MÜZZEMMİL SURESİ

Yirmi ayet olup, Mekki'dir.

1

Âyetin tefsiri için bak:4

2

Âyetin tefsiri için bak:4

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Ey elbiselerine bürünüp yatan, birazı müstesna olmak üzere geceleyin kalk. Yarısı miktarınca yahut ondan biraz daha az, biraz daha fazla ibadet için kalk. Kur'ân'ı da açık açık, tane tane oku!.."

ifadesiyle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:

Müzzemmil

Alimler, "bürünen" şahsın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu hususunda ittifak etmişlerdir, (......) kelimesinin aslı, tâ ile olup, bu da "elbisesine bürünen" demektir. Bu demektir ki, tâ,za'ya idğam edilmiştir. Aslı olanda böyledir.

Alimler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in. elbisesine niçin büründüğü hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:

1) Ibn Abbas, şöyle der "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelenlerin ilki, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Dolayısıyla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm)'den korktu ve bu sebeple, kendisini cin çarpacağını sanarak, o dağdan (Nur dağından) titreyerek geri döndü ve evine gelince, "Beni örtün!" deyiverdi. Bir gün yine, kendisine Cebrail (aleyhisselâm) gelmiş ve ona nida ederek, "Ey örtüsüne bürünen..." demiştir."

2) Kelbî de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elbisesine, namaza hazırlık olsun diye Süründüğünü söylemiştir ki, bu Ferrâ'nın tercihidir.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), geceleyin bir kadifeye bürünmüş yatıyordu. Onun bu hali, hoş görülmeyerek kendisine nida edildi ve "Ey elbisesine bürünüp yatan; kalk, çullukla meşgul ol!" denildi.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'nın peştamalına, kendisini teskin etmek için, bürünmüştü. Bunun üzerine ona, "Ey bürünen, gece kalk!.." dendi. Bununla, adeta ona, "Nefsine hizmeti bırak da, kullukla meşgul ol!" denilmek istenmiştir.

5) İkrime de bu ayete, "Ey büyük iş altına giren, büyük iş yüklenen..." manasını vermiştir. Ki buna göreyüklenmek; de "taşıdı, yüklendi" anlamında olur.

İkinci Mesele

İkrime kelimelerini şeddesiz ze ve şeddesiz dal; nûn'un ve şeddeli mîm ve se ile, ism-i fail ya da İsm-i mef'ûl olarak, müzzemmil ve müdessir (müzemmel ve müdesser) şeklinde okumuştur. Şimdi eğer bu kelime, ism-i fail kalıbında okunursa, mef'ûlü hazfedilmiş olur ve takdiri de "Ey kendisini bürüyen..." şeklinde olur. Bu gibi yerlerde mef'ulün hazfedilmesi fasîh sayılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu manada, "Ona her şeyden verilmiştir" (Neml, 23) buyurmuştur ki, bu, demektir. Eğer bu kelime ism-i mef'ûl olarak okunursa, bu okuyuş da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ya kendisinin, yahut da bir başkasının onu örtmesinden dolayı okunmuş olur. Bu ifade, aslı üzere, şeklinde de okunmuştur.

Cenab-ı Hakk'ın, "Geceleyin kalk..." emrine gelince, bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır.

Gece Namazının Farziyyeti Mensuh Mu?

İbn Abbas, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Cenâb-ı Hakk'ın, "geceleyin kalk" emrinden dolayı, geceleyin kalkmanın farz oloduğunu;zira,emrin zahirinin vücub ifade ettiğini; ama daha sonra bunun neshedildiğini söylemişlerdir. Alimler,bu neshin sebebi hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:

a) Gece kalkmak işi, beş vakit namaz farz olunmazdan önce farz idi, ama bu beş vakit namaz ile neshedildi.

b) Cenâb-ı Hak, "... gecenin birazı müstesna, kalk! Yarısı miktarınca yahut ondan birazını eksilt... Yahut, üzerine artır..." buyurunca, ilgili şahıs, ne kadar kılacağını, geceden ne kadar kaldığını bilemedi. Dolayısıyla da, vacib-farz olan kadarını sürdürememe endişesiyle, bütün gece kalkmaya başladı. Bu da ona çok güç geldi. Çünkü, ayakları ve bacakları şişiverdi.. Böylece Allahü teâlâ, bu sûrenin sonundaki, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun..." (Müzzemmil, 20) emriyle, bunu neshetti. Ve bu hadise, İslâm'ın başlangıcındaki bir hadisedir. İbn Abbas sözüne devamla, "Bu farz kılış ile, onun neshedilmesi arasında bir yıl bulunur" demiştir.

Bir başka rivayetinde de o, "Bunun farz kılınışı Mekke'de neshedilmesi ise Medine'de olmuştur. Sonra bu miktar da, yine, beş vakit namaz ile neshedilmiştir." demiştir. Bu görüşü ile birinci görüşü arasındaki fark şudur: Birinci görüşte, teheccüdün farziyyeti,(önce), Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun...”emri ile; daha sonra da, beş vakit namazın farz kılınması ile nesholunmuştur. Ama, birinci görüşe göre, teheccüdün farz oluşunun nesh edilişi, doğrudan doğruya beş vakit namazın farz kılınması ile olmuştur.

Teheccüd, Hiç Farz Kılınmadı Görüşü

Bir kısım kimseler de şöyle demişlerdir: Teheccüd hiçbir zaman farz olmamıştır. Bunun delili ise şunlardır:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Gecenin birazında da, senin için nafile olmak üzere, teheccüd namazı kıl" (İsra, 79) emridir. Böylece Cenâb-ı Hak, teheccüdün, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e farz değil, nafile olduğunu beyan etmiştir, İbn Abbas buna,"Bu ayetin manası, "Sana alabildiğine farz olarak..." şeklindedir" diyerek cevap vermiştir.

2) Teheccüd, şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vacip olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona uyunuz... "(A'raf,158) ayetinden dolayı, ümmetine de vacib olurdu ve dolayısıyla, neshin varid oluşu, aslın hilafına bir hareket olmuş olurdu.

3) Bazıları da, teheccüdün vacib olmadığı hususunda şu şekilde istidlal etmişlerdir: Cenâb-ı Hak "... yarısı miktarınca yahut ondan birazım eksilt..." buyurmuş, böylece bu işi, mükellefin re'yine havale etmiştir. Böyle olan şey ise, vacib olmaz.. Bu izah zayıftır; çünkü, bir kimsenin, "Sana gece kâim olmanı, kalkıp namaz kılmanı farz kıldım.. Ama bunun, az ya da çok olarak takdir ve tayini senin reyine bırakılmıştır" demesi aklen uzak sayılmaz. Sonra, teheccüdün vacib olmadığını söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesine tutunulmasına karşılık şu cevabı vermişlerdir: "Bu emrin zahiri, nedb ifade eder. Çünkü biz, Allah'ın emirlerini, bazan nedb, bazan da vücub ifade ettiğini görmekteyiz. Dolayısıyla, müşterekliği ve mecazlığı bertaraf etmek için, bu iki uç arasındaki müşterek noktayı ifade ettiğini söylemek gerekir. Bu nokta ise, yapma tarafının, yapmama tarafına tercih edilmesidir. Ama, bu işin terkedilebileceği hususu ise, aslın muktezasına göre sabittir. Emrin muktezasına göre yapılma ve kılınma tarafı; aslın muktezasına göre de, kılınmama tarafı tahakkuk edebileceğine göre, bu emir, mendub olmuş olur. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Ebu's-Simâl, mîm'in fethası ile; diğerleri ise, mîm'in dammesi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû'l-Feth Ibn Cinnî şöyle demiştir: "Harekelemenin maksadı, içtimai sakineynden kaçınmaktır. Binâenaleyh, hangi harekeyle harekelenirse, bu maksat hasıl olmuş demektir. Kutrub, kurradan yi okumada lamın ve mîm'in ref'i ile kulu'l-hakke ve kumu'l-leyle kıraatlerini nakletmiş ve sonra da şöyle demiştir: Bu harfleri kull ve kuml diye meksûr okuyanlar, aslı üzere böyle okumuşlardır; damme (ref) ile kulu ve kumu okuyanlar "itbâ" yapmışlar, fetha ile kule ve kume diye okuyanlar ise, fethanın hafifliğine meyletmişlerdir.

Ayetteki İstisna

Cenâb-ı Hakk'ın "Gecenin birazından gayrı (saatlerinde) kalk. Yarısı miktarınca yahut ondan birazını eksilt. Yahut üzerine artır" ayetine gelince bil ki insanlar, bu ayetin tefsiri hususunda çok şey söylemişlerdir. Bence bu hususta, şu iki özel izah yapılabilir:

1) Ayetteki, "birazından gayrı" ifadesiyle, "gecenin üçte biri" manası kastedilmiş olup, bunun delili; "Şüphe yok ki Rabbin senin gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yarısı, üçte biri kadar ayakta durmakta olduğunu ... biliyor" (Müzzemmil, 20) ayetidir. Binâenaleyh bu ayet, vacib olan miktarın en çoğunun, üçte-iki olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu gecenin üçte biri kadarını uyumanın caiz olduğunu gösterir. Durum böyle olunca da ayetteki, "Gecenin birazı müstesna kalk" ifadesi ile kastedilenin, üçte-biri olması gerekir. Bu sebeple de, emrinin manası, "Gecenin üçte ikisini kıyamda (namazda) bulun" şeklinde olur. Hak teâlâ bundan sonra "yarısı miktarınca" buyurmuştur ki bu da, "yahut yarısını kıyamla geçir" demektir. Bu tıpkı senin "ister sununla, ister bununla otur" manasında, demen gibi olur. Bu demektir ki ayette, atıf vâv'ı mahzuftur.

Buna göre ayetin takdiri manası, "Gecenin üçte ikisinde, yahut yarısında kalk, yahut yarısından noksan et, yahut yarısına ilavede bulun" şeklinde olur. Bu izaha göre, üçte-iki, ilavenin en fazlası; ücte-bir de noksanın en fazlası olmuş olur. Böylece de vâcib (farz) olan ücte-bir olmuş olur. Üçte-bire ilave de mendub olmuş olur. Buna göre şayet, "Sizin yaptığınız bu tefsire göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisine farz olanı terketmiş olması gerekir, Çünkü Hak teâlâ, "Şüphe yok ki Rabbin, senin gecenin üçte-ikisinden biraz eksik, yarısı, üçte-biri kadar kıyamda durduğunu (...) biliyor"(Müzzemmil,20) buyurmuştur. Binâenaleyh kim bu kelimeleri, "cerr" ile, "nısfını, sülüsihî" şeklinde okursa, mana "Rabbin üçte ikiden, yandan ve üçte birden daha az kalktığını biliyor" şeklinde olur. Dolayısıyla üçte-bir vacib olduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine vacib (farz) olan miktarı yerine getirmemiş olur" denilirse, biz deriz ki: Bunlar, bu üçte-biri ictihadla tayin ediyorlar. Şu halde onlar çoğu kez bu ictihadlarında (takdir ve tahminlerinde) yanılmış, böylece de o üçte birden biraz daha noksan yapmış olabilirler. Böylece de bu, cüzlerin Allah katında sınırlanmasıyla bilinen, gecenin üçte-birinden daha az olmuş olur. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak onlara, "O (Allah) bunu sizin sayamayacağınızı bildi... " (Müzzemil, 20) buyurmuştur.

