8"Rabbinin adını an ve yalnız O'na yöne!". Bu ayet, Allahü teâlâ'nın şu iki şeyi emrettiğine delalet etmektedir: a) Zikir, b) Tebettül. Zikire gelince, bil ki Allahü teâlâ burada, "Rabbinin adını zikret" buyurmuş, bir başka ayette de, "Rabbini içinden, yalvararak ve korkarak (fakat) yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an (Araf, 205) buyurmuştur. Çünkü işin başında bir müddet dil ile mutlaka o ismi zikretmek gerekir. Daha sonra o isim zail olur, geride müsemmâ kalır. Binâenaleyh iste ilk derece burada, "Rabbinin adını an" ayetiyle; ikincisi de, diğer sûredeki, "Rabbini içinden ... an" (Araf, 105) ayetiyle anlatılmıştır. Sen Rabbinin rubûbiyyetini mütalaa ettiğin makamda, ancak Rabbinin zikriyle meşgul olmuş olursun. O'nun rubûbiyyeti ise, seni çeşitli şekillerde eğitmesi ve sana ihsanda (iyiliklerde) bulunması demektir. Bu makamda bulunduğun müddetçe, kalbin o'nun nimet ve ihsanlarını mütalaa etmek (düşünmek)le meşgul olur. Dolayısıyla da kalbin bizzat O'nunla içice olmaz, O'nda müstağrak olmaz. Bu durumda git gide yükseliş artar. Böylece de artık O'nun ulûhiyyetini zikreder hale gelirsin ki işte bu makama, Hak teâlâ, "Babalarınızı (atalarınızı) anısınız gibi, hatta ondan daha ileri bir derecede Allah'ı zikredin, anın "(Bakara, 200) ayetiyle işaret etmiştir. İnsan bu noktada, heybet ve haşyet makamında olmuş olur. Çünkü ulûhiyyet, Cenâb-ı Hakk'ın kahhâriyyetine, izzetine, ulûhiyyetine ve samediyyetine bir işarettir. Kul, bu makamda, buradan ifadelerin anlatmaktan aciz kaldığı, işaretlerin kendisine yetişemediği tek kimlik (hüviyet) makamına geçinceye kadar, Cenâb-ı Hakk'ın celâl, tenzîh ve takdis makamında dönüp dolaşır. İşte bu noktada tek hakka varma tecelli eder. Sonra kul bu noktada durur. Çünkü artık bu noktada, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarına benzer bir sıfat yoktur ki kul buradan o sıfata intikal etsin. Aklın bakışı bir parçadan diğer parçaya geçinceye kadar, bu kimlik (hüviyet) teşekkül etmez. İnsanın kendisinden algılanan hallerden hiçbirine de uygun düşmez ki bu, mukayese yoluyla anlatabilsin. O halele her zahirin zuhurunun başlangıcı olduğu için bu haller zahirdir, açıktır. Bütün mahlukatın akıllarının üstünde bir hal olduğu için de, bu haller batındır (gizlidir). Çok açık olduğu için, akıllara perdelenen - gizli kalan, nuru mükemmel olduğu için de akılların idrakine kapalı olan o yüce zatı noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz. Hak teâlâ'nın, "Yalnız O'na tebettül et, O'na yönel" ifadesiyle anlattığı "tebettül"e gelince, bu hususta söyle iki mesele var: Bil ki bütün müfessirler, "tebettül'ü, "ihlaslı olma" manasına almışlardır. Arapça'da "tebettül"ün asıl manası, (ilgi ve alakayı) kesip (bir yere) yönelmek"dir. Nitekim ibadette, herşeyden alakayı kesip, sadece Allah'a yöneldiği için Hazret-i Meryem'e "betül" denilmiştir. Yine veren kimsenin malından kesilip alındığı için sadakaya "sadakattin betletün" denilir. Leys, "tebtîlin, birşeyi birşeyden ayırma manasına geldiğini, "betül"ün ise, erkeklere arzu duymayan, onlardan sıkılıp geri duran dendiğini söylemiştir. Bunu iyice kavradığına göre bil ki bu hususta müfessirlerin çeşitli ifadeleri var: Ferra şöyle der: "Âbid bir zat, herşeyi bir tarafa atıp, kendisini ibadete verdiğinde, herşeyden ilgi ve alakayı kesip, "Allah'ın emrine ve itaatına döndü" manasında, denilir. "Zeyd b. Eşlem de, "tebettül" dünyayı, içindeki herşey ile birlikte bırakıp, Allah'ın katında olan şeyi arama, onu elde etmeye çalışma manasına geldiğini söylemiştir. Bil ki bu ayetin manası, bu zahir ehlinin dedikleri manaların üstündedir. Çünkü "O'na tebettül et" ayeti, "O'na yönel" demektir. Binâenaleyh âhiretin peşinde koşan kimse, Allah'a yönelmiş sayılmaz. Aksine âhirete yönelmiş olur. Allah'a ibadet etmekte meşgul olan, Allah'a değil, ibadete yönelmiş olur. Marifetullah'ı isteyen kimse de, Allah'a değil Marifetullah'a yönelmiş olur. Binâenaleyh sırf ibadet olduğu için veya mükafaat elde etmek için, yahut da bu kutluk ile tam manada kul olmak için ibadet eden herkes Allah'dan başkasına yönelmiş olur. Yine irfanı (marifeti) irfan için tercih eden, irfana yönelmiş olur. Ama kulluğu kulluk için değil, Ma'bud için; irfanı da irfan için değil, Maruf için tercih eden kimse ise, vuslatın deryasına dalmış olur. İşte bu, sözlerin anlatmaktan aciz kaldığı, hayallerin anlatamadığı bir makamdır. Binâenaleyh bu makamı elde etmek isteyen kimseler, eseri dinleyenlerden değil, o aynın (zatın) bizzat kendisine vasıl olanlardan olsun. İnsan bu makama ancak atabildiğine bir yüce aşka düştüğünde misal bulabilir. Kişinin bedeni bu aşk sebebiyle hastalanıp; kuvveleri çalışmaz hale gelip; gözleri kör olup, maksadları büsbütün zail olup; nefsi, ma'şûkun dışındaki herşeyden alakayı tamamen kestiği zaman, ma'şûka yönelme ile, ma'şûku görmeye yönelme arasındaki fark ortaya çıkar. Tebtilde Olmayan İncelik Tebettülde Normalde burada, ya yahut da, denilmesi gerekirdi. Fakat Cenâb-ı Hak böyle buyurmamış ve ayetteki ince ifadeyi tercih etmiştir. Bundaki incelik şudur: Bizzat maksud olan tebettül (Allah'a yöneliş)tir. "Tebtîl" (yöneltme) ye gelince, bu bir tasarruftur. Tasarrufla meşgul olan ise Allah'a yönelmiş olmaz. Çünkü başkasıyla meşgul olan, "munkatt ila'llah" (başka herşeyden kesilmiş Allah'a yönelmiş) olamaz. Fakat "tebettül"ün olabilmesi için, önce bir "tebtil" lazımdır. Nitekim Hak Teâla, "Bizim için cihad edenleri Biz yollarımıza sevkederiz" (Ankebut, 69) buyurmuş ve "tebettül"ün herşeyden önce bizzat kastedilen bir şey, "tebtîl"in ise mutlaka gerekli bir şey olan, fakat bizzat kastedilen değil, bilvasıta (vasıta olarak) kastedilen bir şey olduğuna işaret etmek için, tebettütü ilk olarak, "tebtîl'i ikinci olarak zikretmiştir. Bil ki Allahü teâlâ, önce zikri, sonra da tebettülü emredince, bunun sebebini de bildirerek şöyle buyurmuştur: |
﴾ 8 ﴿