokar.." demektir. Ayetteki, "O, onu sokar" ifadesi, nûn'un fethası ve dammesi ile, şeklinde de okunmuştur. Ki, manası, "Biz onu, azaba sokarız..." şeklinde olup, bu da "O'nu, bir azaba sokarız.." demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sizi ehenneme sokmuş olan nedir?.."(Müddessir,42) buyurmuştur. Ancak ne var ki şu iki sebepten dolayı, bu kıraattaki mana da doğrudur.

1) Takdir, şeklindedir, ama bu demektir ki, harf-i cer hazfedilmiş ve fiil, doğrudan mef'ûlü ile bağlantı kurmuştur (yani hazf ve isal sözkonusudur). Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Musa kavmin (den) seçti.."(A-raf. 155) ayeti gibidir (yani, demektir).

2) (......) ifâdesinin anlamı "onu sokarız..." şeklindedir. Çünkü Arapça'da (......) şeklinde kullanılır.

(......) Kelimesi

"... çetin..." kelimesi, (......) fiilinin masdarı olup, Arapça'da, denilir. Bu azab, azablanan kimsenin takatinin üzerine çıktığı, ona galip geldiği ve o da buna güç yetiremediği için, bu ifadeyle tavsif edilmiştir ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in de, "Bana çok zor geliyor, beni eziyor" manasını kastederek "Bana, en zor gelen şey, birisine dünürcü olmaktır.." demiş olduğu söz de bu manadadır.

Burada, denilebilecek bir diğer söz de şudur: İkrime'den İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan riayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: cehennemde bir dağ olup, o dağ da, dümdüz bir kayalıktan ibarettir. Kafir kimseye, o kayaya (dağa) tırmanması teklif edilir, sonra da önünden zincirlerle çekilir; arkasından da demir tokmaklarla vurulur. Derken bu kimse, kırk yılda onun tepesine ulaşır. Tepesine ulaştığında, tekrar aşağı doğru çekilir. Sonra yeniden tırmanmakla mükellef tutulur. İşte bu kimsenin, kesintisiz biçimde yapacağı iş bu olup, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, (Müddessir, 17) ayetidir.

Mabedler Allah'a Mahsus

Bu sûrede Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedilen şeyler cümlesinden olan üçüncü nev de, Cenâb-ı Hakk'ın,

18

"Hakikatte, mescidler, Allah'ındır. Onun için, Allah ile birlikte hiçbir (şeye, hiç bir kimseye) tapmayın"

ayetidir, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buna göre kelamın takdiri, "De ki, bana... vahyolundu; bir de, mescidlerin Allah'ın olduğu hakikati vahyolundu.." şeklindedir. Halil'e göre, bu ayetin takdiri"Birde, mescidler Allah'ın olduğu için, eş koşmayınız..." şeklindedir. Bu takdire göre, ifadenin başından düşürülmüş olan Ifim, aynı ifadedeki, cümlesine taalluk etmiş olup, buna göre mana, "Allah'a mescidlerde hiç kimseyi ortak koşmayınız... Çünkü o mescidler, sadece O'na aittir" şeklinde olur. Ki, bunun bir benzeri de, "Bir de bu sizin ümmetiniz..." takdirinde olmak üzere, (Enbiya. 92) ayeti olup, bu, "İşte bundan ötürü bana ibadet edin.." demektir.

Mescidler (Mabedler)

Alimler, "Mescidler" ifadesinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:

1) Ekseri ulemanın görüşüne göre bunlar, namaz ve Allah'ın yadedilmesi için yapılmış yerler olup, bu ifadenin içine, kiliseler, havralar ve müslümanların cami ve mescidleri de girer. "Mescidler Allah'a mahsustur" buyurulması şu sebeptendir: Daha önceki ümmetler mabedlerinde, havra ve kiliselerinde ibadetlerine şirk karıştırdılar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, müslümanlara, ihlası, tevhidi (kendisinin bir olduğuna inanmalarını) emretmiştir.

2) Hasan el-Basri'ye göre Cenâb-ı Hak, "mescidler" kelimesiyle bütün yeryüzünü kastetmiştir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yeryüzü, benim için mescid kılındı" Buhari, teyemmüm, 1. buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Yeryüzünün tümü Allah'ın mahlukudur. Binâenaleyh, sizler, yeryüzünde, yeryüzünü yaratandan başkasına ibadet etmeyin" demek istemiştir.

3) Yine Hasan el-Basrî'den rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: "Buradaki "mescidler" ifadesiyle namazlar kastedilmiştir. Bu görüşe göre, bu kelime (......)'in fethasıyla (mescid) kelimesinin çoğulu olup, "mesced'de, "sücûd-secde etmek" anlamında bir masdardır."

4) Sald ibn Cübeyr de şöyle demiştir: "Buradaki bu kelime ile, sayelerinde secdenin tahakkuk ettiği, kulun secdesini gerçekleştirdiği uzuvları kastedilmiş olup, bunlar da yedi tanedir. İki ayak, iki diz, iki el ve yüz'dür." İbnu'l-Enbarî bu görüşü tercih ederek şöyle demektedir: "Sayelerinde secdenin mümkün olduğu bu uzuvlar, Allah'ın yarattığı şeylerdir. Binâenaleyh, insanın, bu uzuvlarla Allah'tan başkasına secde etmemesi gerekir." Bu görüşe göre de, "mesacid", "insanın bedenindeki secde yerleri" anlamına gelip, tekili yine, cimin fethasıyla "mesced" kelimesidir.

5) Ata'nın İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) "Cenâb-ı Hakk'ın bu kelime ile, Mekke'deki bütün mescidleri kastettiğini" söylemiştir. Çünkü, Mekke, dünyanın kıblesi olup, herkes oraya doğru secde eder.

