CİN SÛRESİBu sûre, yirmisekiz ayet olup, Mekkîdir. 1"De ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur. Bir gurup cin (Kur'ân'ı) dinlemiş de, "Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur'ân dinledik" demişler". Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Yeni ve eski, bütün insanlar "cinn"in olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Felsefecilerin çoğundan gelen nakillere göre, onlar cinlerin varlığını kabul etmezler. Bu böyledir, çünkü Ebû Ali İbni Sîna, eşyanın tarifi hususunda kaleme aldığı bir kitabında şöyle demektedir: "Cin, çeşitli şekillere bürünebilme kabiliyetinde olan, havaî (maddî olmayan) canlılardır." Daha sonra sözüne devamla, "Bu, "cin" maddesinin (kelimesinin) tarifidir" der. Binâenaleyh onun bu sözü, bu tariften maksadın, bu kelimeyi açıklamaktır, yoksa görünür alemde böyle bir varlığın bulunduğunu göstermek için değildir, Fakat çeşitli dinlere mensub olup, peygamberleri tasdik eden insanların çoğu, cinlerin varlığını kabul ederler. Yine eski felsefecilerle, ashab-ı rûhaniyyatın büyük bir kesimi de, cinin varlığını kabullenir ve bunlara, "süflî (yersel) ruhlardır. Süfli ruhlar, icabet (kabullenme) hususunda hızlıdırlar, ancak ne var ki güçsüzdürler. Ama "felekî (göksel) ruhlar", (melekler) icabet bakımından yavaş, fakat güçlüdürler." Cinlerin varlığını kabul edenler de İkiye ayrılır: Kimileri, cinlerin maddî olmadıklarını ve maddelerde bulunan bir hal, bir sıfat olmadıklarını, aksine kendi kendilerine kaim cevherler olduklarını iddia ederek şöyle demişlerdir: "Bizim bu sözümüzden, bunların, Allah'a denk varlıklar olduğu manası çıkarılmasın. Çünkü bunların madde olmamaları ve maddede bir hal olmamaları, selbî (olumsuz) bir husustur. Selbîlikle müştereklik ise, mahiyette denkliği gerektirmez. Hem sonra, bu selbîlikte müşterek olmalarına rağmen, tıpkı bir yere, bir mekâna ihtiyaç duyma hususunda eşit olmalarına rağmen, "araz"ların mahiyetlerinin farklı farklı oluşu gibi, bunlar da mahiyetleri açısından farklı farklıdırlar. Binâenaleyh bunların bir kısmı hayırlı, bir kısmı serti; bir kısmı iyi, güzel ve hoş şeyleri seven, bir kısmı da alçak, adi, kötü olup, bela ve musibetleri severler. Bunların bütün çeşitlerini ancak Allahü teâlâ bilir. Bunların, mücerred varlık oluşları, bir takım şeyleri bilmelerine ve bir takım şeyleri yapmalarına manî değildir. Binâenaleyh bu ruhî varlıkların, duymaları, görmeleri, birtakım haberi halleri bilmeleri ve birtakım belli fiilleri yapmaları mümkündür. Biz, bunların mahiyetlerinin farklı farklı olduğunu söylediğimize göre, şüphesiz bunların türleri arasında, insan kudretinin aciz kaldığı, çok büyük ve güç işleri yapabilecekler vardır. Yine bunların herbir çeşidinin, bu alemdeki maddelerin herhangi bir türü ile ilgili olması da uzak bir İhtimal değildir. Tıbbî delillerin, "insan" demek olan nefs-i natıka ile ilk alaka kuran şeyin ruhlar olduğuna delalet etmesi gibi -ki ruhlar kanın en latif parçalarından olan ve kalbin sol tarafında oluşan latif ve buhârî varlıklardır. Sonra nefs-i natıkanın bu ruhlarla münasebet kurması vasıtasıyla nefis, bu ruhların kendisinde bulunduğu, gezip-dolaştığı uzuvlarla alaka kurar- aynen bunun gibi, bu cinlerden her birinin de "hava"yı oluşturan parçalardan birisi ile alaka kurması uzak bir ihtimal değildir. Böylece bu ilk hava parçası, o ruh ile ilk alaka kuran şey olmuş olur. Sonra bu havanın, kesîf (yoğun) diğer bir madde içinde hareket edip, gezip-dolaşması