2) Ayetteki "yarısı" ifadesi, " kafilen" (birazı) ifadesinin tefsiriyyesi olabilir. Bunun böyle olması, şu ıkı sebepten oturu mümkündür:

a) Birşeyin nısfı (yarısı), bütününe nisbetle azdır (kalildir).

b) Farz olan "yarısı" olduğuna göre, bunu yerine getiren, bu mükellefiyetin sorumluluğundan, bunun üzerine azıcık birşey eklemeden, kurtulduğuna emin olamaz. Böylece bu iş gerçekte yarı artı birazcık birşey olmuş olur. Dolayısıyla da geriye kalan bundan daha azı olmuş olur.

Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, diyoruz ki: Bu ifadenin manası, "Gecenin yarısı müstesna, gece kalk (namaz kıl)" şeklindedir. Böylece elde edilen netice "Sen gecenin yarısını kıyamda geçir" manası olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yahut ondan birazını eksilt" buyurmuştur ki bu, "Yahut o yarıdan, yarısını eksilt" demek olur. Böylece geriye dörtte bir kalmış olur. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Yahut onun üzerine artır" buyurmuştur ki bu, "Bu yarının üzerine yarısını kat" demektir. Böylece de toplam, dörtte üçü olmuş olur. Bu durumda da ayet, Hak teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, gecenin yarısının tamamı, dörtte birini ve dörtte üçü sırasında muhayyer bıraktığı neticesine varır. Bu izaha göre, mutlaka yerine getirilmesi gerekli gece kıyamı, dörtte bir olmuş olur. Bunun üzerine ilave ise, mendub ve nafite olmuş olur.

Bu tefsire göre, bahsettiğimiz problem büsbütün ortadan kalkmış olur. Çünkü Hak teâlâ'nın "Şüphe yok ki Rabbin senin gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yarısı, üçte biri kadar ayakta durmakta olduğunu... biliyor" (Müzzemmil,20) ayeti, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde, kıyamda olmadığına delalet eder. Çünkü farz olan, sadece dörtte-biri kıyamda geçirmek olunca, üçte birin yerine getirilmiş olmasında, o farzdan birşey terkedilmiş olmaz. Böylece de ileri sürülen probtem ortadan kalkmış olur. Allah en iyi bilendir.

Kur'an'ı Tertîl İle Oku

Cenâb-ı Hak, "Kur'an'ı da açık-açık tane-tane oku"buyurmuştur. Zeccac, "Bu ifadenin manası, "Onu açık bir şekilde oku" şeklindedir. Kur'ân'ı açık bir şekilde okumak ise, Kur'ân hususunda acele etmekle olmaz. Aksine onun bütün harflerinin, ortaya konulması ve o harflerin hakkının tastamam verilmesiyle olur" demiştir. Müberred de, bu ifadenin aslının, ön dişler arasında fazla olmayan bir seyreklik bulunduğunda söylenen deyimine raci olduğunu söylemiştir. Leys ise, "Tertîl, bir şeyi sırası üzere, tek tek yapmak" demektir. ifâdesi de güzel bir şekilde dizilmiş" manasınadır. O halde, sen sözde yavaş-yavaş, itinalı davranıp, onu güzel bir şekilde sıralar, dizersen, dersin" demiştir. Ayetteki bu kelime de, emredilen şeyin vücûbiyyetini (farziyyetini) ve okuyan kimsenin mutlaka uyması gerektiği hususu te'kid eden bir ifadedir.

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gece namaz kılmasını emredince, o ayetlerin hakikatleri ve incelikleri hususunda iyice düşünebilmesi için, Kur'ân'ı "tirtil" ile (tane-tane) okumasını emretmiştir. Binâenaleyh Allah'ın zikrine (yadına) vuslat sağlanınca, kişi Allah'ın azametini ve celalini anlar. Va'd ve va'îdine vuslat sağlayınca da ümit ve korku elde edilmiş olur. Bu durumda da marifetullah nuru ile kalbi aydınlanmış olur. Kur'ân'ı hızlı okumak ise, kişinin onun manalarına vukuf sağlayamadığını gösterir. Çünkü nefis, ruhani-manevi-ilahi şeyleri zikretmek (anıp-hatırlamak) ile sevinir. Birşey ile sevinen de, onu (sıkça) yadetmeyi sever. Birşeyi seven ise, onun üzerinden hızlıca geçmez. Böylece "tertil"in maksadının, kalbin huzuru ve marifetullah'ın kemale ermesi olduğu ortaya çıkmış olur.

Ağırlığı Olan Bir Söz: Kur'ân

5

"Gerçekten Biz sana ağır bir söz vahyediyoruz".

Alimler, "sakil" (ağır) kelimesiyle ilgili şu izahları yapmışlardır:

a) Bana göre tercihe şayan olan, bu sözün ağır oluşu ile kastedilen, onun kadr-u kıymetinin büyük ve yüce oluşudur. Çünkü enfes ve kıymetli olan herşey "sakirdir, "sakil”dir, “sikl” (yani ağırdır) İşte Atanın rivayetine göre İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu ayete, "Büyük bir söz" vahyettik" manasını verişi de aynı mahiyettedir.

Ağır Yüke Hazırlama

Buna göre ayetin, daha önceki ayetlerle münasebeti şöyledir: Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, gece namaz kılmasını emredince, sanki "Biz sana gece kıyamını (namazını) emrettik. Çünkü sana, büyük bir söz vahyediyoruz. Binâenaleyh kendini bu büyük sözü almaya müsait hale getirmek için, mutlaka gayret göstermen gerekir. Kendini buna hazırlaman da ancak gece namazı kılmanla olur. Çünkü kapkaranlık gecede insan, Allah'a ibadetle meşgul olur, O'nun zikrine yönelir, O'na övgüde bulunur, huzurunda yalvarır-yakarır ve bütün bunları yaparken de orada maddî-manevî hiç başka bir engel yer almaz İse, İnsanın nefsi (ruhu), Allah'ın celalinin, kendisinde işrâkına (ışıldamasına) müsait hale gelir. İnsan olarak taşıdığı güç nisbetinde, hem tam bir tecerrüde, hem de büyük bir inkişafa hazır hale gelir. Gece namazının, nefsin (ruhun) bu şeylere müsait hale gelmesinde bir tesiri bulunduğu için, Cenâb-ı Hak, "Ben sana gece namazını kılmanı emrettim. Çünkü sana ağır bir söz vahyediyoruz. O halde kendini bunu alacak hale getirmeye gayret et" demiştir. Bu mananın tamamı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Yılınızın günleri içerisinde, Rabbinizin bir takım bağış-lütuf (zamanları) vardır. O zamanları yakalamaya çalışın" hadis-i şerif indedir.

Ağır Sıfatının Manaları

b) "Ağır bir söz" ifadesiyle kastedilen Kur'ân-ı Kerîm ve genel manada bütün mükellefler için, özel manada da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zor ve güç mükellefiyetler demek olan Kur'ânî emir ve yasaklardır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunları bizatihi yüklenmiş ve ümmetine tebliğ etmiştir. Velhasıl bunun ağır, onunla amel etmenin ağırlığı manasına varıp dayanır. Zira mükellefiyet, yapılmasında külfet ve meşakkatin bulunduğu şeyleri üstlenmek manasınadır.

c) Hasan el-Basrî'nin "O, (Kur'ân), kıyamet günü mizanda ağırdır" dediği rivayet edilmliştir. Bu, Kur'ân'ın sağladığı menfaatin çokluğuna ve onunla amel etmenin mükafaatının bolluğuna bir işarettir.

d) Bununla, o Kur'ân'ın, kendisine vahyedildiğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ağır geldiği anlatılmak istenmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), deve üzerinde İken vahiy geldiğinde, üzerindeki bu iş, o deveye öylesine ağır gelirdi ki böylece çenesi ile göğsünün çukurunu yere kor, daha hareket edemezdi.

İbn Abbas (radıyallahü anh), "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahiy geldiğinde, bu ona çok ağır gelir ve yüzünün rengi değişirdi" dediği rivayet edilir; Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, soğuk bir günde vahiy inerken gördüm: O vahiy (meleği) kendisinden ayrıldığında, alnından terler akıyordu."

e) Ferrâ, bu ifadeye, "hafif ve değersiz olmayan bir söz" manasını vermiş ve "Çünkü bu, Tebareke ve Teâla olan Rabbimizin kelamıdır" demiştir.

f) Zeccâc, "Bu, doğruluğu, açıklaması ve faydası açısından son derece güçlü bir sözdür" manasını vermiş ve "Bu tıpkı, bir sözü güzel bulup, onun hikmet ve beyandaki yerine oturduğunu gördüğünde söylediğin, "Bu ağır bir söz, kıymetli bir kelamdır" sözü gibidir" demiştir.

g) Ebû Ali el-Farisî de, "Bu, sırlarını ve içyüzlerini ortaya koyup, dinlerini ve sözlerini boşa çıkarıp çürüttüğü için, münafıklara ağır gelen bir sözdür" manasını vermiştir.

h) Ağır olan bir şeye yakışan, bulunduğu yerde sabit kalıp, oradan kıpırdamamasıdır. Binâenaleyh ayetteki, "ağır" sözü, Kur'ân'ın, kıyamete kadar, her zaman bakî kalacağına bir kinaye (bir işaret) olup, tıpkı "Şüphesiz o zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik. Onu yine Biz koruyacağız" (Hicr, 9) ayeti gibidir.

i) Bu, "Akıl, tek başına, onun faydalarını ve manalarını tamamen anlayıp-ihata edemez" manasında ağırdır. Binâenaleyh kelamcılar onun ma'kulatının (akılla anlaşılan şeylerinin) denizine dalmış; fukaha da onun hükümlerini İncelemeye yönelmiş; keza dilciler, nahivciler ve me'ânî alimleri de, Kur'ân'ı incelemeye yönelmişler, ama yine sonra gelen herkes, o eskilerin ulaşamadığı yeni yeni faydalar, hikmetler ve manalar yakalayabilmişlerdir. Böylece tek bir insanın, onu tek başına taşımayacağını, o yükün altına giremeyeceğini anlamış bulunuyoruz. Bu sebeple de Kur'ân, mahlûkatın kendini taşımaktan aciz olduğu ağır bir yük gibi olmuş olur.

k) Kur'ân, muhkem ve müteşabihi, nâsih ve mensûhu ihtiva ettiği için ağırdır. Çünkü aklî ve hikemî ilimlerin tümünü kuşatan (bilen) derin alimler hariç, hiç kimse bu kısımları birbirinden seçemez. Böyle olunca da hiç şüphesiz bu Kur'ân'ı çepeçevre kuşatmak, çoğu insana ağır gelir.

Gece İbadetindeki Neşve

6

"Hakikaten gece kalkan kişi hem uygunluk itibariyle daha kuvvetlidir, hem kıraatçe daha sağlamdır".