Vahidî şöyle der: "Bu görüşlerin tümüne göre, "mesâcid" kelimesinin müfredi, cim'in fethasıyla, "mesced" kelimesidir. Bu kelimeyle, namaz için yapılmış olan yerlerin kastedildiğini söyleyenlere göre, kelimenin müfredi, 'in kesresiyle "Mescid" kelimesidir. Çünkü, bu bablardan gelen bütün ism-i mekânlarla masdar-ı mîmîler, kalıbındaki ayn'ın fethasıyla gelir. Ancak şunlar müstesna: mescid; matli'u mensik; meşkin; menbit; metrik; meskıt; meczir; mahşir; meşrik ve mağrib.. Bunların bir kısmı fetha ile de gelmiştir ki, bunlar da mensek, mesken, mefrak ve matla' kelimeleridir. Aslında, Araplardan duyulmasa bile, böyle okumak hepsi için söz konusu olabilir.

Üçüncü Mesele

Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "Bir kimsenin mescide girerken, La ilahe İllallah -Allah'tan başka ilah yoktur!" demesi sünnettir. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın, ifâdesi, zımmen, Allah'ı zikretmeyi ve O'na dua etmeyi emreder.

İbadet Halindeki Resulün Yanına Toplanmaları

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedilen şeyler cümlesinden dördüncü nev, Cenâb-ı Hakk'ın,

19

"(Bana) şu hakikat de (vahyedilmiştir): Allah'ın kulu, O'na ibadet için namaza kalktığı zaman, nerdeyse onlar, etrafında keçeler (gibi tortop) oluyorlardı".

Bil ki, bu ayette geçen, "Allah'ın kulu" ifadesiyle, herkesin görüşüne göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmiştir. Sonra, Vahidî: "Bu ifade, cinlerin söylediği şeyler cümlesinden olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedilenler cümlesinden değildir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendisinden, gaib sigasıyla nakilde bulunması uygun düşmez" der. Halbuki bu, uzak bir ihtimal sayılamaz. Nitekim Cenâb-ı Hak, (aynı minval üzere) "O günde Allah müttakileri Rahman olan kendisine doğru heyet halinde toplar, hasreder..." (Meryem, 85) buyurmuştur. Ulemanın ekserisi, bu ifadenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedilenler cümlesinden olduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: "Çünkü, eğer bu, cinlerin sözü cümlesinden olmuş olsaydı, o zaman, cinlerin sözünün arasına, cinlerin sözünden olmayan bir şeyin bulunması, nazmın setim olması keyfiyetinden uzak ve bozuk bir şey olmuş olurdu.

Böyle bir ihtilafın faydası şudur: Bu ifadeyi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedilenler cümlesinden kabul edenler, başındaki elif edatının hemzesini meftun; cinlerin sözü cümlesinden kabul edenler ise, onu kesreli okumuşlardır. Şimdi biz bu ayeti, her iki görüşe göre tefsir edelim:

Bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedilenler cümlesinden olduğunu söyleyenlere göre, fiilindeki zamir, kime racidir? Bu hususta şu üç izah yapılabilir.

a) Cinlere... Buna göre, (......) ifadesinin manası, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cinler kendisine geldiği sırada, sabah namazını kılmak için namaza kalkışı kastedilerek, "ibadet etmek üzere kalktı.." şeklinde olur. Böylece, o cinler, o kıraati dinlerken, adeta onlar, keçe gibi oluyorlardı. Yani, gördükleri o ibadetten ve ashabının Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ayakta, rükûda, secdede uyuşundan; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in okuduğu Kur'ân'dan.. dolayı hayrete düşerek, birbiri üzerine binmiş, üst üste istiflenmiş gibi oluyorlardı. Çünkü onlar, benzerini görmedikleri bir şeyi görmüş ve benzerini duymadıkları bir şeyi dinlemişlerdi.

Resule Düşmanlık

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müşriklerin putlara ibadet edişlerine muhalif olarak, bir olan Allah'a İbadet inancı ile gelince, müşrikler, onun aleyhine birbirlerine destek vermek ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in düşmanlar ile yardımlaşmak için, adeta nerdeyse birbirine giriyor ve bu hususta yardımlaşıyorlardı.

c) Katâde'ye ait olan bu görüşe göre ayetin manası şudur: "Allah'ın kulu yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kalkınca, insanlar ve cinler, birbirine girdiler; getirdiği o hak çürütmek ve Allah'ın nurunu söndürmek için, onun aleyhine olarak, bir araya geldiler. Ama Allah ancak, ille de o peygambere yardım etmeyi ve onu, kendisine düşmanlık edenlere galip getirmeyi dilemişti.

Ama bu sözün, cinlerin söylemiş olduğu ifadeler cümlesinden olduğunu söyleyenlere göre de, yine bu iki izah yapılabilir.

Libed

(......) kelimesine gelince, bu kelime, (Libde) kelimesinin çoğulu olup, "birbiri üzerine katlanıp dolanarak keçelenmiş olan şey"e denilir. Bir şeyi adamakı ve iyice kendisine yapıştırdığın her şeyi ifade etmek için de, bu kökten olmak üzere (Lebbede) fiili kullanılır. Yine döşenen mefruşata verilen lübûd kelimesi de bu kelimeden türemiştir. Arşlarım, iki omuzu arasında bulunan keçelenmiş yelesine de ismi verilir.

Şair Zübeyrin şu mısraları da bu anlamdadır:

"Tepeden tırnağa silahla donanmış, elinde yayı... Adeta keçeleşmiş ellerindeki tırnaklan ve pençeleri de, kesilip düzeltilmemiş..."

Bu kelime, lâm'ın dammesiyle lübeda şeklinde okunmuştur ki, müfredi olan (......) kelimesi (......) anlamındadır. Yine, (......) kelimesinin çoğulu olarak (Lubbed) şeklinde de okunmuştur. Tıpkı, (......) kelimesinin çoğulunun (......) şeklinde de gelmesi gibi. Aynı şekilde (......) kelimesinin çoğulunun (......) gelmesi gibi, (......) kelimesinin çoğulu olmak üzere lâm ve bâ'nın dammesiyle şeklinde de okunmuştur.