sebebiyle, bu ruhların o kesîf maddede bir alaka ve bir tasarrufu (tesiri) meydana gelmiş olur. Bu görüşte olanlardan bazıları da cin hususunda başka bir izah yaparak şöyle demişlerdir: "Bu beşerî ruhlar ve nefs-i natıkalar, kendilerine ait bedenleri terkettiklerinde, ruhî alemdeki, ruhanî sırların inkişafı sebebiyle, kuvvet ve kemalleri artar. Binâenaleyh tesadüfen o bedenden ayrılan ruhun karşısına, terkettiği bedene benzer bir beden çıktığında, bu benzerlik sebebiyle, o bedenle alaka kurar ve bir önceki bedeni terkeden ruh, bu bedenin fiilleri ve tasarrufları hususunda bu bedenin ruhuna yardımcı olur. Çünkü cins birliği, birleşme sebebidir. Şimdi eğer bu hal, hayırlı ruhlarda olursa, yardımcı olan ruh, melek, yaptığı yardım da ilham; kötü ruhlarda olursa, yardımcı olan ruh şeytan, yaptığı yardım da vesvese adını alır. Bu hususta ikinci görüşte olanlar ise cinlerin maddî varlıklar olduğunu söylerler. Bu görüşte olanlar da yine kendi aralarında ikiye ayrılırlar: Bunlardan kimileri, "bu maddeler de, mahiyetleri açısından farklıdırlar ve aralarındaki müşterek nokta tek bir özelliktir. Bu da, bunların hepsinin bir mekan işgal edip, bir yönde bulunmaları ve uzunluk, enlilik, derinlik gibi şeylerle tavsif edilebilir olmalarıdır. Bütün bunlar, onlarda bulunan sıfatlardır. Sıfatlarda müşterek oluş ise, bütün mahiyetleri açısından aynı olmayı gerektirmez. Çünkü mahiyetlerinin tamamı açısından farklı olan varlıkların, tek bir ayrılmaz vasıfta müşterek olmalarının imkansız olmadığı sabittir" derler. Bunlar sözlerine devamla şöyle derler: "Hiç kimse, "maddenin, madde olması açısından tek bir tarifi ve hakikati vardır. Dolayısıyla maddelerin, madde olma açısından, mahiyetleri arasında bir farklılığın olmaması gerekir. Aksine eğer farklılık varsa, buna ilave olan mefhumda da farklılık olur. Hem sonra maddeyi, latîf - kesîf; ulvî - süflî diye kısımlara ayırmamız mümkündür. Kısımlara ayırma yeri, kısımlar arasında müşterektir. Binâenaleyh bu demektir ki kısımların tümü cismiyyet (maddî oluş) açısından müşterektir. Farklılık ise, bu sıfatlar açısından meydana gelmiştir. Bunlar da, latîf - kesîf olma; ulvî - süflî olma sıfatlarıdır" diye istidlalde bulunamaz. Çünkü ileri sürülen bu iki delil de tutarsızdır. Birinci delilin tutarsızlığı hususunda şöyle deriz: Maddelerin, madde olma açısından bir tarif ve hakikati olduğu gibi, arazların (sıfatların) da, araz olma açısından bir tarif ve hakikatleri vardır. Dolayısıyla bundan, bütün arazların, mahiyetlerinin bütün yönlerinden eşit ve aynı oldukları neticesi çıkar ki bunu kimse iddia etmemiştir. Aksine felsefecilere göre gerçek şudur: Arazların, kesinlikle zatlarla aralarında müşterek bir noktaları yoktur. Çünkü eğer aralarında müşterek bir nokta olsaydı, bu müştereklik, onların "cins"i olmuş olurdu. Eğer böyle olsaydı, "dokuz", âlî cins (üst cins) olmaz, aksine bir cinsin, türlerinden biri olurdu. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, arazların, araz olmaları açısından tek bir hakikati vardır. Bundan, mahiyetlerinin her yönü açısından eşit olmaları şöyle dursun, aralarında zatî bir müştereklik olduğu neticesi çıkmaz. Binâenaleyh durumun maddelerde de aynı olması niçin caiz olmasın. Çünkü arazlar, mahiyetlerinin tamamı açısından farklı olup, sonra bu farklı olanlar arızî bir sıfatta, yani mevzuları için (bulundukları varlıklar) için arızî olmada eşit oldukları gibi, maddelerin, mahiyetlerinin bütün yönleri açısından farklı olmaları, ama