İNSAN SÛRESİ

Bu sûre, 31 ayet olup, Mekkî'dir.

Hiçten Yaratılan İnsan

1

"İnsanın üzerine, uzun devirden öyle bir zaman geçti ki, (o vakit), o anılmaya değer bir şey bile değildi?"

Hel Soru Edatının Kad Manası

Alimler, hem buradaki, ayetin başındaki (Gaşiye, 1) ayetinin başındaki edatlarının manasına geldiği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim sen, "Falancanın yaptığını gördün mü?" dersin ve bunu, "Sen onu, onun'gördüğünü kesinkes bildiği halde söylersin.." Ve yine sen, "Sana va'z u nasihatta bulundum mu? Sana bağışta bulundum mu? dersin. Bu ifadelerle senin maksadın, senin ona muhakkak (......) bağışta bulunup öğüt verdiğini anlatmandır.

Bu tabir bazan da, "istifham-ı inkarî" anlamına gelir. Nitekim sen, hiç kimse kadir otamaz anlamında, "Böylesini kim yapabilir? dersin. Ama bunun istifham manasına geldiği açıktır, 'in burada istifham manasına gefmeyişinin delili şu iki şeydir:

1) Rivayet olunduğuna göre, Ebû Bekir bu ayeti dinleyince, "Keşke o iş, o zaman bitmiş olsaydı da, biz de imtihana çekilmeseydik..." demiştir. Şimdi şayet bu ifadenin başındaki istifham manasına gelseydi, Ebû Bekir demezdi. Çünkü istifhama, ya ya da denilerek cevap verilir. Binâenaleyh bu cümle, istifham cümlesi değil de haber cümlesi olunca, böyle bir cevabın getirilmesi güzel ve yerinde olmuştur.

2) Allah'ın böyle bir soru sorması muhaldir. Binâenaleyh bu cümlenin, "haber cümlesi" manasına alınması gerekir.

Birinci Mesele

Alimler, buradaki insanın kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

1) Bu cümleden olarak bir gurub müfessir, bununla Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in kastedildiğini söylemiştir. Bu fikri benimseyenler şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bu ayette önce Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in yaratılışından bahsetmiş daha sonra da çocuklarının yaratılışını, "Muhakkak ki Biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık" (İnsan, 2) buyurarak anlatmıştır.

2) Ayette bahsedilen "insan" ile, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) kastedilmiştir. Delili ise, "Muhakkak ki Biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık" (İnsan, 2) ayetidir. O halde bu demektir ki her iki yerde geçen "insan" sözüyle aynı şahıs kastedilmiştir. Takdirin böyle olması halinde, ayetin manası "nazmı" daha güzel olmuş olur.

İkinci Mesele

Ayetteki, (bir devir) ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, uzun bir süre demek olup, aslında sınırsız bir zaman dilimidir.

b) Bu zaman, "kırk yıl" ile sınırlanmıştır. Binâenaleyh bu "ayette geçen "insan" sözü ile Adem (aleyhisselâm) kastedilmşitir" diyenler, buradaki mananın, "o, kendisine ruh üfleninceye değin, kırk yıl çamur olarak bekledi" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in kırk yıl çamur, kırk yıl hame-i mesnûn (kokuşmuş çamur), kırk yıl "sal sal" (pişmiş çamur) halinde kaldığını, böylece de yaratılışının yüzyirmi senede tamamlandığını söylemiştir. O halde bu demektir ki insan (Adem (aleyhisselâm), bu müddet içinde o, "anılmaya değer birşey" değildi.

Hasan el-Basrî de şöyle der: "Yer ile gökleri yarattığı müddet olan altı günde Allahü teâlâ, bütün herşeyi, yani karada ve denizde görülen görülmeyen bütün herşeyi yaratmış ve Adem (aleyhisselâm)'in yaratılmasını sona bırakmıştır. İşte ayetteki, "(o vakit) o, anılmaya değer bir şey değildi" ifadesiyle kastedilen budur. Buna göre eğer, "Tîn" (çamur-kil), "salsâl" (pişmiş çamur), "hame'in-mesnûn" (kokuşmuş çamur) hallerinde, kendine ruh üflenmezden önce Hazret-i Adem (aleyhisselâm), henüz "insan" değildi. Halbuki ayet, o henüz anılmaya değer bir şey değilken, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in insan sayılması hali üzerinde uzun bir süre geçtiğini ifade ediyor" denilirse, biz deriz ki: "Tîn (çamura) ve salsâl'a insan şekli verilip ve ileride buna ruh üflenecek böylece de insan olacak diye, hakkında bir hüküm (takdir) bulununca, bu önceki dönemleri de "insan" diye adlandırmak yerinde olur. Zaten ayetteki İnsan sözü ile, "nefs-i natıka" (konuşup düşünen insafın kastedildiğini, bunun ise bedenler yok iken var olduğunu söyleyenlere göre, böyle bir problem söz konusu değildir. Bil ki ayetin bu dikkat çekişinin maksadı, insanın muhdes (mahluk-sonradan olma) bir varlık olduğunu belirtmektir. İnsan böyle olduğuna göre, mutlaka onun kadir bir muhdisi (var edicisi) vardır.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "(O vakit) o, anılmaya değer bir şey bile değildi" ifadesi, "el-insan" dan "hal"dir. Buna göre, sanki "O insan üzerinde, anılmaya değer bir şey olmadığı halde, bu kadar süre geçmiştir" denilmek istenmiştir. Yahut da, bu ifade,: (......) kelimesinin sıfatı olarak merfudur. Buna göre ifadenin takdiri, "Şüphesiz o insan üzerinde, kendisinde henüz birşey olmadığı bir süre geçmiştir" şeklindedir.

Nutfeden Yaratılan İnsan

2

"Şüphesiz Biz, insanı, karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işiüci, görücü yaptık".

Bu ayetle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:

Emşac

"Meşe", arapçada, "karışma" manasınadır. Nitekim birisi birşeyi karıştırdığı zaman, fiili kullanılır. O halde, "emşac", "karışan şeyler" demektir. İbnü'l-Arabî, bu kelimenin müfredinin,şekillerinde olduğunu söylemiştir. Arapça'da, birşeyi birşeye karıştırdığında, tıpkı ‘halit" denildiği gibi "meşîc" de denilir, yine "karışmış" manasında, "mahlut" denildiği gibi, "memşûc" da denilir. Huzelî bir beytinde şöyle der:

"Okun yüzü ile, okun iki ucundaki gezi, hedefe isabet edemeyip, sadece azıcık kana bulaştı." O, bu beyti ile, oku "hedefine isabet etmeme ve ucundaki tüyü ile ucunun ufacık bir kan ile karışmakla" tavsif etmiştir. Keşşaf sahibi, "emşâc"ın, müfred olup, cemî olmadığını; delilinin ise bunun, müfred bir kelimenin sıfatı olduğunu, o müfred kelimesinin "nutfe" olduğunu; ve yine mesela "nutfetun meşîcun" dendiğini, dolayısıyla da "emşac" kelimesinin, "meşîc"in çoğulu olduğunun söylenemeyeceğini, aksine bu iki kelimenin de, müfred oluşta birbirine denk kelimeler olduğunu ve mesela bu ifadeye benzer ifadelerin de "bir bölüm - bir tomar" demek olan, (eski elbise) ve (esen büyük sahra) gibi ifadeler olduğun söylemiştir.

Karışım Halinde Nutfe

Alimler "nutfe" (meni)nin "karışık" olmasının ne demek olduğunda çeşitli izahlar yapmışlardır. Bu cümleden olarak ekserisi bunun, tıpkı, "O, babanın sulbü ile ananın sinesinden çıkar"(Tarık,7) ayetinde ifade edildiği gibi, erkeğin nutfesinin (menisinin), kadının nutfesi (menisi) ile karışma demek olduğunu söylemişlerdir. Mesela Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Bu erkeğin beyaz ve kalın suyunun kadının sarı ve İnce suyu ile karışması demektir. Bu iki su birbiriyle karışır ve bundan çocuk meydana gelir. Binâenaleyh sinirler, kemikler ve çocuktaki güç-kuvvet, erkeğin suyundan (menisinden), et ve kan ise kadının menisinden oluşur" demiştir.

Mücahid de, bu kelime ile nutfenin renginin kastedildiğinin sarı olduğunu söylemiştir. Abdullah (b. Mes'ûd) (radıyallahü anh) ise, bu ifadeyle, çocuktaki damarların kastedildiğini söylemiştir. Hasan el-Basrî de, ayetin manasının, "kan" ile, yani "hayız kanı ile karışmış nutfe" şeklinde olduğunu; çünkü kadının suyunun, erkeğin suyu ile karşı karşıya gelip de kadın hamile kaldığında, bu nutfenin, kadının hayzını engellediğini, dolayısıyla nutfenin hayız kanına karıştığını söylemiştir. Katade de, "emşâc"ın o suyun öncs hayız kanıyla karışıp, sonra "alaka", sonra da "mudga" (bir lokma et parçası) olması demek olduğunu söylemiştir. Bütün bu görüşlerden, "emşâc"ın, bir cismin bir sıfattan bir sıfata, bir halden başka bir hale geçmesi manasına geldiği anlaşılmaktadır. Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, o nutfeye insandaki sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluk gibi, mevcut olan tabiî fılrt bir karışımı meydana getirmiştir. Dolayısıyla ayetin takdiri, "Karışım halinde bir nutfeden" şeklindedir. O halde bu demektir ki burada, muzaf olan "zate" kelimesi mahzuftur." Bu kelimeyle ilgili olarak yapılan açıklamalar, burada tamamlanmıştır.

Bazı alimler de şöyle derler: "Bu görüşlerden en uygunu, ayetteki ifade ile, erkeğin ve kadının nutfelerinin (menilerinin) karışmasının kastedilmiş olduğunu söyleyen çörüştür. Çünkü Allahü teâlâ o nutfeyi, "emşâc" diye tavsif etmiştir. Halbuki nutfe, ' alaka" olduğunda, artık "nutfe" diye isimlendirilmez. Fakat bu delil, ayetin bu ifadesi ile, o nutfenin "toprak, su, hava ve ateş" ile karışık (emşâc) olduğunu söyleyen görüşü zedelemez.

İmtihan İçin Yaratılış

Ayetteki, "Onu imtihan ediyoruz" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir kaç mesel var:

Birinci Mesele

Bu ifadenin takdiri, "Onu imtihan etmek için.." şeklindedir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Hakkını vermek için..." manasında, "Geldim, borcunu vereceğim" demesi gibidir. Yine, "Senden bağışta bulunmanı istemek için..." manasında "Geldim, senden bağış istiyorum" demesi gibidir. İşte ayetteki bu ifade de takdirindedir. Bunun bir bnezeri de, ayetidir. Bu da, takdirindedir.

İkinci Mesele

Ayetteki bu ifade, "hal" cümlesi olup, "onu imtihan etmek isteyenler olarak..." manasında, imtihan etmek isteyenler olarak onu yarattık" takdirindedir.

Üçüncü Mesele

Bu ayet hakkında şöyle iki görüş ileri sürülmüştür.

a) Ayette bir takdim-tehir var. Bunun takdiri, şeklindedir.

b) Böyle bir takdim-tehir olduğunu söylemeye gerek yok. Çünkü ayetin manası, "Biz o insanı bu karışık şeyden, öldükten sonra dirilmek için (ba's) için değil, aksine imtihan ve ibtila için yarattık" şeklindedir. Daha sonra Hak teâlâ, o insana, sayesinde, imtihanın yapılabileceği şeyleri verdiğini, bunların ise sem' ve basar (duyma ve görme) olduğunu belirterek, "Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık" buyurmuştur. Buradaki semi-basar (işitici, görücü) ifadeleri, insanın anlayış ve temyiz kabiliyetinden bir kinayedir. Nitekim Hak teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, babasına "Niçin duymayan görmeyen şeylere tapıyorsun?" (Meryem, 42) dediğini nakletmiştir. Hem bazan semî (işitici, söz dinleyen) kelimesi ile, itaatkâr manası kastedilir. Nitekim Arap, "Başım gözüm üstüne, hemen..." der. Basir (gören) sıfatı ile de "bilen" manası kastedilir. Nitekim arapçada, "Bu işin erbabı, mütehassısı falancadır" manasında, denilir. Bazı kimseler de, "Aksine buradaki bu iki kelime ile, insanın o malum iki organı (gözü ve kulağı) kastedilmiştir. Allahü teâlâ insandaki duyu organlarının en kıymetlileri ve önemlileri bunlar olduğu için, Özellikle bu ikisini zikretmiştir" demişlerdir.

Doğru Yol İnsana Gösterildi

3

"Gerçekten Biz ona yolu gösterdik: îster şükredici ister nankör olsun".

Allahü teâlâ insanı, terkibini yapıp, ona zahirî ve batını hisseler (duyular) verdikten sonra, ona hidayet ve delalet yollarını beyan ettiğini de belirtmiştir. Bu ayetle ilgili şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bu ayet insana, duyu organlarının verilişinin, aklın verilişinden önce gibi olduğunu göstermektedir. Durum da böyledir. Çünkü insan başlangıçta, eşyayı bilmekten uzak olarak yaratılmıştır. Fakat Allahü teâlâ insana, bu tür bilgileri elde etmesine yardımcı olacak alet ve edevat (vasıtalar) vermiştir. Bunlar da zahiri ve batini duyulardır. Binâenaleyh kişi hissedilmek özelliğinde olan şeyleri, hissedip idrak ettiğinde, bunlar arasında, ortak olan ve olmayan noktaların bulunduğunu görür ve o bunlardan, mesela menfî (olumsuz) ile müsbetin (olumlu)'nun bir arada bulunamayacaklarını, ikisinin birden yok olamayacaklarını ve bir bütünün, kendisini meydana getiren parçalardan daha büyük olduğunu bilmemiz gibi, ilk doğru bilgileri çıkarır. Bu ilk bilgiler, işte akıl vasıtasıyla elde edilir. Çünkü bunları biraraya getirmek (mukaddimeler kurup, kıyaslar yapmak) ile, bilinmeyen nazari (teorik) bilgileri bilinir hale getirmek mümkündür. Böylece hissin (duyuların) var oluşta, akıldan önce oldukları sabit olur. İşte bundan ötürü, "Duyularını kaybeden ilmi kaybeder" denilmiştir. Bazı kimseler de, insanın "semî" ve "basfr" (duyan ve gören) oluşu ile, aklın kastedildiğini söyleyerek, "Cenâb-ı Hak, önceki ayette (bu ifadelerle) insana akıl verdiğini beyan edince, bu ayette de, kendisi için yolların seçilmesi, neyi yapmasının gerekli, neyi yapmasının yasak olduğu onun tarafından anlaşılsın diye, insana o aklı verdiğini beyan etmiştir" demişlerdir.

Sebil

"Sebîl", gidilen-takib edilen yol” demektir. Binâenaleyh bu ayetteki "sebîl" ile hayır ve şer yollan, kurtuluş ve helak yolları kastedilmiş olabilir. Buna göre ayetteki, ifadesi, "Biz insana, bu iki yoldan herbirini tanıttık ve açıkladık" demek olur. Bu yönüyle ayet tıpkı, "Biz ona iki de yol gösterdik" (Beled, 10) ayeti gibi olur. Buradaki el-sebîl (yol) kelimesi, cins ismi olabilir. İşte bundan ötürü, müfıöd olarak getirilmiştir ve tıpkı, (Asr,2) daki "el-İnsan" gibidir. Buradaki el-sebîl (yol) ile, "hidayet yolu" da kastedilmiş olabilir. Çünkü bu kelime, mutlak olarak zikredildiğinde, bu isme uygun, bilinen-meşhur yol kastedilmiş olur. Ama "sebîlü'd-dalâlet" denildiğinde ise, bu izafetle kullanılan (takyîd edilen) bir yol olmuş olur. Baksana Allahü teâlâ da, "Biz büyüklerimize ve liderlerimize itaat ettik de, onlar da bizi yoldan (esse-bil) saptırdılar" (Ahzab, 67) buyurmuştur ki bu ifadeyle onların onları hidayet yolundan saptırdıklarını kastetmiştir. Bu fikri benimseyenler, ifadesine, "Biz ona gösterdik" manasını vermişlerdir. O insana hak ve hidayet yolu gösterilmesi (öğretilmesi) durumunda da, bu kimsenin, bu yolun dışında kalanlardan kaçınması gerektiğine dikkati çekilmiş olur. Binâenaleyh bu lafız, işte bu açıdan her iki yolun da kastedildiğinin bir delili olmuş olur.

