KIYAME SÛRESİ

Bu, kırk ayet olup, Mekkîdir.

1

Âyetin tefsiri için bak:2

2

"Kıyamet gününe yemin ederim ve Nefs-i Levvâme'ye yemin ederim ki...".

Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var:

"Lâ uksimu" tâbiri

Müfessirler, buradaki ifadesiyle ilgili olarak üç izah yapmışlardır:

1) İfâdenin başındaki (......) edatı, "sıla"dır, zâid ve takdir şeklindedir. Bunun bir benzeri de, (Hadid, 29), (Araf,12) (Al-i Imran, 159) ayetlerindeki ve edatlarıdır.

Bence bu görüş, bir kaç bakımdan zayıftır:

a) Bunu caiz (mümkün) görmek, Kur'ân hakkında ta'na (tenkide) sebebiyet verir. Çünkü bu takdirde, müsbet olanı menfi kılmak (saymak), menfî olanı müsbet kılmak mümkün olur. Bunun mümkün görülmesi ise, Kur'ân'ın müsbetine de, menfisine de itimadın kalmamasına götürür.

b) Bu şekilde zâid (......) edatı, sözün (cümlenin) başına değil ortasına ziyade edilir, yerleştirilir. Buna göre eğer, "Buna karşı iki bakımdan söz söylenir:

Birincisi: Biz, bu edatın cümlenin ortasına konulacağı fikrini kabul etmiyoruz. Baksana, İmriü'l-Kays, onu, kasidesinin başında, şöyle diyerek, nasıl yerleştirmiş:

"Ey Amirfnin kızı, baban hakki için toplum benim kaçtığımı iddia edemez."

İkincisi: Farzet ki bu harf, sözün başına ziyade edilmez. Fakat gerçekte Kur'ân'ın hepsi tek bir sûre gibidir. Çünkü bütün parçaları birbiriyle irtibatlıdır. Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hak bazan birşeyi Kur'ân'ın bir sûresinde zikrediyor, sonra bunun cevabını başka bir sûrede getiriyor. Mesela, "Dediler ki: "Ey o zikir (Kur'ân) kendisine indirilen adam, sen bir delisin"(Hicr,6) buyurmuştur. Sonra bunun cevabı, başka bir sûrede gelmiştir. O da, "Sen, Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun değilsin" (Kalem, 2) ayetidir. Durum böyle olunca, bu sûrenin başı, sanki sözün ortasındaymış gibi olur" denilirse, birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Şair İmrlu'l-Kays'ın, ifadesi, nefy üzere yapılmış bir yemindir. Ayetteki ifâdesi ise, yemini nefyeden bir ifadedir, yani, "Yemin etmeyeceğim" manasınadır. Binâenaleyh bunları birbiriyle mukayese etmek, birbirine benzetmek uygun değildir. Ayetteki tabirinin kasemi (yemini) nefyeden bir ifade tarzı olduğunu söyledik. Çünkü ifade, tıpkı "öldürmem, dövmem, yardım etmem" ifadeleri gibidir. Bunun nefy (olumsuzluk) ifade ettiği ise malumdur. Delili ise şudur: Bir kimse, "Yemin etmeyeceğim" diyerek yemin etse, yemin etmemek suretiyle yeminini tutmuş; eğer yemin ederse, bu yeminini bozmuş olur. Böylece bahsi geçen şiirin, üzerinde bulunduğumuz konuyla ilgili olmadığı ortaya çıkmış olur.

İkinci iddiaya da şu şekilde cevap verebiliriz: Kur'ân, ayetleri arasında çelişki olmaması açısından tek bir sûre gibidir. Fakat her bir ayetin, diğer bir ayetle yanyana olması açısından, Kur'ân'ın tek bir sûre gibi olduğu iddiası caiz ve uygun değildir. Çünkü bundan, diğer ayetlerde de her müsbet ifadenin başına, bir nefiy edatının getirilebileceği neticesi çıkar. Bu da, her müsbetin menfiye, her menfinin müsbete çevrilebileceği neticesine götürür ki bu caiz değildir.

c) Bizim, "Buradaki edatı sıladır, zaiddir" sözümüzle, bunun sözün daha muntazam olması için atılması, düşürülmesi gereken lüzumsuz bir söz olduğu manası kastedilmemiştir. Allah'ın kelamını bu şekilde nitelemenin caiz olmayacağı malumdur.

2) Müfessirlerin bu ayetle ilgili olarak ileri sürdükleri bir diğer izah da, Hasan el-Basri'nin buradaki edatını, "Lâmu'l-lbtidâ" (mübtedanın başına gelen lâm" "yemin ederim" fiilini de, mahzuf mübtedanın haberi yaparak, (......) şeklinde okuyuşuna göre yapılan izahdır. Bu okuyuşa göre ayetin takdiri, "Şüphesiz ben yemin edeceğim.." şeklindedir. Bu okuyuşu, Mushaf-ı Osmani'de, ifâdenin elifsiz olarak şeklinde yer alışı da destekler. Fakat alimler, (......)deki (......)'nın, nefiy lamı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hasan el-Basrî'nin bunun manasının, "Ben, kıymet ve öneminden dolayı kıyamete yemin ederim, ama değersiz olduğu için nefs-i levvâmeye yemin etmem" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Ebu Ubeyde, Hasan el-Basrî'nin bu kıraatini şöyle diyerek tenkid eder: "Eğer kastedilen, Hasan el-Basrî'nin söylediği mana olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, bunu diye ifade ederdi. Çünkü araplar laf "Muhakkak şunu yapacağım" demezler, ancak, derler." Fakat Vahidî, bu şekilde ifadenin de caiz olduğunu Sibeveyh ve Ferra'dan nakletmiştir.

Bil ki bu izah da tutarsızdır. Çünkü bu kıraat şazzdır. Farzedelim ki bu sazz kıraat kullanıldı. Peki meşhur mütevatir kıraatleri nasıl izah edeceğiz? Buna cevap vermek mümkün değildir. Aksi halde bunun böyle olduğunu iddia etmek, tevatürle sabit olan şeyleri yaralamak olur. Hem sonra, bu "lâm"ın, mukadder bir kasemin cevabı olması için, mutlaka bir başka kasemin takdir edilmesi gerekir. Bu durumda da ayetin takdiri,"Allah'a yemin olsun ki, şüphesiz kıyamet gününe yemin ederim" şeklinde olur. Böylece de bu, yemin üzerine yemin etme olur ve çarpık-zayıf bir ifade olmuş olur. Bir de bu, teselsüle götürür.

3) Buradaki, nefy (olumsuzluk) için gelmiştir. Bu durumda, ortada şöyle iki ihtimal söz konusudur:

Birinci İhtimal: Bu, yeminden önce geçmiş bir ifadeyi nefyetmek için getirilmiş bir (......)dır. Buna göre onlar sanki öldükten sonra dirilmeyi inkar etmişler de, bunun üzerine "Hayır, durum sizin ileri sürdüğünüz gibi değil" denilmiş. Peşisıra da, "Kıyamet gününe yemin ederim ki..." denilmiştir. İzahın böyle yapılması durumunda, ortaya bir problem çıkar: Çünkü eğer, ayette kastedilen mana bu ise, (......) ifâdesinde, yeniden (......)ya yer vermesi, sözün fesahatini bozar.

İkinci İhtimal: Buradaki kasemin nefyi, yani "Yemin etmeyeceğim" kasemin nefyi, yani "Yemin etmeyeceğim" manasına olup, Hak teâlâ adeta, "Size karşı, ne bugüne ne o nefs-i levvâmeye yemin ederim. Fakat, Ben, yemin etmeksizin sana, ölümle kemiklerin (bedenlerin) paramparça olması durumunda, kemiklerini (parçalarını) biraraya getiremeyeceğimizi mi zannediyorsun diye soruyorum. Eğer böyle bir zan içinde isen, bil ki Biz bunu yapmaya kadiriz" demek istemiştir. Bu görüş, Ebû Müslim'in tercihidir. En doğru görüş de budur. Bu görüşü, şu şekillerde ifade etmek de mümkündür:

1) Cenâb-ı Hak, adeta, "Böyle bir neticeyi isbat için, bu şeylere yemin etmem. Çünkü bu netice, bu şeylere yemin etmekten daha yüce ve daha büyüktür, üstündür" demek istemiştir. Ki, bu sözün maksadı, hakkında yemin edilen şeyi (el-muksemun aleyh) yüceltmek, onun şanının yüce olduğunu belirtmektir.

2) Cenâb-ı Hak adeta, "Böyle bir netice için, bu şeylere yemin etmem. Çünkü bunun böyle olacağı, bu gibi yeminlerle isbat edilme sahasına girmekten daha açık-seçik, daha kuvvetli ve daha belirgindir" demiş, daha sonra da, "İnsan zanneder mi ki, Biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz?" (Kıyam, 3) buyurmuştur ki bu, "Yanlışlığı meydanda olmasına rağmen, bu yanlış ve bozuk düşünceler, daha nasıl onun gönlüne gelebiliyor?" demektir.

3) Bu ifadenin maksadı, inkar yollu istifham olup, takdiri, "Haşr ve neşrin hak olduğu konusunda, kıyamet gününe ve nefs-i levvâmeye yemin etmez olur muyum?"

Nefs-i Levvâme

Alimler, "Nefs-i levvâme"nin ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:

1) İbn Abbas şöyle demektedir: "İster itaatkar, isterse günahkar olsun, her nefis, kıyamet gününde kendisini kınar.. İtaatkar olanı, niçin daha fazla taatta bulunmadığından; günahkar olanı da, niçin takva ile meşgul olmadığından dolayı kendisini kınar.

Bazı kimseler bu görüşü şu bakımlardan tenkit etmişlerdir:

a) Mükâfaata nail olmuş kimsenin, daha fazla itaatta bulunmayışından dolayı kendisini levmetmesi caiz değildir. Çünkü, bundan dolayı onun, kendi nefsini kınaması caiz olsaydı, başkasından dolayı da kendi nefsini kınaması caiz olurdu..

b) İnsan, canı sıkılıp kalbi daraldığında kendisini kınar. Fakat böyle bir durum, artık cennete girmiş olan cennetliklere uygun düşmez. Bir de, her mükellef, yaptığı taattan daha fazlasının yapılabileceğini bilmektedir. Şimdi, daha fazlasını yapamama, kişinin kendi nefsini kınamasını gerektirseydi, bunu sona erdirmek mümkün olmazdı. Böyle olan şey ise, elde edilemeyen bir şeydir; dolayısıyla da, elde edemediği için de kınanmaz... Bunların tümüne, "buradaki "levm - kınama", daha fazlasının temenni edilmesi anlamına gelmektedir" diyerek cevap verebiliriz. İşte bu durumda da, bu sorular düşer.

2) Nefs-i levvâme, takva'yı terkettiği için, kıyamet gününde, asi olan nefisleri kınayan muttaki nefislerdir.

3) Nefs-i levvâme, taatte olabildiğine sa'y ü gayret gösterse bile, hep kendini kınayan kıymetli nefislerdir. Hasan el-Basri'nin, "Mü'min kimseyi sen, kendini hep kınayan biri olarak görürsün. Cahil olana gelince, bu da, içinde bulunduğu o düşük hallere bile rıza gösterir.

4) Nefsi levvâme, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in nefsi olup, cennetten kovulmasına sebep olan fiilinden dolay hep kendini kınayıp durmuştur.

5) Bu sıfat ile, asî ve şakî, kimselerin nefisleri kastedilmiştir. Müşahede ettiklerinde, kendilerinden sudur eden o günahlardan dolayı kendilerini kınarlar. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gün gelecek insan: "Allah yanında" işlediğim kusurlardan dolayı vay hasret (ve nedamet)ime!" diyecek" (Zümer. 56) ayetidir.

6) İnsan, hep bıkkın olarak yaratılmıştır. Peşine düşüp elde etmek istediği şeyi elde ettiğinde, ondan da usanır. Bu durumda da kendisini, "Ben bunun niye peşinde gezip durdum?!" diye kınar. İşte bu işler çokça tekrar edildiği için, bu Nefsi Levvâme adını almıştır. Bunun bir benzeri de, "Gerçekten insan, hırslı yaratılmıştır. Kendisine şer dokundu mu feryadı basandır. Ona hayır dokununca da, çok cimridir" (Mearic, 19-21) ayetidir.

Bil ki, "Levvâme" lafzı, bir tekrarı, yeniden yeniden yapmayı ifade eden bir lafız olup, aynı şey, "Levvâm, azzab, darrâr" kelimeleri için de söylenebilir.

Bazı Sualler

Ayette şöyle birkaç problem bulunmaktadır:

1) Kıyamet ile nefs-i levvâme arasında hangi münasebet vardır ki, Cenâb-ı Hak bu ikisini "kasem etme"de birlikte zikretmiştir?

2) Kendisi için yemin edilen, kıyametin kopmasıdır. Böylece bu ifadenin neticesi, Allahü teâlâ'nın, kıyametin vukuuna yemin etmesine varıp dayanır.

3) Diğer sualler de, mesela vs. gibi ifâdelerde olduğu gibi, niçin Cenâb-ı Hak demiş de, dememiştir?