arızî bir sıfatta, yani kendisine maddi olarak işaret edilebilen bir vasıfta, bir mekanda bulunmada ve uzunluk, enlilik, derinlilik gibi vasıflarda eşit olmaları da caizdir. Binâenaleyh bu ihtimali gözardı etmek mümkün değildir. İkinci delilin tutarsızlığı hususunda da şöyle deriz: Bu delil, onların, "maddeleri, latîf-kesîf diye kısımlara ayırmak mümkündür" şeklindeki delilleridir. Bu delil de, yine "araz" (sıfat) ile çürütülür. Çünkü arazı da, keyfiyet ve kemiyet açısından taksim etmek mümkündür. Binâenaleyh bunların da, zatlarının her yönü açısından müsavi olmaları şöyle dursun, ortada zatî bir müşterekliğin olduğu neticesi bile çıkmaz. O halde bu hususta da durumun aynı olması niçin caiz olmasın. Maddelerin farklı olmasında bir imkansızlığın olmadığı sabit olup, bu ihtimalin batıl olduğuna hiç bir delil de bulunmayınca, bu durumda onlar, havaî (maddî olmayan) latîf maddelerin bir kısmının, mahiyetleri açısından, diğer bir havaî çeşitten farklı olması ve bu mahiyetin, kendi zatında husûsî bir bilgi ve enteresan fiilleri yapabilme hususunda husûsî bir kudreti gerektirmesi imkansız değildir. Böyle olması halinde, cinlerin var olduğunu ve çeşitli şekillere bürünebilecek kabiliyete sahip olduklarını söylemek, açık bir ihtimaldir. Cinlerin, mahiyetleri açısından biribirlerine denk maddeler olduğunu söyleyen bu ikinci gurub da, kendi arasında iki guruba ayrılır: Hayat İçin Bünye (Beden) Şart Değil Birinci Gurup: Bunlar, hayatiyyetin bulunması için, bir bünyenin (bedenin) şart olmadığını iddia edenlerdir. Bu İmam-ı Eş'ârî'nin ve ona tabi olanların çoğunluğunun görüşüdür. Bunların, bu konudaki delilleri açık ve kuvvetli olup, şöyle derler: "Eğer hayat (canlılık) için bünye şart olsaydı, o zaman ya tek bir hayatın, parçaların tümü ile kaim olduğu; yahut da herbir parçanın müstakilleri (ayrı ayrı) hayatiyyet taşıdığı söylenebilirdi. Birincisi imkansızdır. Çünkü tek bir arazın (sıfatın), aynı anda pek çok mahalle (yere) hulul etmiş olması düşünülemez. İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü cismin (bedenin), kendisinden oluştuğu cüzler (parçalar), birbirine denktir. Bunların herbirinde bulunan hayatiyyet, diğerinde bulunan hayatiyyete denktir. "Bir şeyin hükmü, mislinin (onun gibisinin) hükmüdür." Binâenaleyh şimdi şu parçada bulunan hayatiyyet şu diğer parçada bulunan hayatiyyettn varlığına muhtaç olsaydı, bu muhtaç oluş, karşı taraf için de aynen söz konusu olurdu. O devr-i fasit imkansızdır. Yok eğer böyle muhtaciyyet söz konusu değil ise, bu durumda bu cüzde bulunan hayâtiyyetin, diğer cüzde bulunan ikinci hayatiyyete bağlı olmadığı anlaşılır. Böyle bir bağımlılık söz konusu olmayınca, tek bir parçanın, hayat, ilim, kudret ve irade gibi sıfatları taşıyabileceği sabit olmuş olur ve "Hayâtiyyetin olması için bünye (beden) şart" şeklindeki söz de batıl olmuş olur." Bunlar sözlerine şöyle devam ederler: "Hayâtiyyetin olması için bünyenin şart olduğunu söyleyen Mu'tezile'nin delili, "istikra"ya dayanır. Bu İstikra da şöyledir: "Müşahede etmekteyiz ki bünye bozulduğu zaman, hayat ortadan kalkıyor. Bünye bozulmadığında (sıhhatli olduğunda) hayatiyyet devam ediyor. Binâenaleyh hayâtiyyetin olması, bünyenin varlığına bağlıdır." Fakat Mu'tezile'nin bu "istikrâ"sı zayıftır. Çünkü "istikra", kesinlik ifade etmez. Binâenaleyh görülmeyen şeylerin durumunun, görülüp-müşahede edilen şeylerin durumu gibi olduğuna dair delil nedir? Hem sonra, bu söz, yani bünyenin şart olduğu iddiası, ancak