Hidayet Etme

"Yola hidayet etme" ifadesiyle, delillerin yaratılması, hidayete sevkeden aklın yaratılması, peygamberler gönderilmesi ve kitabların indirilmesi kastedilmiştir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Ölen delil üzere ölsün diye, ey insan biz seni önce imtihan etmek için yarattık ve sana ihtiyaç duyduğun herşeyi, ama herşeyi verdik" demektir. O halde bu ifadenin manası, "Biz hidayeti arattık" değildir. Baksana Allahü teâlâ önce "sebîl" (yol)dan bahsetmiş, sonra da "Biz ona o yolu gösterdik" manasında, "Onu yolu hidayet ettik" demiştir.

Dördüncü Mesele

Ferrâ, bu ifadenin takdirinin, şeklinde olduğunu söylemiştir ki, her üç şekil de Arapça bakımından caizdir.

İman ve İnkar İnsana Alt

Hak teâlâ'nın itster şükredici, ister nankör olsun "ifadesiyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bununla ilgili olarak birkaç görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Ayetteki, "şâkiren" ve "kefûren" kelimeleri, daki "hû" zamirinden iki "hal" olup, takdir, "O insan, şâkir veya kefûr olduğu halde, Biz ona o yolu gösterdik" şeklindedir. Buna göre mana, Allah'ın hidayet ve irşadıyla ilgili herşey, gerek küfür ve gerekse iman halinde, tamam olmuş olur.

İkinci Görüş: "Şâkiren" ve "kefûren" kelimeleri, mukadder bir fiili ile mansubtur ve takdiri, "İster kâfir, ister şâkir olsun" şeklindedir

Üçüncü Görüş: Ayetin takdiri manası, "Biz ona o yolu, ya şâkir ya kefûr (nankör) olsun diye gösterdik" şeklinde olup, bu da şükrü kendisi nankörlerden, taatı da günahtan ayırsın diye, ona bu yolu gösterdik" demektir. Bu tıpkı, "Hanginizin daha güzel amel edeceğini, Allah denesin diye... "(Mülk, 2); "Andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah kimlerin sadık, kimlerin yalancı olduğunu bilsin diye... "(Ankebüt, 3) ve "Sizin mücahidleriniz ile sabredenlerinizi bilelim diye sizi imtihan ederiz" (Muhammed, 31) ayetleri gibidir. Kaffâl şöyle der: "Yapılan bu tefsire göre, buradaki "hidayetin" mecazi manada kullanımı, bir kimsenin, "Ben sana öğüdümü yaptım. Şimdi istersen kabul et, istersen etme" manasında, şeklindeki sözüdür, yani bu ifade, .. takdirindedir. Binâenaleyh bu cümlede "fa" hazfedilmiştir. Binâenaleyh ayetin takdiri de, şeklindedir. Burada da "fa" hazfedilmiştir.

Bu ifadenin bir tehdid ifadesi olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Biz o yolu sana gösterdik. Şimdi ister şükret, ister küfret. Çünkü Biz kafirlere şunu. şakirlere de şunu hazırladık" şeklinde olup, tıpkı, "Dileyen iman etsin, dileyen kafir olsun" (Kehf, 29) ayeti gibidir.

Dördüncü Görüş: Bu iki kelime, "sebîl" kelimesinden İki "hal"dir, yani, "Biz ona, ya şükrederi yol olarak, ya da kafir yol olarak, yolu gösterdik" demektir. Yolun "şükreden" ve "kafir" diye vasfedilmesi mecazidir.

Bil ki bu geçen görüşlerin hepsi de Mu'tezile mezhebine uygundur.

Ehl-i Sünnetin Tefsiri

Beşinci Görüş: Ehl-i sünnet mezhebine uygun olan el-Ferrâ'nın da tercihi olan bu görüşe göre, bu ayetteki lîı Hak teâlâ'nın "O (Allah) bunları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini kabul edecek" (Tevbe, 126) ayetindeki gibidir ve ayetin takdiri, "Biz ona yolu gösterdik" sonra onu (kimini) bazan bir şakir, bazan (kimini) bir kafir kıldık" şeklindedir. Bu te'vili (tefsiri), kelimeyi Ebu's-Simâl'in rivayeti de te'kid eder. Buna göre ayetin manası, "Ya şakir olur ki bu Bizim muvaffak kılmamız sayesindedir. Ya kafir olur ki bu da, Bizim hızlanımız, onu mahrum bırakmamız iledir" şeklindedir.

Mu'tezile'nin İddiasına Cevap

Mutezile. "Bu te'vit batıldır, yanlıştır. Çünkü, Allahü teâlâ bu ayetten sonra, kafirleri tehdid ederek, "Biz kafirler için zincirler, bukağılar ve alevlendirilmiş bir ateş hazırladık" (İnsan, 4) buyurmuştur. Eğer kafir küfrü Allah'dan ve Allah'ın yaratmasıyta olmuş olsaydı, O'nun bundan dolayı kafiri tehdid etmesi caiz olmazdı. Dolayısıyla bu te'vil yanlış olunca, doğru olanın, birinci görüş (te'vil) olduğu sabit olur. O da şudur: Allahü teâlâ, bütün mükellefleri hidayete sevketmiştir, ister iman etsin ister inkar etsinler." Bu izah ile mücebbirenin (ehl-i sünnet'in), "Allahü teâlâ kafiri imana sevketm em iştir" şeklindeki görüşünün batıl olduğu ortaya çıkar" derler.

Alimlerimiz buna şöyle cevap verir: "Allahü teâlâ, kafirin iman etmeyeceğini bilip, sonra da onu iman etmekle mükellef tutunca, o kafiri, imanın olmayacağına dair ilim ile imanın var olması arasını cemetmekle mükellef tutmuş olur. Bu, birbirine zıt iki şeyi biraraya getirmekle mükellef tutmaktır. Eğer bu tehdid ve va'idin sakıt olması yani olmaması için bir özür (mazeret) olsaydı, Allah'ın onda küfrü yaratması ve bunun va'idinin sakıt olmasında bir özür olmaması da caiz olurdu. Bunun böyle olduğu sabit olunca, ehl-i sünnetin bu te'vüinin gerçek, Mu'tezile'nin görüşüne uygun te'vilin ise yanlış olduğu ortaya çıkar. Bu izah ile Mu'tezile'nin görüşünün yanlışlığı görülür.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ insana olan nimetlerini zikretti. Önce dünyevi nimetlerden bahsetti sonra bunun peşisıra dini nimetleri zikretti. Sonra bu taksimi zikretti.

Bil ki buradaki "şâkir" ve "kefûr" kelimelerini, "şükür fiilini yapan" ve "nankörlük fiilini işleyen" diye tefsir etmek mümkün değildir. Çünkü aksi takdirde ayetin üslubundaki (sınırlama) gerçekleşmez. Aksine "şâkir"den murad, "Yaratıcısına şükretmesi gerektiğini kabul ve itiraf eden", "kefûr"dan murad da, "Şükretmesi gerektiğini kabul etmeyen" kimse olmuş olur. Bu kabul etmeyiş ya Yaratıcıyı inkar edişinden dolayıdır, ya da, Yaratıcıyı kabul etse bile, O'na şükretmesi gerektiğini inkar edişinden dolayıdır. İşte bu durumda, yani bu mana verildiğinde, "hasr" gerçekleşir ki o da şudur: Mükellef, ya şâkirdir, ya kefûrdur. Bil ki Haricîler bu ayeti itaatkar ile kafir arasında ortada kalan bir kısmın olmadığı görüşlerine delil getirerek "Çünkü şâkir (şükreden), itaatkar olandır; nankör ise kafirdir. Allahü teâlâ, bunların ortasında (üçüncü bir) kısmından bahsetmemiştir. Bu, her günahın küfür, her günahkarın da kafir olmasını gerektirir" demişlerdir. Bil ki bizim (yukarıda) söylediğimiz izah bu problemi ortadan kaldırır. Çünkü buradaki "şâkir"den murad, "şükür işini yapan, şükreden kimse" değildir. Zira bu "tarden ve ahsen" batıldır. Bu "tarden" batıldır çünkü mesela bir yahudi de, Rabbisine itaatkar olmadığı halde, bazan şükredici olabilir. Bir fasık (günahkar) da, Rabbisine itaatkar olmadığı halde, bazan şakir olabilir. Yine bu "aksen" batıldır çünkü mü'min bazan, ne şükür ile ne de nankörlük ile meşgul olmayıp, sakin ve her iki fiilden de uzak olabilir. Böylece ortaya çıkıyor ki ayetteki "şakir"i bu manada tefsir etmek mümkün değil. Aksine buradaki "şakir"i, "şükretmesi gerektiğini kabul eden kimse", kefur'u da, bunu kabul etmeyen kimse diye tefsir etmek gerekir. "Hasr" işte bu durumda sabit olur ve onların soruları tamamen sakıt olur. Allah en iyi bilendir.

Kafirlerin Cezası

4

"Muhakkak Biz kafirler için zincirler, bukağılar ve alevlendirilmiş bir ateş hazırladık".

Bil ki Allahü teâlâ her iki topluluğu zikredince bunun peşisıra, va'îd ve va'dini zikretti.

Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Fiilin masdarı olan (i'dad) bir şeyi kendisine, ihtiyaç duyulduğunda hazır hale gelsin diye hazırlamaktır. Bu, Hak .Teâlâ'nın, "O, Bizim katımızda hazırdır" (Kaf,23) ayetindeki "atîd" kelimesi gibidir. Buradaki zincirler ile, o (kafirlerin) ayakları bağlanır; bukağılar ile de, elleri boyunlarına bağlanır. Ayetteki "sa'îr" kelimesi, onlar üzerine yakılıp, kızgın hale getirilen, böylece kendilerinin de onun için odun haline geldikleri ateş (cehennem) manasınadır. İşte bu, en ileri bir korkutma ve çekindirme çeşididir.

Cehennem Şimdi Mevcuttur

Alimlerimiz bu ayeti, cehennemin zincirleri ve bukağıları ile yaratılmış (halihazırdan mevcud) olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü ayetteki "hazırladık" kelimesi, mazide (bir işin yapılmış olduğunu) haber veren bir ifadedir. Kâdî ise "Allahü teâlâ bunu kesin olarak va'dedince, o sanki mevcutmuş gibi olmuştur" demiştir. Buna karşı deriz ki: Sizin söylediğiniz bu mana, ayetin zahirini terketmektir. Halbuki zahiri terketme yoluna, ancak bir zaruret olduğu zaman gidilir.

Farklı Kıraatler

"Selâsil" kelimesi tenvin ile (......) şeklinde okunmuştur. (İnsan. 15-16) ayeti de böyle tenvinle okunmuştur. Bazı kıraat imamları tenvinsiz olarak vasıl yapıp elif üzere de vakıf yapmışlardır. Binâenaleyh bunu tenvinli okuyup munsarıf sayan kıraat için, iki izah şekli vardır:

1) Ahfeş, "Biz, araplardan, gayr-ı munsarıf olmayan bütün kelimeleri munsarıf kılanlar gördük. Bu şairlerin dili (ve adetidir). Çünkü onlar, şiirde bu tür şeylere mecbur kalırlar ve dolayısıyla (bazan) gayr-ı munsarıf bir kelimeyi, munsarıf kılarlar. Böylece onların dilleri (lehçeleri - adetleri) hep böyle cereyan eder" demiştir.

2) Bu çoğul kelimeler, müfredlere benzerler. Çünkü araplar mesela, "Yusuf'un arkadaşları" manasında derler. Binâenaleyh onlar, bunu müfred munsarıf bir cemi gibi, cemi yapınca, bu tür cemileri de müfred munsarıf gibi saymışlar, böylece de munsarıf kılmışlar (tenvinli okumuşlardır). Fakat bunları gayr-ı munsarıf görenler, bu kelimeyi tıpkı "sevamla... mesâcide" (Hacc, 40) kelimeleri gibi okumuşlardır. Vakıf halinde, bu gibi kelimelerin sonuna elif getirilmesine gelince, bu tıpkı, "zunûna", "resûla", "sebîla" kelimelerinin sonuna elif getirilişi gibi olur. Böylece bu, şiirin kafiyesindeki "ıtlâk"a benzemiş olur.

İyilerin Mükafaatı

Daha sonra Hak teâlâ, mü'min ve şakir olanlar için hazırladığı şeylerden bahsederek şöyle buyurmuştur:

5

"Şüphesiz İyiler, kâfur katılmış dopdolu bir kadehten içecekler".

Ebrar, tıpkı "Rabb"in çoğulunun "erbâb" oluşu gibi, "berr"in çoğuludur. "Berr"in ne demek olduğu hususundaki izahımız, (Bakara, 117) ayetinin tefsirinde geçmiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra, bu erbabı verilen çeşitli nimetler içerisinden, içecekleri şeyleri anlatarak, .. . demiştir ki bu, "İçinde (cennet) şarabı bulunan bir kabtan içerler" demektir. İşte bundan ötürü, Ibn Abbas (radıyallahü anh), Mukâtil, Cenâb-ı Hakk'ın, buradaki kadeh ile içindeki içkiyi kastettiğini söylemişlerdir.

Ayetle İlgili İki Soru

Ayetle ilgili olarak şöyle iki soru sorulabilir:

1. Kafur Karıştırmak Lezzet Vermeyebilir

Birinci Soru: Kâfurun karışması halinde, bu şarab lezzetli olmaz. Öyleyse, Cenâb-ı Hak niçin burada bundan bahsetmiştir?

Buna şöyle birkaç şekilde cevap verebiliriz:

1) Kâfur, suyu, kâfur beyazlığı, kokusu ve soğukluğunda olan bir cennet gözesinin adıdır. Fakat bunda, kâfurun hoş olmayan tadı ve zararı yer almamıştır. Buna göre ayetteki ifadenin manası, "Bu şarab, o gözenin suyu ile karışmış (böylece güzelleşmiş) bir şarabtır" şeklinde olur.

2) Kâfurun kokusu arazdır. Dolayısıyla bu ancak bir cevherde bulunur. Binâenaleyh Allahü teâlâ o şarabın cevherinde bu kokuyu yaratınca, tadı güzel olsa bile, buna "kâfur" adını vermiştir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, o "kâfûr"u, cennette, leziz, kendisinden zararlı maddeleri alınmış ve bu içecekle karıştırılmış bir biçimde yaratmasında ne sakınca var? Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinde her türlü zararın bulunmasına rağmen, dünyadaki yiyecek ve içecek şeyleri zararlı maddelerden arındırması gibidir.

2. Kâne Fiilinin Buradaki Manası

İkinci Soru: (......) ifâdesindeki (......)'nin getirilişindeki fayda nedir?

Cevap: Bazı kimseler, bunun zâid olduğunu, takdirinin ise, şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Mananın, "Allah'ın ilminde ve hükmünde, katkısı kâfur olan..." şeklinde olduğu da söylenmiştir.

Cennet Pınarı

6

"(O kâfur) bir pınardır ki, onu, ancak Allah'ın makbul kulları içerler. Onu, nereye isterlerse kolayca akıtırlar, fışkırtırlar...".

Birinci Mesele

Şimdi biz, "kafûr"un, o nekirin ismi olduğunu kabul edersek, ayetteki (......) kelimesi, ondan bedel olmuş olur.

Takdiri, "... bir pınarı kastediyorum" şeklinde olmak kaydıyla, istersen bu kelimenin medh üzere mansub olduğunu da söylersin... Ama biz, "kafûr"un, kâfur denilen o şeyin ismi olduğunu söylersek, bu ayetteki aynen (......) kelimesi, bir muzafın hazfedildiği takdir edilmek kaydıyla, ifâdesinin mahallinden bedel olmuş olur. Buna göre, adeta "Bir gözenin içecekleri olarak o içeceği içerler.." denilmek istenmiştir. Bu takdire göre bu demektir ki, kelimenin başındaki muzafa hazfedilmiş, muzafun ileyhi onun yerine ikame edilmiş..