Arapça'da, denilir ise, meydana getirmek anlamındadır. O halde, meydana gelen her şey, "naşi " olmuş olur. Çünkü, Arapça'da, erkek (müzekker) için "nâşlun", müennes içinse, "nâşletun" denilir.

Bunu iyice kavradığına göre, şimdi, biz diyoruz ki, ayetteki, ifadesiyle ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu, "gecenin saatleri ve vakitleri" demektir.

2) Bu, "gecenin saatlerinde meydana gelen işler" demektir.

Birinci Görüşe gelince, Ebû Ubeyde, "gecenin saatleri ve birbirini izleyen parçalan" demektir. Çünkü bu cüzler, peşpeşe meydana gelirler. Dolayısıyla da bunlar, olmuş olurlar" demektir. Sonra bu görüşü savunanlar da, kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, kimileri, gecenin tümüne (......) adının verildiğini söylemektedirler. İbn Ebi Muleyke, şunu rivayet etmiştir: "İbn Abbas ve İbnu'z-Zubeyr'e, "nâşlete'l-leyl"in ne demek olduğunu sordum da, o, "Bu, gecenin tümüdür" dedi". Zeynu'l-Abidîn (radıyallahü anh) de, bu ifadenin, "akşamla yatsı arası vakit" manasına geldiğini söylemiştir ki, bu, Sald ibn Cübeyr, Dahhâk ve Kisai'nin görüşüdür. Bunlar, "Çünkü, gecenin "nâşi'esi", gecenin karanlığının başladığı zaman demektir" demişlerdir.

İkinci Görüce, yani, "nâşi'e"nin, gece yapılan işler anlamına geldiğini söyleyen görüşe gelince, alimler bu hususta şu izahtan yapmışlardır:

a) "geceleyin, yatağından ibadet için kalkan nefs, can" demek olup, bu, yükseldiğinde, belirdiğinde, bulut hakkında söylenilen, "Bulut peydah oldu, çıktı., belirdi.." ifadesine varıp dayanır.

b) Bu ifade, uykudan sonra, geceleyin yapılan kıyamdan ibarettir. İbnu'l-A'râbî, "Gecenin başında bir miktar uyuyup sonra kalktın mı, işte "neş'etun" budur; "nâşletu'l-leyl" ifadesi de, işte buna dayanır.

Bence bu hususta yapılabilecek bir üçüncü izah da şudur: İnsan, karanlık bir gecede, karanlık bir evde, hislerinin mahsüsat (maddî) aleminden herhangi bir şeyle meşgul olmadığı bir yerde, ibadete ve zikre yöneldiğinde, bu kimsenin kalbi, ruhanî (manevi) bir takım düşüncelere, ilahî bir takım fikirlere yönelir. Ama, gündüzün insanın duyu organları (havas), mahsüsat (maddî) alemiyle meşgul olduğu için, kişinin nefsi (ruhu), maddi alemle meşgul olmuş olur, böylece de ruhani haller için elverişli olmaz.. Müsait ve boş değildir. O halde, "naşlete'l-leyl" ifadesiyle, duyu organlarının maddi alemle irtibatının kesilmiş olması sebebiyle, karanlık gecede inkişaf eden o ruhani virdler ve nurani hatıralar kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak bunlara, "nâşiete'l-leyl" adını vermiştir, çünkü bunlar, nefsi meşgul eden hislerin (duyuların), geceleyin boş; gündüzleyin ise meşgul olmaları sebebiyle, ancak gece meydana gelirler. Gece neşvesinde neş'et eden durumların ayrıntıları ise zikredilmiyor. Şunlar olabilir: Gah fikir ve düşünceler, gah birtakım nurlar nur, mükâşefeler, bazan kudsî alemle yüzyüze gelindiği için sevinç ve sürurlar, bazan o kudsî alemden duyulan mehabet ve ürkeklikler, gâh hayal penceresine açılan harika durumlar... İşte, bu geceleyin neş'et eden bu işler, kendisini hiçbir derleyicinin derleyemeyeceği, muhtevasında pekçok türler bulunan pekçok cinsler olup; ve fakat bunlar da, "neş'et eden şeyler" olduğu için, Cenâb-ı Hak bunları, ancak diye tavsif etmiştir.

Ayetteki, ifâdesine gelince, buradaki (......) kelimesi, uyum, muvaffakat "münasebet manalarına gelip, Arapça'da, "Falanca ile şu şekilde uyum sağladık, anlaştık.." deyiminde kullanılan ifâdesine vanp dayanır ki, "Allah'ın haram kıldığının sayısına uygun düşülsünler diye..." (Tevbe, 37) ayeti de bu anlamdadır.

Şimdi, ayetteki, (......) kelimesini biz, "gecenin saatleri" anlamına alırsak, mana, "bu saatler ve bu anlar, meydana gelen huşu ve ihlasa, alabildiğine muvaffıktır" seklinde olur; yok eğer, "uykusundan uyanan can, "nefs" anlamına alırsak, bu zaman da, "o nefsin kalbi ile lisanı arasındaki alabildiğine uyum" anlamına gelmiş olur; eğer biz bu ifadeyi, gece namazı kılmak anlamına alırsak, bu ifadeler ile huşu ve ihlas kastedilmiş olur. Yok eğer, benim bahsettiğim manada ele alırsak, o zaman mana, "Bu sa'y ü gayretlerin, geceleyin meydana gelecek mükasefelere ulaşmaları, gündüzden daha iyi ve ileri bir derecede olur.." şeklinde olur. Hasan el-Basrî de, mahlukatı görme diye bir şey kalmadığı için, "Gizli ile aşikar arasında, alabildğine uyumlu, mutabık.." manasını vermiştir.

İkinci Mesele

Bu ifade, vav'ın fethası ve kesresi ile, (......) şeklinde okunmuştur. Ki, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Ferrâ, bu ifadeye, "alabildiğine sebatlı, adeta sivillenmiş" manasını vermiştir. Çünkü insanlar, gündüzün geçimden dolayı, hep koşuştururlar, sağa sola gider gelirler.

2) "Namaz kılana, gündüz namazlarından daha ağır ve daha çetin..." demektir. Buna göre bu ifade, onlara onunla birlikte bulunmaları ağır geldiği için, senin "Falancaların, otoritelerinin ağırlığı o topluluğa, zor geldi" şeklindeki sözüne varıp dayanır. Hadiste de, "Ey Allahım, mudara olan şiddetini artır" şeklinde varit olmuştur. Böylece, Allahü teâlâ, nebisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, geceleyin kıyamda olmadaki mükafaatın, "vad'a-uyum"un şiddet ve ağırlığına göre olduğunu bildirmiştir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "ibadetlerin en efdali, en zor olanıdır" anlamındaki, hadisi de bunun bir benzeridir. Ebû Ubeyde, birinci kıraati tercih ederek şöyle der: "Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, geceleyin namaz kılmasını emredince, bu ayeti zikretmiştir.

Buna göre Cenâb-ı Hak adeta "Ben sana geceleyin namaz kılmanı emrettim. Çünkü, geceleyin, kalb ile dilin uyum sağlaması kemal ve doruk noktasına ulaşır. Aynı zamanda da, geceleyin gönle gelen, fikir, hatıra ve düşünceler, ruhani mükaşefeleri daha fazla elde ederler" demiştir.

Ayetteki, "hem kıraatçe daha sağlamdır" tavsifine gelince, bu hususta şöyle iki mesele vardır.

Birinci Mesele

Ibn Abbas bu ifadeye, "Lafız açısından daha güzeldir' manasını verirken, İbn Kuteybe şöyle dmektedir: "Çünkü, geceleyin sesler diner, hareketler sona erer, söz netletleşir. Kişinin, duyup anlamasının arasına herhangi bir engel girmez.."

Kıraatler Konusunda Önemli Bir Not

Enes, "Sözce daha doğrudur.." şeklinde okumuş, bunun üzerine ona, "Ey Ebu Hamza. bu ifade, şeklindedir" denilince, Enes, aynı anlamdadır" demiştir. Ibn Cinnîde, "Bu, insanların, manayı nazarı dikkate almaları gerektiğine, manayı yakaladıklarında ise, lafızlara iltifat etmeyebileceklerine delalet eder" demiştir. Ki bunun bir benzeri de şu rivayettir: Ebu's-Sivar el-Gınavî ayetteki, sıifadesini, noktasız olarak ha ile (......) şeklinde okuyunca, kendisine, "Ayette şeklindedir, şeklindedir" denilince o, ve aynı anlamdadır" demiştir.

Ben de derim ki: "Bunların bu sözlerini, "Bunlar da, bizzat Kur'ân'ın kendisi ve onun lafzıdır" manasına değil de, Kur'ân'ın lafzını tefsir için zikretmiş olduklarına hamletmemiz gerekir. Çünkü biz, İbn Cinnî'nin dediği şeyi benimseyecek olsaydık, Kur'ân'ın lafızlarına karşı güven kalkar ve biz, bu okuyuşunda bazan isabet, bazan da hata edeceği için, herkesin o manaya uygun gördüğü bir lafızla, o manayı ifade edebileceğini caiz görmüş olurduk. Ki bu da, Kur'ân'dan olurdu. Böylece, bunun bizim bahsettiğimiz manaya hamledilmesi gerektiği sabit olmuş olur.

Gündüz Mesaisi

7

"Çünkü gündüz senin için uzun bir meşguliyet var".

Bu ayetle ilgifi söyle iki mesele var:

Birinci Mesele

Müberred, ayetteki, (......) kelimesine, "gerekli olan şeyler için çabalaman, dönüp dolaşman..." manasını vermiştir. Bundan ötürü, eliyle-ayağıyla çabalayıp tersyüz yaptığı için yüzen kimseye "sabin" denmiştir. Ayetin manasının ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir:

1) Gündüz işlerin için dönüp-dolaşman, çalışıp-çabalaman söz konusudur. Dolayısıyla sen Allah'a hizmet için ancak geceleyin boşalırsın. Binâenaleyh sana gece namaz kılmanı emrettim.

2) Zeccâc "Eğer geceleyin uyku ve istirahat gibi şeyleri temin edemezsen, gündüz boş vaktin var. Dolayısıyla bu vaktini bunlara harca" manasını vermiştir.

İkinci Mesele

(......) kelimesi "hî" ile şeklinde de okunmuştur ki bu da, yünün atılıp-çırpılması manasındaki, "sebhi'-s-sûf" ifadesinden alınmıştır. Çünkü gündüz kalb, meşguliyetler sebebiyle darmadağınık olur ve çeşitli sebepler yüzünden kalbin himmetleri farklı farklı olur.

Tebettül veya Vuslat

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e önce gece namaz kılmasını emretmiş, sonra da niçin gündüz değil de gece namaz kılmasını emredişinin sebebini zikretmiş. Daha sonra da gece namaz kılarken yapılması gereken amellerin en kıymetlisinin ne olduğunu şöyle beyan buyurmuştur:

8

"Rabbinin adını an ve yalnız O'na yöne!".

Bu ayet, Allahü teâlâ'nın şu iki şeyi emrettiğine delalet etmektedir:

a) Zikir,

b) Tebettül.