Abdullah Terkibindeki İncelik

Buna göre şayet, "Allahü teâlâ niçin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Allah'ın kulu diye isimlendirdi de, onu, Allah'ın Resulü veya Allah'ın nebisi diye zikretmedi?" denilirse, biz deriz ki: Bu böyledir, çünkü bu söz, eğer Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyolunanlar cümlesinden ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tevazuuna yakışan, kendisini kulluk vasfıyla zikretmesidir. Eğer cinlerin kelamından ise, o zaman mana şöyle olur: Allah'ın kulu, Allah'a ibadet ile meşgul olduğunda, yaptığı bu iş akla uygun olmasına rağmen, bu kafirler niye onu bundan men etmek için bir araya toplanıp bu hususta çaba sarfediyorlar?

Yalnız Allah'a Kulluk

20

"De ki: Ben ancak Rabbime dua ediyorum. Ona hiçbirini ortak koşmam".

Kurânın ekseriyeti ifadeyi, gaib sigasıyla (......) şeklinde okumuştur. Asım ve Hamza ise, kendisinden sonra gelen, (Cin, 21-22) ifadelerine benzer olmak üzere, "De ki..." şeklinde okumuşlardır. Mukattl şöyle demiştir: "Mekke kâfirleri Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şunu demişlerdi: "Muhakkak ki, çok cüretkar bir iş yaptın. Böylece de, bütün insanların düşmanlığını üstüne çektin; bu sebeple, bundan vazgeç..." Bunun üzerine de, "De ki: Ben ancak Rabbime dua ediyorum..." ayeti inzal buyuruldu." Asım ve Hamza kıraatinin hücceti de, işte budur. Kelimeyi "De ki..." şeklinde okuyan kıraat ise, bunu "Müşrik topluluğu bunu söylediklerinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, "Ben ancak Rabbime dua ediyorum..." diyerek icabet etti."; Allah da onun bu sözünü "Dedi ki..." ifadesiyle nakletti..." manasına hamletmişlerdir. Yahut da bu ifade, cinlerin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmiyle olan ilişkileri hususunda naklettikleri şeyler cümlesinden olabilir.

Resul Fayda da Zarar da Veremez

21

“De ki:Ben sizin için ne bir zarar ne de bir hayır (getirmek kudretine) malik değilim"

Buradaki (......) kelimesi ya, "fayda, menfaat" kelimesiyle tefsir edilir, ki bu durumda sözün takdiri, "Ben sizin için ne bir sapıklık, ne de bir tayda getirmek kudretine mâlik değilim" şeklinde olur.. Ubeyy Ibn Ka'b'ın (......) kıraati de buna delalet eder. Sözün anlatmak istediği mana ise "Fayda veren de zarar veren de; doğruya ileten de saptıran da ancak Allah'tır. Mahlukattan hiç kimsenin bu hususta kudreti yoktur!" şeklinde olur.

Sığınak Allahtır

22

"De ki: Hakikaten ben (isyan edersem), beni Allah(ın azabın)dan kimse kaüyyen kurtaramaz ve ben O'ndan başka bir sığmak da kabil değil, bulamam".

Mukâtil şunu demiştir: "Müşrikler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Kendisine davette bulunduğun şeyi terket.. Biz seni koruruz..." deyince, Allahü teâlâ da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "De ki Hakikaten ben (isyan edersem), beni Allah'(ın azabın) dan kimse katiyyen kurtaramaz" buyurmuştur. Ayet-i kerimedeki (......) kelimesi, "melce, sığınak, korunak.." anlamlarına gelir. Müberred, (......) kelimesi "kendisine sapılan, girilen yer, barınak.." kelimesi gibidir" demiştir, fiilinin Arapça'da anlamı, "meyletti, saptı..." şeklindedir. Buna göre multehad kelimesi, tıpkı yerin altında kaybolup giden tünel gibi, kendisine girilip gizlenilen yer, anlamına gelir.

"Resulün Görevi Tebliğdir"

23

"(Benim elimden gelen) ancak Allah'dan olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse, şüphesiz onun için kendileri orada ebedi kalmak üzere cehennem ateşi var".

Alimler bu istisna hakkında bir takım izahlar zikretmişlerdir:

1) Bu, (Cin. 21) ayetinden yaptlan bir istisna olup, buna göre mana, "Ben, sizin için herhangi bir zarara ya da fayda teminine muktedir değilim. Yapabileceğim ancak Allah'tan tebliğde bulunmaktır.." şeklinde olur. "De ki: Ben (isyan edersem), beni Allah'tan kimse kaüyyen kurtaramaz..."(cin.22) ayeti ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in buna gücü yetmeyeceğini ve bundan aciz olduğunu tekid etmek üzere, "Eğer Allah bir kimse hakkında bir fenalık dilemişse, onu bundan korumaya hiç kimsenin gücü yetmez" anlamında iki cümle arasında gelmiş bir cümle-i muterize'dir. Bu, Ferra'nın görüşüdür.

2) Zeccâc'ın görüşü olup, bu kelime, (......) kelimesinden bedel olmak üzere mansubtur. Bana göre mana, "Ben, Allah'ın huzurunda, tebliğden başka bir sığınak ve melce bulamam.." şeklinde olup, "Yani beni ancak, Allah katından kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ etmem kurtarır.." demektir. Ben de derim ki, bu istisna, stısnâ-i munkatı'dır. Zira Cenâb-ı Hak, buyurmayıp, bilakis buyurunca, Allah'tan olan tebligat, O'nun, Ondan başka bir sığınak" ifâdesinin kapsamına girmez. Çünkü, Allah'tan olan tebligat, Allah'tan başkasından olmaz!. Bilakis, Allah'tan olur, O'nun tevfik ve yardımıyla meydana gelir.

3) Bazı alimler de şöyle demiştir: Buradaki (......)'nın anlamı “eğer...” şeklindedir. Buna göre ifadenin anlamı, senin "Eğer kalkmazsan, hiç olmazsa otur" sözünde olduğu gibi, "Eğer tebliğde bulunmazsam, bir sığınak ve bulamam.." anlamında olarak şeklinde olur.