Kıyametle Nels-i Levvâme'nin Münasebeti

Bunlardan birincisine şu bakımlardan cevap verebiliriz:

a) Kıyametin halleri, cidden İlginçtir. Hem sonra, kıyametin kopmasının gayesi, nefs-i levvâmenin hallerini, yani mutluluk ve bedbahtlıklarını izhar etmektir. Binâenaleyh bu demektir ki, kıyamet ile nefs-i levvâme arasında bu denli sıkı bir münasebet vardır.

b) Nefs-i levvâme'ye yemin etmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Kendini bilen Rabbini bilmiş olur" Keşfu'l-Hafa, 2/262. buyurduğu gibi, nefsin hallerinin ilginçliklerine dikkat çekmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben ins ve cinleri ancak, bana ibadet etsinler diye yarattım" ve "Bu emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar yüklenmekten kaçındılar, fakat insan onu yüklendi..."(Ahzab, 72) ayetinin ifade ettiği hususlar, o nefsin ilginç hallerindendir. Birtakım kimseler de, "Hep, Allah'a itaattaki ciddiyetini, sa'y ü gayretini, yaptığı işleri yine de değersiz görmüş olduğu için, kendisini ululamak amacıyla, (değerinden dolayı) nefs-i levvame'ye yemin edilmiştir" derken, diğer bazıları da, Allahü teâlâ'nın sadece kıyametin vukuuna yemin ettiğini, nefs-i levvâme'ye ise yemin etmediğini söylemişlerdir. Ki, bu görüş, Hasan el-Basrî'nin okuduğunu rivayet ettiğimiz o saz kıraate dayanmaktadır. Buna güre Cenâb-ı Hak adeta, "Değerinden dolayı, kıyamete yemin ederimi Ama, değersizliğinden dolayı, nefs-i levvâme'ye yemin etmem!.." demiştir. Çünkü, nefs-i levvâme, ya onca büyük hallerine rağmen kıyameti inkar etmiştir, yahut da amelde kusur eden fasık birisi olmuştur. Her iki durumda da, nefs-i levvâme, hor ve hakîr görülmüş olur.

Bazı Eşyaya Kasemden Maksad

İkinci sorunun cevabına gelince, daha önce de belirttiğimiz gibi, muhakkik alimler şöyle demişlerdir: "Bu şeylere yemin etmek, aslında, onların Rablerine ve Yaratıcılarına yemin etmektir. Buna göre adeta, "Kıyametin kopacağına dair, "Kıyametin Rabbine yemin ederim..." denilmek istenmiştir. Üçüncü sorunun cevabı da şudur: Cenâb-ı Hak, kasem ettiği yerlerde, mesela ve diye ifade buyurmuştur. Ama burada ise, Kendisinin bu şeylere yemin etmeyeceğini bildirmiştir. Binâenaleyh, bu soru da zail olmuş olur. Allah en iyisini bilendir

Haşir

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"İnsan zanneder mi ki, herhalde biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz? Evet, biz parmak uçlarını bile derleyip iade etmeye kadiriz".

Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, kasemin cevabının ne olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:

1) Ulemanın ekserisinin görüşüne göre kasemin cevabı mahzuf olup, bu da, "Elbette o, öldükten sonra diriltilecek" ifadesidir. Cevabın böyle olduğunun delili de, "İnsan zanneder mi ki, biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz?" ifadesidir.

2) Hasan el-Basrî, bu yeminin, (......)'den ötürü yapıldığını söylemiştir.

3) Doğruya en yakın olan görüşe göre, bu, bir kasem değil, tam aksine yemin etmemeyi ifade eden bir ifadedir. Binâenaleyh o, cevaba muhtaç değildir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Şundan dolayı şuna, şuna... yemin etmem.. Ne var ki sana, "O insanın, Benim onun kemiklerini bir araya getiremeyeceğimi sanar mı?" diye sorarım.

Nüzul Sebebi

Meşhur olan görüşe göre, ayette yer alan "insan" kelimesi ile muayyen bir kimse kastedilmiştir. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haklarında,"Allahım, iki kötü komşunun sen haklarından gel" demiş olduğu, Ahnes Ibn Şureyh'in damadı Adiy Ibn Ebi Rebia, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Muhammed, bana kıyametten bahset. Ne zaman olacak ve hali nasıl olacak?!" dedi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona, kıyametten bahsedip, onun hallerinden haber verdi. Bunun üzerine Adiyy, "Ey Muhammed, o günü gözümle görsem bile, seni tasdik etmem ve sana inanmam... Allah, o kemikleri nasıl bir araya toplayacak?!" dedi de, işte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.. İbn Abbas da, "Cenâb-ı Hak buradaki "iman" sözüyle, Ebû Cehil'i kastetmiştir" derken, bir grup kelamcı, "Hayır, bu ifade ile, öldükten sonra dirilmeyi inkar eden herkes kastedilmiştir" demişlerdir.

Üçüncü Mesele

Katade, meçhul olarak, (......) şeklinde okumuştur. Buna göre mana, "O kâfir, darmadağınık olup, toprak haline gelerek parçaları başka şeylerle karışıp, böylece de onu rüzgarlar, herbir parçasını yerin uzak köşelerine savurduktan sonra, o kemiklerin yeniden bir araya gelmesinin mümkün olmayacağını mı sanıyor?" şeklinde olur. Cenâb-ı Hak, buna cevaben, buyurmuştur. Ki, bu kelime, olumsuzdan sonra gelen müsbeti ifade eden bir kelime olup, müsbet olan şey de, o kemiklerin bir araya getirilmesidir. Buna göre adeta, "Evet, O, onları bir araya getirecektir" denilmek istenmiştir.

Ayetteki, (......) ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılmaktadır:

1) Meşhur olan izaha göre, bu kelime, (......) fiilin failinden hal olup, buna göre mana, "O kemiklerin tümünü bir araya getirmeye ve ilk haline döndürmeye gücü yetenler olarak, o kemikleri toplayacağız!" demek olur. Bence, bu izahın yapılması durumunda şöyle bir problem ortaya çıkar: Halin zikredilmesi, ilgili işin, o hal üzerine değil başka bir hal üzerine de olabilmesi düşünüldüğünde uygun olur. Nitekim sen, "Zeyd'i, binmiş olarak gördüm" dersin. Çünkü, Zeyd'in binmemiş olarak görülmesi de mümkün.. Burada, Cenâb-ı Hakk'ın, o kemikleri bir araya getirmesi, ona kadir olduğu düşünüldüğü zaman mümkündür. Binâenaleyh, bu kelimeyi hal kabul etmek, vazıh olan şeyi yeniden beyan etme gibi bir şey olur ki, bu caiz değildir.

2) Ayetteki takdir, "Biz, onun parmaklarını, ta baştan, yani madde-i asliyyesi yok İken bir araya getiren kadirler idik.. Binâenaleyh, bizim, sonuçta (ahirette) de, bu bir araya getirmeye kadir olan zat olarak kalmamız gerekir" şeklindedir. Bu kelime şeklinde de okunmuştur. Buna göre kelamın takdiri, "Ve Biz, kadiriz" şeklinde olur.

Parmak Uçlarını Bile Düzenleme

Ayetteki, "Parmak uçlarını bile dileyip iade etmeye..." ifadesiyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

1) Cenâb-ı Hak burada, (......) kelimesiyle diğer azaların da bir araya getirileceğine dikkat çekmiş olup, buna göre kelamın takdiri, "Biz, o insan toprak olduktan sonra, onun parmaklarını, başlangıçtaki gibi yapmaya kadiriz.." demektir ki, bu da, bir şeye en başında (ibtidâen) kadir olan kimsenin, sonunda ve yeniden yaratmada da buna kadir olmasını gerektirir. Cenâb-ı Hak burada, özellikle "parmak uçları" kelimesini getirmiştir. Çünkü parmak uçları, insanın yaratılışının en son, en çok detaylı olan kısmıdır.

Buna göre, adeta, "Biz, küçük ve ince, hassas olmalarına rağmen, parmak uçlarını (parmaktaki kemikleri) birbirine eklemek suretiyle, ta başlangıçtaki gibi noksansız, herhangi bir farklılık olmaksızın bir araya getirmeye kadiriz. Hal böyle iken, ya büyük kemikler hakkında ne söyleyebilirsiniz ki?!.." denilmiştir.

2) Bu, "Evet Biz, parmak uçlarını bir araya getirmeye kadiriz. Yani, (bu dünyada) o parmak uçlarını, el ayasıyla beraber, tıpkı devenin ayağı gibi kendisinde hiçbir yarığın bulunmadığı halde-, dümdüz, tek parçadan ibaret bir satıh haline getirmeye kadiriz. Böylece de, yazı yazma, terzilik ve parmaklar yardımıyla yapılan diğer ince işler gibi, güzel şeyler yapma imkanını bulamaz" demektir. Birinci görüş doğruya daha yakındır.

Kafir Kendisini Bekleyen Ahireti İnkar Eder

5

"Fakat insan, önündeki (o kıyameti) yalanlamak diler...".

Bil ki, ayetteki, fiili fiiline atfedilmiş bir ifadedir. Binâenaleyh, bunun da bir istifham olması mümkündür. Buna göre, O adeta, bir şey sormuş, sonra da, başka bir şey sormuş demektir. Bu ifadenin, müsbet bir ifade olması da mümkündür. Buna göre, Allah, önce bir soru sormuş, sonra da bu haberi vermiştir. Ayette geçen,"önündeki (kıyameti) yalanlamak.." ifadesi hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) Bu, "Gelecekte de fısk u fücuruna devam etsin, ondan dışarı çıkmasın, ayrılmasın diye..." anlamındadır. Said İbn Cübeyr de bu ifadeye, "Günahı başa alıp, tevbeyi sona bırakmak için..." manasını vermiştir ki, bu durumda böylesi kişi, "Tevbe edeceğim, tevbe edeceğim.." der; derken, ölüm onu, en kötü bir durumda ve en

2) Bu ifade, önünde, öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme gibi şeyleri yalanlamak için..." anlamındadır. Çünkü, bir gerçeği yalanlayan kimse, yalancı ve günahkâr olur. Bu ifadenin bu manaya gelişinin delili ise, ayetteki "Kıyamet günü de ne zamanmış" diye sorar" (Kıyame, 6) ifadesidir. Buna göre mana, "O insan, Önündekini, yani kıyamet gününü yalanlamayı İster de, böylece, onu yalanlamak için, "o kıyamet günü ne zaman olacak?" diye sorar.." şeklinde olur.

İnkarcı Sual Tarzı

Müteakiben Cenâb-ı Allah:

6

"Kıyamet günü de ne zamanmış" diye sorar"

buyurmuştur ki bu, "Kıyamet günü ne zaman?" demek suretiyle, kıyametin vukuunu imkansız görerek, böylece de işi yokuşa sürerek böyle bir soru sorar.." anlamında, bunun bir benzeri de, mesela, "Onlar bu va'd, yani kıyamet ne zamandır" derler.." (Yasin, 46) ayetidir.

Şüpheden Gelen İnkar

Bil ki, öldükten sonra dirilmeyi inkar, bazan, şüpheden, bazan da şehvetten kaynaklanır. Şüpheden kaynaklanan inkara gelince bu, Allahü teâlâ'nın (Kıyame, 3) ayetiyle anlattığı şey olup, bunun izahı şudur: Bunun açık şekli şudur: "(O kimse şunu demek ister): İnsan, bu bedenden ibarettir. Binâenaleyh öldüğünde, bedenin herbir parçası darmadağın olur. Derken, bu parçalar, toprağın parçalan ve diğer şeylerle karışır. Ve, yeryüzünün doğusuna ve batısına dağılıp gider. Binâenaleyh artık bu safhadan sonra, bu parçaları diğer parçalardan ayırmak ve ayıklamak muhaldir. Bu sebeple de, öldükten sonra dirilme de imkansız olur!" Bil ki bu şüphe şu iki bakımdan sakıt olur:

1) Biz, insanın, bu bedenden ibaret olduğunu kabul etmiyoruz. Binâenaleyh, niçin, "İnsan, bu bedeni idare eden şeydir. Bu sebeple, bu beden bozulduğunda, o, eskiden olduğu gibi, diri olarak kalakalır.." denilemesin?! Bu durumda da, Allah, bu canlı kalan insanı (ruhu), Allah'ın dileyip istediği herhangi bir bedene göndermesi mümkündür. Bu görüşe göre, bu suâl sakıt olur. Bu ayette de, buna bir işaret vardır. Çünkü Allahü teâlâ, "Nefs-i Levvâme"ye yemin etmiş, daha sonra da, "insan zanneder mi ki, hiç onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz"(Kıyame, 3) buyurmuştur ki bu, nefs ile bedenin ayrı ayrı şeyler olduğunu açıkça beyan etmektedir.

2) Farzedelim ki insan, (sizin de dediğiniz gibi), bu bedenden ibarettir. Ama, niçin siz, "Bedenin her bir parçası, darmadağınık olduktan sonra, artık onu bir araya getirmek mümkün değildir" dediniz? Bunu diyemezsiniz, çünkü Allahü teâlâ, bütün cüz'iyyâtı bilendir. Dolayısıyla, bu demektir ki O, meselâ Amr'ın bedeninin falanca parçasının nerede olduğunu da biliyor demektir; Allah, bütün mümkinata kadir. Bu terkib (beden) de, mümkinat cümlesindendir. Aksi halde, ta baştan var olmazdı. Dolayısıyla, Allah'ın, bunu yeniden terkib etmeye muktedir olması gerekir. Şimdi, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün cüzleri bilen bir alim, bütün mümkinata güç yetiren bir kadir olduğu sabit ve kesin olduğu sürece, bu meselede herhangi bir problem kalmaz.

Şehvetten Gelen İnkar

İkinci kısma, yani şehvetine binaen öldükten sonra dirilmeyi inkar edenin bu inkarına gelince, bu da, "Fakat insan, Önündeki o kıyameti yalanlamak diler..." ayetiyle anlatılan husustur. Ki bu, "Karakterinin, şehevi şeylere yönelmeye ve lezzet veren şeyleri çokça yapmaya meyleden o insan, bu maddi lezzetler boğazındı kalmasın, zevki engellenmesin diye, haşr'i, neşr'i ve öldükten sonra dirilmeyi kabule yanaşmıyor. Böylece de, alay ederek, hafife alarak, "Kıyamet günü ne zamandır!?" diye diye, hep inkarcı kalıyor.