Zikire gelince, bil ki Allahü teâlâ burada, "Rabbinin adını zikret" buyurmuş, bir başka ayette de, "Rabbini içinden, yalvararak ve korkarak (fakat) yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an (Araf, 205) buyurmuştur. Çünkü işin başında bir müddet dil ile mutlaka o ismi zikretmek gerekir. Daha sonra o isim zail olur, geride müsemmâ kalır. Binâenaleyh iste ilk derece burada, "Rabbinin adını an" ayetiyle; ikincisi de, diğer sûredeki, "Rabbini içinden ... an" (Araf, 105) ayetiyle anlatılmıştır. Sen Rabbinin rubûbiyyetini mütalaa ettiğin makamda, ancak Rabbinin zikriyle meşgul olmuş olursun. O'nun rubûbiyyeti ise, seni çeşitli şekillerde eğitmesi ve sana ihsanda (iyiliklerde) bulunması demektir. Bu makamda bulunduğun müddetçe, kalbin o'nun nimet ve ihsanlarını mütalaa etmek (düşünmek)le meşgul olur. Dolayısıyla da kalbin bizzat O'nunla içice olmaz, O'nda müstağrak olmaz. Bu durumda git gide yükseliş artar. Böylece de artık O'nun ulûhiyyetini zikreder hale gelirsin ki işte bu makama, Hak teâlâ, "Babalarınızı (atalarınızı) anısınız gibi, hatta ondan daha ileri bir derecede Allah'ı zikredin, anın "(Bakara, 200) ayetiyle işaret etmiştir.

İnsan bu noktada, heybet ve haşyet makamında olmuş olur. Çünkü ulûhiyyet, Cenâb-ı Hakk'ın kahhâriyyetine, izzetine, ulûhiyyetine ve samediyyetine bir işarettir. Kul, bu makamda, buradan ifadelerin anlatmaktan aciz kaldığı, işaretlerin kendisine yetişemediği tek kimlik (hüviyet) makamına geçinceye kadar, Cenâb-ı Hakk'ın celâl, tenzîh ve takdis makamında dönüp dolaşır. İşte bu noktada tek hakka varma tecelli eder. Sonra kul bu noktada durur. Çünkü artık bu noktada, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarına benzer bir sıfat yoktur ki kul buradan o sıfata intikal etsin. Aklın bakışı bir parçadan diğer parçaya geçinceye kadar, bu kimlik (hüviyet) teşekkül etmez. İnsanın kendisinden algılanan hallerden hiçbirine de uygun düşmez ki bu, mukayese yoluyla anlatabilsin. O halele her zahirin zuhurunun başlangıcı olduğu için bu haller zahirdir, açıktır. Bütün mahlukatın akıllarının üstünde bir hal olduğu için de, bu haller batındır (gizlidir). Çok açık olduğu için, akıllara perdelenen - gizli kalan, nuru mükemmel olduğu için de akılların idrakine kapalı olan o yüce zatı noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz.

Hak teâlâ'nın, "Yalnız O'na tebettül et, O'na yönel" ifadesiyle anlattığı "tebettül"e gelince, bu hususta söyle iki mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki bütün müfessirler, "tebettül'ü, "ihlaslı olma" manasına almışlardır. Arapça'da "tebettül"ün asıl manası, (ilgi ve alakayı) kesip (bir yere) yönelmek"dir. Nitekim ibadette, herşeyden alakayı kesip, sadece Allah'a yöneldiği için Hazret-i Meryem'e "betül" denilmiştir. Yine veren kimsenin malından kesilip alındığı için sadakaya "sadakattin betletün" denilir. Leys, "tebtîlin, birşeyi birşeyden ayırma manasına geldiğini, "betül"ün ise, erkeklere arzu duymayan, onlardan sıkılıp geri duran dendiğini söylemiştir.

Bunu iyice kavradığına göre bil ki bu hususta müfessirlerin çeşitli ifadeleri var: Ferra şöyle der: "Âbid bir zat, herşeyi bir tarafa atıp, kendisini ibadete verdiğinde, herşeyden ilgi ve alakayı kesip, "Allah'ın emrine ve itaatına döndü" manasında, denilir. "Zeyd b. Eşlem de, "tebettül" dünyayı, içindeki herşey ile birlikte bırakıp, Allah'ın katında olan şeyi arama, onu elde etmeye çalışma manasına geldiğini söylemiştir.

Bil ki bu ayetin manası, bu zahir ehlinin dedikleri manaların üstündedir. Çünkü "O'na tebettül et" ayeti, "O'na yönel" demektir. Binâenaleyh âhiretin peşinde koşan kimse, Allah'a yönelmiş sayılmaz. Aksine âhirete yönelmiş olur. Allah'a ibadet etmekte meşgul olan, Allah'a değil, ibadete yönelmiş olur. Marifetullah'ı isteyen kimse de, Allah'a değil Marifetullah'a yönelmiş olur. Binâenaleyh sırf ibadet olduğu için veya mükafaat elde etmek için, yahut da bu kutluk ile tam manada kul olmak için ibadet eden herkes Allah'dan başkasına yönelmiş olur. Yine irfanı (marifeti) irfan için tercih eden, irfana yönelmiş olur. Ama kulluğu kulluk için değil, Ma'bud için; irfanı da irfan için değil, Maruf için tercih eden kimse ise, vuslatın deryasına dalmış olur.

İşte bu, sözlerin anlatmaktan aciz kaldığı, hayallerin anlatamadığı bir makamdır. Binâenaleyh bu makamı elde etmek isteyen kimseler, eseri dinleyenlerden değil, o aynın (zatın) bizzat kendisine vasıl olanlardan olsun. İnsan bu makama ancak atabildiğine bir yüce aşka düştüğünde misal bulabilir. Kişinin bedeni bu aşk sebebiyle hastalanıp; kuvveleri çalışmaz hale gelip; gözleri kör olup, maksadları büsbütün zail olup; nefsi, ma'şûkun dışındaki herşeyden alakayı tamamen kestiği zaman, ma'şûka yönelme ile, ma'şûku görmeye yönelme arasındaki fark ortaya çıkar.

Tebtilde Olmayan İncelik Tebettülde

Normalde burada, ya yahut da, denilmesi gerekirdi. Fakat Cenâb-ı Hak böyle buyurmamış ve ayetteki ince ifadeyi tercih etmiştir. Bundaki incelik şudur: Bizzat maksud olan tebettül (Allah'a yöneliş)tir. "Tebtîl" (yöneltme) ye gelince, bu bir tasarruftur. Tasarrufla meşgul olan ise Allah'a yönelmiş olmaz. Çünkü başkasıyla meşgul olan, "munkatt ila'llah" (başka herşeyden kesilmiş Allah'a yönelmiş) olamaz. Fakat "tebettül"ün olabilmesi için, önce bir "tebtil" lazımdır. Nitekim Hak Teâla, "Bizim için cihad edenleri Biz yollarımıza sevkederiz" (Ankebut, 69) buyurmuş ve "tebettül"ün herşeyden önce bizzat kastedilen bir şey, "tebtîl"in ise mutlaka gerekli bir şey olan, fakat bizzat kastedilen değil, bilvasıta (vasıta olarak) kastedilen bir şey olduğuna işaret etmek için, tebettütü ilk olarak, "tebtîl'i ikinci olarak zikretmiştir.

Maşrik ve Mağribin Rabbi

Bil ki Allahü teâlâ, önce zikri, sonra da tebettülü emredince, bunun sebebini de bildirerek şöyle buyurmuştur:

9

"(O), doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir tanrı yok. O halde O'nu vekil edin" .

Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var:

Muhabbetin Sebebi

Bil ki O'na yönkeliş (tebettül), ancak muhabbetin (sevginin) oluşmasından sonra elde edilir. Muhabbet (sevilmek) ise, ancak Allah'a yakışır. Çünkü sevginin sebebi, ya kemal (mükemmellik), ya da tekmil (mükemmelleştirme)dir. Kemal, zatı gereği mahbûb (sevimli) olduğu için sevilir. Çünkü başka birşeyden ötürü, birşeyin mahbûb (sevimli) olmasının imkansızlığı malumdur. Aksi halde teselsül gerekir. Bu durumda da en sonunda, mutlaka zatı gereği makbûb olan birşeye varıp ulaşmak gerekir. O halde kemal, zatı gereği mahbubdur. Çünkü mesela bin yıl önce yaşamış falanca zatın, diğer insanlardan daha fazla ilme sahip olduğuna inanan bir kimsenin meyli ve sevgisi ister istemez ona yönelir ve onu sever. (Zaloğlu) Rüstem'in diğer insanlardan daha cesur olduğuna inanan, ister istemez ona hayranlık duyar. Binâenaleyh biz, kemalin, zatı gereği mahbûb (sevimli) olduğunu anlıyoruz. Kemalin kemali (en ileri mükemmellik) ise Allah'a aittir. Binaenaleyh Allahü teâlâ, zatı gereği mahbubdur, sevilir. Bu sebeple kalbinde O'nun muhabbeti oluşmamış kimsenin bu durumu, Allah'ı kemalini bilmeyişinden (ve anlamayışından) ötürüdür.

Tekmîl (mükemmelleştirme) ise şöyledir: Cömertlik, sevilen-takdir edilen bir özelliktir. Mutlak (kayıtsız-şartsız) cömert olan ise ancak Allahü teâlâ'dır. O hade mutlak mahbûb O'dur. Mutlak tebettül (yöneliş) de ancak Allah'a olur. Çünkü mutlak kemal O'na ait ve mutlak tekmil de yine O'ndandır. Binaenaleyh mutlak "tebettül"ün de ancak O'na olması gerekir. Bil ki "tekmîl"in başlangıcı (sebebi) olması yüzünden O'na yönelmek, zatında kamil olması sebebiyle O'na yönelmekten daha önce gelir. Çünkü "seyr-i sülûk"un başlangıcında bulunan insan, kendine düşen payı aramaktadır. Böylece de bu kimsenin Allah'a yönelişi, Allah'ın, tekmîl ve ihsan başlangıcı (sebebi) olması yüzündendir. "Seyri sülûk"un sonunda ise, bir kimsenin, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, irfan için değil, ma'rûf için çabalaması gibi, payına düşeni taleb etme derecesinden yükselir. Böylece bu kimsenin, bu durumda Allah'a yönelişi de, Allah'ın kamil olması sebebiyle olmuş olur. Şimdi, ayetteki, "O, doğunun da batının da Rabbidir" ifadesi, Allah'a yönelenlerin derecelerinin ilk olan o hale; "O'ndan başka hiçbir tanrı yok" ("La İlahe İlla hû") ifadesi de, bunların derecelerinin ve sıddîklerin adımlarının sonuncusu olan hâle bir işarettir. Her kelimenin altında gizli bir hazine yatan zatı, tesbih ve takdis ederiz.