Buna göre şayet, meşhur olan kullanım şeklinde olandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de, "Benden yana (benim sözlerimi) tebliğ ediniz... Benden yana tebliğ ediniz" Tirmizi, İlim, 13(5/40). buyurmuştur. O halde Cenâb-ı Hak burada niye, buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki. Buradaki harf-i cerri, tebliğ-belağ" ifadesinin sıfatı olarak gelmiş olmayıp, bu ancak, (Tevbe, 1) ayetindeki gibidir. Buna göre kelamın takdiri, "Allah'dan atan bir tebliğe..." şeklinde olur. Ayet-i kerimedeki (......) kelimesine gelince, bu (......) kelimesine atfedilmiştir. Buna göre sanki, "Ben ancak, tebliğde bulunmaya mesajlar iletmeye kadir olabilirim.." buyurulmuştur. Buna göre cümlenin manası Ben ancak, Allah'tan olanı tebliğ etmeye ve sözü O'na nisbet ederek, "Allahü teâlâ buyurdu" demeye; O'nun, kendisiyle beni göndermiş olduğu mesajlarını, noksansız-ilavesiz ulaştırmaya güç yetirebilirim" şeklinde olur.

İsyan Edenin Cezası

"Kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse, şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır..." ifadesine gelince, Vahidî şunu demiştir: "Elif nûn maddesi kesre ile okunacaktır. Çünkü, ceza fâ'sından sonra gelen ifadenin mevkii, mübteda olmasıdır. Bu sebepledir ki Sibeveyh, (Maide, 95), (Bakara, 126) ve (cin, 13) ifâdelerini, buralardaki mübtedanm muzmar ve mahzuf olması hali üzerine hamletmişlerdir.

Keşşaf sahibi de şöyle demiştir: "Bu ifade, "Onun cezası, onun için cehennem ateşinin olmasıdır" takdirinde olarak şeklinde de okunmuştur. Bu tıpkı, "Beşde biri Allah'ındır..." ifadesinin, İsmi "Bunun hükmü şudur: Onun beşte biri Allah'ındır" anlamında olması gibidir."

Ayetteki, "kendileri orada ebedf, dâim kalıcılar olmak üzere..." ifadesine gelince, ifadesi, edatındaki çoğulluk anlamından dolayı, çoğul getirilmiştir. Ayetle ilgili İki mesele vardır.

Büyük Günah İşleyenin Ahirette Durumu

Mu'tezile'nin İddiası

Birinci Mesele

Mu'tezile'nin çoğunluğu (cumhur), bu ayet ile, ehl-i salâttan olup da fâsık olanların ebedî olarak ateşte kalacakları; ayetin bu umumî hükmünün, kâfirler gibi, onları da içine aldığı hususunda istidlal etmişler ve şöyle demişlerdir. "Bu ceza (vaîd), burada, ondan daha büyük olan bir tevbenin ve taatın bulunmaması şartına bağlıdır." Sözlerine devamla da, "Bu umumî hüküm, bu gayeye delalet itibariyle, diğer umumî hükümlerden daha kuvvetlidir. Çünkü diğer umumî ifadelerde "ebedî ve daim olarak" ifadesi gelmemiştir. Muhalifimiz olan (ehl-i sünnet) ise, buradaki "hutûd" maddesini, "uzun müddet kalmak" anlamına hamlediyor. Buraya gelince, burada (......) kelimesi gelmiştir ki, bu da muhalifimizin zikrettiği ihtimali saf dışı eden sarih bir ifadedir."

Ehl-i Sünnetin Anlayışı

Buna şöyle cevap verilir: Biz Bakara Sûresi'nde, bu tür umumî hükümlere tutunma konusunda verilebilecek cevap şekillerini zikretmiştik. Burada, bunlara birkaç izah daha ekleyelim:

a) Umumî bir hükmün, bu hükmün kendisinden dolayı geldiği vakıa ile tahsis edilmesi meşhur olan bir örftür. Çünkü kadın, o anda evinden çıkmak istediğinde, kocası, "Eğer çıkarsan, sen boşsun" dese, bu yemin, o belirlenen zaman ile kayıtlanır. Öyle ki, o kadın, bir başka gün çıkacak olsa, boş olmaz.. Binâenaleyh, burada da, Allah'tan tebliğ etme hakkındaki söz de, bu şekilde icra olunmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim, Allah'a ve Peygamberine... yani Cebrail (aleyhisselâm)'e isyan ederse, şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır" buyurmuştur. Ki bu, "Kim, O'nun risaletini tebliğde, vahyini eda etme hususunda Allah'a isyan ederse, onun için cehennem ateşi vardır" demektir. Bizim hak ettiğimiz bu husus ihtimal dahilinde olunca da, artık bu ayetle istidlal etmek sakıt olur.

b) Bu da, bu vaîdin, mutlaka bir durumu da içine almasıdır. Çünkü, bu hadisenin peşinden, onunla ilgisi olmayan bir şeyi zikretmek, çirkindir. Dolayısıyla, ilgili vaîd, Allah'tan aldığını tebliğ etmemenin ise, en büyük günah olduğunda şüphe yoktur. Halbuki, en büyük günaha verilen cezanın, bütün günah çeşitlerine de verilmesi uygun değildir. Çünkü, küçüklük ve büyüklük açısından farklı farklı olan günahların, verilecek ceza bakımından eşit olmaları caiz değildir. Bu günahın ve bu günaha verilen cezanın, diğer bütün günahlara da verilmesinin caiz olmayacağı sabit olunca, biz, bu hükmün sadece bu günaha has olduğunu; diğer günahlarda cari olmadığını anlamış oluyoruz.