Kıyametin Bazı Alametleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kıyametin alametlerine yer vermek üzere şöyle buyurmuştur:

7

Âyetin tefsiri için bak:10

8

Âyetin tefsiri için bak:10

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"İşte göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman, (evet), o gün insan, "Kaçış nereye?" diyecek..".

Bu ifadelerle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Allahü teâlâ, burada, kıyamet alametlerinden şu üç şeye yer vermiştir.

Berk-i Basar

Birincisi: işte göz kamaştığı ... zaman" ifadesinin anlattığı husustur, (......) kelimesi râ'nın kesresi ve fethası ile okunmuştur. Ahfes şöyle der:

"Kesreli olan, Arapların sözünde çokça geçenidir. Fethalı olanı da kullanılır. Zeccac da, "Bir kimse şaştığında, dehşete kapıldığında, râ'nın kesresi ile, denilir" demiştir ki, bu da, esasında şuna dayanır. İnsan, şimşeğin parıltılarına çokça baktığında, bu şimşek bakana etki eder (gözünü kamaştırır).

Daha sonra bu kelime, her ne kadar, orada bir şimşeğe bakma söz konusu değilse de, hertürlü hayreti ifade için kullanılır olmuştur. Nitekim aya bakmaktan dolayı bakışları bozulan, bakışı kamaşan kimseyi ifade için de, denilir. Daha sonra bu kelime yine, diğer hayretleri ifade etmek için de kullanılır olmuştur. Aynen bunun gibi hayrete ve dehşete kapıldığında,"Adam, işi hususunda şaşırıp kaldı.." denilir. Ki, bu da temelde, Arabların, kadın, kocasıyla ansızın karsı karşıya gelip, kadın onu gördüğünde şaşırıp kaldığını anlatmak için söylenilen ifadesine varıp dayanır. Ama, ra'nın fethasıyla okunan, (......) kelimesine gelince, bu, kökündendir. Yani, "gözlerinin alabildiğine belerip dışarı fırlamasından dolayı gözü carladığında..." demek olur. Ebu's-Simâl da, "açıldı, genişledi..." anlamında, (......) şeklinde okumuştur. Nitekim Arapça'da, denilir ki, bunun manası, "Kapıyı açtı, kapıyı açtım..." şeklindedir.

Berk-i Basarın Zamanı

Alimler, bu halin ne zaman tahakkuk ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak,

a) Ölürken,

b) Öldükten sonra dirilirken,

c) Cehennemi gördüğünde... denilmiştir.

Şimdi bu halin, ölürken olduğunu söyleyenler, şöyle demişlerdir: Gözler, ölen şahıs, ölümün emarelerini ve ölüm meleğini gördüğünde belerir, kamaşır. Nitekim bu husus, ölümle yüzyüze gelen herkeste hissedilir. Bu fikre temayül edenler şöyle demişlerdir: "Bunlar, kıyameti sormuşlardır. Ne var ki, Allah, işte bu hadiseyi, ölürken onlara göstermiştir. Bunun şu iki sebebi vardır:

a) Münkir olan kimse, alay ederek "Kıyamet ne zamanmış?!" dediğinde ona, "Gözler belerdiğinde, ölüm yaklaştığında.." denilmiştir. Böylece de ölüm gelip çattığında, bu yöndeki şek ve şüpheleri yok olur; o esnada, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti yalanlamalarının bir hata olduğunu anlar.

b) Ölümle yüzyüze gelip, gözleri asıldığında, dünyevi lezzetlerden dolayı öldükten sonra dirilmeyi inkar edişinin temelsiz olduğunu kati olarak anlar.." Bu hadisenin, kıyamet günü olacağını söyleyenler de şunu ifade etmişlerdir: "Çünkü, bu insanın sorusu, kıyametle ilgili olup, onun ne zaman kopacağını sormaktadır. Binâenaleyh, bunun cevabının da kıyamete ait özelliklerden ve kıyametin sonuçlarından olması gerekir. Nitekim bu manada, Cenâb-ı Hak, "O bunları ancak öyle bir gün için geciktiriyor ki, o (gün) gözler belerip kalacaktır.." (İbrahim, 42) buyurmuştur.

Hasf-i Kamer

İkincisi, Cenâb-ı Hakk'ın "Ay tutulduğu ... zaman" ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır.

Birinci Mesele

Bu ifade ile, bu dünyada iken tutulduğunda da görüş müşahede ettiğimiz gibi, ayın ışığının gitmesi, ayın kararması kastedilmiş olabileceği gibi, bizzat onun yok edilmesi de murat edilmiş olabilir. Nitekim bu manada, "Onu ve onun evini batırdık, yerin dibine geçirdik..."(Kassas, 81) buyurmuştur.

İkinci Mesele

Meçhul olarak şeklinde de okunmuştur.

Ay İle Güneşin Bir Araya Getirilmesi

Üçüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Güneşle ay bir araya getirildiği ... zaman" ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, bu "cem" işinin nasıl olacağı hususunda da şu izahları yapmışlardır:

1) Allahü teâlâ, "Güneşin de aya yetişmesi uygun düşmez..."(Yasin, 40) buyurmuştur. Fakat, kıyamet vakti geldiğinde, bunlardan herbiri diğerine yetişir; derken, bir araya gelmiş olurlar.

2) Bunlar, ışıklarının gitmesi hususunda aynı olup bir araya gelmişlerdir, demek olup, bu da tıpkı, "Şafiî (r.h) sununla şunun arasını, şu hükümde cem etti.." denilmesi gibidir.

3) Bunlar, durulmuş ve siyahlaşmış olarak bir araya gelirler. Derken, bunlar adeta, cehenneme atılmış, azgın iki boğa gibidir. Bunların bir araya getirilip, sonra da denize atılacakları da ileri sürülmüştür. İşte, o zaman orası, Allah'ın en büyük ateşi haline gelir (cehennem gibi olur).

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesiyle ilgili olarak yaptığımız bu izahlar, ayetteki, "gözler belerdiğinde cümlesini kıyametin alametlerinden sayanlara göre ancak doğru olur. Ama, bunu, ölümün alametlerinden kabul edenlere göre ise, ifadesinin manası, "ölürken gözlerinin ışığı gittiğinde.." şeklinde olur. Nitekim, gözü çıkarılıp, gözbebeği başın içinde kaybolduğunda, denilir ki, bu ifade de, temelde, "yerin, üzerindekilerle beraber aşağıya doğru kayıp gömülmesi" halinde kullanılan cümlesine varıp dayanır.

Diğer ayete, yani cümlesine gelince, bu ifade de, ruhun, ahiret alemine göçmesini ifade eden kinaye yollu bir ifadedir. Buna göre ahiret, adeta bir güneş gibi kabul edilmiş olur. Çünkü ahirette, dünyada iken gözükmeyen şeyler ortaya çıkar; dünyada iken kapalı olan şeyler, orada iken vuzuha kavuşur. İnsanın ruhu, tıpkı bir ay gibidir. Binâenaleyh, ay, nasıl ki ışığını güneşten alıyorsa, insanın ruhu da, marifetullah nurunu ahiret aleminden alır. Bu ayetleri, kıyametin alametleri manasına alıp yorumlamak, ölümün alametleri manasına atıp yorumlamaktan daha evladır. Ve kıyametin halleri ile de, daha fazla uyum sağlayan ifadelerdir.

İkinci Mesele

Ferrâ şöyle der: "Cenâb-ı Hak buyurmuş da, dememiştir. Çünkü bu ifade ile, ay ile güneşin, güneşin nurunun, ayın da ziyasının gitmesi hususunda birleşmeleri, cem olunmaları kastedilmiştir." Kisâîde, bu ifadenin takdirinin, "iki nur bir araya getirildiğinde..." veya "iki ziya bir araya getirildiğinde" şeklinde olduğunu söylerken, Ebû Ubeyde de, "Kamer, bu cem işinde güneşin eşi olmuştur. Kamer, müzekker bir kelimedir. Dolayısıyla da hiç şüphesiz, lafzan müzekkerlik tarafı tercih edilmiştir" demektedir. Ferrâ da şöyle der: "Ben bu görüşü destekleyenlere, "Sizler, güneş ile ayın birleşmesini nasıl ifade edersiniz?" dediğinde, onlar, diyerek ifade ederiz" dediler. Bunun üzerine ben, "Peki ya, bu iki yer arasındaki fark nedir?" diye sordum; bunun üzerine de, bu görüşü savunan, görüşünden geri döndü..."

Ay ile Güneşin Birleşmesi?

Dinsiz kimseler, bu ayeti tenkit ederek, şöyle demektedirler: Güneş ile ay birleştiğinde, daha nasıl ayın batmasından bahsedilebilir?

Cevap: Allahü teâlâ, ister yer küresi ay ile güneşin arasına girsin, isterse girmesin, O, ayı tutmaya (husuf) kadirdir. Bunun delili ise şudur: Maddeler, birbirlerine denktirler. Dolayısıyla, biri için doğru olan şey, diğeri için de doğru olur. Allahü teâlâ da, bütün mümkinata kadirdir. Binâenaleyh, her konum ve her durumda ayın ziyasını gidermeye kadirdir.

İnsanın Kaçacak Yer Araması

(......) ayetine gelince bu, "Kıyametin vukuunu kabul etmeyen bu insan, kıyametin hallerini gözüyle müşahede edince, "Nereye kaçış?!" der" demektir. Meşhur olan kıraat, fâ'nın fethasıyla, meferr şeklindedir. Bu kelime yine, fa'nın kesresiyle mefirr diye de okunmuştur. Fetha ile okunması halinde meferr, "kaçmak" anlamına gelir. Ahfeş ve Zeccâc ise şöyle demiştir: fiilinin masdar-ı nûnûsi, aynu'l-fiilin fethasıyla, kalıbında gelir." Bu, dil alimlerinin çoğunluğunun görüşüdür. Buna göre mana, "Kaçış nereye? şeklinde olur.

Kişinin, "Kaçış nereye?" ifadesinin de iki manaya gelmesi muhtemeldir:

a) O kişi, kaçabilme imkanının alamet ve işaretlerini göremez, o zaman da, "Nereye kaçış?! Nereye kaçacaksın ki?!" der.. Bu tıpkı, bir kimsenin, Zeyd'i bulmaktan ümidini kestiği zaman, "Nerde Zeyd?!" demesi gibidir.

b) Mananın, "Nereye kaçalım?" şeklinde olması (burada, kaçmaya yer aranması söz konusudur). (......) kelimesinin kesreli mefirr okunmasına gelince, bu, ism-i mekan olur (kaçış yeri). Bu nedenle bazı dil alimleri, fethalı olarak meferr kelimesinin masdar-ı nûnûn ismi olduğu gibi, yine aynı zamanda ism-i mekanın da kalıbı olacağını; aynen bunun gibi, kesreli olarak mefirr kelimesinin de, ism-i mekanın adt olduğu gibi, bazan masdar-ı mimînin de ismi olacağını; bunun bir benzerinin de ve kelimeleri olduğunu öne sürmüşlerdir.

Hiçbir Sığınak Yok

11

Âyetin tefsiri için bak:14

12

Âyetin tefsiri için bak:14

13

Âyetin tefsiri için bak:14

14

"Hayır, hiçbir sığmak yok. O gön herkesin (varıp) duracağı yer, ancak Rabbi(nin huzuru)dur. O gün insana, önden yolladığı şeylerle geri bıraktığı şeyler haber verilecek. Daha doğrusu insan, (bizzat) kendisine karşı bir şahittir".

Buradaki "Hayır" kelimesi kaçma talep ve arzusunu reddetmek için varid olmuştur.

"hiçbir sığmak yok" ifadesi ise, Müberred ve Zeccâc, vezer kelimesinin asıl anlamının "sağlam ve muhkem dağ" olup, sonra da, "kişinin kendisine iltica ederek korunduğu her şeye" "el-vezeru" adının verildiğini söylemişlerdir.. Bu anlamda olmak üzere, Müberred, Ka'b Ibn Malik'in şu beytini inşad etmiştir: 'Tüm insanlar senin için bize başvurdular. Bizimse ancak kılıçlarımız ve uçları, insanlara sığmak ve melce, olan kargılarımız vardır." Ayetin anlamı, buna göre, "sayesinde Allah'ın emrinden kaçıp da sığınılacak hiçbir şey yoktur!" şeklindedir.

Durak, İlahî Huzurdur

Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün herkesin (varıp) duracağı yer, ancak (Rabbi(n huzuru)dur" ifadesine gelince, bu hususta iki izah şekli vardır:

1) "El-Müstekarru" kelimesinin "el-istikrar (karar kılma)" anlamında olması.. Buna göre mana da, "Onlar, Allah'tan başkasının huzuruna varıp kalmaya kadir olamazlar" şeklinde olur. Nitekim bu anlamda olmak üzeredir ki Cenâb-ı Hak, (Necm. 42) buyurmuştur.

2) Mananın, "Ancak Rabbinedir onların karar kılacakları yer.." şeklinde olması.. Yani, "Cennet ya da cehennemden olan karar kılma, istikrar bulma yerleri, Allah'adır; daha açıkçası, bu, Allah'ın meşietine kalmıştır. Dilediğini cennete sokar, dilediğini de ateşe sokar.." demektir.