İşte bu iki halin ötesinde bir başka makam daha vardır ki bu da "tefviz" makamıdır, yani, İrade ve ihtiyarı aradan çıkarıp, bütün herşeyi Allah'a havale etmektir. Şimdi eğer Allah, bu kimseyi yönelenlerden kılmışsa, bu kimse yönelen olduğu için değil; Allah bu kimsenin yönelmesine razı olduğu için, bundan da öteye bu yöneliş Hakk'ın muradı olduğu içindir. Eğer O, bu kimsenin yönelmemesini murad etmişse, bu yöneltme olmayışından değil, Allah'ın o kimsenin yönelmemesine razı olduğu için, bundan da öteye bu yönelmeyiş hakkın muradı olduğu içindir. İşte burada dereceler son bulur. Binâenaleyh, "O halde O'nu vekil edin" ayeti, bu dereceye işarettir. Bunlar, kalemimin bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak yazabildiği şeylerdir. Ama köşe-bucakta nice gizli şeyler vardır ve bu ayetin sırlarından geriye kalanlar pek çoktur. Çünkü Hak teâlâ, "Eğer yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem, denizler, kendilerine yedi deniz katmakla birlikte mürekkeb olsa, (bunlarla yazmakla) Allah'ın kelimeleri bitmezdi" (Lokman, 27) buyurmaktadır.

Üçüncü Mesele

Ayetin başındaki "Rab" kelimesiyle ilgili olarak şöyle iki kıraat var:

a) Bu, merfû (ötreli) okunur. Buna göre şu iki izah yapılır:

1) Bu kelime,"medh" üzere mertûdur ve takdiri, şeklindedir. Bu takdirde, kelime, mahzûf mübtedanın haberidir ve tıpkı (Hacc. 72) ve (Al-i İmran, 97) ayetlerinde olduğu gibidir. Bu son ayet, "Onların şehir şehir gezip dolaşmaları, az bir metadan (istifadeden) ibarettir" demektir.

2) Bu kelime, mübtedaolarak merfûdur. Haberi ise, "la İlahe illa hû" cümlesidir. Cümleden mübtedaya raci olacak zamir ise, munfasıl olan "huve" zamiridir.

b) Bu mecrur okunur. Buna göre de şu iki izah yapılabilir:

1) Bu ifadesinden bedeldir.

2) Ibn Abbas (radıyallahü anh)'a göre, bu kelime mukadder bir kasem harfiyle mecrurdur ve tıpkı "Vallahi yapacağım" demen gibidir. Kasemin cevabı ise, "La İlahe İlla hû" ifadesidir ve tıpkı, "Vallahi evden Zeyd'den başka hiç kimse yok" demen gibidir. Ibn Abbas (radıyallahü anh), bunu şeklinde de okumuştur.

Tevekkül Yalnız Allah'a Olur

Hak teâlâ'nın "O halde O'nu vekil edin" ifadesi, "O'ndan başka tanrının olmadığı sabit olunca, O'nu vekil ve dayanak edinip, bütün işlerini O'na havale atmen gerekir" demektir. Burada büyük bir makam vardır. Çünkü O'ndan başka tanrının olmadığını bilmek, bütün işlerin O'na havale edilmesini gerektirince, bu, bütün işlerini O'na havale etmeyen kimsenin, "Lâ İlahe İla hû" ifâdesinin manasının doğru olarak bilmediğine delalet eder. Bunun izahı şöyledir: O'nun dışında kalan herşey, mümkin ve muhdes (sonradan olma) varlıklardır. Her mümkin ve muhdes varlık da, zâtı gereği vacib olana ulaşmadığı sürece vacib olmaz. Zatı gereği vacib olan tek olunca da bütün mümkinât O'na dayanmış ve O'nda son bulmuş olur ki işte Hak teâlâ'nın, "O'nu vekil edin" ifadesiyle kastedilen budur. Bazı alimler de buradaki "vekil" ifadesine, "va'dettiği yardım ve nusret hususunda kefîl (garantör)" manasını vermişlerdir.

Sabret ve Onları Terket

10

"Onlar ne derlerse sabret. Onlardan güzel bir şekilde uzaklaş".

Bu, "Sen beni vekil edindiğin (Bana tevekkül ettiğin) zaman, onlar ne derlerse sabret ve onların işini bana havale et. Çünkü Ben senin vekilin olduğum zaman, senin kendi işlerini düzeltmeye gayretinden daha güzel şekilde işlerini düzeltirim" demektir.

Allah'la Olan İşler ve Kullara Ait İşler

Bil ki kulların önemli işleri iki kısımdır: Allah'la olan işlerinin durumu ve insanlarla olan işlerinin durumu. Birincisi, ikincisinden daha önemlidir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başında, birinci kısımla alakalı hususu zikredince, peşisıra ikinci kısımla alakalı olanı getirdi. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bu babda kendisine ihtiyaç duyulan şeylerin hepsini, bu iki cümlede topladı. Bu böyledir çünkü insan ya insanlarla içice olur, ya onlardan ayrı olur. Eğer onlarla içice ise, onların eziyet ve kabalıklarına sabretmesi gerekir. Çünkü onlardan iyilik ve rahat arzu edip, bunu bulamaz İse kederler ve üzüntüler içine düşer. Binâenaleyh anlaşılıyor ki halkla içice-beraber olmayı isteyen kimsenin çok sabretmesi gerekir. Ama insan, İnsanlarla içice olmayı bırakır (uzlete çekilir) ise, bu da güzel bir uzaklaşmadır.

Böylece sabit olur ki her insan için bu iki durumdan birisi söz konusudur. "Güzel bir şekilde uzaklaşma" insanın, diğer insanlardan kalbi ve hevâ-u hevesi ile tamamen uzaklaşması ve mudara etme, göz yumma, karşılık vermeme gibi fiillerde onlara muhalefet etmesidir. Bu ayetin bir benzeri de "Onlardan yüz çevir ve onlara va'z-u nasihatta bulun" (Nisa, 63), "Cahillerden yüz çevir (uzaklaş)" (A'raf, 199) ve "Bizim zikrimizden yüz çevirenden uzaklaş" (Necm, 29) ayetleridir.

Müfessirler derler ki: "Bu ayet "kıtal" ayetinden önce nazil oldu, sonra kıtal (savaş) emri ile birlikte nesholunduğunu söylemişlerdir. Diğer bazı alimler de, "Aksine bu, Allah'ın izniyle, kabule daha teşvik edici olan yolu tercih etmektir. Binâenaleyh bu gibi şeylerde, nesh söz konusu olmaz" demişlerdir ki bu görüş daha doğrudur.

Dini Yalan Sayan, Nimet Şımarığı Kafirleri Bana Bırak

11

"Yalanlayıcılar olan o varlıklı kişileri Bana bırak ve onlara biraz mühlet ver”.

Bil ki insan önemli bir işe ihtimal gösterdiğinde ve bir başkası o önemli işi tam ve mükemmel bir şekilde yapmaya kadir olduğunda, o, ona, "o işi bana bırak" der. Bu, "Buna ihtimamın yanısıra başka birşeye ihtiyacım yok" demektir. Bu, "o yalanlayanı Bana bırak" (Kalem, 44) ayeti gibidir.

Ayetteki, ifadesinde, "nimet" kelimesi fetha ile "na'met" şeklinde okunursa, "tena'um" (nimetlenme refah içinde olma) manasına; "nimet" şeklinde okunursa, in'âm' (nimetlendirme) manasına; zamme ile "nû'met" şeklinde okunursa, "sevinç" manasına gelir. Bu manada, "Sana in'am etti ve seni sevindirdi" denilir. Burada bahsedilenler Kureyş'in ileri gelenleridir. Onlar, bolluk ve refah içinde idiler.

Ayetteki, "Onlara biraz mühlet ver" ifadesiyle ilgili iki izah var:

1) Buradaki az mühletten murad, dünya hayatıdır.

2) Bundan murad, Bedr gününe kadar olan o kısa müddettir. Çünkü Allahü teâlâ, o günde bu kafirleri helak etmiştir.

Cehennemde Bekleyen Azap

Hak teâlâ bundan sonra, Allah katında onlar için bulunan azabın keyfiyetini (nasıl olduğunu) anlatmak için şöyle buyurmuştur:

12

Âyetin tefsiri için bak:13

13

"Şüphesiz Bizim yanımızda bukağılar var, yakıcı bir ateş var, boğazda takılıp kalan bir yiyecek var ve elem verici bir azab var".

Bu, "Bizim Katımızda, yani ahirette, dünyadaki refah ve bolluklarına zıt bir şey var" demektir. Cenâb-ı Hak, bu hususta dört şey zikretmiştir:

1) "Enkâl": Bunun müfredi, "nihl" ve "nekel"dir. Vahidî, "nihl, bağ demektir" der. Keşşaf sahibi de, "Nihl, ağır bağdır" demiştir.

2) "Cahîm" (yakıcı bir ateş). Bunu izah etmeye gerek yok.

3) "Boğazda tıkanıp kalan bir yiyecek"... Bu insanın yemekte zorlandığı bir şeydir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için dikenden başka bir yiyecek yoktur" (Gaşiye, 6) ayetinde de beyan ettiği gibi, zakkum ve diken yemeğidir. Müfessirler, "Bu, böğürtlen gibi bir dikendir. O, insanın boğazına takılır, girer, ama çıkmaz" demişlerdir.

4) Elem verici bir azab... Bundan murad. diğer azab çeşitleridir.

Bil ki bu dört mertebeyi (sayılan dört şeyi), ruhi cezalar manasına hamletmek de mümkündür. Buna göre, "enkal" (bukağılar - zincirler - kelepçeler), nefsin, bedeni lezzetler ve cismani bağlarda zincirli kalmaya devam etmesinden ibarettir. Çünkü nefis dünyada bu sevgi ve rağbet melekesini kazanıp, beden uzaklaşır, kazanma vasıtaları artık batıl olduğu - işe yaramadığı için, inlemesi artar.

Böylece bu, sanki ruh ve safa alemine kaçıp kurtulmasına mani bağlar ve kelepçeler gibi olur. Sonra bu ruhi bağlardan, ruhi bir ateş doğar. Çünkü bedeni hallere olan şiddetli arzusu ve bunlara ulaşma imkanı bulamaması, birşeyi elde etmeye son derece arzu duyan ama onu elde edemeyen kimsenin, bundan dolayı kalbinin yanması gibi, bu kimsede şiddetli bir ruhi yangına sebebiyet verir. İşte bu, "Cahim (yakıcı ateş)"tir.. Sonra o, mahrumiyyet yiyeceğini ve ayrılık elemini yudumlar. İşte, "Boğazda takınıp kalan bir yiyecek"den murad budur. Sonra o, bu haller yüzünden, Allah'ın nurunun tecellisinden ve mukaddes (yüce) kimseler zincirine dahil olmaktan mahrum olmaya devam eder. İşte, "elem verici bir azab "dan murad da budur. Bu ifadenin, "azaben elimen" şeklinde nekire oluşu, bu azabın, geçenlerden daha şiddetli ve daha mükemmel olduğuna delalet eder.

Bil ki ben, bu ayetlerden muradın sadece söylediğim bu mana olduğunu söylemiyorum. Aksine diyorum ki: Bu ayet, dört cismanî (bedenî azab) mertebesinin ve dört ruhî (azab) mertebesinin var olduğunu beyan ediyor. Her nekadar ayetin lafzı, cismani (azab) mertebelerine nisbetle "hakikat", ruhî (azab) mertebelerine nisbetle de meşhur bilinen bir "mecaz" ise de, ayeti her iki manaya da hamletmek imkansız değildir.