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, önceki ayette, (......) buyurmuş, burada ise, (......) demiş, böylece orada, aynı fiili (......) ile, burada ise (bâ) ile kullanmıştır. İki ifade arasındaki fark şudur: (......) onların içeceklerinin evveli ve içme işinin başlangıcıdır. Ama, (......) ifadesine gelince, onlar o içeceklerini bu gözenin suyuyla mezcederler. Buna göre mana adeta, "Allah'ın kulları o içkileri o göze, pınar ile, onunla karıştırarak içerler" şeklinde olmuş olur ve bu tıpkı, senin, "Suyu balla içtim..." demen gibidir.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "onu, (ancak), Allah'ın kulları içerler" ifadesi, genel bir ifadedir. Dolayısıyla bu, Allah'ın kullarının tümünün ondan içeceğini ifade eder. Halbuki kâfirler, ittifakla, ondan içemeyeceklerdir.. Böylece bu, "Allah'ın kullan" kavramının, sırf iman edenler için kullanılan bir kelime olduğuna delalet etmektedir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, kulları için küfre razı olmaz..." (Zümer,7) ifadesi, kafirleri şümulüne almaz, tam aksine mü'minlere mahsus bir ifade olmuş olur. Buna göre ayetin takdiri, "Mü'min kulları için küfre razı olmaz" şeklinde olmuş olur. Binâenaleyh bu ayet, Allahü teâlâ'nın, kafirin küfrünü irade etmediğine delalet etmez. Ayetteki, "Onu, (nereye isterlerse kolayca) akıtırlar, fışkırtırlar" cümlesine gelince, bunun anlamı, "Onlar o pınarın suyunu, oturdukları yerden, istedikleri tarafa kolayca akıtabilirler ve onlar bu imkânı elde edip kullanırlar" şeklindedir.

Ödül Vesilesi

Bil ki, Allahü teâlâ, "ebrâr"ın ahirette elde edeceği mükâfaatı tavsif edince, o mükafaatı haketmelerine vesile olan amellerin de neler olduğunu açıklamıştır. Bunlardan birinci nevini, "Onlar adaklarını yerine getirirlerdir" (İnsan, 6) ayetinin ifade etmiş olduğu husus olup, bununla ilgili birkaç mesele vardır.

Nezr

Bir şeyi "ifa" onu tastamam yapmak demektir. "Nezr"e gelince, Ebu Müslim şöyle der: "Nezr, va'd gibidir, ona denktir.. Ne var ki, bu iş kullar tarafından olduğunda buna "nezr"; Allah tarafından olduğunda ise buna "va'd" denilir. Şeriat örfünde ise bu lafız, hususen, bir kimsenin, "Allah için, bana, şöyle şöyle... tasaddukta bulunmam farz olsun.." demesidir. Yahutta kişi, bunu, mesela, "Eğer, hastam iyileşirse; gurbette olanım gelirse; üzerime, şöyle şöyle .. yapmam farz olsun.." demek suretiyle, Allah'tan istediği herhangi bir şeye bağlar. Alimler, bir kimsenin bu sözleri mesela "Falanca bu eve gkerse, bana şöyle şöyle yapmak boynumun borcu olsun.." demesinde olduğu gibi, kendisinde iyilik bulunmayan bir şeye talik etmesi, bağlaması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kimileri, bu tür ifadeleri bir yemin kabul ederken, kimileri bunu, "nezr" kabuletmişlerdir. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Müfessirler bu ayeti tefsir ederken, şu görüşlere yer vermişlerdir.

Birinci Görüş: Buradaki "nezr" ifadesi ile sadece "nezr" kastedilmiştir. Esamm, bu konuda şöyle der: "Bu onları, adaklarını tastamam yerine getirmekle niteleyen bir ifadedir. Çünkü, kendisine farz kıldığı, yapmasını adadığı şeyi yerine getiren bir kimse, haydi haydi yerine getirir." Bu tefsir, son derece güzeldir.

İkinci Görüş: Ayetteki "nezr" ile, ister, ta baştan Allah'ın farz kılmasıyla, isterse mükellefin kendisine farz kılması ile olsun, mükellefe vacib olan her şey kastedilmiştir. Dolayısıyla, bu kavramın muhtevasına iman etmesi ve her türlü taatte bulunması gibi hususlar da girer. Bu böyledir, zira "nezr"in manası îcâb'dır, üstlenilen şeyi yerine getirmektir.

Üçüncü Görüş: Kelbi, bu kelime ile, "akit ve akitler"in kastedildiğini söylemiştir ki, bunun bir benzeri de, "Ahdinizi yerine getirin ki, ben de ahdimi yerine getiririm..."(Bakara, 40) ifâdesidir. Ki, Cenâb-ı Hak bu ayette, farzlarını, (mükellefin yapmakla mükellef olduğu şeyleri), "and" diye nitelemiştir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Akülerini yerine getiren..."(Maide.,1) buyurmuş, bunlara "ukûd" adını vermiştir. Çünkü mükellefler, imana olan itikadları sebebiyle, bunları kendilerine ahd etmiş, üstlenmişlerdir.

İkinci Mesele

Bu ayet, yapılan akitlere vefa göstermenin vücubiyyetine delalet etmektedir. Çünkü, Allahü teâlâ, bu ifadenin hemen peşinden, "Ve onlar şerri yaygın olan günden korkarlar" buyurmuştur ki, bu onların, bu akitlerini, o günün kötülüğünden korunmak için tastamam ifa ettiklerini ifade eder.. O günün şerrinden "korkmak" ise, ancak nezrleri ifa etmenin vacib olması durumunda tahakkuk eder.Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, "Pekiştirdikten sonra, artık yeminlerini bozmayın..."(Nahl, 91) buyruğu ile, "Sonra kirlerini gidersinler. Adaklarım yerine getirsinler.." (Hac, 29) emri ile de pekişir. Ayetten, "kendi nefislerine farz, gerekli kılmış oldukları o amellerini tastamam yerine getirsinler..." manasının da kastedilmiş olması muhtemeldir.

Üçüncü Mesele

Ferrâ ile maânî alimlerinden bir cemaat şöyle demektedirler: cümlesindeki âtf zaiddir. Ama burada ise, mahzuftur. Takdiri ise, şeklindedir. Birisi şöyle diyebilir: ifâdesindeki 'nin zaid olmadığını beyan ettik. Ama bu ayette ise, bir Oif takdir etmeye gerek yoktur. Zira, Allahü teâlâ, dünyada iken ebrârın iyi kulların "içiyor..." olduklarını beyan etmiştir ki, bu, "içeceklerdir" demektir. Çünkü, muzarî sigalan, hem hal, hem de istikbâl manalarını ifâde ederler. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların elde edecekleri bu mükafaatın sebebinin, onları şu anda, ahiretlerini tastamam yerine getirmiş olmaları olduğunu belirtmiştir.

Allahü teâlâ'nın, ebrârın yaptığını belirttiği amellerden ikinci çeşidi ise

7

"Şerri yaygın olan bir günden korkarlardı.,."

ayetinin beyan ettiği husustur. Bil ki, taat, ancak, niyyetin amelle birlikte bulunması durumunda, tamam ve mükemmel olur. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak demek suretiyle, onların bir amelde bulunduklarını nakledince, "... günden korkarlar"demek suretiyle de, niyyetlerinin mevcudiyyetini nakletmiştir ki, bunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ameller, ancak niyetlere göredir... Buhari,bed'u'l-vahy 1. hadisiyle ortaya koymuştur. İşte bu İki hususun ikisinin birden bulunması sebebiyle, Allah bu kimselere, "ebrâr" adını vermiştir. Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle birkaç soru sorulabilir:

Ebrâr

Birinci Soru: Kıyametin halleri ve dehşetlerinin tümü, "Allah'ın fiili"dir. "Allah'ın fiili" olan her şey ise, mahza hikmet ve adalettir. Peki nasıl Allah, kıyametin hallerini ve dehşetlerini "şer" olarak, nitelemiştir?

Cevap: Bunlar, tıpkı, hastalıkların ve diğer hoşa gitmeyen şeylerin "şerler" diye adlandırılması gibi, başına gelen kimseye bir zarar ve bir sıkıntı, zortuk olduğu için, "şer" adını almışlardır.

Müstetîr

İkinci Soru: "Müstetîr " ne demektir?

Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Her tarafa yayılan, en ücra köşelere dahi ulaşan., demek olup, bu, Arapların, "Yangın yayıldı..." ve "şafak söktü, her taraf aydınlandı..." sözlerine varıp dayanır. (......) fiili, (......) kökünden olup, tıpkı, (nefret etti...) kökünden olması gibidir. İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak, velî kullarını vasfederken, "En büyük korku onları hüzünlendirmez" (Enbiya, 103) buyurmuştur. Peki daha nasıl, o günün şerrinin her tarafı sardığı söylenebilir" denilirse, biz deriz ki, buna da şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Kıyametin dehşetleri çok çetindir. Baksana, gökler, çatlayıp yarılır ve adeta, kum yığını haline gelir, yıldızlar dökülür, saçılır, güneş ve ay dürülür, büzülür, melekler semayı boşaltıp semanın bucaklarına kaçar şu andaki yer, bir başka yer haline gelir, dağlar kökünden sökülüp atılır, denizler kaynar... İşte bütün bu müthiş şeyler, bütün mükelleflere ulaşanı onları saran genel şeylerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün sen, emziren her kadının, emzirdiğinden gafil olduğunu görürsün" (Hac,2) ve "Çocukların saçlarım ağartan, (ihtiyarlatan) günden..."(Müzzemmil, 17) buyurmuştur. Ancak ne var ki, Allahü teâlâ, Kendi lütfü ile veli kullarını, bu korkunç korkulardan emin kılacaktır.

b) Bu ifade ile, "O günün şerri, asî ve facir kimseleri sarar kuşatır... Mü'minlere gelince, onlar bundan emin olurlar.." manası gibi olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "En büyük korku onlan hüzünlendirmez... "(Enbiya, 103), "Bu gün size korku yok, bu gün siz mahzun da olmayacaksınız" (Zuhruf, 68) ve "Bizden bu hüznü gideren Allah'a hamd olsun..."(Fatır, 34) ayetlerinde olduğu gibidir. Ancak ne var ki, ilahi cezaya müstehak olanlar, mükafaat ehline nisbetle, çok çok fazladırlar. Binâenaleyh, bu demektir ki, burada mecazi olarak, "ekser", "kül", "bütün" yerine konulmuştur.

2) "Mustatîr", ehline çabuk ulaşan, anlamındadır. Bu görüşü benimseyen kimse, adeta, "tayeran - uçmak" kökünden, "hızlı gitmek, çabuk ulaşmak" manasını elde etmek istemiştir.

Üçüncü Soru: Peki Cenâb-ı Hak niçin, (......) buyurmuş da, "Şerri her tarafı kuşatacak olan..." dememiştir?

Cevap: Bu ifadede, her ne kadar (......) mazi olarak gelmişse de, ancak ne var ki, muzari manası kastedilmiş olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın,(Ahzab,15) buyurup da, bununla muzari manasını kastetmemesi gerekir. Bu ifade ile,

"Bunun şerri, Allah'ın ilminde ve hikmetinde, her tarafı kuşatmıştır" şeklinde bir mananın kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, bir mazeret beyanında bulunarak, "Bu zararın her tarafı sarması, hikmetinin bunu iktizâ etmiş olmasından dolayıdır" demiştir. Bu böyledir, zira âlemin nizamı, ancak va'd ve vaîd ile sağlanır. Ki, bu ikisi, yerine getirilmeleri vacib olan bir husustur. Çünkü, benim kelamımda, yalanın bulunması imkânsızdır.." demek istemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki, "Bunun böyle olması, hikmetine göre, şart idi. İşte bundan dolayı böyle yaptım.." buyurmuştur.

Yemeklerini Din Kardeşlerine Rağmen Vakfetmeleri

Ebrârın yaptığı işlerden üçüncü çeşidi de Cenâb-ı Hakk'ın,

8

Âyetin tefsiri için bak:10

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"(Yemeğe olan) sevgilerine rağmen yoksulu, yetimi, esiri doyururlardı, "biz, size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür isteriz. Çünkü biz, Rabbimizden, o asık suratlı ve çetin günden korkarız..." derlerdi.."

ayetlerinin ifade ettiği husustur.

Bil ki, bütün taatler, şu iki şeyde, yani Allah'ın emirlerine alabildiğince saygt duymada ki Cenâb-ı Hak buna, ifadesiyle-, ve, mahlukata şefkat duymada, ki buna da ifadesiyle işaret etmiştir- toplanmıştır. Burada şöyle birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Ebû Bekir el-Esamm, Ebû Ali el-Cübbâî, Ebu'l-Kasım el-Ka'bî, Ebû Müslim el-İsfehanî ve Kadî Abdulcebbar İbn Ahmed... gibi Mu'tezile'nin ileri gelenlerinden hiç kimse, tefsirlerinde, bu ayetlerin, Ali İbn Ebf Talib (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu söylememişlerdir. Ama, bizim alimlerimizden Vahidi, Kitâbu'l-Basit adlı eserinde, bu ayetlerin Hazret-i Ali hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

Mukâtil'den olan Keşşaf sahibi de, bu kıssaya yer vermiş ve İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şunu rivayet etmiştir: "Hasan ve Hüseyin (radıyallahü anh) hasta olmuşlardı. Derken, bir takım kimselerle beraber, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), bunları ziyaret etti. Bunun üzerine o kimseler, "Ey Ebu'l-Hasan, keşke çocuğundan ötürü (onun iyileşmesi için) bir adakta bulunsanl.." dediler. Bunun üzerine, Ali, Fatıma ve cariyeleri Fıdda, "Eğer, Cenâb-ı Hak bu ikisine şifa verirse, üç gün oruç tutacakları adağı"nda bulundular. Derken, Hasan ile Hüseyin iyileştiler. Ama, adakta bulunanların yanında, yiyecek namına hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine Ali, Hayberli bir yahudi olan Şem'ûn'dan, üç "sâ " arpa borç aldı. Derken, Fatıma, bir "sâ' "ını un haline getirdi, kendi sayılarınca beş tane çörek pişirdi- Oruçlarını açmaları için, onlar, bunları önlerine koydular. Derken, tam o sırada, yanıbaşlarına bir "sâil" dikiliverdi.. Ve, "Ey Muhammed'in ehl-i beyti, es-Selâmu aleyküm... Ben, müslüman yoksullardan bir yoksul, bir miskin... Beni doyurun ki, Allah da sizi cennet sofralarından yedirsin, içirsin..." dedi. Bunun üzerine onlar, bu yoksulu tercih ettiler. Derken, su içme hariç, hiçbir şey yemeden gecelediler ve oruçlu olarak sabahladılar. Akşam olunca da, o yiyeceği yeniden önlerine aldılar. Tam o sırada yanıbaşlarında, bir yetim beliriverdi. Bu sefer de bunu tercih ettiler. Derken, üçüncüsünde de kendilerine bir esir geldi. Onlar, yine aynı şeyi yaptılar. Sabah olunca da, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Hasan ve Hüseyin elinden tutarak, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)'nün yanına girdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları, açlığın şiddetinden dolayı tıpkı bir civciv gibi tirtir titrerken görünce, "Sizde gördüğüm bu şey beni ne kadar üzdü?!.." dedi, sonra kalktı ve onlarla beraber gitti. Derken, Fatıma'yı da, kamı sırtına yapışmış, gözleri çukurlaşmış bir biçimde, odasında buldu. Bu da, onu üzdü.. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) inerek, "Ey Muhammed, Allah, ehl-i beytin hakkında seni tebrik ediyor" dedi ve ona, sûredeki bu ayetleri okuttu." Birinciler, (yani ilkin zikredilen Mu'tezilîler) ise şöyle demektedirler: "Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, mahlûkatı denemek ve imtihan etmek için yarattığından bahsetmiş, daha sonra da herkese hidayet yolunu gösterdiğini ve engelleri ortadan kaldırdığını beyan etmiş, sonra da insanların "şükreden" ve "küfrân-ı nimette bulunan; kâfir" diye bölündüklerini söylemiş, kafirlerle ilgili olan tehdide yer vermiş, peşinden de, şükreden kimseye bir va'd olmak üzere, "Muhakkak iyi kimseler... içerler..." buyurmuştur ki, bu sigalar, çoğul sığalardır. Dolayısıyla, bütün şükredenleri ve bütün iyi kimseleri içine alan bir ifadedir. Bu gibi ifadeleri tek bir şahsa tahsis etmek mümkün değildir. Çünkü, sûrenin başından buraya kadarki nazmı, bu ifadenin, ebrâr ve itaatkarlardan olan herkesin durumunu beyan eden bir ifade olmasını gerektirir. Şimdi, kalkar da biz bunu, tek bir şahsa tahsis edersek, bu sûrenin nazmı bozulur. Bir de, bu sıfatları taşıyanlar, meselâ ifadelerinde olduğu gibi, çoğul sigasıyla ifade edilmişlerdir. Binâenaleyh, ayetin bu ifadesini, belli bir topluluğa tahsis etmek, zahirin hilafına bir harekettir. Ali Ibn Ebî Talib (radıyallahü anh)'in, bu ifadesinin muhtevasına girdiği inkar olunamaz. Ne var ki, Ali ibn Ebî Talib, Allah'a itaat edenlerin hallerine delâlet eden tüm ayetlerin muhtevasına da girmektedir. Binâenaleyh, Ali ibn Ebî Talib, bu ayetin muhtevasına girdiği gibi, sahabe ve tabiunun müttakileri de, bunun muhtevasına girmektedir. Binâenaleyh, bu durumda böyle bir tahsiste bulunmanın kesinlikle bir manası kalmaz... Meğer ki "Bu sûre, Hazret-i Ali'den, özel bir taatin sadır olduğu sırada nazil olmuştur" denilsin. Fakat, usûlü'l-fıkıhta, "Nazarı dikkate alınan şey, sebebin hususiliği değil, lafzın umumîliğidir" şeklinde bir düstur yer almıştır.