c) Allahü teâlâ, diğer ayetlerde, tehditlerini umûm olarak zikretmiş, "Ebedîlik..." kaydıyla kayıtlamamıştır. Binâenaleyh bu kayıt ve tahsisin bir sebebi olsa gerekir. Bu sebebin de, bu günahın, günahların en büyüğü olduğu aşikardır. Bu kaydın sebebi bu olunca, biz, bu ayetteki tehdidin, sadece bu çeşit günaha mahsus olduğunu, diğer günahlarda cari olmadığını anlamış bulunuyoruz. Bu tehdidin bu günahı işleyene mahsus olduğu sabit olunca da, ayet, diğer günahların durumunun, bu günahtan farklı olduğuna delalet etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır" buyruğunun manası, "Bu ceza, başkasına değil, sadece buna aittir" şeklinde olur ve bu tıpkı, (Kâfirun, 6) ayeti gibi olur. Bu da, "Dininiz başkasına değil size aittir" demektir. Bu durumun, başkasına değil, sadece onlara ait olduğu anlaşılınca da, diğer günahları işleyenler için, cehennem ateşinin ebedî olmaması gerekir. İşte böylece bu ayetin, Mu'tezile'nin aleyhine ama bizim lehimize bir delil olduğu görülür.

Mu'tezile'nin bu ayeti delil getirmesine karşılık, şöyle bir soru daha sorulabilir: Hak Tealâ'nın, "Kim Allah'a ve O'nun elçisine isyan ederse..." ifadesi, Allah'a ve Resulüne, her türlü günahı işleyerek isyan edenleri içine alır ki böylesine her günahı işleyenler ise kafirlerdir. Biz de, zaten kafirin cehennemde ebedî kalacağını söylüyoruz. Hak teâlâ'nın, "Kim Allah'a ve elçisine (Resulüne) isyan ederse..." ifadesinin, ancak Allah'a karşı her türlü günahı işlemek suretiyle isyan edenleri içine aldığını söyledik. Çünkü ayetteki, "Kim Allah'a... isyan ederse" ifadesinden, "inkar müstesna, kim Allah'a isyan ederse...", "zina hariç, kim Allah'a isyan ederse...", "içki İçmek hariç, kim Allah'a isyan ederse..." denilmek suretiyle, bütün isyan çeşitlerinin istisna edilmesi mümkündür. Halbuki, böyle ilahî tehdidin olduğunu söyleyenlere göre de, "istisnâ"nın hükmü, bulunmaması halinde, lafzın muhtevasına girenleri çıkarmak, o hükmün haricinde bırakmaktır. Durum böyle olunca da, Hak teâlâ'nın, "Kim Allah'a... isyan ederse..." ifadesinin, bütün günahları işleyen kimseyle ilgili olması gerekir. Bütün günahları işleyen ise kafir kimsedir. Binâenaleyh bu ayetin hükmü kafirler ile ilgilidir. Dolayısıyla da bu ayette bu konuda istidlal edilemez.

Buna göre, eğer, "Bir insanın, her türlü isyanı işlemesi imkansızdır. Çünkü mesela, ta'tîli (Allah'ın sıfatları olmadığını) iddia edenin, Allah'ın "cisim" olduğunu söylemesi mümkün değildir. Bu mümkün olmayınca da, ayeti o manaya hamletmek, caiz olmaz" denirse, biz deriz ki: Umûmî olan bir hükmü, aklî bir delil ile tahsis etmek (sınırlamak) caizdir. Dolayısıyla ayetteki bu ifade, o kimsenin her türlü günahı işlediğini ifade eder. Fakat, meydana gelmesi aklen imkansız olan kısmı hakkında, bu ayetin hükmü ile amel edilmemiştir. Binâenaleyh ayet, birbiriyle birleştirilmesi mümkün olan bütün günahları işleyen kimseyi içine alır. Küfür ile diğer günahların bağdaştırılabileceği malumdur. Dolayısıyla bu ayet, kafirlerle ilgili olmuş olur.

İkinci Mesele

"Emr"in, vücub (farziyet) ifade ettiğini söyleyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: Emredileni terkeden, "Demek emrime isyan ettin..." (Taha, 92), "Onlar (melekler), Allah'ın emrettiklerinde, Allah'a isyan etmezler" fikrim, ve "Artık emrine isyan etmeyeceğim" (Kehf, 69) ayetlerinden ötürü, âsî sayılır. Âsî olan ise, "Kim Allah'a ve resulüne isyan ederse, şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır" ayetinden ötürü, ikâba-cezaya müstehak olur.

Azabın Geldiği Gün

24

"Nihayet onlar, tehdid edilmekte oldukları şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısı daha zayıf, sayısı daha azmış bilecekler".

Buna göre şayet, (......) edatından sonra gelen ifadelerin, kendisine "gaye" (sınır) teşkil ettiği (husus) nedir?" denilirse, deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Bu daha önce geçen "Neredeyse onlar, onun (aleyhisselâm) başına toplanıyorlardı" (Cin, 19) ifadesi ile ilgilidir, onun "gâye"sidir. Buna göre takdiri mana, "Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aleyhine olmak üzere, biribirlerine destek veriyor, onun ensânnı küçümsüyor ve sayıca az görüyorlardı. Ta ki onlar, Bedir günü başlarına geleni ve Allah'ın o peygamberi kendilerine galib getirişini görünceye kadar, yahut da kıyamet gününü görünceye kadar.. Böylece onlar, kendilerinin mi, yoksa onların mı, yardımcılarının daha zayıf ve sayılarının daha az olduğunu görecekler" şeklinde olur

2) Bu ifade, durumun, yani kafirlerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in güçsüz ve adamlarının sayısının az olduğunu görmeleri gibi hususların delalet ettiği mahzuf bir şeyle ilgilidir. Buna göre sanki, "Bunlar şöyle şöyle olunca ve şöyle şöyle oluncaya kadar, üzerinde bulundukları hali terketmeyenlerdir" denilmek istenmiş.

Bil ki bu ayetin bir benzeri de, Meryem Sûresi'ndeki, " "Nihayet va'dolunageldikleri şeyleri gördükleri zaman..."(Meryem, 75) ayetidir.