Kıyametten Bazı Sahneler

Allahü teâlâ azabı anlattıktan sonra, onun ne zaman olacağını şöyle buyurarak haber veriyor:

14

"O gün ki yer ve dağlar sarsılır. Dağlar akıp dağılan bir kum yığınına döner".

Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Zeccâc, "yevm" kelmesinin, cümlesi ile mansub olduğunu ve takdirinin, "Yer alabildiğine sarsıldığı gün, kafirleri kalıcı bir azabla cezalandırır ve azablandırırız" şeklinde olduğunu söylemiştir.

İkinci Mesele

"Recfe", alabildiğine sarsılma ve hareket etme demektir. "Kesib", büyük kum yığını manasına olup, bu yığın kamburumsu bir şekil arzeder. Bunun çoğulu ise, "küs-ban"dır. Bu kelimenin nasıl iştihâk ettiği (türediği) hususunda iki görüş var:

a) Bu, birisi birşeyi biraraya getirip yığdığında kullanılan, deyimine dayanır. Buna göre buradaki "fa'il" sigasındaki kelime, ism-i mef'ûl (yığılmış şey) manasında olmuş olur.

b) Leys şöyle der: "Kesîb, toprağı saçmak, yahut atılan şey manalarına gelir. Bunun lâzım fiili, dir. "Kesîb"e, toprağı ince ve adeta yumuşaklığından ötürü saçılıp, üstüste atılmış olduğu için, bu ad verilmiştir.

Ayetteki "mehil", "akan-akıcı olan" demektir. Nitekim akmış, dökülüp-saçılmış toprak manasında (......) veya (......) denilir. Bu manada "menfi" kelimesi daha çok kullanılır. Bu aynen, ve (ölçülen şey) ve ve (borçlanmış) kelimeleri gibidir. Bu böyledir. Çünkü yâ'nın zammesi hazfedilmiş, böylece sakin hale gelmiş. Vav da sakindir. Dolayısıyla ictimâ-i sakineynden ötürü vav hazfedilmiştir. Bu İzahı Ferrâ ve Zeccâc yapmıştır.

Bunu iyice kavradığına göre, deriz ki: Allahü teâlâ, dağların parçalarını-terkiblerini bozup parçalamış, onları atmış ve adeta, atılıp-dikilen renkli yün gibi yapmıştır. İşte böyle olunca da, o'dağlar adeta "kesîb" (yani bir kum yığını) haline gelmiş. Daha sonra Allahü teâlâ, "Dağlan yürüttüğümüz gün..."(Kehf, 47), "Onlar, bulutlar gibi yürürler" (Neml, 88) ve "Dağlar yürütülür" (Neml, 20) ayetlerinde de beyan buyurduğu gibi, o dağları harekete geçirir ve böylece, akan kum yığınları haline geliverirler.

Buna göre eğer, "Peki Cenâb-ı Hak niçin, çoğul olarak, "küsbanen mehîleten" (Akan kum yığınları)" dememiştir?" denilirse, deriz ki: Dağların hepsi biraraya gelir ve tek bir akan kum yığını halini alır.

Tekzibin Dünyadaki Neticesi

Bil ki Allahü teâlâ, kendilerine onca nimet verdiği o yalanlayıcıları, kıyametin dehşetleriyle korkutunca, bunun peşisıra, dünyevi dehşetlerle korkutarak şöyle buyurmuştur:

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Gerçekten Biz, Firavun'a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de, üzerinize şahid olarak bir peygamber gönderdik. Firavun o peygambere isyan etti ve Biz de onu ağır ve çetin bir şekilde çarptık".

Bil ki bu hitab Mekkelileredir ve maksadı, onları bu çetin yakalayışla tehdid etmektir.

Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:

Nekire ve Marife Farkı

Birinci Soru: Ayetteki "resul" kelmesi niçin önce nekire, sonra mahfe olarak getirilmiştir?

Cevap: Ayetin takdiri, "Biz Firavun'a bir elçi (resulen) gönderdik de, o ona İsyan etti. Biz de onu kıskıvrak yakalayıverdik. Size de bir peygamber (resulen) gönderdik, ama siz bu peygambere (er-resule) isyan ettiniz. Dolayısıyla da sizi de mutlaka kıskıvrak yakalarız" şeklindedir.

Kıyasın Delil Olması

İkinci Soru: "Kıyas"ın bir hüccet olduğunu isbat için, bu ayet delil getirilebilir mi?

Cevap: Evet.çünkü ilgili söz ancak, İki şeyden birisini diğerine kıyasladığımız zaman, doğru bir söz olmuş olur. Buna göre eğer, "Farzet ki burada kıyas bir hüccettir. O halde siz, diğer yerlerde de kıyasın bir hüccet olduğunu nasıl söylersiniz. Çünkü bu durumda, diğer kıyasları, bu kıyasa kıyaslamaya muhtaç olunur. Bu İse, kıyası yine kıyas ile isbat etmek olur ki, bu caiz değildir" denilirse, biz deriz ki: Biz, diğer kıyasları buna kıyaslayarak isbat etmiyoruz. Eğer böyle yapsaydık, sizin bahsettiğiniz sakınca söz konusu olurdu. Aksine bu ayetle yapılan istidlalin vechi şudur: Şayet onlar yanında, bir hükmün illeti hususunda, o iki şeyin bu hükümde müşterek olmaları gerekirdi. Aksi halde, bu söz bu misal için getirilmezdi. Bu böyledir. Çünkü burada "mercûh" olan fark ihtimali söz konusudur.

Buna göre birisi, "Belki de onlar, bu kıskıvrak yakalama işini, isyan durumunun bu şekle has oluşuna göre gerekli görmüşlerdir. Halbuki böyle bir hususiyyet beri tarafta mevcud değildir. Dolayısıyla burada da kıskıvrak yakalayacağı neticesi çıkmaz. Ama Cenâb-ı Hak, buna rağmen, bu iki şeyin hüküm bakımından eşit (aynı) olduğuna hükmetmiştir. Binâenaleyh böyle bir kesinliğin olabilmesi için, mutlaka şöyle denilmesi lazımdır: "Açık bir illette (sebebte), her ne zaman müştereklik (ortaklık) söz konusu olursa, hükümde de kesinlikle ortaklığın olması gerekir" şeklindeki bir prensib daha önce geçmiştr Hükme münasib oldukları bilinmeyen bir takım şeylere dayanarak böyle bir farkın bulunduğunu söylemek ise, bunların hükümde ortak olduklarını söylemeyi zedelemez. İşte "Kıyas hüccettir" şeklindeki sözümüzün manası da budur.

Musa (aleyhisselâm)'ın Anılmasının Hikmeti

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak burada, diğer peygamberler ve milletleri değil de, özellikle Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Firavun kıssasını zikretmişdir?

Cevap: Çünkü tıpkı Firavunun Musa (aleyhisselâm)'yı büyütüp, Musa (aleyhisselâm)'nın onlar içinde doğup büyümesinden dolayı, Firavun'un onu ayıplaması ve hafife alması gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de Mekkeliler arasında doğup büyüdüğü için, Mekkeliler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ayıplamış ve hafife almışlardır. Hak teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın durumunu, "(Firavun) "Biz seni çocukken kendi içimizde büyütmedik mi?..." (dedi)" (şuara, 19) ayetinde belirtmiştir.

Dördüncü Soru: O peygamberin, onlara şahid olması ne demektir? Buna şu iki bakımdan cevap verebeliriz:

a) O peygamber kıyamet günü, onların aleyhine olarak, kafir olduklarına ve yalanladıklarına şahadet eder.

b) Bu ifadeyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu dünyada hakkı ortaya koyucu ve onların ısrarla üzerinde durdukları küfrün batıl olduğunu beyan edici olduğu anlatılmak istenmiştir. Çünkü şahid, aslında yaptığı şahidlikle hakkı (gerçeği) ortaya kor. İşte bundan ötürü, "şahadet", "beyyine" (açıklayan, hakkı ortaya koyan) diye tavsif edilmiştir. Şu halde o peygamberin de (aleyhisselâm), hakkı ortaya koyucu olması açısından böyle "beyyin" (açıklayan) diye tavsif edilmesi imkansız değildir.

Bu izah, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hak teâlâ, "Biz sizi böyle, adil bir ümmet yaptık" (Bakara, 143), yani, "Ey ümmet-i Muhammed siz diğer ümmetlere, peygamberiniz de size şahid olsun diye, sizi adil ve seçkin bir ümmet kıldık" buyurmuş ve böylece o peygamberin (aleyhisselâm), gelecekte onlara şahid olacağını beyan buyurmuştur. Bir de ayetin bu ifadesini, ahiretteki şahidlik manasına almak "hakikat"; açıklamak-ortaya koymak manalarına almak ise "mecâz"dır. "Hakikat" ise mecazdan daha evladır.

Vebîl

Beşinci Soru: Ayetteki "vebîl" ne demektir? Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, "ağır-çetin" şey demek olup, arapların, "Onu ağır ve kötü bir neticeye ulaştırdı manasında söyledikleri ifâdesi de bundandır. Yine bol yağmura, "vâbil" denişi de buna dayanmaktadır. Kalın değneğe de "vebîl" denir.

b) Ebu Zeyd, "Vebîl, hoş olmayan şey demektir. Nitekim neticeyi hoş olmadığı zaman "Kötü su" ve "Kötü ot" denilir" demiştir. Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: "Ayetteki, "Biz onu vebîl, yani ağır ve çetin bir tutuşla yakaîayıverdik" ifadesi ile, Firavun'un suda boğuluşu kastedilmiştir." Kelbî, Mukâtil ve Katâde de bu manayı vermişlerdir.

Kıyametin Dehşeti

Cenâb-ı Hak, onları yeniden kıyametle korkutmaya dönerek şöyle buyurmuştur:

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"Eğer siz, inkar ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlar haline getirecek bir günde kendinizi nasıl koruyabileceksiniz. (Çünkü) gök bile, o sebeple yarılır ve o (Allah'ın) va'di gerçekleştirilmiştir".

Bu ayetlerle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Vahidî, ayette bir takdim-tehirin olduğunu ve takdirin, şeklinde olduğunu söylemiştir.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi ayetteki "yevm" ile ilgili şu izahları (i'rabları) yapmıştır:

a) Bu, mef'ûlün bih olup, mana, "Eğer inkarınız üzere ölürseniz, yevm-i kıyametten ve onun dehşetinden kendinizi nasıl korursunuz?" şeklindedir.

b) Bu, zarf zamandır ve mana, "Eğer dünyada iken kafir olursanız, yevm-i kıyamette korunmanız nasıl olur?" şeklindedir.

c) Bu,fiili ile mansubtur, yani onun mef'ûlüdür. Buna göre, bu fiil, "inkar etme" manasınadır ve ayet, "Eğer yevm-i kıyameti ve hesabı inkar ederseniz, Allah'dan nasıl korku ve haşyet duymuş okursunuz" demek olur. Çünkü Allah'dan korkup ittika etmek, O'nun hesab ve cezasından korkmaktır.