harikulade (mucize ve benzeri) şeyleri inkar edenlere göre doğru olur. Fakat harikulade şeylerin olabileceğine inananlara göre ise, böyle bir iddia doğru olmaz. Bu iki şey arasında, yani bir kısmının adete, bir kısmının vücuba göre olması arasında fark olduğunu söylemek, kendisine baş vurulmayacak mahza tahakkümdür (boş iddiadır). Böylece, hayâtiyyetin olması için bünyenin şart olmadığı sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da, Allahü teâlâ'nın tek bir cevherde, pek çok şeyi bilme ve çok zor şeyleri yapabilme gücünü yaratmış olması uzak bir ihtimal değildir. Böyle olması durumunda ise, maddeleri ister latif ister kesif olsun; ister büyük, ister küçük olsun, cinlerin var olabilecekleri açıkça söylenebilir. Cinleri Algılamak Aklen Mümkün Müdür? İkinci Gurup: "Hayâtiyyetin olabilmesi için bünye şart olduğu gibi, güç İşler yapabilmesi için de o bünyede bir sertlik-katılık olması şarttır" diyenlerdir. Burada şöyle bir başka mesele ortaya çıkmaktadır: Görülen şeyin, mevcut olması; engellerin bulunmaması; uzak ve yakın şartların bulunması; duyu organlarının sağlıklı olması ile birlikte, bu tür şeyleri idrak etmek, algılamak aklen mümkün müdür, yoksa imkansız mıdır? Eş'ârî ve ona tabi olanlar, bunu mümkün görürken, Mu'tezile bunun aklen imkansız olduğunu söylemiştir. Mümkün Gören Eş'arî'nin Delilleri Eş'ârî görüşüne, hem aklî, hem de naklî yönden istidlalde bulunmuştur. Aklî delilleri şu iki şeydir: 1) Biz, büyük bir şeyi, uzaktan küçük görürüz. Bunun tek sebebi, o şeyin bazı cüzlerini görebilirken, bazı cüzlerini göremememizdir. Halbuki duyunun ve bütün şartların görülebilen o cüzlere nisbeti, görülemeyen cüzlere nisbeti gibidir. Böylece, duyuların sağlam olmasına, görülecek şeyin mevcut olmasına, engellerin bulunmayışına ve şartların bulunmasına rağmen, idrakin mutlaka meydana gelmesi gerekmediğini anlıyoruz. 2) Büyük bir nesne, ancak meydana geldiği parçaların tümünden (toplamından) ibarettir. Binâenaleyh o büyük nesneyi, uzaktaki kadar gördüğümüzde, o nesneyi görmüş oluruz. Binâenaleyh bu parçayı görme işi, ya diğer parçayı görmeye bağlıdır veya değildir. Eğer birinci ihtimal söz konusu olsa, devr-i fasit lazım gelir. Çünkü o bütünün parçaları aynıdır. Dolayısıyla eğer bu parçanın görülmesi, o parçanın görülmesine muhtaç ise, o parçanın görülmesi de bu parçanın görülmesine muhtaçtır. Dolayısıyla bundan, devr-i fasit söz konusu olur. Eğer böyle bir muhtaçlık söz konusu değilse, bu durumda o tek cevherin, o kadar uzaktan görülmesi mümkün olur. Sonra bu tek cevherin, diğer cevherler kendisine eklenmeksizin var olması halinde görülemeyeceği malumdur. Böylece biz, şartlar mevcud olduğunda görülmenin, vacib (zorunlu) değil, mümkün olduğunu anlamış bulunuyoruz. Mümkün Değil Diyen Mu'tezile'nin Delilleri Mu'tezile de şu esasa dayanır: "Eğer biz bunu mümkün görürsek, görmediğimiz-duymadığımız halde yanımızda (mesela) birtakım davul ve zurnaların var olabileceğini söylemiş oluruz." Mu'tezile'ye, diğer normal hadiseleri ileri sürerek, "Denizin suyu gümüş ve altına döndürüldü. Dağlar yakut ve zeberced oldu. Gökte, gözler kapalı iken, bin tane ay ve güneş meydana geldi. Sonra gözler açıldığında Allah onları yok etti" dersek, onlar bu iki şey arasındaki farkı ortaya koymaktan aciz kalırlar. Bu karışıklığın sebebi şudur: Bu Mu'tezile, adetler zincirinde devamlılık arzeden şeylere bakıyorlar, onların bir kısmının zorunlu olduğunu, bir kısmının ise böyle olmadığını sanıyorlar ve bu