Yapılan Her İşi Önünde Bulacak

Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün insana, önden yolladağı şeylerle, geri bıraktığı şeyler haber verilecektir" ifadesine gelince, bu, "yapıp da önden yolladığı ameller ile, yapmayıp da geri bıraktığı ameller.." ya da, "Malından takdim edip de, böylece tasaddukta bulunduğu ile, geriye bırakarak, arkasında kalan..", yahut da, "yapıp da önden yolladığı hayır ve kötü fiiller ile, arkasında bırakmış olduğu iyi ve kötü adetler..." anlamındadır. Mücahid' den rivayet edildiğine göre o, bunları, "ilk amel ile son amel" şeklinde yorumlamaktadır. Bu ifadenin bir benzeri de, " kendilerine neler yaptıklarını haber verecektir. Allah onları saymıştır, onlarsa bunu unutmuşlardır" (Mücadele, 6) ve "Biz, onların önden göndermiş olduklarım ve (geride bıraktıkları) eserlerini yazıyoruz..."(yasin,12) ayetleridir. Bil ki, en açık ve aşikar olanı, bu haber vermenin, kıyamet gününde, arz, hesaba çekilme ve amellerin tartılması sırasında olacağıdır. Yine bunun, ölüm esnasında olması da mümkündür. Şöyle ki, kişi öleceği zaman, cennet ya da cehennemden oturacağı yer ona gösterilir.

Kendisi Hakkında Şahitlik

Cenâb-ı Hakk'ın, "Daha doğrusu insan, (bizzat) kendisine karşı bir şahittir" ayetine gelince, bil ki, Cenâb-ı Hak, "İnsana o gün amelleri haber verilecek" buyurunca, bunun peşinden, "Daha doğrusu, ona bunu, kendisinden başkasının haber vermesine de gerek yoktur" demiştir. Şöyle ki, bizzat onun nefsi, onun bu fiilleri yaptığına dair şehadette bulunacaktır.

Basire

Ayette geçen (......) kelimesi hakkında da iki izah şekli vardır:

1) Ahfeş'in açıklamasına göre, bunun anlamı şudur: Cenâb-ı Hak onu, kendisi hakkında, mahza basiret ve gözcü kılmış, addetmiştir. Bu tıpkı, bir kimse hakkında, "Falanca, mahza cömertlik ve mahza keremdir.." denilmesi gibidir. İşte, burada da böyledir. Zira insan, aklî zaruret ile şunu bilir ki, onu Allah'a yaklaştırıp, O'nun taatı ve hizmetiyle meşgul eden şey, saadetin ta kendisidir. Ama, onu Allah'a taattan uzaklaştırıp, onu, dünya ve onun lezzetleriyle oyalayan şey de, bedbahtlığın ta kendisidir. Farzedelim ki o, yalan ve iftira uydurmuş; hakkı batıl, batılı da hak suretinde göstermiş olsun... Fakat o akl-ı selimiyle şunu bilir ki, zahiren üzerinde bulunduğu hal, ya iyidir ya da kötü.

2) Bundan murad, uzuvlarının, kendisinin yaptığı şeyler hususunda şahidi olmasıdır. Böylece de o, uzuvlarının şehadeti sebebiyle, kendi aleyhine tanık olmuş olur. Bu, İbn Abbas, Saîd İbn Cübeyr ve Mukâtil'in görüşüdür. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "O gündeki, aleyhlerinde kendi dilleri, kendi elleri, kendi ayakları onların neler yapıyor idiklerine şahidlik edecekdir" (Nur, 24); "Ne irtikap ediyor idiyseler bize elleri söyler..."(Yasin, 65) ve "kulakları, gözleri, derileri kendilerinin aleyhinde şahidlik edecektir" (Fussilet, 28) ayetlerinde olduğu gibidir.

(......) kelimesinin müennes olmasına gelince, bunun müennes olması mümkündür. Çünkü, burada "insan" ile kastedilen, onun uzuvlarıdır. Buna göre sanki, "Doğrusu, insanın uzuvları onun aleyhinde şahittirler.." denilmek istenmiştir. Ebû Ubeyde ise, (......) kelimesindeki mübalağa için gelmiştir. Bu tapkı Arapların, çok rivayet eden adam" "çok azgın adam" "çok alim ve bilgili adam" demeleri gibidir. Bil ki, Cenâb-ı Hak önceki ayette, kıyamet gününde insana, amellerinin haber verileceğini belirtmiş, bu ayette de, bizzat onun, yaptığı işler hususunda kendi aleyhine şahid olduğunu bildirmiştir. İşte bu sebeple Vahidî, "Bu, kafirler için söz konusudur. Çünkü onlar yaptıkları şeyi inkar ederler. Bunun üzerine Allah da, onların ağızlarını mühürler, uzuvlarını konuşturur.." demiştir.

Mazeretlerin Geçersizliği

Cenâb-ı Hak,

15

"Velev ki o, (bütün mazeretlerini (meydana) atmış olsun..."

buyurmuştur. Müfessirlerin bu hususta muhtelif görüşleri bulunur:

1) Vahidî şunu demiştir: (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Arapça'da, (......) denilir." Keşşaf sahibi de şunu söylemiştir: (......) kelimesinin çoğulu (......)dir. (......) ma'ziret kelimesinin çoğulu olmayıp, bu cemi kalıbında (cem'u'l-cem olan) bir isimdir... Bunun bir benzeri de, (......) kelimesinin çoğulunun (......) şeklinde gelmesidir. Buna göre mana, "İnsan, ne kadar mazeret getirirse getirsin, kendini ne kadar savunup, her türlü delil ve hüccet sunarsa sunsun, evet bunlar ona hiç fayda vermez. Çünkü, bizzat onun kendisi onun aleyhine şahittir" şeklinde olur.

2) Dahhâk, Süddî, Ferrâ, Müberred ve Zeccac (......) kelimesinin "örtüler..." anlamında olduğunu ve müfredinin de, (......) kelimesi olduğunu söylemişlerdir. Müberred bunun, Yemân lügati olduğunu söylemiştir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Eğer bu rivayet doğru ise, bunu mecaz saymak gerekir. Nasıl ki perde, onun arkasına gizleneni gizler ve saklar ise, mazeret ve özür de, günahın cezasının önüne geçer." Bu görüşe göre mana, "O insan, yaptığı şeyleri gizlemek için perdeler dahi salıverip arkasına gizlense, bu ona fayda vermez. Çünkü, bizzat onun kendisi, kendi aleyhine şahittir" şeklinde olur.

Ezber Gayretiyle Dilini Kımıldatma

16

"Kur'ân'ı çabucak ezberlemek tasasına düşüp dilini kıpırdatıp durman gerekmez".

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Rafizî'lerin eskilerinden bir grup kimse, Kur'ân'ın tağyir ve tebdil edilip, ona bir takım ilaveler yapıldığını, eksiltmelerde bulunulduğunu iddia etmiş ve bu görüşlerine delil olarak da, bu ayet ile önceki ayet arasında hiçbir münasebetin olmamasını zikretmişlerdir. Onların düşüncesine göre, şayet bu tertip Allah katından olsaydı, durum böyle olmazdı.

Önceki Ayetle Münasebet

Bilesin ki, buradaki münasebet muhtelif vecihlerde olabilir:

1) Burada nehyedilen aceleciliğin, ancak, bu ayetlerin nüzulü sırasında kendisine arız olmuş olması, bu sebeple de pek yerinde olarak, acele etmeden tam bu sırada menedilmiş, böylece de ona "Kur'ân'ı çarçabuk ezberlemek tasasına düşüp dilini kıpırdatıp durman gerekmez" denilmiş olması muhtemeldir. Bu tıpkı, şuna benzer: Hoca öğrencisine ders anlatırken, talebesi sağa sola döner. Bunun üzerine de hoca ona, tam bu dersin arasında, "Sağa sola dönme!" der, sonra da yeniden dersine döner. İşte anlatılan bu ders, onun ortasında söylenen bu söz ile beraber nakledilse, sebebini bilmeyen kimse, "Bu sözün bu dersin ortasında vaki olmuş olması uygunsuzdur.." der. Ama, hadiseyi bilen kimse, bu ifadenin, tertibinin yerinde ve uygun olduğunu bilir.

2) Allahü teâlâ kafirler hakkında, onların dünya saadetini sevdiklerini nakletmiştir. Ki bu da, "Fakat insan, önündeki (o kıyameti) yalanlamak ister" (Kıyame. 5) ayetidir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, dini konular da dahil, acele etmenin mutlak anlamda kınanmış bir şey olduğunu belirtir ve "Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için, dilini onunla depretme..." buyurur.. Bundan sonraki ayette de, "Yok yok, siz çarçabuk geçen (bu dünyayı) seversiniz..."(Kıyame, 20) der...

3) Cenâb-ı Hak, "Daha doğrusu insan (bizzat) kendisine karşı bir şahittir. Velev ki o, (bütün) mazeretlerini (meydana) atmış olsun "(Kıyame, 14-15) buyurmuştur. İşte burada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte okurlarken, acele etmek istemişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), unuturum endişesiyle bu şekilde hareket ediyordu. Böylece, kendisine, "Sen böyle bir mazeretle yola çıktın. Ne var ki sen, ezberleme ve hatırda tutmanın, ancak, Allah'ın tevfik ve inayeti, yardımı ile olacağını biliyorsun. O halde şimdi, bu aceleciliği bırak da, Allah'ın hidayet ve tevfikine güven.." denilmek istenmiştir ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu toplamak, onu okutmak şüphesiz Bize aittir..." (Kıyame, 17) ifadesinden kastedilen budur.

4) Cenâb-ı Hak adeta, "Ey Muhammed, bu acele ediş gayen, onu, zihninde yerleştirmen ve ümmetine ulaştırmanda. Ne var ki, senin acele etmene gerek yok; çünkü insan, kendi aleyhine şahittir. Ve onlar, için için, kalbleriyle, içinde bulundukları küfür, putlara tapma, öldükten sonra dirilmeyi inkar gibi şeylerin münker ve batıl şeyler olduğunu biliyorlar. Bu durumda, artık böylesi bir acele etmenin faydası yok demektir. İşte bu sebeple, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak, "dilini onunla depretme" buyurmuştur.

5) Allahü teâlâ, o kafirin, "kaçış nereye!" dediğini nakletmiştir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Hayır, hiçbir sığınak yok. Ogün herkesin (varıp) duracağı yer ancak Rabb'min huzurudur" (Kıyame, 11-12) buyurmuştur. O halde o kafir, adeta, "Allah'tan başkasına kaçıyormuş da, bunun üzerine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen, Kur'ân'ı ezberleme uğruna, tekrar etmekten meded umuyorsun. Ama, bu, senin Allah'dan başka bir şeyden yardım umman anlamına gelir. Binâenaleyh bu yolu bırak, bu hususta sadece Allah'dan meded um!.." denilmiştir. Böylece de, adeta, "Muhakkak o kafir de, Allah'ı bırakıp da başkasına kaçıyordu. Ama sen, bunun zıddını yap.. Dolayısıyla, senin, Allah'tan başkasından kaçıp Allah'a sığınman ve maksadına ulaşabilmen için, bütün işlerinde, Allah'tan yardım umman gerekir" denilmek istenmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onu toplamak, onu okutmak şüphesiz Bize ait..." (Kıyame. 17) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bir başka sûresinde de, "Sana onun vahyi tamamlanmazdan evvel Kur'ân'ı (okumada) acele etme, "Rabbim, benim ilmimi artır" de" (Taha, 114) buyurmuştur ki, bu da, "Kur'ân ayetlerini ezberleme hususunda, tekrar etmekten değil, Allah'tan yardım um!" demektir.

6) Kaffâl'ın yaptığı açıklama da şöyledir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Dilini onunla depretme" hitabı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmış bir hitap değildir. Tam aksine bu, "O gün insana, önden yolladığı şeylerle geri bıraktığı haber verilecek.., "(Kıyame, 12) ifadesindeki "insan"a yöneltilmiş bir hitabtır. Dolayısıyla bu, o insana, fiillerinin kötü olduğunu haber verdiğinde söylenmiş bir sözdür. Zira, ona (amel defteri), kitabı gösterilerek, kendisine, "Oku kitabını... Hesap sorucu olarak, bu gün, nefsin sana yeter" (isra. 14) denilecek, o da okumaya başladığında, dili, korkunun dehşetinden ve hızlı okumasından dolayı kekeleyecek de, bunun üzerine ona, "Onunla acele etmek için, dilini depretme, kımıldatma!.. Çünkü, ya va'din, yahut da hikmeti muktezasınca, senin amellerini, senin aleyhine olarak bir araya getirmek ve onları sana okumak Bize ait bir iştir. Öyleyse, Biz onları sana okuduğumuzda, bütün bu işleri senin yaptığını kabul etmek suretiyle, o okunana uy... Sonra biz, onun durumunu ve cezasının derecelerini açıklarız..." denilecek. Yaptığımız bu tefsire göre, netice-i kelam şudur: Bu ifade ile, o kafire, bütün amellerinin tafsilatlı bir biçimde okunacağı kastedilmiştir. Ki bunda, o kimse için, dünyada alabildiğine bir tehdit, ahirette de alabildiğine bir dehşet salma amacı yatmaktadır. Kaffâl sözüne devamla şöyle der: "Bu, hernekadar hakkında eser (hadis) bulunmayan bir izah ise de, aklen kendisine karşı çıkılamayacak derecede güzeldir.

Nebilerin İsmeti

Peygamberlerin de günah işleyebileceğini ileri sürenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: Bu acele etme işi, eğer Allahü teâlâ'nın izniyle ise, daha niçin bunu ona yasaklıyor. Yok Allah'ın müsadesiyle değil ise, bu peygamberden günah sadır olduğunu gösterir.

Buna şöyle cevap verilir: Belki de bu acele etme işine, yasak gelinceye değin müsaade edilmiştir. Birşeye, bir müddet için izin verilip sonra bir başka vakitte yasaklanması akıldan uzak görülecek birşey değildir. İşte bu sebepten ötürü, neshin olabileceğini söylüyoruz.