Muhtacı Doyurmanın Önemi

Bu ayetin hususen, Ali İbn Ebi Talib hakkında nazil olduğunu söyleyenler, "Cenâb-ı Hakk'ın, ayeti ile, Hazret-i Ali'nin yaptığını rivayet ettiğimiz miskini, yetimi ve esiri doyurmasının kastedildiğini" söylemişlerdir. Ayetin, bütün "ebrâr iyi kullar" hakkında genel bir ifade olduğunu söyleyenlere gelince, onlar şöyle demektedirler: Yemek yedrirmek, muhtaç kimselere iyilik etmekten ve her ne suretle olursa olsun onlara iyi ve adil davranmaktan ibarettir. Velevki bu iş, bilfiil yemek yedirme ile olmasa bile... Bunun İzahı şudur: İhsan (iyilikte bulunma) çeşitlerinin en kıymetlisi, yemek ile olanıdır. Bu böyledir, zira bedenlerin kuramı ve yapısı, taam ile kaimdir. Hayat da, yeme ile devam eder. Bunun dışında kalanların olmaması durumunda, hayatın devam edeceği düşünülebilir. Binâenaleyh, taam ile yapılan ihsan, ihsan çeşitlerinin en kıymetlisi olunca, Cenâb-ı Hak pek yerinde olarak, bunu söylemek suretiyle bütün faydalı şeyleri ifade etmek istemiştir ki, "yemek el-eklu" maddesi ile, bütün faydalı şeylerin ifade edilmesi durumunda bunu destekler. Meselâ, bu cümleden olarak bir kimse malını tüketileceği diğer yerlerde tükettiğinde, "Falanca, malını yeyip bitirdi, tüketti.." denilir. Ve Cenâb-ı Hak da, "Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyen kimseler, karınlarında ateş yemişlerdir" (Nisa, 10) ve "Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin (tüketmeyin)" (Bakara, 188) buyurmuştur. Bütün bu ayetlerde eki (yemek) fiili kullanılmıştır). Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki, Allahü teâlâ, bu ebrârı, mallarını ihtiyaç sahiplerine, güçsüz ve aciz kimselere vermekle, onların yardımına koşmak sıfatıyla nitelemiştir.

Alâ Hubbihi

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Buradaki "hû" zamiri, (......) kelimesine raci olup, buna göre mana, "Ona duyulan arzuya ve ona olan ihtiyaca rağmen..." şeklinde olur ki, bu ifadenin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "... ve malını, o malı sevmesine rağmen... veren..." (Bakara, 177) ve "Sevdiklerinizden infak etmedikçe hirre ve takvaya ulaşamayacaksınız..." (Al-i İmran,192) ifadeleridir. Bu demektir ki, Cenâb-ı Hak bunları, "Kendilerinde ihtisas hali olmasına rağmen, başkalarını kendilerine tercih ederler..." (Haşr, 9) buyurduğu gibi, "Başkalarını kendilerine tercih etmek sıfatı ile..." nitelemiştir.

b) Fudayl ibn Iyâz, tabirinin, "Allah'a olan sevgilerinden dolayı" takdirinde olduğunu, lâm'ın bazan, yerinde kullanıldığı gibi, (......)'nın da bazan lam yerinde kullanılabileceğini söylemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, iyilikte bulunulması gerekli olan kimselerin çeşitlerine de yer vermiştir ki, bunlar şu üç sınıf kimsedir:

1) "Miskin." Miskin, "Bizatihi çalışıp çabalamaktan aciz olan, çalışıp çabalayamayan..." demektir.

2) "Yetim". Yetim, çalışıp çabalayanı ölen, böylece de, çalışıp çabalayan, öldüğü için, küçüklüğünden dolayı, geçimini teminden aciz kalan kimsedir.

3) "Esir". Esir, kendisine hiçbir faydası dokunmayan, çaresiz olan ve mülkiyeti (boynu) bulunduğu toplumda köle olarak alınan kimse demektir. Cenâb-ı Hakk'ın burada bahsettiği bu kimseler, "Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. Bu sarp yokuşun ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O), kul azad etmektir. Yahut, bir açlık gönünde yemek yedirmektir, yakınlığı olan yetime, yahut toprakta sürünen bir yoksula (miskine)" (Beled,11-16) ifadelerinde bahsettiği kimselerdir. Biz, daha önce, "miskin"in ne demek olduğu hususundaki ihtilafları ele almıştık.

Esir

Ama, "esir"e gelince, alimler bu hususta da ihtilaf ederek şunları söylemişlerdir:

a) İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Katade, bu ayette bahsedilen "esir"in, müşriklerden alınan esir olduğunu söylemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), haklarını korumaları ve almaları için, müşrik esirleri, görevli olan ilgili şahsa gönderiyordu.. Bu böyledir, zira onları, imam, onların hakkındaki, boyunlarının vurulması, ya da lütfedilerek meccanen salıverilmeleri, yahut fidye karşılığı salıverilmeleri, yahutta köle olarak istihdam edilmeleri., yollarından birisiyle hükmedinceye değin yedirilip içirilmeleri gerekiyordu..

Bu ifade ile, kafir ya da müslüman olsun, herhangi bir esirin kastedilmiş olması da imkansız değildir. Çünkü, kafir olmasına rağmen yedirilip içirilmesi gerektiğine göre, bu iş, onun müslüman olması halinde haydi haydi vacib olur.

Buna göre şayet, "Onun katli vacib olduğuna göre, (mutlaka öldürüleceğine göre), onu daha nasıl yedirip içirmek vacib olur?" denilirse, biz deriz ki: Bir halde, bir zaman diliminde onun kastedilecek olması, başka bir zaman diliminde yedirilip içirilmesine mani değildir. Ve, bir tür ceza ile cezalandırıldığında, başka bir tür ile de cezalandırılması gerekmez. İşte bundan dolayı, kısas yapılması gereken bir kimse hakkında ona, ölümden daha aşağı bir şeyin yapılması ve uygulanması güzel olmaz. Sonra, "Bu yedirme işi kime gerekir?" diye sorulacak olursa, imam (devlet reisi) onu yedirir, içirir. Eğer, o bunu yapmazsa, bu, bütün müslümanlara vacib olur.

b) Süddî de, ayetteki "esir" ile "memluk olan, başkasının mülkünde olan, satın alınmış" kölelerin kastedildiğini söylemiştir.

c) Esir, "garîm, borçlu" demektir. Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sana borçlu olan, senin esirindir. Öyleyse esirine güzel davran..." buyurmuştur.

d) Ayette bahsedilen esir ile, ehl-i kıblenin hapishaneye düşmüş olan kimseleri kastedilmiştir.. Bu, Mücâhid, Atâ ve Sald ibn Cübeyr'in görüşüdür. Bu husus, Ebû Said el-Hudri yoluyla, merfû olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisinde de rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ayetteki "miskin"in, fakir; "yetim"İn, babası olmayan kimse, "esir"in ise, hapsedilmiş köle olduklarını söylemiştir.

e) Esir, kişinin eşidir. Çünkü, hanımlar kocaları nezdinde, adeta birer esir (emanet edilmiş) gibidirler. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hanımlarınızın haklarını gözetme hususunda Allah'tan korkun.Çünkü, hanımlarınız sizin yanınızda adeta, (himayenize verilmiş) birer esirdirler" buyurmuştur. Kaffâl da şöyle der: Ayetin bu lafzı, ileri sürülen bütün bu manalara gelebilecek olan bir lafızdır. Çünkü, bu kelimenin kök anlamı, "kayışla, kemerle bağlamak"tır. Esiri hapsetmek için, ona bu işlem uygulanırdı. Daha sonra, ister böylesi bir kemerle bağlansın, ya da bağlanmasın, bu kimselere esir denilmeye başlanmıştır. Binâenaleyh bu demektir ki, kelimenin manası, "hapsetme, engelleme" manasına varıp dayanır.

Bil ki, Allahü teâlâ, ebrâr'ın, bu muhtaç kimselere lütufta bulunup iyilik ettiklerini zikredince, ebrâr'ın bu işi yaparken şu iki maksadı gözetlediklerini de beyan etmiştir:

a) Allah'ın rızasını kazanmak. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz sizi ancak, Allah rızası için yediriyoruz.." ayetinden kastedilen husustur.

b) Kıyamet gününün dehşetinden sakınmak.. Bu da, "çünkü biz, Rabbimizden, o asık suratlı ve çetin günden korkarız.." derlerdi" ayetinden anlaşılan husustur. Burada şöyle birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, ifâdeleri hususunda şu muhtemel üç izah yapılabilir:

a) Bu ebrâr, bu sözleri ya o muhtaç kimseleri aynısıyla, yahut da teşekkür etmek suretiyle, mukabelede bulunmaktan men etmek için lisanlarıyla söylemişlerdir. Çünkü ebrârın bu iyilikleri sırf Allah rızasını elde etmek için yapılmıştır. Dolayısıyla, iyilikte bulundukları kimselerin karşılık vermesinin bir manası yoktur... Yahut da, onlar bu sözleri, bu söz, Allah'a son derece ihlaslı sarılmış kimselerin böyle yapması gerektiğine dikkat çekmek ve bu eğitim ve terbiyeyi sağlamak için söylemişlerdir. Böylece bu yolda, diğerleri de onlara uysunlar, onları izlesinler...

b) Onlar, bunu (yani başkalarına örnek olmayı) kastetmişlerdir.

c) Bunun, her ne kadar onlar, dilleriyle bu konuda bir şey söylememişlerse de, kalblerindeki inancı ve niyetlerinin doğruluğunu beyan eden ve ortaya kayan bir ifade olmasıdır. Mücahid, "Bunu onlar söylemediler. Ne var ki, Allahü teâlâ, onların bu niyet içinde olduklarını biliyordu. Dolayısıyla işte bundan dolayı onları övdü, methetti..

İkinci Mesele

Bil ki, başkalarına yapılan iyilik bazan, Allah için, bazan ya bir karşılık, yahut da övgü ve medhe mazhar olmak için, bazan da her ikisi için yapılır. Ama bu, şirktir. Allah katında makbul olansa, birincisidir. Diğer iki kısım ise, makbul değil, merdûddur. Çünkü Allah, "Ey iman edenler, malını bir gösteriş uğruna infak eden kimse gibi, verdiğiniz sadakaları başa kakmak suretiyle, boşa çıkarmayınız..."(Bakara,264) ve "İnsanların mallarında artış olması için faiz (cinsin)den verdiğiniz şey, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekat ise, sevablarım kat kat artıranlardır" (Rum, 39) buyurmuştur. Teşekkürde bulunmalarını beklemenin de, başa kakma veya eziyyet etme türünden olduğunda şüphe yoktur. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, o kimseler, "Biz size ancak, Allah rızası için yediriyoruz" dediklerinde, burada, bu kimselerin müşterek olarak, hem Allah rızası için, hem de diğer maksatlar için yedirmiş olmaları ihtimali kalmıştır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, pek yerinde olarak böyle bir ihtimali de, "Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür isteriz..." ifadesiyle bertaraf etmiştir.

Üçüncü Mesele

"Şükür" ve "küfür", tıpkı şükr ve küfr kelimeleri gibi, iki masdar olup, duhûl ve hurûc veznindedirler. Bu, bir grup dilcinin görüşüdür. Ahfeş de, "Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinden dolayı, "İstersen "şükûr'ü", "şükredenler"; "küfûrü "kâfir olanlar" anlamına atabilirsin. Ki, bu kelimeler tıpkı, gibi olmuş olur. İstersen, tıpkı ifadelerinde olduğu gibi, çoğul anlamında tekil bir masdar kabul edersin" demiştir.

Ahiret Müeyyidesi

Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü biz, Rabbimiz'den... korkarız" ifadesi hakkında şu muhtemel iki izah yapılabilir:

1) "Bizim, size alan bu iyiliğimiz, sizin karşılıkta bulunmanızı beklemek maksadıyla, o günün şiddetinden korktuğumuz içindir."

2) "Biz, sadaka vermek suretiyle, karşılık bekleme hususundaki Allah'ın cezasını nazar-ı itibare aldığımız için, sizden bir karşılık beklemiyoruz.

Buna göre ayet, "Allahü teâlâ bu kimselerin, adaklarını bihakkın yerine getirdiklerini bildirmiş ve bu adağı yerine getirme işini, sadece kıyametten korkma sebebine bağlamıştır. Bunların, yedirip içirmede bulunduklarını da nakledince, bunu da iki şeye, yani Allah'ın rızasının elde edilmesine ve kıyametten duyulan endişeye bağladı... Peki, bunun sebebi nedir? denilirse, biz deriz ki: "Adakları hakkıyla yerine getirme" işi, Allah'ın rızasını elde etme hakikatine dahildir. Bu böyledir, zira adak, insanın Allah'tan dolayı, kendisine vacib kıldığı, taahhüt ettiği şeydir. Binâenaleyh, bu böyle olunca, hiç şüphesiz buna sadece, kıyametten korkma endişesini ilave etmiş, peşinden gtirmiştir. Ama, yedirme işine gelince, bu, Allah'ın rızasını elde etme hakikatine talip değildir. Binâenaleyh, buna da, hem Allah'ın rızasını elde etme, hem de kıyametin dehşetinden sakınma arzusunu eklemiştir.

Suratı Asık Gün

Kıyamet gününün, mecaz olarak, "asık suratlı, burtarık" diye vasfedilmesi, şu iki yolla olur:

1) Onun, o gündeki şakî ve bedbahtlıkların vasfıyla nitelenmesi.. Bu tıpkı Arapların, "Gündüzün oruçlu..." demesi gibidir. Rivayet olunduğuna göre, kafir o gün hapsedilecek, Öyle ki, İki gözleri arasından (alnından), katranlar misali ter boşalacak..

2) O günün, şiddet ve dehşeti konusunda, yelelerini kabartmış bir arslana ya da, çok cesur kahraman bir kimseye benzetilmiş olması...

Altıncı Mesele

Zeccâc şöyle demiştir: "Tefsirlerde, (......) kelimesinin manasının, suratı asıp, iki göz arasındaki kısmın (alnın) çatılması, toplanıp bir araya gelmesi anlamında olduğu zikredilmiştir." Sözüne devamla o, "Arapça'da bu caizdir. Nitekim Arapça'da, "Deve, kuyruğunu yükseltip iki yanını bir araya topladığından ve burnundan soluduğunda bu, denilir. Yani, (......) fiilinin Arapça'daki anlamı, "toplamak, bir araya getirmek"tir" demiştir. Kelbîde, (......) kelimesinin, "şiddeti ve sıkıntısı çok" anlamına geldiğini söylemiştir ki, bu aynı zamanda Ferrâ, Ebû Ubeyde, Müberred ve İbn Kuteybe'nin de görüşüdür. Nitekim Araplar, bu gün hakkında, o, günlerin en sıkıntılısı ve uzun süren en belalısı olduğu zaman "sıkıntılı gün sıkıntılı günler" deyimini kullanırlar. Vahidi, "Bu, kelimeye verilmiş bir mana olup, kelimenin tefsiri ise, ilkidir.." demiştir.

O Günün Şerrinden Korunanlar

11

İşte bundan dolayı Allah bu günün şerrinden onlan korumuş, yüzlerine bir güzellik, yüreklerine bir sevinç vermiştir".

Bil ki, Allahü teâlâ onların, Allah'ın rızasını talep etmek ve kıyamet korkusu gibi iki sebepten dolayı taat ve ibadetleri yaptıklarını nakledince, bu ayette de, onlara bu iki arzularını da verdiğini beyan etmiştir. Kıyamet dehşetinden korumasına gelince, bu, "Allah bu günün şerrinden onları korumuş" ifadesiyle murad edilendir. Allahü teâlâ, bu günün sıkıntılarını, senin de bildiğin gibi, mecazen "şer" diye isimlendirmiştir. Bil ki, bu ayeti kerime, ahiret sıkıntılarının ancak azab ehline ulaşacağına delalet eden delillerden birisidir. Allahü teâlâ'nın rızasını talep ve etde etmeye gelince, bil ki Cenâb-ı Hak, onlara, bunun sebebiyle yüzlerine bir güzellik, kalplerine de bir sevinç vermiştir ifâdesinin tefsiri, daha (Furkan,75) kelimesinin tefsiri de, (Kıyame, 22) ayetlerinin tefsirinde geçmişti. (......) kelimesindeki nekre ise, tefhîm ve ta'zim (o sevincin ne kadar mükemmel ve yüce olduğunu) ifade etmek içindir.