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın da, "Zalimlerin (orada) ne candan bir dostları, ne de sözü geçen bir şefaatçileri vardır" (Mü'min, 18) ve "Onlar ancak, (Allah'ın) razı olduklarına şefaat ederler" (Enbiya, 28) ayetlerinde bildirdiği gibi, onların kıyamet günü ne bir destekçileri, ne de bir şefaatçileri var. Yine Cenâb-ı Hakk'ın da, "O gün kişi, kardeşinden... kaçar" (Abese, 24) ayetinde bildirdiği gibi, onlardan herbiri, arkadaşlarından kaçar ve "sen o gün, her emzikli kadının, çocuğundan habersiz olduğunu görürsün " (Hac. 2) mü'minlere gelince, şeref, ikram ve çokluk onlarındır o gün... Nitekim Hak teâlâ, "Melekler onların yanına, her kapıdan girerek, "Size selam" derler" (Rad, 23-24) buyurmuştur. El-Melikü'l-Kuddûs olan Allah da, onları selamlar. Nitekim o, "Rahîm Rabbinizden size sözlü (şifahî) selam" (Yasin, 58) buyurmuştur. İşte orada kuvvet ve sayıca çokluğun mü'minlerin mi, yoksa kafirlerin mi tarafında olduğu ortaya çıkacaktır.

Kıyametin Vaktini Kullar Bilemez

25

"De ki: Tehdid edilegeldiğiniz azabın yakın mı olduğunu, yoksa Rabbimin ona uzun bir müddet mi belirlediğini bilemiyorum".

Mukatil şöyle demiştir: "Onlar Hak teâlâ'nın "Nihayet onlar, tehdid edilmekte oldukları şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısı daha zayıf, sayısı daha azmış bilecekler" (Cin, 24) buyurduğunu duyunca, Nadr b. el-Haris, "(Ey Muhammed), bizi tehdid ettiğin bu şey ne zaman olacak?" dedi de Hak Teâla işte bu ayeti indirdi. Bu, "O mutlaka olacak. Ama ne zaman olacağı belli değil" demektir.

Ayetteki (......) kelimesi, "son mesafe, uzaklık" manalarına gelir. Bu ayet tıpkı, "Bunun yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilmiyorum" (Enbiya. 109) ayeti gibidir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kıyametin Yakınlığını Bilmiyor Muydu?

Buna göre şayet, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Benim risaletimle kıyametin yakınlığı bu ikisinin yakınlığı gibidir Müslim, Cum'a, 43 (2/592); Buhari, Rikak, 39. buyurmuş (ve iki parmağını göstermemiş midir? Binâenaleyh bu demektir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıyametin kopmasının yakın olduğunu biliyordu. Öyle İse daha nasıl burada, "O azabın yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilmiyorum" demesi emredilmiştir?" denilirse, deriz ki: Onun kopmasının yakın oluşu ile kastedilen, dünyanın ömrünün kalanının, geçen kısmından çok daha az olduğudur. Kıyametin bu manada yakınlığı ise malumdur. Ama bu yaklaşan şeyin ne kadar yakın, ne kadar uzak olduğunun bilgisi ise, malum değildir.

Gaybı Bilen Allah'dır

26

Âyetin tefsiri için bak:27

27

"O, bütün gaybı bilendir. O, gaybına, beğenip-seçtiği bir resul müstesna, hiç kimseyi muttali kılmaz. Çünkü O, onun önünden ve ardından gözetleyiciler (bekçiler) dizer".

Ayetteki deki "min", harf-i cerri, "Beğenip seçtiği..." ifadesinin beyaniyesi olup, "Allah, gaybın bilgisine, ancak beğenip seçtiği bir resulü muttali kılar" demektir.

Falcılar ve Kahinlerin Hükmü

Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetin bu ifadesinde, "Kerametin bulunmadığına delil vardır. Çünkü kendilerine keramet nisbet edilen kimseler, hernekadar beğenilip-secilmiş evliyaullah iseler de, resul değillerdir. Halbuki Allahü teâlâ, gayba muttali kılmayı, beğenip-seçtikleri arasından sadece peygamberlerine has kılmıştır. Bu ayette aynı zamanda, kahinliğin, sihirbazlığın, yıldızlardan ahkâm çıkarmanın geçersiz ve asılsız oluşu da söz konusudur. Çünkü bu işlerle uğraşanlar, beğenilip-seçilmekten en uzak olup, Allah'ın gazabına en fazla uğrayan kimselerdir."

Vahidî de şöyle der: "Bu ayette, yıldızların hayata, Ölüme ve benzeri hadiselere işaret ettiklerini iddia edenlerin aleyhine bir delil bulunduğu gibi, böyle kimseler Kur'ân'daki hükmü de inkar etmiş olurlar."

Bil ki Vahidî, kerametin ve Allahü teâlâ'nın velî kullarına, gelecekte olacak bazı hadiseleri ilham yoluyla haber vermesini mümkün görmüştür. Halbuki ayetin, her iki duruma da, (keramete de-sihirbaz, kahin ve müneccimlerin yaptıklarına da) nisbeti aynıdır. Şimdi eğer Vahidî bu ayeti, müneccimleri bu tür hükümler vermekten menetmeye delil kabul ediyorsa, Keşşaf sahibinin de delil sayması gerekir. Eğer o, bu ayetin veliler için gerçekleşen ilhamları menetmeye delalet etmediğini iddia ediyorsa, ilm-i nücumun bir takım şeylere delaletini menetmeye de delil kılmaması gerekir. Fakat ayetin, yıldızlardan bir takım hükümler çıkarmanın yasaklığına delalet ettiğini söyleyip; veliler için söz konusu olan ilhamlara delalet etmediğini söylemek ise keyfi bir hükümdür.