iki kısım arasındaki farkı ortaya koyma hususunda, dosdoğru bir kanun ve sapasağlam bir çıkış yolu bulamıyorlar. Dolayısıyla da işi karıştırıyorlar. Binâenaleyh bu hususta gerekli olan, ya hepsinin birbirine denk olduğunu; böylece de felsefecilerin dediği gibi, hepsinin zorunlu olduğunu söylemeli; yahut da Eş'ârî'nin dediği gibi hepsinin zorunlu olmadığını söylemeli. Bu iki şey arasındaki fark hususunda delilsiz iddiada bulunmak ise, doğruluktan çok uzak bir tavırdır. Bu sabit olduğuna göre, cinlerin var olduğunu söylemek açıkça mümkündür. Çünkü onların bedenleri, hernekadar kesîf ve katı ise de, mevcut olsalar bile görülmemeleri imkansız değildir. Bu, Eş'ârî'nin görüşüne göre böyledir. Binâenaleyh işte bütün bunlar, konunun detaylı izahlarıdır. Şu Mu'tezile'ye şaşıyorum: Onlar bu görüşlerini sürdürürken, Kur'ân'da yer alan "melek" ve "cin"lerin varlığına nasıl inanıyorlar? Bu böyledir. Çünkü Kur'ân, meleklerin çok zor ve güç işlere yeten büyük kuvvetlen olduğuna delalet etmektedir ki cinler de böyledir. Halbuki böyle bir kudret, kesîf ve katı uzuvlarda bulunur. Dolayısıyla bu durumda, bu kuvvetin melek ve cinde de aynı şekilde bulunması gerekir. Hem sonra bu melekler, hep yanımızdadırlar ve bunlar şerefli katıp melekler ile halaza melekleridir. Yine melekler canlarınızı aldıklarında da yanımızdadırlar. Ayrıca melekler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında da mevcut olmuşlardır. Ama hiç kimse onları görememiştir. Keza can verenlerin yanında bulunanlar da hiç bir şeyi göremiyorlar. Mevcut olduğunda, kesif olan bir varlığın görülmesi vacib (zorunlu) olsaydı, peki biz niçin onlan göremiyoruz? Yok eğer bunların görülmesi zorunlu değilse, o takdirde Mu'tezile'nin görüşü batıl olmuş olur. Yok eğer, kesif ve katı olmamalarına rağmen, kendilerinde güc-kuvvet varsa, o zaman Mu'tezile'nin, "Hayatiyyetin olması için bünye (beden) şart" şeklindeki görüşleri batıl olmuş olur. Yok eğer onlar, "Bunlar latif ve canlı bir takım maddelerdir. Fakat latif oldukları için güç işler yapamazlar" derlerse, bu da Kur'ân'ın sarih ifadelerini inkar olur. Velhasıl bu inançlarını sürdürdükleri sürece, onların melek ve cinlerin varlığını kabuldeki hal ve durumları çok enteresandır. Keşke onlar, açık deliller şöyle dursun, kendi mezheplerinin doğruluğu hususunda, hiç olmazsa hayalî bir takım şüpheler zikretselerdi. İşte bütün bunlar, bu konudaki incelik ve müşkilâta dikkat çekmeden ibarettir. Muvaffakiyyet ise Allah'dandır. Hazret-i Peygamber Cinleri Gördü mü? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cinleri görüp-görmediği hususundaki görüş ve rivayetler çeşitlidir: Birinci Görüş: İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cinleri görmemiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Cinler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ile, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) arasındaki fetret döneminde (peygambersiz dönemde), göğe yöneliyor ve göğün haberlerini (meleklerin muhaberelerini) dinliyor, bu haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderince, gök korunmaya alındı. Böylece de şeytanlar (cinler) ile gök haberleri arasına engel konuldu. Şihablar (alevler), onların üzerine atıldı. Bunlar da İblise gidip, bu durumu haber verdiler. Bunun üzerine İblis, "Bunun mutlaka bir sebebi vardır, olmalı. Dolayısıyla sizler, yeryüzünün doğusunu-batısını (her yerini) karış karış gezip, bu sebebi bulmaya çalışın" dedi. Bunun üzerine o