12

"Sabrettiklerine mukabil onları cennetle, ipekle mükafaatlandırmıştır".

Bu ayetin manası, "Allah onları, başkasını kendisine tercih etme ve bunun neticesi olan açlık ve perişanlığa katlanma gibi zor şeylere dayanmalarına mukabil, içinde çok hoş yiyeceklerin ve harikulade giyeceklerin bulunduğu bir cennetle, bahçe ile ödüllendirmiştir" şeklindedir. Bu ifadenin bir benzeri de, "Oradaki (cennetteki) elbiseleri, ipektir.."(Hac, 23) ifadesidir. Ben derim ki, bu,ifâdesinden maksadın, sadece yedirip-içirmek olmadığına, bilakis bununla, yedirip içirmek, giydirmek vb. her türlü güzel davranışların kastedildiğine delalet etmektedir.

Cennetlikler Nimet İçinde

13

"Hepiniz, İçinde tahtlar üzerine yaslama olarak, orada ne bir güneş, ne de bir zemheri görmeyerek..".

Cenâb-ı Hak onların yiyecek ve giyeceklerini zikredince, bundan sonra onların meskenlerini tavsiye etmiştir. Buna göre, meskenlerde gözetilmesi gereken bazı hususlar vardır.

Birinci Husus: İçinde oturulan ve istirahat edilen yere gelince, Cenâb-ı Hak bunu, "Hepiniz, içinde, tahtlar üzerine kurularak..." ifadesiyle tavsif etmiştir. "oturma köşesindeki koltuklar.." demektir. Onlar, ancak bitişik ve yanyana oldukları zaman, adını alırlar.

kelimesinin mansub olmasının iki izahı vardır:

a) Ahfeş, bunun, hal olduğu için mansub olduğunu söylemiştir ki, buna göre mana, "Allah onları, içinde koltuklara kuruldukları halde bir cennetle ödüllendirdi" şeklinde olur. Nitekim sen, "Onlara, ayakta olarak bunu verdi.." dersin.

b) Yine Ahfeş, bunun medh üslubu üzere mansub olabileceğini de söylemiştir.

İkinci Husus: Bu da bizzat meskenin kendisiyle ilgili olup, Allah bunu da"Orada ne bir güneş, ne de bir zemheri görmeyerek..." ifadesiyle nitelemiştir. Bu ifade hakkında da iki izah şekli vardır:

a) Bu, "Bu meskenin, cennetin havası, sıcaklık ve soğukluk bakımından mutedildir" demektir.

b) Zemherîr, Tay lehçesinde ay (kamer) anlamına gelir. Sa'leb bu şekilde rivayet etmiş ve şu beytleri irşad etmiştir:

"Karanlığı iyice bulanıp simsiyah kesilmiş olan o (kendisi boyunca yol katetmiş olduğum) geceye yemin olsun. Bir gece ki, ay bile doğmamıştı.."

Buna göre ayetin manası, "Cennet pür aydınlık olup, onda, ne güneş ne de aya ihtiyaç duyulur." şeklinde olur.

Kolayca Toplanan Meyveler

14

"Ve gölgeleri onlara yakın, meyveleri de emirlerine (her an ve her surette) boyun eğdirilmiş olarak".

Üçüncü Husus: Bu, o bahçenin havasının gayet temiz olmasıdır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak onu, "Ve gölgeleri onlara yakın..." ifadesiyle vasfetmiştir. Ayetle ilgili iki soru bulunmaktadır.

Birinci Soru: (......) kelimesinin mansub olmasının sebebi nedir?

Cevap: Ahfeş, Kisaî, Ferra ve Zeccac, bu hususta iki izah sekli zikretmişlerdir:

a) (......) kelimesine atfedildiği için mansub olması.. Nitekim sen, "Evde, yaslanmış ve üzerine de tüller indirilmiş olarak, Abdullah vardır" dersin. Çünkü Cenâb-ı Hak buyurunca, bu, onların zikriyle ilgili olmuştur.

b) Bu kelime, (......) ifadesinin mahalline atfedildiği için mansubtur. Bu ifadenin takdiri ise, "orada, ne bir güneş, ne de zemherir görmeksizin.." şeklindedir. (......) cümlesine gelince, ifâdenin başına, onlar için iki hususun birden bulunduğunu ifade etmek üzere, harfi gelmiştir.

Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Allah onları, orada onlar sıcaklık ve soğuktan uzak olma ile, ağaçların gölgelerinin onlara yakıcı olması gibi rahatlıkları bir araya toplamış oldukları halde, bir cennet ile ödüllendirdi."

c) (......) kelimesiyle.. Buna göre de mana, "Allah onları, yakın olan bir cennet ile ödüllendirdi" şeklinde olur. Bu cevaba göre, (......) kelimesi, mahzuf olan bir mevsufun sıfatı olur. Buna göre sanki, "Allah, sabretmelerine mukabil onları, bir cennet ve ipek elbiselerle ödüllendirdi. Bir de, gölgesi üzerlerine yakın olan, başka bir cennetle..." buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü onlara iki cennet va'dedilmişti. Bu böyledir, çünkü onlar, "Muhakkak biz, Rabbimizden korkuyoruz.."(İnsan, 10) ayetinin delaletiyle, Rablerinden korkmaktadırlar. Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin makamından korkan herkese iki cennet vardır.."(Rahman, 46) ayetinin delaletiyle de, Allah'tan korkan herkese iki cennet vardır.

Bu kelime, merfu olarak da okunmuştur. Ku buna göre; (......) kelimesi mübteda, (......) kelimesi ise, haberdir. Meydana gelen bu cümle ise, hâl mahallindedir. Buna göre mana, "Gölgeleri onların üzerine yakın olduğu bir durumda, onlar orada, ne bir güneş, ne de bir serinlik görürler (görmezler).." şeklinde olur.

İkinci Soru: Gölge, ancak güneşin bulunduğu yerde olur. Şayet, cennette güneş yok ise, daha gölge nasıl olur?

Cevap: Bundan murad şudur: Bu, "Cennetin ağaçları öylesi bir konumda bulunurlar ki, şayet orada güneş olsaydı, bu ağaçlar onları güneşten korurdu.." demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Meyveleri de emirlerine boyun eğdirilmiş olarak..." ifadesine gelince, alimler (......) kelimesi hakkında iki izah şekli zikretmişlerdir:

1) İbn Kuteybe, (......) kelimesinin, "yaklaştırılmış" anlamına geldiğini, bunun da, üstü pek yüksek olmadığında söylenilen (......) kelimesinden gelmekte olduğunu söyler.

2) Bu, "O, emre amade kılınmıştır. Ne zaman dilerlerse, devşirilmesi kolay olur, güç olmaz.." demektir. Berâ İbn Âzib de, "Bunlar onlara amade kılınmıştır. Bu sebeple onlar, ona istedikleri zaman ulaşıp, dilediklerinde onu elde ederler. Binâenaleyh, bu, ayakta yiyene de, oturarak yiyene de, yan üstü yatmış olarak yiyene de sıkıntı vermez.

Cennetliklere Sunulan Hizmet

Bil ki, Allahü teâlâ, onların yiyeceklerini, giyeceklerini ve meskenlerini tavsif edip niteliklerini ortaya koyduktan sonra, müteakiben içeceklerini tavsif etmiş, ama içecekleri o şeyden önce, kendisiyle içtikleri o kanların nasıl olduğunu, niteliklerini zikretmek üzere şöyle buyurmuştur:

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Onlara gümüşten billur kablar, kupalar dolaştırılır. (Evet), gümüşten, (yaratılmış) billurlar ki, miktarlarını (sakiler) tayin etmişlerdir".

Ayetle ilgili birkaç soru vardır:

Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, "Altın tepsiler ve destilerle hizmetçiler onların etrafında dolaşırlar" (Zuhruf. 71) buyurmuştur, bu ayette geçen "tepsi, çanak, tabak" anlamına gelir. Çanakta ise, genelde, yemek yenilir. Binâenaleyh, onların içinde yemek yedikleri kab altından olunca, içinde içeceklerini içtikleri kabın altından daha kıymetli olması gerekir. Çünkü, örfe göre, su içilen kab, içinde yemek yenilen kabtan daha temiz, daha kıymetlidir. Şimdi, zikrettiğimiz bu ayet, onların içtikleri kabın altından olduğuna delalet ettiğine göre, peki Cenâb-ı Hak daha nasıl burada, bu kabın gümüşten olduğunu söylemiştir?

Cevap: Bu iki ifade (ayet) arasında bir tezad yoktur. O halde bu demektir ki, onlar, bazan altın kabtan, bazan da gümüş bir kabtan su içerler.

İkinci Soru: ile arasında ne fark vardır?

Cevap: Dil alimleri, (......) kelimesinin, kulpu olmayan testi, sürahi... olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh, bu ifadenin, onların su içtikleri bu kabların, tıpkı bir kadeh gibi olan bir kab ibrik ve testi gibi, kendisinden o kaba, kadehe dökülen kûb olması muhtemeldir.

Üçüncü Soru: Ayetteki fiilinin manası nedir?

Cevap: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, (Yasin, 82) ifâdesindeki gibidir. Yani o kabların, ilginç bir yaratılışta olduklarını, birbirine zıt, farklı iki maddenin sıfatını beraber taşıdıklarını bildirmek için, "O kablar, Allah'ın oldurması ve tekvini ile, billurlar haline gelmişlerdir" demektir.

Dördüncü Soru: Bu kübler, nasıl hem gümüşten, hem de billurdan tekevvün etmişlerdir?

Cevap: Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

1) Dünyada, kavarîr-billur, sırça-kumdan elde edilir. Ama, cennetteki billur kapların aslı ise, cennet gümüşüdür. Binâenaleyh Allahü teâlâ, o kesîf ve yoğun kumu, saf saydam bir cam haline getirmeye kadir olduğu gibi, cennet gümüşünü de saydam bir billur kab haline getirmeye de kadirdir. O halde, bu ayetin zikrediliş maksadı, cennet billurlarınırrdünyadaki billurlara nisbettnin, tıpkı cennet gümüşünün dünyadaki kuma nisbeti gibi olduğuna dikkat çekmektir. Dolayısıyla, nasıl ki bu iki temel madde arasında bir kıyas yapılmazsa, saflık ve letafet, saydamlık bakımından da, bu iki billur arasında bir nisbetin olmadığı, rahatlıkla söylenebilir.

2) İbn Abbas, "Cennetteki şeylerin dünyada, sadece isimleri vardır. Durum böyle olunca, o gümüşün mükemmelliyeti, kalıcılıkta, temizlikte, berraklıkta ve kıymetinde yatmaktadır. Ancak ne var ki, bu gümüşün maddesi çok kesiftir. Billurun mükemmel oluşu ise, şeffaflığında ve berraklığındadır. Ne var ki, çabuk kırılır. O halde cennetin kabları, kendisinde gümüşten, kalıcılığın, temizliğin ve cevherin kıymetliliği; billurdan da, saflığın ve şeffaflığın yer aldığı bir kabtır.

3) Bu kablar, gümüştür. Ne var ki, bunlar, aynen bir billurun saflık ve berraklığındadır. Allah'ın kudreti açısından, bu iki vasfın birlikte bulunması uzak görülecek bir ihtimal değildir.

4) Ayetteki, (......) ile kastedilen, onun cam oluşu değildir. Çünkü, Araplar, içinde su içtikleri yuvarlağımsı ince ve saf olan kablara, "karûre" adını verirler.. O halde, ayetin manası, "yuvarlak, berrak, saf ve ince gümüşten yapılmış kupalar, kulblu testiler ile" şeklinde olur.

Kavarîr Kelimesinin Okunuşu

Beşinci Soru: Ayetteki, (......) kelimeleri nasıl okunmuşlardır?

Cevap: Bunların her ikisi tenvinsiz olarak; birincisi tenvinli olarak ve her ikisi tenvinli olarak okunmuşlardır. Bu tenvin, ıtlak (ışbâ") elifinden bedeldir. Çünkü bu, elif-i fasıladır. İkincisinde de, birincisine uyularak böyle okunmuştur. Zira bu, birincisinden bedeldir ve bedel, mûbdelin minh'e uyar. takdirinde olmak üzere, ikincisi şeklinde de okunmuştur, ifâdesi, ifadesinin sıfatıdır.

Ayetteki, "(Onların) miktarlarını (sakiler) tayin etmişlerdir" ifadesiyle ilgili olarak şöyle üç mesele var:

Birinci Mesele

Müfessirler, ayetin manasının, "içmeleri daha lezzetli olsun diye onlar, bu kadehleri ne fazla ne eksik olmaksızın, sadece onların kanacakları ölçüde doldururlar" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Rebî b. Enes de, "Taşınması ağır olur diye, bu kaplar avuca sığacak Kadardırlar, daha büyük değildirler" demiştir.

İkinci Mesele

Kişinin su içtiği bu kaplarda en çok görmek istediği şey, şeffaflık, temizlik ve şekildir. Bunların şeffaf oluşunu, Hak teâlâ, "kavavîra" (billurlar) ifadesi ile, temiz oluşlarını "gümüşden..." ifadesiyle, şeklini de, "Miktarlarını (sâkîler) tayin etmişlerdir.." ifadesiyle anlatmıştır.

Üçüncü Mesele

Kadehleri böyle tayin ve takdir eden kimdir? Bu hususta şöyle iki görüş ileri sürülebilir:

a) Bunlar, "Onlara... dolaştırılır" ifadesinin bahsettiği, o dolaştıranlardır. Bu böyledir. Çünkü o dolaşıp, kadehleri dolaştıran sâkîler, bu içecekleri, içenlerin kanacakları miktarlarda ölçüp verirler.

b) Bunlar, içenlerin kendileridir. Çünkü onlar, arzu ettikleri kadar içki hemen geliverir.

Bil ki Allahü teâlâ, onların içecekleri kapların niteliklerini belirtince, bundan sonra da içtikleri şeyin özelliklerini belirtmek için şöyle buyurmuştur:

17

"Orada onlara, katkısı zencebil olan bir kadeh içirilir".

Araplar, içecekleri şeylere zencebil katmayı severler. Çünkü bu, o içecekte bir tür acı meydana getirir, boğazda durma (tadını bir müddet hissetme) özelliğini kazandırır. Binâenaleyh böyle olunca, Allahü teâlâ cennetliklerin içeceğinin de böyle olduğunu bildirmiştir. Fakat bunun mutlaka ve mutlaka son derece hoş birşey olması gerekir Çünkü İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Hak teâlâ'nın Kur'ân'da, cennette olacağını bildirdiği şeylerin, dünyada sadece isimleri var" demiştir. Bu husustaki sözün tamamını, (insan, 5) ayetinin tefsirinde söyledik.

Selsebîl Pınarı

18

"(Bu), orada, selsebîl ismi verilen bir pınardır".

Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

İbnu'l-A'rabî, "Ben selsebîl kelimesini ancak Kur'ân'da gördüm. Binâenaleyh bu kelimenin bir iştikakı (türediği bir kök) yoktur" demiştir. Ekseri alimler, "İçimi ve boğazdan geçişi kolay tatlı sular için Arapça'da, içecek hakkında selsel, selsâl ve selsebîl sıfatları kullanılır. Şu halde, bu kelimenin terkibine bâ harfi ilave edilerek, kelime beş harfli oluvermiş. Delifi ise, bu suyun son derece içimi kolay ve hoş oluşudur" demişlerdir. Zeccâc, "Arapça'da, "selsebîl", son derece akıcı ve hoş olan şeylerin sıfatı olarak kullanılır. Dolayısıyla ayette bu kelimenin yeralış hikmeti, o cennet İçeceğinin, zencebil tadında olup, kendisinde boğaza durma özelliğinin bulunmadığını belirtmektir. Çünkü boğazda durmanın zıddı, akıcı olmak kolay yudumlanmadır. Bunlar, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, bu ifadenin "Sen ona gidecek yolu sor manasına geldiğini söylediğini ileri sürmüşlerdir. Ama. bu uzak bir ihtimaldir. Fakat "selsebîl" diyen bir kimse, bununla tıpkı, denilmesinde olduğu gibi (ki bu özel isim olduğu halde, fiil cümlesi gibidir), bir gözenin özel ismini kastetmiş olabilir. O gözeye, pınara, bu ad verilmiştir. Çünkü ondan ancak, oraya amel-i salih İşleyerek, gidecek yolu soranlar" içebilir.