Burada Gaybdan Maksad, Kıyamet Vaktidir

Bana göre, ayette, bunların dedikleri şeylerin hiçbirine dair herhangi bir delil yoktur. Bunun delili ise şudur: "Ayetteki "gaybına" ifâdesi, genellik ifâde eden bir kelime değildir. Dolayısıyla onun ifade ettiği bir tek şeyle amel etmek (hükmetmek) de yeterli olur. Şu halde Allahü teâlâ'nın, mahlukatını, gayblardan sadece birine muttali kılmaması kafidir. Biz de bunu kıyametin kopma vaktine hamlediyoruz. Böylece de ayetten kastedilen, Allahü teâlâ'nın işte bu gaybı hiç kimseye bildirmeyeceği olmuş olur. Dolayısıyla da ayette, artık Cenâb-ı Hakk'ın, gayblarından hiç birini, hiç kimseye bildirmediğine dair bir delalet kalmaz.

Bu açıklamayı, şu husus da te'kid eder: Allahü teâlâ bu ayeti, "De ki: Tehdid edilegeldiğiniz azabın yakın mı olduğunu, yoksa Rabbimin ona uzun bir müddet mi belirlediğini bilemiyorum" (Cin,25) ayetinin hemen peşisıra getirmiştir. Buna göre bu, "Ben kıyametin ne zaman kopacağını bilemem" demek olur. Cenâb-ı Hak daha sonra, yani "Kıyametin kopmasının vakti, Allahü teâlâ'nın hiç kimseye bildirmediği gaybî bilgilerdendir" buyurmuştur. Velhasıl ayetteki "gaybına" ifadesi, müfred ve muzaf bir lafızdır. Dolayısıyla bununla amel etme-bundan hüküm çıkarma hususunda, bunu tek bir gayba hamletmek yeterli olur. Ama bu kelimenin bütün gaybları ifade ettiğini ileri sürmeye gelince, bu lafızda bu manaya bir delalet yoktur.

Buna göre eğer, "Siz, bunu kıyametin kopmasının zamanı ile ilgili bir manaya hamlettiğinize göre, bu gaybı hiçbir peygamberine bildirmediği halde, Cenâb-ı Hak niçin "beğenip-seçtiği bir peygamber müstesna..." buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Aksine Cenâb-ı Hak, bunu, kıyametin kopması yaklaştığında açıklayacaktır. Nasıl böyle olmasın ki, çünkü Cenâb-ı Hak, "Ogün gök, bulutlarla parçalanacak, melekler indirilecek, indirilecek" (Furkan, 25) buyurmuştur. Meleklerin işte o zaman kıyametin koptuğunu anlayacaklarında şüphe yoktur. Hem sonra, ayetteki istisnanın, müstesnâ-yı munkatî olması da muhtemeldir. Buna göre Hak teâlâ sanki, önce, "Gaybı bilen, o belli gaybını, yani, kıyametin ne zaman kopacağını, hiç kimseye bildirmez" demiş, daha sonra da, "Ancak seçip-beğendiği bir resul (elçi) hariç. Çünkü onun önünden ve arkasından, onu, azgın insan ve cinlerden koruyan muhafız melekler dizilir" demiştir. Zira Hak teâlâ bu sözünü, alay ederek ve Allah'ın dinini ve kelamını küçümseyerek, kıyametin ne zaman kopacağını soranın sorusuna bir cevap olmak üzere getirmiştir.

Allah Gaybı Dilediğine Bildirir

Bil ki Allahü teâlâ'nın bu ayetten kastının, peygamberler hariç, gaybî bilgileri, hiç kimseye haber vermeyeceği olmadığı kesinkes ortadadır. Bunun delili şunlardır:

1) Tevatüre yakın kuvvette haberlerle Şakk ve Suteyh'in daha Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olmazdan önce, onun peygamber olacağını haber veren iki kahin oldukları ve araplar içerisinde bu iki şahsın, böylesi şeyleri bilmekle meşhur oldukları sabit olmuştur. Kisrâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğu haberini öğrenme hususunda bu ikisine başvurmuştu. Böylece Allahü teâlâ'nın bazan peygamber olmayan kimseleri de bazı gaybî şeylere muttali kıldığı sabit olmuştur.

2) Bütün dinlere mansub olan herkes, ilm-i nücûm (yıldızlara bakarak hüküm çıkarma)un doğruluğu ve bunu yapan kimselerin bazan, gelecekte olabilecek hadiseleri haber verdikleri ve verdikten haberin doğru çıktığı hususunda müttefiktirler.

3) Sultan Sencer b. Melik, Bağdad'dan Horasan'a naklettirdiği bir kahin kadına, gelecekle ilgili birtakım şeyleri sordu. O da bazı şeyler söyledi. Daha sonra bahsettiği o hadiseler, kahin kadının söylediğine uygun olarak cereyan etti.

Bu kitabın yazarı, Allah onun akıbetini cennet etsin, şöyle der: Ben, kelam ve felsefe ilimlerinde, muhakkîk (derin alim) olan bir takım kimselerle karşılaştım. Bunlar o kadının, bir takım gaybi şeylerle ilgili tafsilatlı haberler verdiğini ve o şeylerin, bunun haber verdiği şekilde tahakkuk ettiğini naklettiler. Ebul-Berekât, "Kitabu'l-Mu'teber"inde, bu kadından bahsederken, mübalağalı ifade kullanarak, şöyle demiştir: "Vallahi ben bu kadının durumunu otuz yıl İnceledim takip ettim. Sonunda onun, gaybî şeyleri gerçeğe uygun olarak haber verdiğine kesinkes inandım."

4) Biz, bu durumu, gerçek ilham sahiplerinde de görüp, müşahede etmekteyiz. Hem sonra bu, evtiyaullaha has olmayıp, sihirbazlar içinde de böyleleri bulunmaktadır. Gaybî şeyleri bilmedeki payı belli bir derecede olan insanı, hernekadar pek çok haberinde yalancı çıksa da, pek çok haberinde de isabetli olduğunu görmekteyiz. Yine yıldızlara bakılarak çıkarılan hükümleri, hernekadar bu hükümleri çıkaranlar, çağında yalancı çıksalar da, hadiselere uygun olduğunu görmekteyiz. Şimdi bu durum ortada iken, Kur'ân'ın, bunun aksine delalet ettiğini söylemek, Kur'ân'ı yaralamaya yol açan şeylerden olur ki Kur'ân'ı bu durumda bırakmak yanlış olur. Böylece gerçek te'vil ve tefsirin, bizim yaptığımız tefsir olduğunu anlıyoruz. En İyi bilen Allah'dır.