Üçüncü Mesele

Said b. Cübeyr, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, indirilen ayetleri ezberleme işi zor geliyordu. Dolayısıyla kendisine vahiy geldiğinde, "Ezberleyemem" endişesiyle, daha Cebrail (aleyhisselâm) vahyi (okumayı) bitirmeden, o, dilini ve dudaklarını harekete geçiriyordu. Bundan dolayı Hak teâlâ yani, "Vahiy, indirilen ayet ve Kur'ân için, dilini harekete geçirme" ayetini indirdi." Böyle bir takdir yapmak (mana vermek), hernekadar daha önce bahsi geçmemiş olsa da, hâlî karineden (halden) dolayı caizdir. Bu tıpkı, "Biz onu kadir gecesinde indirdik" (Kadr, 1) ayetindeki "onu" zamirini, daha önce (sûrede) bahsi geçmediği halde, "Kur'ân'a" raci kılmak gibidir. Bu ayetin bir benzeri de, "Sana vahyi tamamlanmazdan önce Kur'ân'ı okumada acele etme"(Taha, 114) ayetidir.

Ayetteki, ifadesi, "Onu almada acele etmek için..." manasınadır.

Vahyi Korumak, Allah'ın Teminatıdır

17

"Onu toplamak ve onu okutmak şüphesiz Bize düşen bir iştir".

Bu ayetle ilgili şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetin başındaki vücûb (mecburiyet) ifade eder. Dolayısıyla ifadesi, bu işin, Allah'a adeta vacib olduğuna delalet eder. Fakat biz ehl-i sünnete göre, bu vücub Cenâb-ı Hakk'ın bunu va'detmesinden dolayıdır. Mu'tezile'ye göre ise, "Peygamber göndermenin maksadı, ancak yapılan vahiy unutulmaktan beri ve korunmuş olduğu zaman tam olur. Binâenaleyh bu vücub, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetinden dolayıdır."

İkinci Mesele

Bu ayetin manası, "Onu, senin kalbinde ve zihninde toplayıp muhafaza etmek Bize aittir" şeklindedir.

"Onu okutmak" ifadesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:

a) Buradaki "Kur'ân " ile, "okumak" manası kastedilmiştir. Buna göre şu iki ihtimal söz konusudur:

1) Bununla, Cebrail (aleyhisselâm)'in Kur'ân'ı Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'e, o onu ezberleyinceye kadar tekrar tekrar okuması manası kastedilmiştir.

2) Bununla, "Ey Muhammed, sen, unutmaz hale gelinceye değin, Biz sana okutacağız" manası kastedilmiştir ki bu da, "Sana okutacağız, böylece sen unutmayacaksın"(A'la.6) ayetiyle anlatılan husustur. Binâenaleyh birinci izaha göre, okuyan Cebrail (aleyhisselâm), ikincisine göre ise Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir.

b) Burada "Kur'ân" kelimesi ile, cem ve te'lif (toplama ve biraraya getirme) manası kastedilmiş olup, bu arapların "Hasta develeri asla biraraya toplamadım" şeklindeki deyimleri türündendir. Yine mesela Arapça'da, Amr b. Kulsum'un kızı, (rahminde) bir çocuk toplayamadı (yani hamile kalamadı)" denilir. Biz bu konuyu, (Bakara, 228) ayetini tefsir ederken izah ettik. Buna göre eğer, "Mananın böyle olması halinde, bu ayetteki cem ve Kur'ân kelimeleri aynı manaya olmuş olur. Dolayısıyla da bir (lüzumsuz) tekrar ortaya çıkar" denilirse, biz deriz ki: Buradaki "cem" (toplama) ile, o vahyin hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zihninde (göğsünde), hem de hariçte toplanması; "Kur'ân" kelimesi ile de, onun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zihninde ve hıfzında toplanması kastedilmiştir. Bu manaya göre, ayette bir tekrar olmuş olmaz.

Cebrail'in Okumasını Dinle

18

"Öyleyse Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun Kur'ân'ına (okunuşuna) uy".

Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele var:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ, Cebrail (aleyhisselâm)'in okumasını, Kendi okuması gibi saymıştır ki bu, Cebrail (aleyhisselâm)'in şeref ve kıymetinin çok büyük olduğuna delalet eder. Bunun bir benzeri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki, "Kim o peygambere itaat ederse, şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa, 80) ayetidir.

İkinci Mesele

Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Bunun manası, "Cebrail (aleyhisselâm) onu okuduğunda, sen, onun okumasını takib et" şeklindedir" demiştir, Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Katâde, "Kur'ân'ın helal ve haramına uy" manasını verirken,

b) Buna, "Onun kıraatine uy" manası da verilmiştir ki bu, "Senin, Cebrail ile birlikte - aynı anda okuman uygun düşmez. Cebrail okumayı bitirene kadar susmalı ve o sustuğunda okumaya başlamalısın" demektir. Bu izah, birincisinden daha uygundur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, okumaması, Cebrail (aleyhisselâm)'i dinlemesi, Cebrail (aleyhisselâm) bitirince okuması emredilmiştir. Burası, Kur'ân'ın helâline - haramına uyulmasının emredildiği bir yer (siyak) değildir. İbn Abbas (radıyallahü anh) "Bundan sonra, Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahiy getirince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) başını önüne eğer ve vahyi dinlerdi. O gidince de, (gelen) ayetleri okumaya başlardı" demiştir.

Kurân'ı Açıklama da Allah'a Ait

19

"Sonra onu açıklamak da Bize aittir".

Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele var:

Birinci Mesele

Bu ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte okuduğuna, ilme olan düşkünlüğünden ötürü, tam o okuduğu sırada, okunan (gelen) ayetlerin müşküllerini ve manalarını Cebrail (aleyhisselâm) e sorduğuna delalet eder. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, her iki husus da yasaklanmıştır: Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte okuması, "Öyleyse Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun okunuşuna uy" (Kıyame, 18) ayetiyle; bu esnada ayetlerin izahını sorması da, "Sonra onu açıklamak da Bize aittir" ayetiyle yasaklanmıştır.

Te'hir-i Beyan

Gerekli açıklamanın, hitab (söyleme) vaktinden bir müddet sonra da yapılabileceğini söyleyenler, bu ayeti delil getirmişlerdir. Ebu'l-Huseyn buna, şu iki şekilde cevap vermiştir:

1) Ayetin zahiri, açıklamanın hitab vaktinden sonraya bırakılmasının zorunlu (vacib) olmasını gerektirir. Halbuki siz (ehl-i sünnet) bunun vacib olduğu görüşünde değilsiniz.

2) Bize (Mu'tezile'ye) göre, ayetin lafzından kastedilen mananın bu olmadığını ihsas ettirmek için lafza, zahirinin gerektirdiği şeyin (hususların) eklenmesi gerekir. Fakat tafsilatlı izahın, sonraya bırakılması mümkündür. Binâenaleyh ayetteki bu beyan (açıklama), sonraya bırakılan ayrıntılı izahtır. Kaffal, bu hususta şöyle bir üçüncü izahta bulunmuştur: "Hak teâlâ'nın, "Sonra onu açıklamak da Bize aittir" ayeti, "Sonra Biz sana, onun açıklanması işinin Bize ait olduğunu haber veririz" manasınadır. Bunun bir benzeri de, "Köle azad etmek (...) sonra da iman edenlerden ... olmak"(Beled, 17) ayetidir.

Birincisine şöyle cevap verebiliriz: Ayetin lafzı, beyanın (açıklamanın) ertelenmesinin vücubunu (zorunlu olduğunu) değil, aksine beyanın vücubunun te'hirini (sonraya bırakılmasını) gerektirir. Bizim görüşümüz zaten böyledir. Çünkü beyanın vücubiyyeti, ancak ihtiyaç duyulduğunda söz konusu olur. İkincisine de şöyle cevap veririz: Bu ayetin başına "sümme" (sonra) edatı, mutlak açıklama hususunda gelmiştir. Dolayısıyla mutlak açıklama, hem kısa, hem tafsilatlı beyanı (açıklamayı) içine alan bir ifadedir. Kaffâl'ın izahı da, ayetin zahirini bir delil olmadan terk olduğu için, zayıftır.

Allah'a Vacib Olmanın İzahı

Hak teâlâ'nın, "Sonra onu çîklamak da Bize aittir" ifadesi, kısa (öz) açıklama işinin Allahü teâlâ'ya vacib olduğuna delalet eder. Fakat biz ehl-i sünnete göre bu, va'di ve lütfü gereği; Mu'tezile'ye göre ise hikmeti gereği O'na vacibtir.

Peşin Lezzete Müptela İnsan

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"Yok, yok! Siz çarçabuk geçeni sever, ahireti bırakırsınız".

Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele var:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi, "Buradaki," (yok, yok!) kelimesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu işte acele etmeyi yasaklayan, teenni ile harekete teşvik eden bir ifadedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Hak teâlâ'nın, "Siz çarçabuk geçeni seversiniz..." ayetindeki öğüte uyararak, bu hususta elinden gelen gayreti sarfetmiştir. Buna göre, Hak teâlâ sanki, "Ey insan oğlu, aksine siz, aceleden yaratıldınız. Dolayısıyla herşeyde acele etme karakterinizdir. Bundan ötürü de acele olan, çabuk geçen dünyayı seviyor, ahireti bırakıyor, ihmal ediyorsunuz" demiştir.

Diğer müfessirler ise, bu nın, "Gerçekten.., hiç şüphesiz" manasına olduğunu ve ayetin, "Gerçekten sizler dünyayı seviyor ve ahireti bırakıyorsunuz" manasında olduğunu; bunun da, "O insanlar dünyayı sevip, onun için çalışıyorlar. Ama ahireti terkedip, ondan yüz çeviriyorlar" demek olduğunu söylemişlerdir.

Kıraat Farkı

Buradaki iki fiil, hem tâ ile, hem yâ ile okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Ferrâ şöyle der: "Ayet, bir kavmin (topluluğun - gurubun) durumunu ortaya koymak için indiğinde, bazan muhatab, bazan da gaib sigasıyla iner. Bu tıpkı, "Siz gemilerde bulunduğunuzda ve onlar, o insanlar (sizi) alıp götürdüğünde..." (Yunus. 22) ayetinde olduğu gibidir.

b) Ebû Ali el-Fârisî şöyle der: "Bu fiiller, daha önce geçen, cümlesindeki "insan" kelimesi (gaib olduğu) için, yâ ile okunmuştur. Bu durumda bu kelime ile kesret (çoğul) manası kastedilir, yani, "İnsanların çoğu böyle yapar" demektir. Bu tıpkı, "Şüphesiz insan, sabırsız olarak yaratılmıştır" (Mearic, 19) ayeti gibidir. Buna göre mana, "O insanlar, dünyayı severler, ahireti terkederler" şeklindedir. Bu fiillerin tâ ile (muhatab olarak) okunması ise, "Onlara de ki: "Aksine sizler dünyayı seversiniz, ahireti terkedersiniz" takdirine göredir.

Sevinçten Parlayan Yüzler

22

"Yüzler (vardır) o gün, ter-ü tazedir".

Leys, "Renk, ağaç, yaprak ter-ü taze oldu" manasında, Arapça'da, denilir. "Nadra", yumuşak-taze manasınadır. "Nadir" de, yine "yumuşak" manasınadır. Binâenaleyh "nadr", herşeyin güzeli-iyisi demektir, işte bundan ötürü, parlak olan renk için, "nâdir" denilerek, mesela "ahdaru nâdir" (parlak yeşil) denilir. Buna göre ayet, "Kendisinde bir parlaklık, bir ışık bulunan yüzler vardır" demek olur. Aynen bunun gibi, parlak (gözü olan) ağaç ve bahçe manasında, denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Benim sözümü duyup da, onu ezberleyen (kafasına gönlüne koyan) kulun yüzünü Allah parlatsın" Keşful-Hafa, 2/319. deyişi de bu manadadır. Ravilerin bu fiili, şeddesiz olarak (......) şeklinde rivayet etmiştir. İkrime, Esmaî'nin bunu şeddeli olarak okuduğunu rivayet etmiştir. Müfessirler, "nâdır"ın manası ile ilgili, farklı izahlar yapmışlardır. Ama hepsi de temelde aynıdır. Mesela onlar, "sevinçli" "yumuşak", "parlak", "aydın", "güleç", "beşuş" manalarını vermişlerdir. Zeccâc da, o yüzlerin, cennet nimetlerinin sayesinde böyle olduğunu söylemiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Onların yüzlerinden, naim cennetinin parlaklığını görürsün" (Mutaffifin, 24) buyurmuştur.

Rablerini Görecel 'erdir

23

"(Onlar) Rablerine bakarlar".

Bil ki ehl-i sünnetin çoğu, mü'minlerin kıyamet günü (ahirette) Allah'ı görecekleri hususunda bu ayete tutunurlar.

Mu'tezile'nin Rûyete İtirazları

Mu'tezile'nin burada kullandığı iki mukaddime (öncül) vardır: Birincisi, ayetin zahirinin, Allah'ın görülebileceğine delalet etmediği; ikincisi, yaptıkları te'vildir. Birincisinde onlar şöyle derler: harf-i cerri ile birlikte kullanılan (baktı) fiili, "görme" manasına değil, görmeye öncüllük eden şey manasına olup, bu şey de, görme maksadıyla görülecek şeye doğru, gözün bebeğini çevirmektir. Gözün bakması (nazarı), görmeye nisbetle tıpkı, kalbin (aklın), marifete, kulak vermenin, duymaya nisbeti gibidir. Nasıl kalbin nazarı (bakması), marifetin (bilmenin) öncüsü; kulak verme duymanın öncüsü ise, gözün nazarı da, görmenin öncüsüdür."

Mutezile şöyle devan eder: "Nazarın (bakmanın), görme manasına gelmediğinin delilleri şunlardır:

1) Hak teâlâ, "Onların sana baktıklarını görürsün. Halbuki onlar görmüyorlar" (Araf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak burada, bir görme olmadığı halde, "bakma" (nazar) fiilini kullanmıştır. Böylece bu, "nazar"ın, rü'yet (görme)den başka olduğuna delalet eder.