Çocukları İhtiyarlatması

Allahü teâlâ, o günün dehşetlerinden olmak üzere, şu iki hususu zikretmiştir:

1) "Çocukları, ak saçlı ihtiyarlar haline getirecek bir gün " ifadesinin anlattığı husus... Bununla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, o günün dehşetini anlatmak için yapılmış bir benzetmedir (teşbihidir). Nitekim böylesi dehşetli günleri anlatmak için, "Çocukların perçemlerini ağartan gün..." tabiri kullanılır ki, bunun aslı şudur: Üzüntü ve kederler, insanın başına üst üste gelip, iyice onu sardığında, insanın saçları hızlı bir biçimde ağarıverir. Çünkü çok keder, ruhun kalbde iyice sıkışıp kalmasına sebep olur. Bu sıkışma da, bol (vücud) sıcaklığının sönmesine sebep olur. Bunun sönmesi ve zayıflaması da, alınan gıda parçalarının vücutta tam hazmedil memesi neticesini doğurur. Bu ise balgamın yenilen şeylere hükümran olmasını gerektirir ki bu da, saçların aklaşmasının, büyük üzüntülerin sebep olduğu birşey olduğunu bildikleri için, ağarmayı sıkıntı ve mihnetten kinaye yapmışlardır. Yoksa bununla, o günün dehşetinin gerçekten çocukları ihtiyarlatacağı manası kastedilmemiştir. Çünkü kıyametin elem ve korkularının çocuklara gelip bulması söz konusu değildir.

b) Bununla, o günün, çocukların buluğa erip, hatta ihtiyarlık çağlarının gelip, böylece de saçlarının kırlaşacağı kadar uzun bir gün olduğu anlatılmak istenmiştir. Edebiyatçılardan biri Me'arrî'nin "iki sakal başım kalıkla dolduran bir zulüm" şeklindeki şiirini bana sordu ve Kur'ân'daki bu teşbihin, Me'arrî'nin beytindeki teşbihten üstünlük cihetini anlatmamı istedi. Ben de, bu üstünlüğü şu birkaç yönden anlattım:

Birincisi: Sakal başlarının kırlaştığını söylemek, o kadar enteresan bir hadise değildir. Fakat çocukların saçlarının kırlaşması ise, dikkate şayan bir hadisedir. Çünkü o günün dehşeti, onları sanki, çocukluk ve ihtiyarlık arasındaki gençlik dönemini yaşamadan, çocukluktan ihtiyarlığa taşımıştır ki bu, o günün şiddetini anlatmada, çok daha ileri bir ifadedir.

İkincisi: Sakal başlarının kırlaşması, saçların beyazlaşması demektir. Halbuki saçlar, gençlik kuvveti devam ederken de kıriaşabilir. Dolayısıyla bunda, ileri bir mana yoktur; bu o kadar dikkat çeker bir durum değildir. Fakat ayetteki ifade, çocukların, zayıf-nahif bir şekilde, yüzlerinin parlaklığı ve tazeliği kaybolmuş bir şekilde ihtiyarladıklarına delalet eder ki bu, o günün şiddetini anlatmada en ileri bir ifadedir.

Üçüncüsü: Sakal başlarının kırlaştığını söylemek, o kadar enteresan birşey değildir. Çünkü başın iki tarafı çokça "balgamı rutubetlerin bulunduğu yerdir. Dolayısıyla insanda ilk kırlaşma sakal başlarında başlar, daha sonra başın diğer taraflarına sıçrar. Binâenaleyh sakal başlarının kırlaştığını söylemek, dehşeti anlatmakta ileri bir ifade değildir. Ama, ayette olduğu gibi, bu kırlaşmanın, başın hatta bedenin tümünü sardığını anlatmak, ileri bir ifadedir. Allah en iyi bilendir.

Gökleri Yarıp Çatlatan Gün

1) Hak teâlâ'nın kıyametin dehşetini anlatan ikinci tavsifi de, "(Çünkü) gök bile o sebeple yarılır" ayetidir. Bu da, yine o günün şiddet ve dehşetini anlatan; onca büyüklüğüne ve sağlamlığına rağmen göğün, o günde paramparça olacağını anlatan bir ifâdedir. Binâenaleyh ya diğer canlıların o gündeki hali nice olur, bir düşün. Bunun bir benzeri de, "Gök yarılıp parçalandığı zaman..." (İnfitar, 1) ayetidir. Bu hususla ilgili şöyle iki soru var:

Sema Hakkında Müzekker Sıfat

Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, burada niçin, "munfatır" yerine, "munfatıra" dememiştir? Buna şöyle birkaç şekilde cevap veririz:

1) Ebu Ubeyde, Ebû Amr b. el-'Alfl'dan, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hak teâlâ demiş, müennes olarak, "munfatıra" dememiştir. Çünkü "semâ" kelimesinin mecazi manada kullanılması, tıpkı "sakf" (tavan) kelimesinin mecazi manada kullanılması gibidir. (Yani bu iki kelime mecazen birbiri yerine kullanılabilir). Nitekim mesela, "evin tavanı" manasında, "semau'l-beyt" dersin.

2) Ferrâ da şöyle der: "Semâ" kelimesi, hem müennes, hem müzekker sayılır.

Bu ayette, müzekker sayılmıştır. (Dolayısıyla haberi de müzekker olarak gelmiştir)." Ferrâ, buna delil olarak şu beyitleri getirmiştir:

"Eğer gök ona bir topluluk çıkaracak olsaydı, biz de bulutlarla birlikte yıldızlara ulaşırdık."

3) "Semâ" kelimesi müennes-i hakiki değildir. Hakiki müennes olmayan kelimeler, müzekker de sayılabilirler. Nitekim şair,

"Göz, ismidi-I'hayri sürmesiyle sürmelenmiştir" demiştir. Şair A'şâ da

"Ne, yağmur veren bir bulut var, ne de, ürün ve sebze verecek bir toprak parçası..." demiştir.

4) Ayetin takdiri, şeklindedir. Buna göre, ifâde, ifadeleri gibi olmuş olur ve yine Arapların, emzikli kadın manasındaki sözleri de böyledir.

İkinci Soru: Ayetteki ifâdesinin takdiri nasıldır? Buna birkaç şekilde cevap verilebilir:

1) Ferra bunun takdirinde olduğunu söyler.

2) Buradaki "bâ" harf-i cerri tıpkı "Ağacı keserle yardım. O da, onunla yarıldı" cümlesindeki "bâ" gibidir. Buna göre ayet, "O gökler tıpkı, sebebiyle birseyin yarılması gibi, o günün şiddet ve dehşetinden ötürü yarılmıştır" demek olur.

3) Semanın, o günün büyüklüğünün kendi üzerinde gerçekleşmesi ve o günden haşyetinden ötürü, yarılmasına sebep olacak bir biçimde ağırlık altında kalması kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Göklere de, yere de ağır basmıştır o (kıyamet)"(A'raf, 187) ayetinde ifade edildiği gibidir.

Ayetteki, "O (Allah'ın) va'di gerçekleştirilmiştir" ifadesine gelince, bil ki buradaki "hû" (o) zamiri, hem "mefûl"e, hem de "fâif'e raci olabilir. Birincisinde, mana, "O günün va'di yapılmıştır" şeklinde olursa ki bu da, "o güne nisbet edilen o va'd mutlaka olacaktır. Çünkü Allahü teâlâ'nın hikmeti ve ilmi, bunun olmasını gerektirir" demektir. İkincisinde ise mana, "Allah'ın va'di hiç şüphesiz olacaktır. Çünkü Allahü teâlâ, yalan söylemekten münezzehtir" şeklinde olur. Hernekadar bu ifadeden önce, "Allah" lafzı geçmemiş ise de, malum olduğu için, bu zamirin O'na raci olması da güzel ve yerindedir.

Bil ki Allahü teâlâ, sûrenin başında "sa'idlerin hallerinden bahsetmiştir. Onların hallerinin, şöyle iki esas kısma ayrılacağı da malumdur:

a) Dine taalluk eden şeylerde Mevlâ'ya itaat... Cenâb-ı Hak bu hususu daha önce zikretmiştir.

b) İnsanlarla yaptıkları muamelelerindeki halleri... Hak teâlâ bunu da, "Onlar ne derlerse sabret. Onlardan güzel bir şekilde uzaklaş" (Müzzammil, 10) ayetinde işaret etmiştir. Şakilere gelince, Allahü teâlâ, önce bunları kısaca tehdid ederek işe başlamış ve "Dini yalanlayan o servet sahiplerini bana bırak..." (Müzzemmil, 11) buyurmuştur. Daha sonra aşiretteki çeşitli azaplardan bahsetmiş. Bunun peşinden dünyadaki azabı ele almıştır ki bu, onları dünyada iken çetin bir şekilde yakalamasıdır. Daha sonra da kıyametin dehşetini beyan etmiştir. Bu sadeddeki açıklamaları tamamen bitirince de, ilgili sözü şöyle buyurarak bitirmiştir.

19

"İşte bu, gerçekten bir öğüttür. Artık kim dilerse, Rabbisine bir yol edinir".

Bu, "Ayetlerimiz çeşitli hidayetleri ve yol göstermeleri ihtiva eden öğütlerdir. İsteyen, Rabbine, (bunlarla) bir yol bulabilir" demektir. "Yol edinme", Cenâb-ı Hakk'a taatla meşgul olup, O'na isyan etmekten sakınmaktır.

Gece İbadetinin Hafifletilmesi

20

"Şüphe yok ki Rabbin bilir ki sen, gecenin üçte ikisinden biraz eksik ve yarısı ve üçte biri kadar, kıyamda durmaktasın ve seninle beraber bir zümrede (böyle yapmakta) geceyi ve gündüzü Allah saymaktadır. O, bunu sizin sayamayacağınızı bildiği için, size karşı (müsamaha) tarafını seçti. Artık Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki içinizde hastalar bulunacak. Diğer bir kısmının ise, Allah'ın lütfundan nasibini aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, diğer bir kısmınızda Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun, namazı dosdoğru kılın, zekatı verin. Allah'a gönül hoşluğu ile borç verin. Önceden kendiniz için ne hayır gönderirseniz, onu Allah'ın katında bulursunuz. Bu daha hayırlı, sevabca daha büyüktür. Allah'dan mağfiret isteyin. Şüphesiz Allah gafur ve rahimdir".

Ayetteki, "Şüphe yok Rabbin bilir ki sen gecenin üçte ikisinden biraz eksik ve yarısı ve üçte biri kadar kıyamda durmaktasın..." cümlesiyle ilgili iki mesele var:

Birinci Mesele

Ayetteki, (......) ifâdesinden, "Gecenin üçte ikisinden daha azı" manası kastedilmiştir. "Edna" (daha yakın) kelimesi, istiare (mecaz) olarak "daha az" manasına kullanılmıştır. Çünkü iki şey arasındaki mesafe, yakın olduğunda, aralarındaki yerler de az olur. Uzak olduğunda ise çoğalır.