Allah Mesajını Korur

Ayetteki "Çünkü O, onun önünden ve ardından gözetleyiciler (bekçiler) dizer" cümlesi, "Allah, risaletl için seçip beğendiği kişinin önünden ve ardından, onu bekleyecek, şeytanların ve cinlerin vesveselerinden ve karıştırmalarından onu muhafaza edecek, böylece kendisine vahyedilen şeyleri insanlara tebliğ etmesini sağlayacak; keza onu, kendisine eziyet etmesinler ve zarar vermesinler diye, insan şeytanlarının zahmetlerinden koruyacak bekçi melekler görevlendirir" demektir. Dahhak şöyle demiştir: "Her peygamberin etrafında, melek kılığına girmiş şeytanlardan, onu koruyacak melekler vardır."

28

"Böylece, (o peygamberler), Rablerinin risaletlerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsinler diye... O, onlar nezdinde olup bitenleri kuşatmış ve herşeyi tek tek saymış tesbit etmiştir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

"Resul" ifadesi, ifâdesinde mûfred, ifadesinde ise cemî getirilmiştir. Bunun bir benzeri de daha önce geçen, (Cin, 22) ayetidir.

Farklı Kıraatlere Göre Mana

İkinci Mesele

Allah'ın İlminin "hadis" olduğunu (sonradan meydana geldiğini) söyleyenler, bu ayeti delil getirerek "Çünkü ayetin manası, "Allah, onların o görevlerini tebliğ edip, hakkıyla yerine getirdiklerini bilmek için, böyle bekçiler görevlendirmiştir" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "Mücahid olanlarınızı bilelim diye..." (Muhammed, 31) ayetidir" demişlerdir. Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

1) Katade ve Mukâtil şöyle derler: "Ayet, "Muhammed, o peygamberlerin de, kendisinin görevini yerine getirdiği gibi, görevlerini yerine getirdiklerini bilsin diye..." manasındadır.Bu manaya göre, ifâdesinin başındaki "lâm", ayetten anlaşılan mahzûf bir şeye mutaaihktır. Buna göre, sanki, "Biz, kendinden önceki peygamberlerin de aynı hal Üzere, yani gerçek bir tebliğde bulunma hali üzere olduklarını bilsin diye, bu vahyin muhafaza edileceğini ona haber verdik" denilmek istenmiştir.

Mananın, "Peygamber, onların, yani, Cebrail'in ve peygamberlere gönderilen meleklerin, Rablerinden aldıkları görevleri bi-hakkın yerine getirdiklerini bilsin de, bu hususta şüphe etmesin ve bütün bunların, Allah'dan olan bir hak (gerçek) olduğunu anlasın" şeklinde olması da mümkündür.

2) Muhakkik alimlerin ekserisinin tercihine göre ayetin manası, "Allah, peygamberlerinin, Rablerinden gelen görevi hakkıyla ifa ettiklerini bilsin..." şeklindedir ki buradaki "bilme", tıpkı "Allah sizden, cihad edenleri bilmedikçe (ayırdetmedikce), cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz" (Al-i İmran,142) ayetindeki "bilme" gibidir. Buna göre mana, "Onlar, Rablerinin risalelerini tebliğ etmeleri için ve Cenâb-ı Hakk'ın da bu işin, onlardan bilfiil sudur ettiğini bilmesi, yani görmesi için..." şeklindedir.

Ma'dum (yok) "Şey" Sayılmaz

Bu ifade meçhul olarak "Bilinsin diye..." şeklinde de okunmuştur.

Ayetteki "O, onlar nezdinde olup bitenleri kuşatmış ve herşeyi tek tek saymış tesbit etmiştir" ifadesine gelince, buradaki, "O, onlar nezdinde olup bitenleri kuşatmıştır" cümlesi, Allahü teâlâ'nın cüziyyatı (detayları) bildiğinin; "O, herşeyi tek tek sayıp tesbit etmiştir" cümlesi de, bütün mevcudatı bildiğinin delilidir.

Buna göre şayet, "Sayılacak şeyleri saymak, sonlu-sınırlı şeyler için söz konusudur. Halbuki ayetteki, "her şeyi" ifadesi, bunların sınırsız olduğuna delalet eder. Binâenaleyh "ayette bir çelişki vardır?" denilirse, biz deriz ki: Sayılabilecek şeyleri sayıp tesbit etmenin, sonlu-sınırlı şeyler için söz konusu olduğunda şüphe yoktur. Fakat ayetteki "herşey" ifadesi, bunların sonsuz olmadıklarına delalet etmez. Çünkü bize göre "şey", mevcudat için kullanılır. Mevcudat ise sınırlıdır. Bu ayet, ma'dûmâtın "şey" olmadığına, kendisiyle istidlal edilen ayetlerden biridir. Bu böyledir. Çünkü "ma'dûmât", "şey" olmuş olsaydı, "eşya" (şeyler) sınırsız olurdu. Halbuki, "O, herşeyi tek tek sayıp tesbit etmiştir" ifadesi, bu sayılan şeylerin sınırlı-sonlu olmasını gerektirir. Dolayısıyla bu şeylerin, hem sınırlı, hem de sınırsız olduklarını söylemek gerekir ki bu imkansızdır. Bu sebeple, bu çelişkinin bertaraf olabilmesi için, "ma'dûmât"a, "şey" denilemeyeceğine kesinkes hükmetmek gerekir. En iyi bilen Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Hamd, âlemlerin Rabbi'ne, salât-u selâm da, resullerin efendisi, nebilerin sonuncusu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına olsun (âmin).

0 ﴿