2) "Nazar" fiili, rü'yet fiilinin almadığı sıfatları alır. Nitekim mesela, (göz ucuyla bakma) ve ikî (kızgın kimsenin bakışı gibi bakma) (memnun kişinin bakışı) denilir. Bütün bunlar, göz bebeğinin hareketinin, bu sıfatlara ve hallere delalet edişinden ötürüdür. "Rü'yet" (görme) fiili ise, bu sıfatlardan hiçbiriyle nitelendirilemez. Dolayısıyla, (......) veya (......) denilmez.

3) Arapça'da, "Görebilmen için ona bak" ve "Ona baktım ve onu gördüm" denilir ki bunlar, "ru'yet" (görme)nin, "nazar" (bakma)nın neticesi olduğuna delalet eder. Bu da, nazar ile ru'yet arasında bir farkın olmasını gerektirir.

4) Arapça'da, "Falancanın evleri mütenazır (birbirine bakar, karşı karşıya)" denilir. Bu demektir ki, burada, nazarın müsemması (bakma işi) mevcud iken, ru'yetin müsemması (görme işi) mevcut değildir.

5) Şairin şu sözü de buna delildir.

"Bir takım yüzler, Bedirgünü, kurtuluşu bekleyerek, Rahman'a nazar ediyorlardı (bakıyorlardı)." Şair, bu beytinde, ortada görme yok İken, "nazar" fiilini, harfi cerriyle birlikte kullanmıştır.

6) Ebû Ali el-Farisî de, "nazar"ın, gözün görmesi demek olan "ru'yet" manasına olmayıp, aksine göz bebeğini, görülmesi istenen şeye doğru çevirmekten ibaret olduğuna şairin şu beytini delil getirmiştir:

"Ben, defaatla ağlamam ve ana özlem çeken o ah! dolu nefeslerim buna yeter mi ki? (Bir tepeye çıkıp da) yönler içinde, senin bulunduğun o yöne doğru her ne zaman baktığımda (halimi bir düşün, kıymetimi anla).." Sonra der ki: "Eğer "nazar" (bakma), ru'yet (görme) manasına gelseydi, bu kişi, baktığı için mükafaat talebinde bulunmazdı. Çünkü seven, sevdiğini görmekten ötürü ücret (karşılık) istemez. Çünkü onu görmek zaten onun en büyük arzusudur." Ebû Ali el-Farisî sözüne devamla der ki, "Bir başka şairin şu beyti de bunun delilidir:

"Kervandaki binit hayvanları şöyle bir fersahlık mesafeyi katedince, gıllu gışsız bir aşkla yanıp tutuşan bir hüzünlü bakış..." Şair şiirindeki "nazar" (bakma) ile, gözünü sevgilinin olduğu tarafa doğru çevirme manasını kastetmiştir. "Bütün bu izahlarla, ile kullanılan "nazar" fiilinin "görme" manasına olmadığını anlıyoruz.

7) Ayetteki, (......) ifadesi, "Başkasına değil, özellikle Rabbine nazar eden" demek olup, bu mana, "mef'ûlün fiili üzere takdim edilmesi (öne alınması) durumundaki manadır. Baksana Cenâb-ı Hakk'ın "O gün duracak yer, ancak Rabbinin (huzuru)dur" (Kıyame, 12) "O gün sevkıyat yalnız Rabbine doğrudur" (Kıyame. 30), "Dikkat edin, işler sadece Allah'a döner gider" (Şura, 53) ve "Ancak O'na döndürülürsünüz." (Yasin, 83) "Dönüş ancak Allah'a dır." (Teğabun, 3) ve "Sadece O'na tevekkül eder, sadece O'na yönelirim" (Hûd.88) ayetlerinde, mef'ûllerin takdimi (öne alınması) nasıl ihtisas (mahsus kılma) manasına delalet etmektedir. İnsanların kıyamet gününde sınırlandırılmayacak ve sayılamayacak pek çok şeye bakacakları malumdur. Çünkü o günde mü'minler seyirci durumundadırlar. Zira onlar, kendilerinde artık endişe ve korku olmayan, üzüntü duymayan, güvenlik içindeki kimselerdir. Binâenaleyh ayet, bu nazarın (bakışın), sadece Allah'a olduğuna delalet edip, akıl da, onların Allah'dan başkasını görebileceklerine delalet edince, biz (Mu'tezile), "Allah'a nazar"dan maksadın, ru'yet (görme) olmadığını anlıyoruz.

8) Cenâb-ı Hak, "(Allah) onlara kıyamet günü nazar etmez" (Al-i İmran, 77) buyurmuştur. Eğer Hak teâlâ, burada "Allah onları kıyamet günü görmez" demiş olsaydı, bundan da o mana anlaşılırdı. Ama burada, görmediğini değil, bakmadığını beyan edince, bu, nazar ile ru'yetin başka manalara geldiğine delalet eder. Bütün bu izahlarla, ayette geçen "nazar"ın görme manasına gelmediği sabit olur.

Mu'tezile'nin ikinci mukaddimesi, ayetle ilgili uzun tevillerdir. Bunu da şu iki şekilde yaparlar:

1) Ayetteki, "nazır", muntazır (bekleyen, uman) manasınadır. Ayet, "Bu kimseler, Allah'ın mükafaatını beklerler" manasında olur ki bu tıpkı, "İhtiyacım onun tarafından karşılanır" manasında, "Hacetim hususunda falana nazar ediyorum" demek gibidir.

Cenâb-ı Hak da, "(Belki), elçilerinin ne ile döneceklerine nazırdır (bekler, merak eder)" (Neml, 33), "Eğer (borçlu) ödeyemeyecek bir zorluk içinde ise, ona eli genişleyinceye kadar nazıra (mühlet-bekleme süresi) verin" (Bakara, 280) buyurmuştur. (......) harf-i cerri ile birlikte kullanılan "nazar" fiilinin, intizar (bekleme-umma) manasına gelmediği, bir de "intizar"in, gam ve keder manalarına gelebileceği, bunun ise kıyamet günü saldlere (cennetliklere) uygun düşmeyeceği ileri sürülmesin. Çünkü biz (Mu'tezile) buna da şu iki bakımdan cevap veririz:

a) harf-i cerriyle kullanılan "nazar" fiili, bazan intizar (bekleme-gözleme) manasına gelebilir. Delili ise, mesela, bekleme, umma manası kastedilerek, "Ben falancanın bana ne yapacağına nazırım (bekliyorum)" denilir. Şâir de,

"Önünde deniz olduğu halde, yardım bekleyerek sana baktığımda, beni mutlulukla doldurdun..." demiştir.

Bu hususta sözün özü şudur: "Arapların "intizar" manasında, harf-i cersiz olarak kullandıktan "nazar" fiili, insanın bizzat kendisinin gelmesi beklendiğinde kullanılır. Ama insanın değil de, yardım ve bağışının gelmesinin beklenmesi durumunda ise, "nazar" fiili, ile kullanılır. Bu tıpkı bir kimsenin, "Benim nazarım önce Allah'a sonra sana, yani önce Allah'dan sonra da senden vermenizi beklerim" demesi gibidir. Bu ifadeyi, âmâ olanlar da kullanır. Nitekim bir âmâ (kör), bu manada, "Gözüm sana dikilmiş bekliyorum" der. Hem sonra biz, bunu kabul etsek bile, ayetteki harf-i cerrinden müteaddîlik manasının kastedildiğini kabul etmiyoruz. Aksine bu, "nimet" manasınadır. Buna göre takdir "O gün, bir takım yüzler güleçtir, sevinçlidir ve ancak Rablerinin nimetlerini beklemektedirler" şeklindedir.

b) İkinci sorunun yani, "intizar"in bir elem ve keder manasına geleceği, bununla cennetlikler için düşünülemeyeceği şeklindeki ikinci itirazın cevabı da şudur: İntizarda (beklemede) olan, beklediği şeyin kesinkes olacağına ve onu elde edeceğine emin ise, bu durumda (gam ve keder değil), en büyük bir lezzet ve rahatlık içindedir.

2) Ayette bir muzaf takdir edilerek, mana "Onlar, Rablerinin mükafaatına nazırdırlar, yani onu beklerler, Allahü teâlâ'nın görülmesinin imkansız olduğuna delalet edince, böyle bir te'vil yapmak gerekir. Buna karşı birisi, "O halde bu ayet, "nazar"m, gözü görülen şeye çevirme manasına gelmediğine delalet eder. Çünkü Allahü teâlâ, mesela "(Allah) Onlara bakmaz (nazar etmez)" (Al-i İmran, 77) buyurmuştur. Herhalde bu ayet ile, Allah'an gözünü onlara, yani kafirlere çevirmesi manası kasteditmemiştir. Şimdi siz bu ifadeyle, Cenâb-ı Hakk'ın o cehennemliklere, rahmet nazarıyla bakmadığı manasının kastedildiğini söylerseniz, bizim bu cevabımız onların dediklerine de cevap olur" diyebilir.

3) Ayetle ilgili üçüncü bir te'vil de şöyledir: Bu ayetin manası, "Bu yüzler, hiçbirşeye dönmez, hiçbir şeye bakmaz, ancak Allah'a dönerler" şeklinde olabilir.

Bu, "Sanki Allah'ı görüyormuşçasına Allah'a ibadet et" hadis-i şerifinden kastedilen manadır. O halde, kıyamettekiler, Allah'a alabildiğine yalvarıp-yakarmalarından, O'nun dışında herşeyden ümit kesmiş olmalarından ötürü sanki O'na nazar ediyor gibidirler."

Mu'tezile'nin İddialarına Cevap

Mu'tezile'nin bu görüşlerini şu şekilde cevaplarız: Mu'tezile'nin, "nazar", ru'yet (görme) manasına gelmez" şeklindeki görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz. Diyoruz ki bu hususta şu iki mukaddime söz konusudur.

1) "Nazar"ın, "ru'yet" manasına gelebileceğine dair delil getirebiliriz. Bunun delili şu iki şeydir:

a) Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Sana bakayım" (A'raf, 143) dediğini nakleder. Şimdi eğer, "nazar", gözü, görülecek şeye çevirmekten ibaret olsaydı, bu ayet Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Allah'ın bir mekan (yer) ve bir cihet (yön) düşünmüş olduğunu gösterir. Halbuki bu imkansızdır.

b) Burada nazar, iradeye bina edilmiştir. Böylece nazar, iradeden sonra meydana gelir. Gözbebeğini çevirip durma ise, iradeden sonra olan bir iş değildir. Şu halde nazarın, gözbebeğini, görülen şey tarafına doğru çevirmekten ibaret olması gerekli olur.

2) Doğruya daha yakın olan ikinci bir izah da şöyledir: Biz "nazar"ın, göz bebeğini, görmeyi isteyerek, görülecek şeye doğru çevirmekten ibaret olduğunu kabul ediyoruz. Fakat diyoruz ki: Bu ifadeyi hakikat (mecaz değil) manasına hamletmek imkansız olunca, sebebin ismini müsebbebe (neticeye) vererek, bunu müsebbebe yani görme manasına hamletmek gerekir. Binâenaleyh buradaki "nazar"ı görme manasına almak, intizar (bekleme) manasına hamletmekten daha evladır. Çünkü gözbebeğini çevirmek, görmenin bir sebebidir. Halbuki gözbebeğini çevirme ile intizar arasında bir ilgi yoktur. Dolayısıyla bunu, görme (ru'yet) manasına almak, intizar (bekleme-umma) manasına almaktan daha uygun düşer.

Mu'tezile'nin, "Nazar, intizar manasına gelir" şeklindeki görüşlerine karşı biz (ehl-i sünnet) deriz ki: Buna şu iki mukaddime ile cevap verebiliriz:

Birinci Mukaddime: Kur'ân'da, intizar manasına gelen nazar, çokça vardır. Fakat bu kelime, bu manada, kesinlikle, hari-i cerriyle kullanılmamıştır. Mesela Hak teâlâ, "Bizi bekleyin, nurunuzdan olalım. (Hadîd, 13) "Onlar, ancak bunun te'vilini bekliyorlar" (A'raf, 53) ve "Onlar, ancak Allah'ın (azabının) kendilerine gelmesini mi bekliyorlar" (Bakara, 210) buyurmuştur. Çeşitli manalara gelen harf-i cerri ile birlikte kullanılan "nazar"ın ise, ancak "görme" veya "görmenin kendisini takib ettiği şey (görme öncesi olan şey)" manasına geldiği açıktır. Binâenaleyh müşterekliği bertaraf etmek için, bunun "intizar" manasına olmadığını söylemek gerekir. Ama şairin, "Bedir günü bir takım yüzler, kurtuluşu bekledikleri halde, Rahman'a nazırdırlar, bakmaktadırlar" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki bu şiir, bu şekliyle uydurmadır. Sahih rivayet ise,

"Bedir günü bir takım yüzler, kurtuluşu bekledikleri halde, Rahman'a nazırdırlar, bakmaktadırlar" şeklinde olup, burada geçen Rahman sözü ile, Müseylemetü'l-Kezzâb kastedilmiştir. Çünkü müşrikler, Müseyleme'yi, Rahmânu'l-Yemâme diye adlandırıyorlardı. Dolayısıyla da, Müseyleme'nin taraftarları, ona bakıyor, onu görüyor ve düşmanının işinden kurtulma işini ondan bekliyorlardı.

Şairin, "Yardım bekleyen sana baktığında" şeklindeki sözüne gelince, buna da şu şekilde cevap verebiliriz: Şairin bunda kullandığı fiilinden "intizar-bekleme" manasının kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü sırf bekleme işi, bağışın gelmesini sağlayamaz. Tam aksine bu ifâdeden maksadı, "Senden istediğimde..." şeklindedir. Çünkü, "insana bakmak", onunla konuşmanın mukaddimesidir. Dolayısıyla da, bizatihi konuşma, bu bakma işiyle ifade edilmiştir.