İkinci Mesele

"Ayn" kelimesinin mansub oluşu hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, "zencebîl" kelimesinden bedeldir.

b) "İhtisâs"dan ötürü mansubtur.

Üçüncü Mesele

"Selsebîlen" kelimesi, ayet başı olduğu için "munsanf" olmuş. Böylece de tıpkı, Kur'ân'daki, (Ahzab, 10) ve (Ahzab.67) kelimeleri gibi olmuş olur. Ahzâb Sûresi'n de, bunların izahı yapılmıştır.

İnci Gibi Hizmetçiler

Bil ki Allahü teâlâ bundan sonra da, o meclislerde kimlerin hizmet ettiğini belirtmek üzere şöyle buyurmuştur:

19

"Onların etraflarında her dem taze çocuklar dolaşır ki sen onlan gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın".

Bu ifadenin tefsiri, Vakıa Sûresi'nde geçmiştir. Doğruya en yakın olan, bununla onların, daha fazlasının istenemeyeceği bir hizmet içinde olmalarının kastedilmiş olmasıdır. Bu, onların hep hayat, hep böylesine güzel, hep böyle uygun ve güzel hizmete devam üzere olduklarını anlatır. Ferrâ şöyle demiştir: "Arapça'da, bileziklerle süslü, küpeli olana "muhalled" denilir. Niftaveyh, İbnu'l-A'râbl'nin, "muhaltodun" kelimesine, "süslenmiş" manası verdiğini rivayet etmiştir.

Bu cennet hizmetçilerinin taşıdığı bir üçüncü sıfat da "Sen onlan gördüğün zaman, saçılmış birer İnci sanırsın" ayetinin beyan ettiği husustur. Ayetteki bu teşbihin, ne çeşit bir teşbih olduğu hususunda da şunlar söylenmiştir:

a) Bunlar, güzellikleri, renklerinin saflığı, meclislerde ve konaklarda çeşitli hizmetleri görürlerken etrafa yayılıp dolaşmaları hususunda, etrafa saçılmış incilere benzetilmişlerdir. Eğer bunlar, saf halinde, dizi dizi olsalardı, o zaman dizilmiş incilere benzetilirlerdi. Baksana Hak teâlâ da, "Onların etrafında ... dolaşırlar yani dağılırlar.)" buyurmuştur. Binâenaleyh onlar, hep dolaştıklarına göre, saçılmış-dağılmış olurlar.

b) Onlar, sedefinden (kabuğundan) çıkarılmış olan o nemli incilere benzetilmişlerdir. Çünkü inciler bu anda, daha güzeldir ve suyu da (parlaklığı da) daha fazladır.

c) Kadî şöyle der: "Bu çok ilginç ve güzel bir teşbihtir. Çünkü inciler, dağınık ve saçılmış olduklarında, bir kısmının ışığı, diğerinin üzerine düşüp aksettiği için, çok güzel bir manzara arzederler ve bir arada (dağılmamış) vaziyetteki hallerinde olmayan bir güzellik arzetmiş olurlar.

Cennetteki Muazzam Mülk

Bil ki Allahü teâlâ, cennetliklerin hallerini tafsilatlı bir biçimde anlatınca, bunun peşinden orada, bu anlatılandan, daha büyük, daha üstün başka nice şeylerin de bulunduğuna İşaret etmek üzere, şöyle buyurmuştur:

20

"Orada (her nereyi) görsen, büyük bir nimet ve büyük bir saltanat görürsün".

Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Buradaki (görsen) fiilinin mef'ulü var mıdır? Bu hususta şu iki görüş ileri sürülebilir:

1) Ferrâ şöyle der: "Ayetin takdiri "Orada olan şeyleri gördüğünde..." şeklindedir. Buraya bir takdiri uygun olur. Bu tıpkı, "Aranızda olan şeyler, bağlar" takdirinde olmak üzere, "aranızda" (En-âm, 94) buyurması gibidir." Zeccâc ise burada böyle bir edatı takdir etmenin caiz olamayacağını, çünkü bu takdirde nin salı, (......)'nın ism-i mevsul olacağını, dolayısıyla da, mevsûlü hazfedip, "sıla"yı bırakmanın caiz olamayacağım söyler.

2) Bu "görme" fiilinin, açık veya mukadder bir mef'ûlü yoktur. Buna mef'ûl getirilmeyişinin maksadı ise, umumî mana ifade etmesi içindir. "Sen orada bir görme imkanı bulduğunda..." denilmek istenmiştir. Bu da, "Gören kimsenin gözü orada, nereye isabet etse, alabildiğine nimetler ve büyük mülkler görür" demektir. Ayetteki (orada) kelimesi zarf olarak nasb mahallinde olup, "cennette" demektir.

İkinci Mesele

Bil ki dünyevî lezzetler, şu üç kısma münsahırdır:

a) Arzu ve şehvetleri yerine getirme,

b) Öfkenin gereğini yerine getirme ve

c) Kendisiyle mal ve makam sevgisinin ifade edildiği, hayalî-maddî olmayan lezzetler. Bunların hepsi de önemsiz şeylerdir. Çünkü değersiz canlılar da, bunlardan herbirinde, insanlar müşterektir. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın burada bahsettiği o büyük mülk ve saltanatın, mutlaka ama mutlaka bu önemsiz ve değersiz lezzetlerden başka olması gerekir. Bu da kişinin nefsinin, melekût âleminin kutsiyyeti ile nakşedilmesi (süslenmesi) ve Hazret-i Lâhut'un celali ile bezenmesi ile ancak mümkündür. Fakat bunu kelamcıların prensiplerine göre ele alırsan, şu izahlar yapılabilir: Bu, saygı (ta'zîm) ile içice olan bir mükafaat ve bir yararlanma demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak önceki ayetlerde, bu faydalanmayı ayrıntılı olarak anlatmış; bu ayette de, bunda ayrıca bir ta'zîm bulunduğuna işaret etmiştir ki bu, "Cennetliklerden her biri büyük bir padişah gibidir" demektir.

Kimi müfessirler de, buradaki ifadeyi, önceki ayetlerde bahsedilenlerden daha ileri bir fayda ve mükafaat manasına almışlardır. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bunların güzelliğini ve hoşluğunu hiç kimse anlatamaz" derken, "Makam bakımından cennetliklerin en düşüğünün mülkü bin yılda geçilebilecek bir alanı kaplar. Bununla beraber bu mülkün, en yakını da, en uzağı da görülebilir" denilmiştir. Bu ifadeye, "zevali olmayan bir mülk" manası verildği gibi, "cennetlikler o mülkden her neyin olmasını isteseler onun olacağı bir mülk" manası da verilmiştir. Yine kimileri ayetteki bu kelimeyi, "ta'ztm" (saygıdeğer bir mülk) manasına almışlardır. Bu cümleden olarak Kelbî şöyle der: "Allah katından bir elçinin ona giyme, yeme, içme ve bir takım hediye gibi ikramları getirir. Girmek için izin ister. Allahü teâlâ'nın tertemiz mukarreb meleklerinden olan elçisi bile, izin istemeksizin kesinlikle onun yanına girmez."

Üçüncü Mesele

Bazıları buradaki, "Görsen" hitabının, özellikle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir hitab olduğunu söylemişlerdir. Delili ise şudur: Bir adam Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Eğer cennete girersem, bu iki gözüm, senin gözlerinin gördüklerinin hepsini görecek mi?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Evet" dedi. Bunun üzerine adam ağladı ağladı sonunda öldü. Bazıları da, bu hitabın herkes için genel bir hitab olduğunu söylemişlerdir.

Cennetliklere Alt Bazı Nimetler

21

"Üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri de onlara gayet temiz bir şarab içirmiştir".

Ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Nafî ve Hamza, yâ'nın sükunu ile şeklinde; diğerleri yâ'nın fethası ile (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatin izahı şudur: mübteda onun haberidir. Buna göre mana, "Onların üst elbiseleri, ince ipekten olan elbiselerdir" şeklinde olur. Eğer, müfred, ise cemidir. Mübteda müfred olduğunda haberi cemi gelmez" denilirse, biz deriz ki: "Mübteda olan bu kelime, hernekadar lafzan müfred ise de, mana itibanyla cemidir. Bunun bir benzeri de (Mü'minun, 87) ve (En'âm, 45) ayetleridir. Binâenaleyh masdar yerine konulduğu için ism-i fail müfred olarak getirilmiştir.

İkinci kıraata, yani yâ'nın fethası ile şeklindeki okunuşa gelince, alimler bu hususta şu üç izahı yapmışlardır:

a) Bu ifade zarf olarak mansubtur. Çünkü "üst" manasına gelince i'rab bakımından "fevk" (üst) kelimesine uygulanan şey uygulanmıştır. Bu tıpkı (Enfal, 42) ayetindekı "esfele" gibidir. Bu Ebû Ali el-Fârisî'nin görüşüdür.

b) Bu kelime hal olarak mansubtur. "Hal" olması durumunda da şu izahlar yapılabilir:

1) Ebû Ali el-Farisî şöyle der: Kelamın takdiri, "üst elbiseleri ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler olduğu halde, "Allah onlara bir güzellik, bir sevinç vermiş" (İnsan. 11) şeklindedir.

2) Kelamın takdiri, "üst elbiseleri... olduğu halde, "Allah sabrettiklerine karşılık onları cennetle, ipekle mökafaatlandırmıştır" (insan, 12) şeklindedir.

3) "Bu iyi insanların üst elbiseleri... olduğu halde, "etraflarında her dem taze çocuklar dolaşır" (insan, 19).

4) "üst elbiseleri ... olduğu halde, "sen onları seçilmiş birer inci sanırsın" (İnsan, 19). Binâenaleyh ilk üç takdire göre, o elbiseler, ebrânn elbisesi; dördüncü takdire göre de o taze çocukların elbisesi olmuş olur.

c) Bu, "üst elbiseleri... ipek olan, bir nimet ve mülk ehli kimseler görürsün" demektir.

İkinci Mesele

Nâfî ve Âsim, her iki kelimeyi de merfu olarak eklinde okurlarken Kisâî ve Hamza her ikisini de mecrur (kesreli) okumuşlardır. İbn Kesir, (......) kelimesini mecrur, "istebrak" kelimesini merfû okurken; Ebû Amr ve Abdullah b. Âmir de, (......) kelimesini merfû, "istebrak" kelimesini mecrur olarak okumuşlardır. Velhasıl (......) kelimesi, hem merfu hem mecrur olaraknkunabilmektedir, Merfu okunuşuna gelince, sen bunu "siyâb" kelimesinin sıfatı kabul ederek böyle okursan, bu açıktır. Bu durumda cemî bir kelime cemî bir kelimeye sıfat olmuş olur. Ama mecrur okunuşunda, "sündüs" kelimesiyle "cins" murad edildiği için, cemî manasında bir kelime olduğundan, onun sıfatı olarak mecrur kılmış olursun. Ahfeş, kendisiyle "cins" manası murad edilen lafzı, cemi bir kelimeyle sıfatlamayı caiz görmüştür. Nitekim bir darb-ı mesel olarak, "insanları sarı dinar ile beyaz dirhem yoldan çıkarmıştır" denilmiştir. Fakat Ahfeş, böyle sıfat getirmenin çirkin-uygunsuz olduğunu söylemiş ve buna delil olarak da şöyle demiştir: "Araplar müfred kalıbında olan cemilen, müfred gibi kullanırlar. Mesela, (Beyaz çakıl) derler. Kur'ân-ı Kerim'de de mesela, (Yeşil ağaç) (Yasin, 80) "Kökünden sökülmüş hurma kütükleri.." (Kamer, 20) denilmiştir. Çünkü araplar, bu tür cemilerin sıfatlarını müfred getirirler. O halde cemi manasında olan müfredin sıfatının da müfret getirilmesi daha uygun olur.

İstebrak ve Sündüs

(......) kelimesinin hem merfu, hem mecrur okunmasına gelince; merfu okunuşu, "siyâb" kelimesi üzerine atfedilmesinden ötürüdür. Buna göre sanki "ince ve kalın ipek elbiseler.." denilmek istenmiştir. Mecrûr okunuşu ise, "siyâb" kelimesinin (atıf yoluyla) buna da izafeti düşünülmesinden dolayıdır. Buna göre sanki, "İnce ve kalın ipekten olan elbiseler" denilmiştir. Binâenaleyh "siyâb" (elbise) kelimesi, bu iki cins isme de muzaf kılınmıştır. Nitekim "ipek ve keten elbiseler" denilir. Bunun böyle olduğunun delili ise, (Kehf, 31) ayetidir. Bil ki bu ayetin geniş izahı Kehf Sûresi'ndeki son ayette geçmiştir.

Üçüncü Mesele

"Sündüs", ince ipek; "istebrak" ise kalın ipek demektir Bütün bunlar, "Orada elbiseleri ipektir (Hacc, 23) ayetindeki "ipek" muhtevasına dahildirler. Daha sonra bu elbiselerin, o muhtevasına dahildirler. Daha sonra bu elbiselerin, o muhalled (süslü) vildanların (genç cennet hizmetçilerinin) elbiseleri olduğu söylendiği gibi, "Hayır, bunlar o ebrârın (cennetliklerin) elbiseleridir" de denilmiştir. Ne olursa olsun, bu demektir ki onlar, bir kat elbise giyiyorlar. Ama en iyisi en üste giydikleri elbiselerdir. İşte bundan ötürü, "Üzerlerinde..." denmiştir. Bu ayetin, "İçinde tahtlar üzerinde yaslama olarak... " (insan, 13) ayetinin bir devamı olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre "üzerlerinde..." kelimesinin manası, "O cennetlikler için hazırlanmış, bu gelin odalarının üzerinde, kalın-ince ipek örtüler vardır" şeklinde olmuş olur. Bu da, "Onların odalarının döşemeleri ve örtüleri ipekten, atlastandır" demektir.

Esavir

Hak teâlâ'nın,"(Onlar) gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir" ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir kaç soru sorulabilir:

Birinci Soru: Hak teâlâ, Kehf Sûresi'nde, "Bunlar için aklarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar orada altın bileziklerle süslenirler" (Kehf, 31) buyurmuştur. Öyle ise burada niçin bu bileziklerin gümüşten oldukları söylenmektedir?

Cevap: Buna şu üç şekilde cevap verebiliriz:

a) Bu iki durum arasında bir zıtlık yoktur. Buna göre cennetlikler, iki cins takıyı, bu dünyada kadınların yaptığı gibi, ya ayrı ayrı zamanlarda, ya da aynı zamanda birlikte takıyorlar.

b) Karakterler farklı farklıdır. Binâenaleyh çoğu insan gümüşün beyazlığını altının sarılığından daha çok tercih eder. O halde Allahü teâlâ herkese daha fazla arzu duyduğu ve meylettiği şeyi vermiştir.

c) Gümüşden bilezikler, hizmet yapan o vildana (çocuklara), attın bilezikler ise ebrâra (cennetliklere) aittir.

Erkeklerin Bilezik Takması?

İkinci Soru: Bilezik, kadınlara yakışır. Erkeklerin bilezik takması bir ayıptır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak niçin bu bilezik takma işini bir teşvik sadedinde zikretmiştir?

Cevap: Cennetlikler, tüysüz delikanlılardır. Dolayısıyla erkek bile olsalar, bunların altın ve gümüş süsler takmalarında yadırganacak birşey yoktur. Bu gümüş ve altın bileziklerin, cennette sadece kadınlar ile çocuklara ait olduğu; burada erkek çocuklar (sibyan) ifade "tağlîb" edildiğinden dolayı böyle müzekker zamirler kullanıldığı söylenmişti.Ayetle ilgili bir diğer izah da şöyle yapılabilir: "Amellerin çoğunun yapıldığı organ, kişinin elidir. Vasıtasıyla ilahî bilgilerin ve samadiyyet nurlarının elde edildiği şeyler ise bu ameller ve uğraşılardır. Binâenaleyh bu ameller, elde edilmek istenen şeyin elde edilmesini sağlayan altın ve gümüş yerine konulmuştur. Dolayısıyla bunlar, genelde el ile yapılınca, altın ve gümüş bilezikler gibi kabul edilmişlerdir. Dolayısıyla da bu ameller ve uğraşılar, altın ve gümüş bilezik diye adlandırılmıştır. Cenâb-ı Hak da, Hazret-i Samadiyyetten fışkıran o nurları, "Rableri de onlara gayet temiz bir şarab içirmiştir" ifadesiyle anlatmıştır. Binâenaleyh, "(Onlar) gömüşten bileziklerle süslenmişlerdir" cümlesi, "Bizim için mücahede edenleri..." (Ankebut, 69) ayetine; "Rableri de onlara gayet temiz bir şarab içirmiştir" buyruğu da, "Biz yollarımıza hidayet ederiz" (Ankebût. 69) ifadesine bir işarettir. Benim aklıma gelen ihtimal budur. Kendi muradını en iyi bilen ise O'dur.