araştırıcılardan bir gurup, Tihâme'ye geldiler ve Ukaz panayırında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, ashabına sabah namazını kıldırırken buldular. Okuduğu Kur'ân'ı duyunca dinlemeye başladılar ve "İşte, vallahi, sizinle göğün haberleri arasına girip, sizi engellemeye sebep olan şey budur" dediler. Oradan kavimlerine dönerek, "Ey kavmimiz, gerçekten hayranlık veren bir Kur'ân dinledik" dediler. Allahü teâlâ da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu gaybî durumu haber verdi ve "De ki: Bana şu hakikatler vahyolundu..." buyurdu." İbn Abbas (radıyallahü anh) sözüne devamla şöyle der: "İşte bunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in cinleri görmediğine dair delil var. Çünkü eğer o (aleyhisselâm), onlan görmüş olsaydı, bu hadisenin öğrenilmesini vahye nisbet etmezdi. Zira varlığı bizzat müşahede edilerek bilinen şeyin isbatt, vahye dayandırılamaz." Eğer, "O alev parçaları (şihablar) ile taşlanan ve koğulanlar şeytanlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân'ını dinleyenler ise cinlerdir. Peki daha nasıl bu iki husus birleştirilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) O cinler, şeytanlarla beraberdi. Dolayısıyla şeytanlar kovalanınca, onlarla birlikte olan bu cinler, bunun sebebini araştırmaya başladılar. 2) Şihablarla taşlanıp kovalananlar da cinler idi. Fakat aynen "cin ve ins şeytanlar" tabirinde olduğu gibi, onlara da "şeytan" denildi. Çünkü şeytan, Allah'a taattan uzaklaşan, tekebbür eden ve direten herkestir. Alimler, o Kur'ân'ı dinleyen cinlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, Asım, Zevr'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Zevba'a ve adamlarından bir gurup (cin) Mekke'de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına geldiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân okuyuşunu dinlediler, sonra da çekip gittiler. İşte, "Hani cinlerden bir gurubu Kur'ân dinlemeleri için sana çevirmiştik" (Ahkaf, 29) ayetinin anlattığı hadise budur. Bu cinlerin, Şeysaban kabilesinden olduğu ve bu sayıca en kalabalık cin kabilesi olduğu; İblis'in ordusunun neredeyse tamamının bunlardan olduğu da ileri sürülmüştür. İkinci Görüş: Bu, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un görüşüdür. İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'a göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Kur'ân okuması ve onları İslâm'a davet etmesi için, cinlere gitmesi emrolunmuştu. Nitekim İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Cinlere Kur'ân okumakla emrolundum. Kim benimle beraber gelmek isterse gelsin" dediğini, bunun üzerine, ashabın ses çıkartmadığını; daha sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bunu ikinci kez söylediğini; fakat ashabın yine sustuğunu; sonra üçüncü kez söylediğinde, kendisinin, "Ey Allah'ın Resulü, seninle beraber ben gelirim" dediğini; bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "O halde, haydi" dediğini; böylece İbn Ebî Dübb mahallesindeki Hacun dağına geldiklerini; orada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendisinin önü sıra bir çizgi çekip, "Sakın bundan ileri geçme" deyip, Hacûn dağına doğru çekip gittiğini; derken o cinlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına, tıpkı küçük deve yavruları gibi süratlice koştuklarını; adeta bedenleri büyük, basları küçük erkekler olduklarını; aynen kadınlar gibi def çaldıklarını; bu şekilde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etrafını