Mu'tezile'nin, ayetteki ile harf-i cer olan harf-i cer kastedilmemiş, tam aksine nimetlerden birisi kastedilmiştir" şeklindeki görüşlerine gelince, biz deriz ki, bu görüşe göre, kendisine, "bu bir nimettir" denilebilen bir mahiyetin ismi olmuş olur. Buna göre de, bu müsemmanın tahakkuk etmesi konusunda, velevki çok önemsiz olsa dahi, nimet cüzlerinden bir cüz'ün bulunmadı yeterli olur. Halbuki cennetlikler, kıyametteki durakların tümünde çok mükemmel nimetler içindedirler. Durumu böyle olan bir kimseye, kendisine nimet denilebilecek bir şeyin beklentisi içinde olacağı için, onu bu ufacık şeyle müjdelemek nasıl mümkün olabilir. Bunun misali, yeryüzüne hükümran olan birisinin, bir lokma ekmek ve bir damla su beklentisi içinde olabilecek bir biçimde, "Senin durumun, bir yıl sonra, daha da güçlenecek ve kuvvetli olacaktır" diyerek, (bir lokma ekmek ve bir damla su ile), müjde vermesine benzer. Bu söz nasıl anlamsız ve temelsiz ise, bu da böyledir.

İkinci Mukaddime: Farzedelim ki, çeşitli şekillerde harf-i cerriyle birlikte kullanılarak müteaddi olan (......) maddesi, Arapça'da "intizar - bekleme" manasına gelmiş olsun. Ne var ki, bu ayeti bu manaya hamletmek mümkün değildir. Çünkü, olacağı kesin olduğu için, bekleme ve intizardan dolayı duyulan lezzet, dünyada iken de söz konusuydu.. Dolayısıyla, bu işin, ahirete teşvik etme sadedinde zikredilmesinin güzel olabilmesi için, ahirette dünyadakinden daha fazla ve ileri bir şeyin bulunması gerekir. Bu daha ileri ve mükemmel olması düşünülen bu şeyin, "olmasının yakınlığının" kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü bu, aklen bilinen bir şeydir. Binâenaleyh, Mu'tezile'nin bu manadaki tevilleri, geçersizdir, batıldır.

Mu'tezile'nin, ayetteki, "Rabbinin mükafaatlarına nazırdırlar, bakarlar" şeklinde bir mananın kastedildiğini ileri sürerek, yapmış oldukları ikinci tevile gelince, bu, ayetin zahiri manasını terketmek demektir. nların, "Biz, bu manaya, hem aklî hem de naklî delillerin, Allah'ın görülemeyeceğine delalet etm sinden dolayı varıyoruz.." şeklindeki görüşlerine gelince, biz deriz ki: Biz, bu izahların zayıflığını, akliyyâtla ilgili olan kitaplarda beyan etmiştik. Binâenaleyh, bunları burada zikretmeye gerek yok. Allah en iyisini bilendir.

Acıdan Dolayı Asık Yüzler

24

Âyetin tefsiri için bak:25

25

"Yüzler (vardır), o gün asıktır.. Anlar ki, kendisine, bel kemiklerini kırarak çok belalı bir şey yapılacak...".

"Basîr" yüzü çok ekşi olan, yüzünü döken, asan anlamındadır. Basil kelimesi ise, bundan daha ileri dereceyi ifade eder. Ne var ki, bu kelime, tağlib yoluyla, yüzünü çok ekşittiğinde, yiğit ve cesur kimse hakkında kullanılır. Buna göre mana, "O yüzler, asıktır, buruktur, döküktür, çatıktır.." demek olur. Zira, renkleri kararmış, idrak ettikleri bedbahtlıktan, Allah'ın rahmetinden ümit kestikleri ve Allah, cennetlikleri ve cehennemlikleri seçerken yüzlerini kararttığı için, o yüzlerden sevinç ve nimetin mutluluğu yok olur. fiilinin ne demek olduğu, Cenâb-ı Hakk'ın (Müddessir, 22) ayetinin tefsirinde geçmişti. Bu yüzler, bu şekli almışlardır, zira artık onlar, o ilahi azabın kendi başlarına geleceğine kesinkes inanmışlardır ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Anlar ki, kendisine, bel kemiklerini karacak çok belalı bir şey yapılacak..." ayetinden anlaşılmaktadır. Bu ayetteki "zan" maddesi, "yakîn" anlamındadır. Müfessirler de böyle söylemişlerdir. Ama bence, buradaki "zan" maddesinin bulunması, tahakküm ve alay için yer almış bir ifadedir. Buna göre adeta, "Onlar o halleri görüp müşahede ettiklerinde, içlerinde, kıyametin hak olduğuna dair bir zan meydana gelir!?.." denilmek istenmiştir.

Fakire

Ayetteki, (......) kelimesine gelince, Ebû Ubeyde şöyle der: (......) büyük bir bela, anlamına gelmekte olup, aslında bu, devenin burnunu dağlamakta kullanılan aletin adıdır. el-Esmaî de şöyle demektedir: "el-fakru", kemiğe değinceye veya oraya yaklaşıncaya değin, devenin burnunu, koparmaksızın kesmek, sonra da o kesilen yere, sayesinde o devenin güdüleceği bir ağaç parçası yerleştirmektir. İşte bundan dolayı, "o deveye, "fâkıra" uygulandı..." denilmiştir. Müberred, "tâkıre"nin, "kişinin belini kıran büyük bir belâ" anlamına geldiğini ve bu kelimenin, "omurga kemikleri dizisi" anlamına gelen (......) ve (......) kelimesindedir" demiştir. O halde bu demektir ki, ayetteki kişinin omurga kemiklerini kıran büyük belâ, anlamına gelir. Ibn Kutaybe de şöyle der. Tıpkı ve denildiği gibi, de denilir.

Bil ki, müfessirlerden, bu kelimeyi cehennemdeki çeşitli azablar manasına alanlar vardır. Kelbî de, kişinin, Rabbini görmesine, O'na bakmasına engel olan şeydir" demiştir.

Can Boğaza Gelince

26

"Gözünüzü açın, o köprücük kemiğine dayandığı zaman...".

Zeccac şöyle der: "Buradaki "kella", dünyayı ahirete tercih etmekten meneden bir ifadedir. Buna göre sanki, "Siz, saidlerin ve şakilerin ahiretteki saadetlerini ve şekavetlerini anladığınıza, ahiretin dünya ile kıyas edilemeyeceğini bildiğinize göre, dünyayı ahirete tercih etmekten vazgeçin ve taahhuk ettiğinde dünyadan kopacağınız ve kendisinde ebedi olarak ahirete intikal edeceğiniz önünüzdeki ölüm konusunda dikkatli olun" denilmek istenmiştir.

Diğerleri de buradaki "kellâ"nın (gerçekten) manasına geldiğini ve ayetin takdirinin, "can köprücük kemiğine dayandığında, şöyle şöyle olur.." şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki bunun maksadı, Hak teâlâ'nın ahiret hallerinin azamet ve dehşetini beyan edince, mutlaka dünyanın sonlu olacağını, bitip tükeneceğini, herkesin o ölüm acısını yudumlayacağını beyan etmesidir. Mukatil de bu ayete, "kâfir, kıyametle ilgili şeyleri tasdik etmez. Fakat onun ölümü ve ölümün elemlerini yudumlamayı ve ölümün afetlerine katlanmayı savuşturamayacaktır" şeklinde mana vermiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra, ruhun bedeni içinde bırakıp ayrıldığı o hali anlatmak Üzere "O, köprücük kemiğine dayandığı zaman..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle iki mesele var:

Birinci Mesele

"Köprücük kemiğine dayanan" şeyden maksad, "nefis" veya "ruh"dur, yani "Bunlar, köprücük kemiğine dayandığında.." demektir. Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz onu biz indirdik" (Kadir,1) ayetinde olduğu gibi, muhatabca malum olduğundan dolayı, daha önce bahsi geçmeyen şeyi zamirle anlatmıştır.

"Terakî" kelimesi "terkure"nin cemî olup, bu da, iki omuz başı ile göğsün üst kısmı arasındaki kemiktir. Bil ki "nefs"in veya "ruh"un (canın) buraya varıp dayandığı söylenerek, ölümün yaklaştığı kinâî olarak anlatılmak istenmiştir. Düreyd'in şu beyti de bu manadadır:

"Bazı büyük belalar vardır; nefis kendisini savunur, müdafaa eder; ama bu arada, can da, (nerdeyse) boğaza çıkmıştır." Bu ayetin bir benzeri de, (can) boğaza geldiğinde" (Vakıa, 83) ayetidir.

Üçüncü Mesele

Bazı tenkidciler şöyle demişlerdir: "Nefs (can), kalbten ayrıldıktan sonra köprücük kemiğine ulaşır. Nefis (can) kalbi terkedince, hiç şüphesiz ölüm meydana gelir. Halbuki ayet, can köprücük kemiğine geldiğinde, insanda hayatın devam ettiğine delalet etmektedir. Bunun delili, sûredeki (ileride gelen), "Tedavi edebilecek kim?" denildi..." (Kıyame, 27) ayetleridir."

Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Buradaki, "O (can), köprücük kemiğine dayandığı zaman..." ifadesiyle "Bu hal yaklaştığında..." manası kastedilmiştir.

İyileştirme Çaresi Arayışı

27

"Tedavi edebilecek kim?" denildi (denilecek)".

Bu ayetle ilgili, iki mesele var:

Birinci Mesele

Ayetteki "râk" ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

1) Bu ifadenin, "rukye" kökünden olması... Arapça'da, birisi bir şey vasıtasıyla hastanın şifa bulmasını istediğinde, denilir. Nitekim "Seni Bismillah diyerek, Allah'ın yüce adına dayanarak tedavi ediyorum" denilir. Bu izaha göre, bu sözü söyleyen kimseler, ölümle yüz yüze bulunan o insanın etrafında bulunanlar olmuş olur. Buna göre, bu soru, istifham-ı takriri olabilir. Buna göre onlar sanki, o hasta için, onu bundan kurtaracak, ona okuyup üfleyecek bir doktor bulmayı arzulamış olurlar. Bu sorunun, istifham-ı inkarı (olumsuzluk ifade eden bir soru) olması da muhtemeldir. Nitekim bir kimse ümitsizliğe düştüğünde, "Ölümle yüzyüze kalan bu insanı, kim bundan kurtarabilir?" der.

2) Buradaki "râk" kelimesi, fiilindendir. Nitekim ayet (isra, 93) bu manadadır. Bu izaha göre, bu sözü söyleyenler melekler olmuş olur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Melekler, kalite yaklaşmak istemezler. Bunun üzerine ölüm meleği, "Bu kafire kim yaklaşacak?" der. Kelbî de, Kişi ölürken, Ölüm meleğinin yamsıra, yedisi rahmet, yedisi de azab meleği olmak üzere ondört melek daha bulunur. Binâenaleyh kişinin nefsi (canı), köprücük kemiğine vanp dayandığında, onlar birbirine, hangisinin onun ruhunu alıp göğe yükselteceğini sormak için bakarlar. İşte (kim yükseltecek) ifadesi bu manadadır" demiştir.

İkinci Mesele

Vahidî şöyle demektedir: "Ağız harfleri ile birlikte kullanılan "nûn"u izhar ile okumak güzel bir şeydir. Ama buradaki 'in nûn'unu izhar ile okumak caiz değildir." Hafs, Âsım'ın buradaki nûn ile 'deki lâm'ı izhar ile okuduğunu (yani sekte yaparak okuduğunu) rivayet etmiştir. Ebû Ali el-Fârisî'de, "Ben bu okuyuşun sebebini izah edemiyorum" derken, Vahidî şöyle demektedir: "Bunun izahının şöyle olduğu Buradaki maksad, ve üzerinde vakıf yaparak izhar ile okumak sonra da, gelen ifadeyle söze yeniden başlamaktır. Fakat bu beğenilen bir okuyuş değildir.

28

"Ve o, hakki bir ayrılış olduğunu zannetti".

Müfessirler şöyle demektedirler: "Buradaki "zan" ile, o kimsenin artık dünyadan ayrıldığını kesinkes anlayıp inandığı manası kastedilmiştir. Belki de insan, ruhu bedenine takılı kaldığı müddetçe, Hak teâlâ'nın, "Yok yok, siz çarçabuk geçen (dünyayı) seversiniz" (Kıyame, 20) ayetinde de buyurduğu gibi, bu dünyayı alabildiğine sevdikleri için, dünyada kalmayı istiyor, bundan ümit kesmek istemiyor, dolayısıyla da kesin öleceğini anlamak istemiyor. Aksine hayatta kalacağına zann-ı galib besliyor. Belki de Cenâb-ı Hak, onların bu tür inançlarını, alay etmek için, "zan" diye ifade etmiştir." Bil ki bu ayet, ruhun, kendikendine kâim (yeterli) bir cevher olup, ölümden sonra da kaldığına delalet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, ölüme burada "ayrılış" adını verdi. Ayrılış ise, ruhun baki kalması durumunda söz konusu olur. Çünkü ayrılma ve birleşme, birer sıfattır. Sıfat ise bir mevsufun mevcudiyetini gerektirir.

Duruşmaya va Doğru Sevkiyat

29

Âyetin tefsiri için bak:30

30

"Bacak da bacağa dolaştı mı, o gün sevk yalnız Rabbinedir".

İltifat, biraraya gelmek-toplanmak demek olup, tıpkı, "Sizi biraraya getireceğiz" (isra, 104) ayetinde olduğu gibidir.