Şeraben Tahura

Hak teâlâ'nın "Rableri de onlara gayet temiz bir şarab içirmiştir" ayetindeki "tahûr" kelimesinin manası hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifade, taharet (temizlik) masdarının mübalağa sigasıdır. Buna göre şu manalar muhtemeldir:

1) Bu, dünya içkileri gibi pis değildir.

2) Pis sayılan şeylerden alabildiğine uzaktır. Yani pis eller ona dokunmamış, pis ayaklarla çiğnenerek yapılmamıştır.

3) Onların bedenlerinden bu içki, misk gibi bir koku saçılmasına sebep olduğu için, netice itibariyle de pisliğe dönüşmez.

b) Bu kelime, "temizleyen" manasınadır. Buna göre de şu iki izah yapılabilir:

1) Mukatil şöyle der: "Bu, cennet kapısının yanındaki ağacın dibinden kaynayan bir göze olup, bundan içenin kalbindeki gıll-u gışı ve hasedi Allah çıkarır-temizler ve onun içinde pislik namına hiçbirşey bırakmaz.

2) Ebû Kılâbe de şöyle der: "Cennetlikler yer-içerler. Bu yeme-içmenin en sonunda da onlara bu şarab sunulur. Dolayısıyla onlar bunu içerler. Bununla içleri temizlenir ve derilerindeki gözeneklerden, tıpkı misk gibi bir koku fışkırır." Bu iki izaha göre, buradaki "tahûr", mutahhir, yani "temizleyen" manasına olmuş olur. Çünkü bu şarab onların içlerini, kötü huylardan ve insana sıkıntı veren şeylerden temizler. Buna göre şayet, "Ayetteki, bu tertemiz şarab, bundan önce bahsedilen, kafur, zencebîl ve selsebîl gibi gözelerden başka mıdır, yoksa onların aynısı mıdır?" denilirse, biz deriz ki: Bu da bir başka çeşit göze ve içecektir. Allahü teâlâ bu içirme işini kendisine izafe ederek, "Rableri... içirmiştir" buyurmuştur ki, diğer gözelerde olmayıp, bunda bulunan bir üstünlüğe delalet eder.

c) Biraz önce demiştik ki, "onlara yiyecekleri içecekleri sunulup, onlar bunları bitirince, kendilerine bu tertemiz şarab getirilir. Onlar da bunu içerler ve bu, onların içlerini temizleyip, derilerinin gözeneklerinden, misk gibi dokular fışkırtır." Binâenaleyh bu, bu şarabın, diğer cennet şarablarından başka olduğunu gösterir. Bir de bu içecek diğer içecekleri hazmettirir. Sonra bu hazmettirmesinin yanında, diğer yiyecek-içecekleri tıpkı misk gibi koku saçacak bir hale getirmesi gibi enteresan bir tesiri daha vardır. Bütün bunlar, bunun diğer cennet şarablarından başka olduğunu göstermektedir.

d) Ruh, melekler alemindendir. Meleklerin büyüklerinin ve ulularının cevherinden bu ruhlar feyezan eden nurlar, susuzluğu gideren, bedene güç veren tattı sulara benzetilmişlerdir. Bu gözeler berraklıkta, suyu çok ve verdiği kuvvetin fazla oluşunda farklı farklı oldukları gibi, ulvî nur kaynakları da farklı farklıdır. Binâenaleyh bunların bir kısmı, soğuk ve kuru karakterde olan kâfûrîdir, dolayısıyla dünyada bu karakterde olanlar, korku, ağlama ve tutma (inkibaz) makamında bulunurlar. Bir kısmı da, sıcak ve kuru karakterde olan zencebîlîdirler. Bu karakterde olanlar, Allah dışındaki şeylere çok az iltifat ederler. Maddî ve maddeyle ilgili şeylere hemen hemen hiç aldırış etmezler. Sonra beşerî ruhlar hep bir kaynaktan diğer bir kaynağa; bir nurdan diğer bir nura geçerler. Bu ruhların, vacibü'l-vücûd olan ve mutlak nur demek olan Allah Celle Celâlüh'a yükselmelerinde sınırsız vasıta ve neticelerin bulunduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh ruhlar bu makama ulaşıp, o içkiden içtiklerinde önceki içkiler hazmetmiş, hatta yok olmuş olur. Çünkü Allah'ın dışında kalan nurlar,Allah'ın kibriya ve azamet nurunun karşısında izmihlale uğrar, yok olur ki işte bu sıddıkların seyr-i suluklarının sonu ve kemal derecelerinin en son noktasıdır. İşte bu sebeple Hak teâlâ (iyilerin) mükafaatını, "Rableri de onlara gayet temiz bir şarab içirmiştir" diye bitirmiştir.

Kabul Buyurulan Ameller

Bil ki Allahü teâlâ sa'îdlerin hallerini anlatıp bitirince, şöyle buyurmuştur:

22

"Bu, şüphe yok ki sizin için bir mükafaattır ve sa'yiniz meşkur olmuştur".

Bil ki bu ayetle ilgili olarak şu iki İzah yapılabilir:

1) Ibn Abbas şöyle demiştir: "Bu, "cennetlikler cennete girip de, oranın nimetlerini gördüklerinde, onlara, "Bu, Allahü teâlâ'nın sizin için hazırlayıp da bu ana bıraktığı mükafaatınızdır" denilir" manasındadır." Binâenaleyh bütün bunlar, sizin o azıcık amellerinize karşılık olarak verilecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, meleklerin, cennetliklere "Sabrettiklerine karşılık selam üzerinize olsun. Bu ne güzel bir akıbettir!"(Ra'd,24) ve "Geçmiş günlerde yapmış olduğunuz şeylere karşılık haydi dilediğiniz gibi yiyin-için" (Hakka. 24) diyeceklerini bildirmiştir. Onlara bu sözlerin söylenmesi, sevinçlerini artırmak içindir. Çünkü cezaya müstehak olmuş kimseye de, "Bu senin kötü işlerinin neticesidir" denildiğinde, bu söz onun gam ve elemlerini artırır. Yine mükafaat ehline, "Bu, senin taatlarına karşılıktır" denilir ve bu söz, onun sevinç ve rahatını artırır. Bu izahı yapanlar, ayetin başında mukadder bir "kavi" (deme) kelimesinin olduğunu ve takdirinin, "Onlara denilir ki: "Bu şüphe yok ki..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

2) Bu, Allahü teâlâ'nın kullarına doğrudan doğruya dünyada iken verdiği bir haberdir. Böylece O sanki cennetliklerin cevabını açıklayan, "Bütün bunlar, ey kullarım, Benim ilmim ve hükmümce, size vereceğim ve sizin için yaratıp, sizin için hazırladığım şeylerdir" demek istemiştir.

Ayetle İlgili İki Sual

Ayette geriye şöyle iki soru kalır:

Birinci Soru: Kulun fiili, Allah'ın yaratması olduğuna göre, daha nasıl Allah'ın fiili kendi fiiline bir karşılık olarak düşünülebilir?

Cevap: Ceza (karşılık) kafi ve yeterli olan demektir. Bu durum ise, bunun Allah'ın fiili olmasına aykırı değildir.

Allah'ın Kuluna Teşekkürü

İkinci Soru: Kulun sa'yinin meşkûr olması, Allah'ın kuluna teşekkür edici olmasını gerektirir?

Cevap: Allahü teâlâ'nın, mecazi olan mana hariç, kuluna teşekkür etmesi muhaldir. Bu mecazi olan mana da, şu üç şekilde düşünülebilir:

a) Kadî şöyle der: "Şükür, nasıl nimetlere mukabil ise, mükafaat da, onların amellerinin mukabili olan bir şeydir."

b) Kaffâl şöyle der: "Bu, insanların örfünde de yaygın olan bir husustur. Çünkü, insanlar, ona razı olan ve o az şeyi vereni de öven kimseye, "O, şekûrdur, teşekkürle mukabele edendir" derler. Binâenaleyh şimdi, Allah'ın, "kullarına teşekkür etmesi", O'nun, onların az olan taatına da razı olması ve onlara, bu az olan taata karşılık çok mükafaat vermesi demek olabilir.

c) Kulun en son elde edeceği derece, Rabbinden razı; Rabbinin de ondan razı olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Ey mutmain nefs, Rabbin senden, sen Rabbinden hoşnut olarak, dön Rabbine..." (Fecr, 27-26) buyurmuştur. O halde, nefs-i mutmainnenin Rabbisinden razı olması, derece bakımından Rabbinin ondan razı olmasından daha düşüktür. O halde, bu demektir ki, ayetteki, ifadesi, kendisi sebebiyle nefs-i mutmainnenin Rabbinden hoşnut olduğu şeye; ifadesi de, Rabbinin, o nefs-i mutmainneden razı ve memnun olmasına bir işarettir. Bu durum, makamların en üstünü, derecelerin en sonuncusu olunca, ebrâr ve sıddîklerin ahvâlinin dereceleri bununla hitama erdirilmiştir.

Kur'ân'ı İndiren Allah'dır

23

"Hakikat, Kur'ân'ı sana parça parça biz indirdik biz".

Bil ki, Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başında, "İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman geldi ki, o, anılmaya değer bir şey bile değildi..." (lnsan, 1) ifadesiyle, insanın yoktan var edildiğini beyan etmiş, daha sonra da onu, "emşâc"dan yarattığını beyan etmiştir ki, bu "emşac" ile, insanın ya, dört unsur "enâsır-ı erba'a"dan, yahut ahlat-ı erba'a "dört karışım"dan; yahut erkeğin ve kadının menisinden, yahut uzuv ve ruhlardan; yahut, beden ve nefisten; yahut da, bu beden üzerinde, meselâ nutfe olması, sonra alaka, sonra mudğa, sonra da kemik olması gibi, birbirini izleyen dönemleri geçerek yaratılmış olduğu kastedilmiştir. Hangisi olursa olsun, ayet bu manalardan hepsine muhtemeldir. İşte bundan dolayı bu ayet, mutlaka, hür ve irade sahibi bir yaratıcının (c.c) bulunduğuna delalet eder.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, insanı, boşuna, başıboş yaratmadığını, tam aksine imtihan ve sınamak için yarattığını beyan etmiş ve buna da, fiili ile işaret etmiştir. Ki, işte bu nokta, Cebriyyecilerle Kaderiyyeciler arasında büyük çekişmelere sebebiyet veren noktadır. Derken Cenâb-ı Hak, insana, onun bu deneme ve imtihan esnasında kendisine muhtaç olduğu her şeyi verdiğini zikretmiştir ki, bu da insanın, duyan, gören ve düşünen bir varlık olmasıdır. Cenâb-ı Hak bu hususa da, ifadesiyle işaret etmiştir. Akıl, bu konuda kendisine ihtiyaç duyulan şeylerin en kıymetlisi olunca da, görme ve duyma ifadesinden ayırarak, tek başına zikretmiş ve bu meyanda buyurmuştur. Derken, bütün bunlardan sonra, insanların, kimisi şükredici, kimisi de nankör olmak üzere ikiye ayrıldıklarını beyan etmiştir ki, bu ayrılma işi, kaderiyyenin (Mu'tezile) yaptığı gibi, kendi iradeleriyle; Cebriyye'nin yaptığı yoruma göre ise, Allah'tandır. Cenâb-ı Hak, bu merhaleden sonra, kafirlerin azabına da kısaca yer verdikten sonra, itaat edenlerin mükafaatını, tafsilatlı biçimde ele almış ve bunu, ifadesiyle noktalamıştır.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minlere verdiği mükafaatı uzun uzun anlatıp, hak eden kafirlerin cezasını kısaca belirtmesi, Allah'ın rahmetinin daha baskın ve daha galib olduğuna delalet eder. Binâenaleyh, yaptığımız İzahlardan, bu sûrenin başından buraya kadarki kısmının, ahiret hallerini beyan hususunda olduğu ortaya çıkmaktadı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, dünyadaki halleri izaha başlamlış, kendisine itaat eden kimselerin hallerinin izahını, isyan edenlerinkinden önce getirmiştir. İtaat edenlere gelince, bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ümmetidir. Resul, başdır, konuşandır, reistir. İşte bundan dolayı, resule tahsis edilmiştir. her türlü ayıptan, abesten ve batıl şeylerden uzak ve sırf, hikmetinden kaynaklanan, Rabbinin hükmüne sabret" demiştir.

Rabbin Hükmüne Sabret

Cenâb-ı Hak, işte bu mukaddimeden sonra yasaklan zikretmeye başlayarak,

24

"Artık, Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkara veya hiçbir nanköre boyun eğme..."

buyurmuştur. Bu ayetin manası ya, "savaş hususundaki iznin geciktirilmesi hususunda, Rabbinin hükmüne katlan, sabret..." şeklindedir ki, bunun bir benzeri de, "Allah aranızda hükmedinceye kadar sabret. Çünkü O, hükmedenlerin en hayırlısıdır" (Yunus, 109) ayetidir. Yahut da, bu ayet bütün mükemmeliyetler hakkında, genel bir hüküm olup, buna göre mana, "İster bu, sana mahsus taat ve ibadetler konusunda bir mükellefiyet olsun, isterse, başkasından dolayı, yani tebliğ, risaleti ifa ve bunu yaparken, bundan kaynaklanan zorluklara katlanma olsun, Rabbinin bütün hükümleri konusunda sabret..." demektir. Sonra bu ayetle ilgili birkaç soru sorulabilir:

Birinci Soru: "Rabbinin hükmüne sabret" emrinin içine, "hiçbir günahkara, yahut hiçbir kafire itaat etmeme.." de dahildir. O halde, bu ifadeden sonra bunun getirilmesi bir tekrar gibi oîmuş olur.

Cevap: Birincisi, emredilmişleri emretmek; ikincisi ise, menhiyyattan nehyetmektir. Halbuki, bu iki şeyden birinin diğerine delaleti, "delalet-i iltizamiyye'dir, "tasrihi" değildir. Dolayısıyla, ikinci ifade ile, tasrihî sağlanmıştır.

Hazret-i Peygamberi İkazın Hikmeti

İkinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), zaten bunlardan hiçbirine itaat etmezken, böyle bir yasaklamanın faydası nedir?

Cevap: Bunun maksadı, insanların, yapılmaya, yol gösterilmeye muhtaç olduklarını beyan etmedir. Sebebi de, onların mayalarına yanlış ve fasit şeyleri yapmaya sevkeden arzuların yardımından, inayetinden, yol göstermesinden müstağni olması gerekli olan birisi varsa, bunun, masum peygamberin olması gerektiğini beyandır. Masum peygamber bile uyarıldığına göre, her müslüman kendisini şüpheli ve şehevi şeylerden koruması hususunda, Allah'a yalvarıp yakarması, O'na yönelmesi gerektiğini anlamış olur.

Asim ve Kefûr

Üçüncü Soru: (......) ile (......) lafızları arasında ne fark vardır?

Cevap: (......) hangi günah olursa olsun, daima günah işlemeye yönelen; (......) ise, nimet-i ilahiyyeyi inkar eden, demektir. Binâenaleyh, bu demektir ki, her (......), (......)'dir; ama, her (......), (......) değildir. Biz, (......) kelimesinin, bütün günahlar hakkında kullanılan genel bir ifade olduğunu söyledik; çünkü Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'a ortak koşarsa, büyük bir günah uydurmuş (üstlenmiş) olur" (Nisa. 48) buyurmuş, şirke (günah) adını vermiştir. Yine "Şehadetleri gizlemeyin. Kim şehadetleri gizlerse, onun kalbi âsim (günahkar)dir" (Bakara, 282), "Günahın (ismin) açığını da gizlisini de terkedin" (En'âm, 120) ve "Sana içki ve kumar hakkında sorarlar. De ki: Onlarda büyük günah (ism) vardır" (Bakara, 219) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayetler, "ism"in bütün masiyetleri içine alan bir şey olduğuna delalet etmektedir.