sardıklarını; dolayısıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i göremez olduğunu; görmek için ayağa kalkınca da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ona eliyle "otur" diye işaret ettiğini; sonra da gittikçe yükselen bir sesle Kur'ân okuduğunu; o cinlerin de yere adeta yapıştıklarını; kendisinin onların seslerini duyup, kendilerini görmediklerini anlatmıştır. Bir başka rivayette de, o cinler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "sen nesin?" demişler de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben Allah'ın nebîsiyim" deyince, "Bu konuda şahidin kim?" dediklerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "şu ağaç" demiş ve "Ey ağaç gel" emrini verince, ağacın dalı budağı ile çok aşın bir ses çıkararak gelip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda durmuş. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ona, "Bana ne diye şahadet edersin?" deyince, ağaç, "Ben senin Allah'ın resulü olduğuna şehadet ederim" demiş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Artık yerine git" demiş. Ağaç, geldiği gibi gidip eski halini almış. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle devam eder: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma gelince, "Yanıma gelmek istemiştim" dedi. Ben de, "Evet, ey Allah'ın Resulü" dedim. Bu senin için uygun olmazdı. Onlar cinlerdi, Kur'ân dinlemeye gelmişlerdi. Sonra da kavimlerine inzarcılar (davetciler) olarak dönüp gittiler. Benden yiyecek belirlememi istediler. Ben de yiyecek olarak onlara, kemikler ile hayvan terslerini belirledim. Binâenaleyh artık hiç kimse, kemiklerle ve tezeklerle temizlenmeye (taharet yapmaya) kalkışmasın. Bil ki bu rivayetleri yalanlamak imkansızdır. İbn Abbas (radıyallahü anh) ile İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) rivayet ve görüşlerini şu açılardan uzlaştırmak mümkündür: 1) Belki de İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bahsettiği, meselenin başlangıcından, bu konuda ilk hadisedir. Böylece Allahü teâlâ ona bu sûreyi vahyetmiş; daha sonra da İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un rivayet ettiği gibi, gidip cinlere Kur'ân okumasını emretmiştir. 2) Cinlerle karşılaşma hadisesinin tek bir defa olduğu kabul edilse bile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara gitmek ve Kur'ân okumakla emrolunmuştur. Fakat o, ne diyeceğini ve ne yapacağını bilmemektedir. Bunun üzerine Hak teâlâ, ne diyeceğini ve ne yapacağını vahyetmiştir. 3) Hadise tek bir defa vuku bulmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları görmüş, sözlerini dinlemiş, onlar da kendisini tasdik etmişler; sonra kavimlerine gidince, onlara hikayevâri, "Biz gerçekten pek enteresan bir Kur'ân dinledik ve şöyle şöyle oldu" demişler. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, onların kavimlerine dedikleri şeyleri vahyetmiştir. Bütün bunlar ihtimal dahilinde İken, bu rivayetleri yalanlamak imkansızdır. Allahü teâlâ'nın "De ki" ifadesi, O'ndan Resulüne, "Allah'ın cin hadisesi hakkında kendisine vahyettiği şeyleri, ashabına açıklamasını emreden bir ifadedir ve bunda şu faydalar vardır: 1) Ashab bu sayede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, insanlara peygamber olarak gönderildiği, cinlere de peygamber olarak gönderildiğini bilip anlamış olacak. 2) Kureyş, cinlerin bunca tekebbürlerine-diretmelerine rağmen, Kur'ân'ı duyunca onun mucize olduğunu anladıklarını ve onu getiren peygambere hemen iman ettiklerini anlayacaklar. 