"Sâk"ın ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Bu, büyük - müthiş, zor iş demektir. Nitekim me'ânî alimleri şöyle demektedirler: "İnsanı, bir sıkıntı sardığında, onu üzmek için paçaları sıvar. Bundan ötürü, zor ve çetin işlere sâk (bacak) denmiştir. Nitekim Araplar, harp iyice kızışıp şiddetlendiğinde, "Harp sâkı (bacağı) üzerine kaim oldu" derler. Ca'dî de şöyle der: "O, adeta savaşın kardeşidir, eğer savaş onu ısırırsa, o da onu ısırır... Yok onun başına işler açarsa, o da onun başına nice işler açar..." Daha sonra sözüne devamla (me'ânî âlimleri) şöyle der: "Ayetteki bu ifadeyle, "Dünyadan, dünyanın lezzetlerinden kopup ayrılma şiddeti ile, dünyadan çekip gitme şiddeti biraraya geldiği zaman, yahut aileyi, çocuğu, malı ve makamı geride bırakmanın sıkıntısı ile, düşmanların sevinip dostlarının kederlenmesi sıkıntısı biraraya geldiği zaman..." demektir. Velhasıl ortada, ahirete gitme, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkmanın sıkıntıları gibi pek çok sıkıntılar var. Yahut da, "Dostları - ahbapları terketmenin sıkıntısı ile, yabancı bir yurda gitmenin sıkıntısı biraraya geldiğinde..." demektir.

Sâk

İkinci Görüş: Buradaki "sâk" ile, o belli uzuv (bacak baldır) kastedilmiştir. Bu görüşte olanlar şu izahları yapmışlardır:

1) Şa'bi ve Katâde, burada bahsedilen bu iki sâk (bacak) ile, ölümle yüzyüze kalan kimsenin bacaklarının kastedildiğini söyleyerek, "Can çekişen kimsenin, ayaklarının birini diğerine nasıl sardığını görmedin mi?" demişlerdir.

2) Hasan el-Basrî ve Sa'îd b. Müseyyeb, bu iki bacak ile, ölen kimsenin kefene konulduğunda, iki ayağının bağlanışının kastedildiğini söylemişlerdir.

3) Kişi öldüğünde, bacakları kurur (cansızlaşır), dolayısıyla da birbirine dolanır.

Daha sonra Hak teâlâ, "O gün sevk yalnız Rabbine'dir" buyurmuştur. Mekâl kelimesinin fiilinin mimli masdarı olması gibi, "mesak" da fiilinden mimli masdardır. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifadeyle, "kendisine sevkedilen" yani Hak teâlâ kastedilmiştir.

b) Bununla, o gün bu sevk işini yapanın Rab Teâlâ olduğu kastedilir ve buna göre mana, "Bunların şevki, Allah'a havale edilmiştir.

Kafirin Hali

31

Âyetin tefsiri için bak:33

33

“İşte o, tasdik etmemiş, namaz da kılmamış. Fakat üstelik yalanlamış ve arkasını dönmüş. Sonra da çalım sata sata yürüyerek ehline gitmişti”

Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ bu kimsenin, itikad, amel dünya hayatı bakımından nasıl çalıştığını anlatmıştır. İtikadla ilgili olarak,o, din namına hiçbirşeyi tasdik etmemiş, aksine dini yalanlamıştır. İbadet açısından ise o, namaz kılmamış, aksine sırtını dönmüş ve yüz çevirmiştir. Dünyasına dair olarak da bu kimse ailesine, böbürlenerek, çalım satarak, sakınarak gider-gelir.

Bil ki bu ayet, kafir kimsenin, iman etmemesi yüzünden, zemm ve ikâb-ı ilahiye müstehak olması gibi, namazını terketmesi yüzünden de yine bunlara müstehak olduğuna delalet eder.

İkinci Mesele

Ayetteki "tasdik etmediği, namaz kılmadığı..." belirtilen kimsenin kim olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu, "İnsan, zanneder mi ki her halde Biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz?" (Kıyame,3) ayetinde bahsedilen insandır. Baksana Hak teâlâ'nın, "İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyama, 35) beyanı da, "O, kıyamet ne zaman? diye sorar" (Kıyame, 6) ayetine atıftır.

2) Ayet, Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki (......) kelimesiyle ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bunun aslı, (......) şeklinde olup, manası, "kasılarak, uzun adımlarla yürür" şeklindedir. Çünkü, böbürlenen, salına salına yürüyen kimse, adımlarını uzun atar... Bu demektir ki, buradaki son b (ti), yâ'ya çevrilmiştir. Ve bu tıpkı, (......) kelimesinin aslının, "iz sürdü, takıp etti" olması ibidir.

b) Bu kelime, (......) kökünden olup, bu kelime de "sırt" anlamındadır. Çünkü, bu kimse, (salınır ve kaşıtırken), sırtını büker ve eğer... Nitekim hadiste de, "Ümmetim, böbürlenerek salınarak yürüdüğünde..." Kenzu'l-Ummal 11/3096. buyurulmuştur.

Dördüncü Mesele

Arap dilini iyi bilenler, buradaki edatlarının, manasına geldiğini, dolayısıyla da ayetteki ifadelerinin manasına geldiğini ve bu ifadenin tıpkı (Beled. 11) ayetinde olduğu gibi anlamında olduğunu bilirler. Nitekim hadiste de, "Ne yemiş, ne içmiş, ne de ağlamış (ses çıkarmış) olmadan dünyaya gelen cenin hakkında ne dersin?" Müslim, Kaseme, 38 (3/1311).

Kisaî de şöyle der: "Ben, Arapların hiç, bu gibi ifadelerde, ister açık isterse gizli olsun, bu gibi yerlerde peşinden bir başka ifadeyi eklemedikçe, bu tarz ifadeler kullandıklarını görmedim. Meselâ, açıkça ifade edilene gelince, mesela onlar, "ne de falanca" demedikçe "Abdullah hariç değil"; ve mesela, "iyilikte bulunmaz" demedikçe, "ihsanda bulunmayan bir adama rastladım" demezler. Mukadder olanına gelince, bu da Cenâb-ı Hakk'ın (Beled,11) ifadesinde olduğu gibidir. Çünkü Allahü teâlâ önce böyle buyurmuş, sonra da, araya cümle-i itiraziyye sokarak (Beled, 12) demiş, peşinden de (Beled, 13) buyurmuştur. Bu kelamın takdiri, "O sarp yokuşa sarmada, köleyi azad etmedi, yoksulu da doyurmadı.." şeklinde olur. Böylece bu demektirki, Cenâb-ı Hak, tek bir yerde demekle yetinmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin takdirinin şeklinde olduğunu da söyleyenler de vardır.

Yalanlayan Kafirin Layıkı

34

Âyetin tefsiri için bak:35

35

"Hoşlanmadığın her şey başına gelsin. Çünkü layıksın.. Yine, hoşlanmadığın şey başına gelsin. Zira, layıksın...".

Nüzul Sebebi

Katâde, Kelbî ve Mukâtil şöyle demektedirler: "Allah'ın resulü, Ebû Cehil'in elini tuttu, sonra da diyerek onu tehdit etti, bunun üzerine Ebû Cehil, "Hangi şeyle beni tehdit ediyorsun? Sen ve Rabbın, bana hiçbir şey yapamazsınız. Ben, bu vadi halkının en şereflisiyim" demiş, sonra da elini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinden çekip gitmişti.. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Ebû Cehil'e dediği gibi, Allahü teâlâ aynı anlamda olmak üzere bu ayeti inzal buyurdu.

Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin anlamı, demek olup, bu da, kişinin başına, hoşlanmayacağı şeylerin gelmesi için ona beddua etmek anlamına gelir." Kadî, "Ayetin manası, artık bütün bunlardan sonra, Allah'ın rahmeti senden uzak olsun! Gerek dünyan hususunda, gerekse ahiretin hususunda hep tökezleyesin..." şeklindedir" derken, diğer bazıları, bunun manasının, "Bütün bunlardan sonra, veyl ve yazıklar sana olsun" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Kaffâl da, şöyle der: "Bu hususta şu izahlar da yapılabilir:

1) Bu, Allahü teâlâ'dan, kafirler için vaki olan ilk tehdittir.

2) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, düşmanına söylediği, düşmanının da kendisini aziz ve kıymetli olduğunu sandığı için yadırgadığı bir şeydir. Dolayısıyla Allahü teâlâ, işte bu ifadelerin aynısını indirmiştir. (Yani, "Ben de öyle diyorum" anlamında).

3) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'ın düşmanlarına böyle söylemesini, nebisine Allah'ın emrettiği bir emirdir. Buna göre mana, "O, ailesine böbürlene böbürlene çekip gitti. Binâenaleyh ey Muhammed, ona de ki yani, "sakın, ayağını denk al! Çünkü, başına, takad getiremeyeceğin derecede kötülükler gelmesi çok yakındır..." şeklinde olur.

İnsan Gayesiz Mi Yaratıldı?

36

Âyetin tefsiri için bak:37

37

"insan, kendisinin başı boş bırakılacağım mı sanıyor. O; dökülen meniden bir damla su değil miydi?".

Yani, "İnsan, kendisini, dünyada emredilmeyen, yasak konulmayan, mükellef tutulmayan; ahirette de yaptıklarının hesabını vermeyen, manasız, başıboş bir varlık mı sanıyor?" demektir. Çünkü, Arapça'da başıboş, manasız, terkedilmiş anlamlarına gelir. Nitekim Arapça'da, "devemi başıboş bıraktım, saldım, terkettim" anlamında denilir.

Ahiretin Gerekli Oluşu

Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrenin başlarında, "Yoksa insan, o kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanar..." (Kıyame. 3) buyurunca, sûrenin sonunda da bu ifadeye, tekrar yer vermiş, Öldükten sonra dirilme ile kıyametin varlığının doğruluğu hususunda şu iki delili getirmiştir.

Birinci Delil: Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?" ayeti olup, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü o kıyamet saati şüphesiz gelecektir. Ben onu, hemen açıklayacağım geliyor, ki herkes neye çalışıyorsa kendisine onunla mukabele edilmiş olsun" (Taha. 15) ifadesi ile, "Yoksa Biz, iman edip de güzel güzel amel edenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız... "(Sad,28) ifadesi olup, izahı şöyle yapılabilir: Mükellef tutmadan, kendisine itaati emretmeden, kötü şeylere karşı yasaklar koymaktan, yapabilme gücü, vasıtası ve akıl verme işi Cenâb-ı Hakk'ın kötü fiillere razı olmasını gerektirir ki, bu da, O'nun hikmetine uygun düşmez. Binâenaleyh, bu demektir ki mutlaka mükellef tutması gerekir. Yükümlü kılma ise, kerim ve rahîm olan zata, ancak bir mükafaat yurdunun, öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin olması ile uygun ve makul olur. Haşrin olabileceğine dair İkinci delil, ilk yaratma ile, yeniden yaratma hususunda yapılan istidlal olup, bu da Cenab-ı Hakk'ın "O, dökülen meniden bir damla su değil miydi?" (Kıyame. 36) ayetidir. Bu ayetle ilgili olarak iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Nutfe, "az su" demek olup, çoğulu "nitâf" ve nutef şeklinde gelir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "O, babanın sulbünde, anasının sinesinde, azıcık bir su değil miydi?" demiştir. Ayetteki tabirinin manası ise, "anasının rahmine dökülen., bir sudan" şeklinde olup, biz bu hususta ilgili açıklamayı, Necm, 46 ve Vakıa, 58 ayetlerinin tefsirinde yapmıştık.. Buna göre şayet, "Ayette, meni kelimesinden sonra bir de "akıtılan, dökülen.." fiilinin getirilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki, böyle denilmesindeki hikmet, o kimsenin halinin önemsizliğine bir işarettir. Buna göre, adeta, "O, necasetin çıkış mahalli demek olan bir kanaldan sudur eden bir meniden yaratılmıştır. Mal böyle olunca, bu gibi şeylerin, Allah'a taattan yüz çevirmesi, bu hususta büyüklenmesi uygun düşmez" denilmek istenmiştir. Ne var ki Allah, bu manaya böyle bir rumuzla îma etmiştir ki, bu tıpkı, def-i hacette bulunmaları kastedilerek, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Meryem hakkında, "Onlar yemek yiyorlardı.." (Maide, 75) denilmesi gibidir.

Kıraat Farkı

Bu sûrede hem yâ ile hem de tâ ile okunmuştur. Binâenaleyh, ile okunması halinde fiilin tahtındaki zamir, ye raci o takdiri, "o, meniden akıtılan bir nutfe değil miydi?" şeklinde olur.

Nutfeden Alakaya

38

Âyetin tefsiri için bak:40

39

Âyetin tefsiri için bak:40

40

"Sonra o, bir alaka olmuş, derken (Allah onu), insan biçimine koyup yaratmış, uzuvlarını düzenlemiştir. Hülasa, ondan erkek-dişi iki sınıf çıkarmıştır. (Bütün bunları yapan Allah), ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir? (elbette kadirdir)".

(......) yani, "O insan, bu nutfenin peşinden bir alaka haline geldi" demektir. Ayetteki, cümlesi hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) "Yarattı, ölçüp biçti, düzeltti ve ince bir düzen verdi."

b) yani, "ona ruhunu üfledi; yani, uzuvlarını, kemale erdirdi" demek olup, bu İbn Abbas ve Mukâtil'in görüşüdür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak,buyurmuştur. Yani, "O, insandan, iki sınıfı halketmiştir.." Sonra da, bu iki sınıfın neler olduğunu belirterek, "erkek ve dişiyi.." buyurmuştur. Yani, "Bu tür şeyleri yoktan var eden Allah, sizleri yeniden yaratmaya kadir değil midir?" demektir. Rivayet olunduğuna göre: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ayeti okuyunca "Seni noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederiz, elbette kadirsin!.." demiş. Hamd, âlemlerin Rabbine, salât ve selâm, peygamberlerin efendisi, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun aline ve ashabına olsun (âmin)!

0 ﴿