Farklı Kıraatlere Göre Mana

Nasb ile bu iki kelime, (......) şeklinde okunmuştur. Buna göre mana, "Sen, gecenin üçte ikisinden daha azında veya yarısında kıyamda durursun" şeklinde olur. Yine bu kelimeler cerr ile şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana, "Sen gecenin üçte ikisinden, yarısından veya üçte birinden daha az kıyamda durursun" şeklinde olur. Fakat biz, "Gecenin birazından gayrı saatlerinde "(Müzzemmil, 2) ayetinin tefsirinde, bu söz ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vacibi (farzı) terkettiğinin çıkarılamayacağını anlatmıştık.

Ayetteki, "Seninle beraber bir zümre" ifadesi, "Onlar, geceleyin, bu kadar kıyamda bulunan ashabın" demektir. ifadesi, "Gece ve gündüzün sayısını ve miktarını sadece Allah bilir" demektir.

Ayetteki "O, bunu sizin sayamayacağınızı bilir" ifadesiyle ilgili, şöyle iki mesele var:

Birinci Mesele

Buradaki "hû" (bunu) zamiri, "sizin gerçek ve doğru olarak, gece ve gündüzün herbir parçasını ve miktarlarını sayamayacağınızı ve bu parçaları, tenkid veya iltifat yoluyla elde edemeyeceğinizi, elde etseniz bile, çok zor elde edeceğinizi bildi" takdirindeki, mukadder bir masdara racidir. Bu manada Mukâtil, "Kişi kendisine farz olan ve emredilen miktarda kıyam vazifesini yine getirememe, bunu tutturamama endişesinden ötürü, bütün gece namaz kılıyor, kıyamda duruyordu" demiştir.

İkinci Mesele

"Teklif-i malâyutâk"ın yani güç yetirilemeyecek şeylerde mükellef tutulabileceği hususunda bazı kimseler bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ, "takat getiremeyeceksiniz, güç yetiremeyeceksin..." manasında, "sayamazsınız" buyurmuş. Ama sonra da onları bunu saymakla mükellef tutmuştur."

Buna şu şekilde cevap verilir: "Hak teâlâ bu ifade ile, işin çok zor olduğunu anlatmak istemiştir. Yoksa onların buna güç yetinmeyeceklerini kastetmemiştir. Bu tıpkı, bir kimsenin, kendisine bakmakta zorlandığında, "Falancanın yüzüne bakacak gücüm yok" demesi gibidir.

İbadette Kolaylık

Ayetteki,"(Allah) size karşı (müsamaha) tarafını seçti" cümlesi, o belirlenen miktardaki gece kıyamının terkedilebileceği hususunda bir ruhsatı ifade eder. Bu tıpkı, "Allah sizin tevbenizi kabul etti, sizi affetti. Binâenaleyh şimdi artık (o hanımlarınıza) yaklaşınız" (Bakara, 187) ayeti gibidir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hakk'ın, tevbe edenden koğuşturma ve soruşturmayı kaldırması gibi, bu gece kıyamını terketmeniz halinde, sizden koğuşturmayı da kaldırmıştır" şeklinde olur.

Kıraatten Maksad: Namaz

Hak teâlâ'nın "Artık Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun" buyruğu ile ilgili olarak şöyle iki görüş var:

1) Buradaki "okuma" İle, "namaz kılma" kastedilmiştir. Çünkü Kur'ân okumak, namazın parçalarından biridir. O halde, burada, cüz'ü zikredilmş, bunun küllü (bütünü) kastedilmiştir. Buna göre, "sizler, kolayınıza geldiği kadar (gece) namazı kılın" demektir. Bu hususta da iki görüş vardır:

a) Hasan el-Basri, Hak teâlâ'nın bu emirle akşam ve yatsı namazlarını kastettiğini söyler.

b) Diğer bazı alimler de, "Aksine teheccüd namazının farziyyeti neshedilmiş ve teheccüdden yapılabilecek kadarıyla yetinilmiş, daha sonra bu da, beş vakit namazın farz kılınışıyla neshedilmiştir" demişlerdir.

Maksad: Tilavet

2) Bu ifade ile bizzat "Kur'ân okumak" kastedilmiştir ve ayetin anlatmak istediği, unutulmasın diye, daha çok Kur'ân okumayı sağlamaktır. Bu cümleden olarak, (her gece) yüz ayetin okunabileceği ileri sürüldüğü gibi, "Kim (her gece) yüz ayet okursa, kânitlerden, yani İtaatkârlardan yazılır" denilmiştir. Elli ayet okunabileceği de söylenmiştir. Kimileri de, "Kısa bir süre de yeterlidir. Çünkü teheccüdün neshedilişi, zorluğu ortadan kaldırmak içindir. Gece çokça Kur'ân okumada da zorluk vardır. Binâenaleyh bununla, çok okumanın kastedilmiş olması mümkün değildir" demişlerdir.

Burada bir başka husus da şudur: Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Resûlüllah'ın ashabından, gece namazı emri (farzı) sakıt olmuş ve bu iş nafileye dönüşmüştür. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için farz olarak kalmayı devam etmiştir."

Farziyyeti Kaldırmanın Hikmeti

Hak teâlâ, bunun neshedilişinin hikmetini de beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur: "Allah, bilmektedir ki içinizde hastalar bulunacak, diğer bir kısmınız ise Allah'ın lütfundan nasibini aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun, namazı dosdoğru kılın, zekatı verin."

Bil ki sanki "Deki Allah niçin bunu neshetmiştir?" denilmiş de, Cenâb-ı Hak bunun üzerine, "Allah şöyle şöyle olanları bildiği için bunu neshetmiştir" demiştir. Buna göre mana, "Geceleyin namaz kılmak hastalara, ticaret için sefer edenlere ve Allah yolunda cihad edenlere çok zor geldiği için böyle yaptı" şeklinde olur. Çünkü hastalar, hastalıkları sebebiyle teheccüd namazı kılamazlar.. Yolcular ve mücahidler de, gündüz zor ve yorucu işlerle meşgul olduktan, eğer gece uyumayıp teheccüd ile meşgul oldukları, eğer gece uyumayıp teheccüd ile meşgul olsalardı, meşakkatler üst üste binmiş olurdu. Bu durum ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için söz konusu değil. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Gündüz senin için geniş bir vakit var" (Müzzemmil, 7) buyurmuştur. Dolayısıyla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in teheccüd neshedilmemiştir.

Helal Rızık İçin Çalışmanın Önemi

Bu ayetten, Cenâb-ı Hakk'ın, mücahidler ile helal rızık peşinde gezip çalışanları aynı saydığı inceliği çıkarılabilir. Nitekim Ibn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un, "Bir adam, sabrederek ve mükafaatını Allah'dan bekleyerek, bir müslüman beldeye bir şey getirip, onu o günün rayicine (fiatına) göre (fazla kâra tamah etmeksizin) satarsa, Allah katında şehidlerden sayılır" dediği rivayet edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun" emrini tekrar etmiştir ki bu, öncekini te'kid (pekiştirmek) içindir.

Hak teâlâ "namazı dosdoğru kılın" yani farz namazlarınızı dosdoğru kılın; "zekât yani farz zekâtlarınızı verin" buyurmuştur. Buradaki "zekât" ile, sadaka-ı fıtrin kastedildiği, zira Mekke'de iken henüz zekâtın farz kılınmadığı; bunun daha sonra farz kılındığı da ileri sürülmüştür. Dolayısıyla buradaki "zekâtı" "farz zekât" manasına alanlar, bu sûrenin son ayetlerinin "medenî" (Medine'de nazil olmuş) olduğunu söylemişlerdir.

Allah'a Güzel Ödünç

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a gönül hoşluğu ile borç verin" emriyle ilgili şu üç izah yapılabilir:

a) Allahü teâlâ bu ifadeyle, farz zekât dışındaki sadakaları kastetmiştir.

b) Zekâtın en güzel bir biçimde verilmesini kastetmiştir ki bu da, onun, malın en iyisinden verilmesi; fakire daha faydalı olacak şeyin verilmesi; niyet yapılması; Allah'ın rızasının gözetilmesi ve en layıklara verilmesidir.

c) Allahü teâlâ, bununla kişinin canı ve malı ile hertürlü hayrı yapmasını kastetmiştir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, mal (zekât ve sadaka) verilmesindeki hikmeti dile getirerek, "Önceden kendiniz için ne hayır gönderirseniz, onu Allah'ın katında bulursunuz. Bu daha hayırlı, sevabca daha büyüktür" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle iki mesele var:

Birinci Mesele

İbn Abbas (radıyallahü anh) ayete, "Sizler, bunu Allah katında, ölürken vasiyet edeceğiniz zamana bırakacağınızdan daha hayırlı ve daha çok ecirli bulursunuz" manasını vermiştir. Zeccac da, "Kendiniz için, ölmezden önce yaptığınız hayırların Allah katında sizin için, dünya metâından daha hayırlı olduğunu görürsünüz" manasını vermiştir. Ama İbn-i Abbas (radıyallahü anh)'ın verdiği mana daha esastır.

İkinci Mesele

Ayetin manası, "ölmezden önce kendiniz için yaptığınız hayırları, Allah katında daha hayırlı ve daha ecirli olarak bulursunuz" şeklindedir. Fakat, Cenâb-ı Hak te'kid ve mübalağa için, demiştir. Ebu's-Simâl da, mübteda-haber olmak üzere bunu, (......) şeklinde okumuştur.

İstiğfar Emri

Hak teâlâ daha sonra,"Allah'dan mağfiret isteyin" buyurmuştur ki bu, "Günahlarınıza, sizden sudur eden kusurlarınıza ve özellikle gece kıyamlarınız ile ilgili olan kusurlarınıza istiğfar edin. Çünkü Allah, mü'minlere gafur ve rahîm olan, yani onların günahlarını bağışlayan ve onlara merhamet edendir" demektir.

"Gafur" kelimesinin manasıyla ilgili olarak şu iki görüş vardır:

a) Bu, "Allah bütün günahlarınızı bağışlayandır" demektir. Bu görüş, Mukatil'indir.

b) Bu, "Allah, günahta ısrar etmeyenleri bağışlayandır" manasınadır. Mukâtil, görüşüne delil olarak şu iki şeyi ileri sürmüştür:

1) Ayetteki "gafur" ve "rahîm" sıfatları, tevbe edeni de, günahta ısrar edeni de içine alan ifadelerdir. Delili ise, bunların her birinin, yalnız başına, bu hükümden istisna edilebilir olmalarıdır. İstisnanın hükmü İse, yapılmaması halinde, hükme dahil olacak şeyleri, hükmün dışında bırakmaktır.

2) Karşı tarafça (yani Mutezile'ce), tevbe edenlerin bağışlanması vacibtir (zorunludur). Dolayısıyla vacibi yerine getirmeden ötürü kişi için, bir medh-ü sena söz konusu olmaz. Halbuki ayetteki bu ifade, Allah'ı medh-ü sena etmek içindir. Binâenaleyh işte bu medhin olduğunu söyleyebilmek için, bu ifadeleri, "bütün günahları affeder" manasına hamletmek gerekir. Vallahu a'lem. Hamd, alemlerin Rabbi olan O Allah'a; salat-u selam da, peygamberlerin efendisi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âline ve bütün ashabına olsun (amin).

0 ﴿