3) Cinler topluluğu da, böylece, kendilerinin insanlar gibi mükellef olduklarını anlayacaklar. 4) Cinlerin, biz insanların sözlerini duyup-anladıkları anlaşılacak. 5) Onlardan mü'min oranların da, kendi kabile ve cinslerinden mü'min olmayanları imana davet edecekleri anlaşılmış olacak ki işte bütün bu hususlarda, insanlar bunları öğrenince, birçok faydaların olacağı aşikardır. "îhâ", tıpkı "İlham" gibi, bir manayı (hususu) insanın kalbine atmak (ulaştırmak) ve melek göndermek manasına gelir. Bu işler, çok hızlı bir şekilde olur ve bu Arapların, "el-Vahyu el-Vahyu" (hızlı hızlı git) deyimlerine racidir. Kelimenin meşhur kıraati, elifli olarak, şeklindeki okunuşudur. Yûnus ve Harun, Ebû Amr'ın bunu, elifsiz olarak ve vav'ın dammesi "O peygambere vahyolundu ki..." şeklinde okuduğunu rivayet etmişlerdir ki, iki şekilde kullanılmaktadır. Nitekim Arapça'da, "Ona vahyedildi" anlamında, hem hem de denilir. Vâv'sız olarak, şeklinde de okunmuştur. Ki, bunun aslı,'dir. Bu demektir ki vav, hemzeye çevrilmiştir. Nitekim, yerine yerine denir. Ayette, de, yerine, denilmiştir. (Mürselat, 11). Bir Grup Cinnin Kur'an Dinlemesi "Bir grup cin (Kur'ân) dinlemiş de..." ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır. Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesindeki 'nin meftun okunacağı, zira bunun (......)'nin nâib-i faili olduğu ve bu ifadenin tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Bana ... bu Kur'ân vahyolundu" (En'âm. 19) ayeti gibi olduğu hususunda ittifak ettikleri gibi, ifâdesindeki (......)'nin meksur okunacağı, bunun da (......) maddesinden sonra gelen mahki bir mübteda olduğu hususunda da ittifak etmişlerdir. Sonra burada, karşımıza şöyle iki kıraat çıkmaktadır. a) Geriye kalanları beyan ettiğimiz bu iki şeyin mahalline hamletmem izdir. Çünkü kurrâ, bu iki şey üzerinde ittifak etmiştir. Binâenaleyh, maddesiyle ilgili olanlar meftuh; cinlerin sözüyle ilgili olanlar ise meksûr okunmuştur. Son ikisi, yani (cin. 18) cümlesi (Cin, 19) cümlesi hariç, hepsi de cinlerin sözündendir. b) Hepsini meftuh okumak... Buna göre ifadelerin takdiri, şeklinde olur. Buna göre şayet, "Burada şu iki bakımdan iki problem ortaya çıkar: 1) Bu sûrede yer alan bu ifadelerin bir kısmının başına iman maddesini eklemek hoş olmaz. Çünkü, denilmesi kabihtir. 2) Mecrûr olan hâ üzerine, ancak harf-i cer açıkça getirilmek suretiyle atfedilebilir. Zira, denilmez; tam aksine, denilir." Bu iki hususa şu şekilde cevap verebiliriz: Bu ayetteki, fiilini, ve manalarına aldığımızda böyle problem diye bir şey kalmaz. (......) ifadesi, "Onlardan bir grup..." anlamına olup, nefer: üç ile on arasında bir sayıyı ifade eder. Bu topluluğun yahudi olduğu rivayet edilmşitir. Hasan el-Basrî, bunların içinde yahudî, hristiyan, mecusi ve müşriklerin bulunduğunu söylemiştir. Sonra bil ki, cinler, şu tür şeyleri nakletmişlerdir: Birinci Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur'ân dinledik..." ayetlerinin ifade ettiği husustur. Bu, "Kavimlerine döndüklerinde, onlar, kavimlerine söyle şöyle dediler..." demek olup, bu tıpkı, "bitiritince de korkutmaya memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi..." (Ahkaf, 29) ayeti gibidir. yani, "Benzerlerine benzemeyen; onlardan çok üstün olan.." demektir. (......) kelimesi anlamında kullanılmış olan bir masdardır. (......) kelimesinin (......) kelimesinden daha beliğ olduğu hususunda şüphe yoktur. |
﴾ 1 ﴿