Nüzul Sebebi

Bil ki Allah'dan başkasına tapan herkes hakkında bu iki vasıf söz konusu olur. Çünkü kişi Allah'dan başkasına ibadet ettiği an, O'na isyan etmiş ve nimetlerini inkar etmiş (kefûr olmuş) olur. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki: Ayetle ilgili olarak şu iki görüş var:

1) "Bu ifadeyle, belli bir şahıs kastedilmiştir." Bu görüşte olanlar, ayetteki âsim (günahkar) ve kefûr (nankör) ifadeleriyle aynı şahsın kastedildiğini, bu şahsın da Ebû Cehil olduğunu söyleyenler olduğu gibi, "âsim" ile Velid'in, kefûr ile de Utbe'nin kastedildiğini söylemişlerdir. Kaffâl şöyle der: "Bunun delili, "Alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, daima ayıplayan, laf getirip götürmeye koşan, hayırdan durmayıp meneden, aşırı zalim, çok günahkar (âsim)" ... olan kişi" (Kalem, 10-13) ayetlerinde Allahü teâlâ, Velid b. Muğfre'yi "âsim" diye adlandırmasıdfr."

Keşşaf sehibi ise, "âsim"in, Utbe b. Rebî'a, "kefûr" (nankör)un da Velid b. Muğire olduğunu ileri sürerek şöyle demiştir: Çünkü Utbe çokça günah işleyen ve alabildiğine fasıklıklar yapan birisi idi. Velid ise, son derece nankör-kâfir birisi idi" demiştir. Birinci görüş daha uygundur. Çünkü bu görüş Kur'ân'la teyid edilmiştir.

Rivayet olunduğuna göre Utbe b. Rebî'a, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bu dâvandan vaz geç, seni kızımla evlendireyim. Çünkü ben, Kureyş'in en güzel kızına sahip olanlardanım" demiş, Velid de yine ona, "Bu davandan vazgeç. Ben "yeter" deyinceye kadar sana mal veririm. Çünkü ben, Kureyş'in mal ve zenginlikçe en ileri olanıyım" demiş. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onlara, Fussilet Sûresi'nin başından, "Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: "Ben size de Ad ve Semûd'u (çarpan) yıldırım gibi bir azabın geleceğini hatırlatırım" (Fussilet, 13) ayetini okumuş. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ayrılıp gitmişler ve birisi (diğerine), "zannettim ki Kâ'be üzerime kapandı" demiş.

2) "Bu ayetle, belli bir şahıs kastedilmemiştir. Bunlar mutlak (genel) ifadelerdir. Bu görüş, ayetin zahirinden anlaşılan manaya daha yakındır. Bu cümleden olarak mesela Hasan el-Basrî, "Âsim, münafık araplar, kefûr da müşrik araplardır" demiş ama bu görüş zayıftır. Doğru olan, bizim de bahsettiğimiz gibi, âsim, genel; kefu ise hass (özel) bir ifadedir.

Âsim İle Kefûr Arasındaki Fark

Dördüncü Soru: Bunların hepsi de neticede kafir olduklarına göre, bunların Asim (günahkar) ve kefûr (nankör) diye kısımlara ayırmanın hikmeti nedir?

Cevap: Kefûr (nankörlük), günah (ism) çeşitlerinin en kötüsüdür. Dolayısıyla Allahü teâlâ bunun alabildiğine pis, bu vasfı taşıyan kimsenin Allah'dan alabildiğine uzak olduğupa dikkat çekmek için, bunu özellikle zikretmiştir.

Ev Edatının Buradaki Manası

Beşinci Soru: "Ev (veya) kelimesi, bu iki tür insandan birine itaat etmeyi yasaklayan bir ifadedir. O halele her ikisine itaattan nehyeden bir ifade olsun diye, "ev" yerine niçin "ve" dememiştir?

Cevap: Alimler bu hususta şu iki izahı yapmışlardır:

1) Zeccâc'ın yaptığı ve muhakkik alimlerin ekserisinin tercih ettiği bu görüşe göre, "Eğer, Cenâb-ı Hak, "o ikisine' itaat etme" demiş olsaydı, o zaman bu ifade onlardan birisine itaat edilebileceği manasına gelirdi. Çünkü bu iki şahsa birden itaattan nehiy, bunların her birine ayrı ayrı itaattan nehiy manasına gelmez. Ama bunlardan birisine itattan nehiy, ikisine birden itaattan nehiy manasına gelir. Çünkü o bir de, ikisinin teşkil ettiği toplamın içindedir." Birisi çıkıp bu görüşün zayıf olduğunu, zira Hak teâlâ'nın, "Şuna ve şuna itaat etme" sözünün manası, bunlardan birisine muhalif ol" şeklindedir. Bunlardan bi rine muhalefet etmekten, ikisine birden muhalefet etme neticesi çıkmaz. Çünkü mesela, efendi kölesine, "şu iki adamdan biri sana emir verdiğinde, onu tutma. Ama ikisi anlaşır da sana emir verirlerse, ikisine muhalefet etme" diyebilir.

2) Ferrâ, ayetin takdirinin, "ister âsim, isterse kefûr olsun, sakın ha onlardan hiçbirine itaat etme" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu tıpkı bir kimsenin kendisinden isteyene, "ister iste, istet- isteme, sana vermeyeceğim" demesi gibidir.

Sabah, Akşam, Gece Rabbini Zikret

Bil ki Allahü teâlâ bu şekilde nehyedince, bunun peşinden emrini getirerek şöyle buyurmuştur:

25

Âyetin tefsiri için bak:26

26

"Sabah akşam Rahbinin adını an ve gecenin bir kısmında O'na secde et ve uzun gecede O'nu tesbih et".

Zikirden Maksad Namaz

Bu ayetle ilgili olarak şöyle iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bu ifadeyle "namaz" kastedilmiştir. Çünkü "sabah - akşam" diye kayıtlanmış olması, "Rabbinin adını an" ifadesinden beş vakit namazın kastedildiğine delalet eder. Bu görüşte olanlar, beş vakit namazı bu ayetlerden şu şekilde çıkarırlar ve "bukra" kelimesi ile sabah namazı; asil kelimesi ile öğle ve ikindi namazları, "gecenin bir kısmında" ifadesi ile de akşam ve yatsı namazlan kastedilmiştir" derler. Böylece bu iki sıyet, beş vakit namazı ihtiva etmiş olurlar

Ayetteki, "Uzun gecede O'nu tesbih et" ifadesiyle de teheccüd namazı kastedilmiştir. Bu görüşte olanlar, bu hususta da ihtilaf ederek, kimileri, teheccüd namazının, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendisine vacib olduğunu, daha sonra neshedildiğini söylemişlerdir ki bu, bizim Müzzemmil (son ayette) tercih ettiğimiz görüştür. Bu görüşte olanlar, şöyle delil getirmişlerdir: "Ona secde et ve uzun gecede O'nu tesbih et" hitabı bir emirdir. Emir ise vücûb ifade eder. Hele de bu emir, te'kidli bir şekilde tekrar etmişse... Diğer bazı alimler de, "Hayır, bununla nafile namaz kastedilmiş olup, bu neshedilmiştir." demişlerdir.

İkinci Görüş: Hak teâlâ'nın bu ifadelerinden, namaz değil, aksine sözlü ve itikadi açıdan olan tesbih, yani takdis ve tenzih kastedilmiştir ki maksadı da, kulun bütün vakitlerde, gece ve gündüz, kalbiyle ve diliyle Allah'ı zikretmesi (hatırlaması) gerektiğini bildirmektir. Bu Hak teâlâ'nın, "Ey iman edenler Allah'ı çokça zikredin ve O'nu sabah akşam tesbih edin" (Ahzab.41.42) ayetiyle anlatılmak istenen manadır. Bil ki ayette şöyle bir başka incelik daha vardır: "Hak teâlâ, "Muhakkak ki Kur'ân'ı sana ceste ceste Biz indirdik Biz"(İnsan, 23) buyurmuştur ki bu, "Biz seni o sırlara alıştırdık ve göğsünü bu nurlarla böylesine Biz açtık-genişlettik. Biz sana bunu böyle yaptığımız için, sen de emirlerimize boyun eğ. Bizden başkasına itaat etmekten zinhar kaçın" demektir.

Allah'ın Zatını Değil, Ancak Sıfatlarını Biliriz

Cenâb-ı Hak daha sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Kendisine itaat etmesini emredip, başkasına taatta bulunmaktan nehyedince, Rabbinin adım an" buyurmuştur ki bu, beşerî akılların, Cenâb-ı Hakk'ın ancak isim ve sıfatlarını tanıyabileceklerine, ama hakikatini ve zatını tanımayacaklarına bir işarettir. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bazan, "Rabbinin adını an" denilmiştir ki bu, Allah'ın isimlerinin tanınıp-bilinebileceğine; bazan da, "Rabbini içinden an" (Araf,205) denilmiştir ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları makamına bir işarettir. Fakat mesela selbî ve izafi olan, Cenâb-ı Hak'dan ayrı düşünülemeyen diğer şeyler demek olan, O'nun zatına mahsus hakikatim bilmeye gelince, bunun hiçbir mümkin ve muhdes (mahluk) varlığın bilmesi ve buna muttali olması mümkün değildir. Alabildiğine zahir olduğu için akıllardan saklanan, alabildiğine mükemmel bir nura sahib olduğu için, akıllardan perdelenen O yüce zatı, noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz.

Kafirler Günlük Zevk Peşinde

Bil ki Hak teâlâ Peygamberine Allah'ın adını tazim etmesini bildirip bir takım şeyleri errir ve bir takım şeyleri nehyedince, kafirlerin ve işi yokuşa sürerek diretenlerin hallerini de iyice açıklama işine dönmek üzere şöyle buyurmuştur:

27

"Gerçekten bunlar o çabukça geçen dünyayı severler. Arkalarındaki o ağır günü ise önemsemezler".

Bu ayetle, "Kafirleri bu küfre sevkedip, ahiretteki faydalarına olan şeylerden yüz çevirip, onlara itaat etmemelerine sebep olan şey, şüpheleri değildir. Dolayısıyla bunlar, sûrenin başında zikredilen o delillerden istifade edemezler. Onları bu dünyevî zevk ve konforu sevmeye sevkeden şey, şehvetleri (nefisleri)dir" manası kastedilmşitir. Ayetle ilgili olarak şöyle iki soru vardır:

Ön Yerine Arka Kavramı?

Birinci Soru: Peki niçin Cenâb-ı Hak, "Önlerindeki" dememiş de, "Arkalarındaki o ağır günü..." demiştir? Buna şu birkaç şekilde cevap verebiliriz:

1) Onlar bu güne aldırmayıp, bundan yüz çevirince, adeta bu günü arkalarına atmış gibi olurlar.

2) Ayetin takdiri, "Onlar o ağır ve çetin günde faydalarına olacak şeyleri arkalarına atmışlardır" şeklindedir. Bu manaya göre, "yevm" ifadesinin başından bir muzaf hazfedilmiştir.

3) Buradaki, verâ (arka) kelimesi "ön" manasına kullanılmıştır. Bu tıpkı, "verâlarında ise cehennem vardır"(Casiye, 10) ve "Verâlarında bir kral vardır..." (Kehf, 79) ayetlerinde"verâ" kelimesinin "ön" manasına kullanılması gibidir.

Kıyamet Hakkında "Ağır Gün" Vasfı?

İkinci Soru: Kıyamet gününü "ağır" olarak nitelemenin sebebi nedir?

Cevap: O günün şiddet ve dehşetinden ötürü bu "ağır"lık vasfı, "kendisini taşıyanı yoran ağır şey" manasında mecazi bir ifadedir. Bunun bir benzeri de, "O (kıyamet), göklerde de, yerde de ağır gelen bir şeydir" (A'raf, 187) ayetidir.

Hayatı İdame insanın Değil, Allah'ın Elinde

Hak teâlâ onları inkara sevkeden şeyin dünyaya duydukları şehvet (sevgi) olduğunu belirtince, şöyle buyurmşutur:

28

"Biz yarattık onlan. mafsallarını da Biz sapasağlam bağladık. Dilediğimiz vakit yine onları, benzerleri ile değiştiririz de".

Bu, "Onların dünyayı sevmeleri de aslında, hem teşvik hem korku bakımından, Allah'a itaat etmelerini gerektirir. Teşvik bakımından bunun bunu gerektirmesi, Cenâb-ı Hakk'ın, onları yaratıp, sayesinde dünyevi lezzetlerden istifade imkanını buldukları uzuvları vermesi ve yine sayesinde bütün istifade edebilecekleri şeyleri yaratan zat olması açısındandır. Binâenaleyh onlar, dünyevi lezzetleri sevip, bu lezzetler de ancak, hem faydalananın hem de faydalanılanın bulunması durumunda söz konusus olup, bu iki husus da, ancak Allah'ın tekvini ve yaratmasıyla olunca, bu onların Allah'a boyun eğmelerini, tekliflerini kabul etmelerini, inad ve yüzçevirmeyi bırakmalarını gerektiren şey olmuştur.

'Rehbet-korku" açısından bunun gerekmesine gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, onları öldürmeye, onlardan, nimetlerini çekip geri almaya ve onları, her türlü sıkıntı ve güçlüğün içine atmaya kadir olmasından ötürüdür. Binâenaleyh, işte, bu gibi dünyevi lezzetlerin elden çıkarılması mümkün olduğu için, dünyayı sevenlerin, Allah'a inkiyad edip, bu isyanı bırakmaları gerekir. Sözün özü, onlara adeta, "Farzedelim ki, sizin bu dünyevi lezzetleri sevmeniz güzel ve olumlu bir tutum, yerinde bir yöntemdir. Ancak ne var ki bu, sizin, Allah'ı tasdik etmenizi ve O'na boyun eğmenizi gerektirir. Binâenaleyh, şimdi siz kalkar da, bu nimetleri, Allah'ı inkar etmeye ve O'nun hükmünden yüz çevirmeye sebeb kılarsanız, hiç şüphesiz siz, diretmiş, isyan etmiş ve işi yokuşa sürmüş olursunuz" denilmiş olur. İşte bütün bunlar, bu soru ve cevaplar arasında güzel bir tertibin ve latif bir yol ve yöntemin olduğunu gösterir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetle İlgili Bazı Meseleler

1. Esr

Birinci Mesele

Dil alimleri, (......) kelimesinin, "bağlamak, sıkıca bağlamak" anlamlarına geldiğini ve kayışla bağlandıklarından, esirler hakkında, yine, boğazı bağlanmış at ve arkası bağlanmış at anlamında, denilmesi de bundandır. Buna göre mana, "Biz, onların uzuvlarını, biribirine bağladık ve sinirler vasıtasıyla mafsallarını kuvvetlendirdik" demek olur.

2. Onları İmha, Yerlerine Yeni Nesli Getirme

İkinci Mesele

Ayetteki cümlesinin manası, "Biz, istediğimizde onları yok eder, benzerlerini getirir ve o benzerleri onların yerine ikame ederiz" demek olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın (vakıa. 61) ayeti gibi olup, bundan maksat, Cenâb-ı Hakk'ın, Kendisinin, Kendisi dışında kalanlardan tastamam mükemmel biçimde müstağni olduğunu beyan etmektir. Buna göre adeta, "Bizim, yarattığımız şeylerden hiçbirine, kesinlikle ihtiyacımız yok.. Bizim ihtiyacımızın olduğunun farzedilmesi durumunda da, bu kimselere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz, bunları yok edip, yerlerine benzerlerini halketmeye kadiriz" denilmek istenmiştir ki, bunun bir benzeri de, "Ey insanlar, eğer, isterse, sizi giderip, yerinize başkalarını getirir. Allah buna muktedirdir" (Nisa, 133) ayetiyle, "Eğer isterse sizi giderir ve yepyeni bir halk getirir ve bu, Allah'a zor değildir"'(Fatır.17) ayetidir. Bu ifadeye, "Biz, her ne kadar amel bakımından bunların zıddı olsalar bile, hilkat bakımından bunlar gibisini getiririz" manası da verilmiştir. Ve yine bu ifadeye, "küfürde onların dengi ..." manası da verilmiştir.

İle Farkı

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi, cümlesinin hakkının, ile kullanılmakta olduğunu ve bunun tıpty, (Muhammed 38) ayetiyle (Nisa, 133) ayetleri olduğunu söylemiştir. Bil ki, keşşaf sahibinin bu sözü, Kur'ân'ı ta'n gibi olup, aslında tutarsızdır. Zira, gerek (......) gerekse (......), şart edatlarıdır. Ancak ne var ki meydana gelmesi kesin olan şeylerde kullanılmaz ve mesela, "Eğer güneş doğarsa, sana ikram ederim.." denilmez. Ama harfi ise, olması malum olan şeyler için kullanılır. Ve mesela sen, "Güneş doğduğunda sana geleceğim.." diyebilirsin. Binâenaleyh, şimdi burada da, Cenâb-ı Hâk, kendisinde, o kafirleri hilkat bakımından, emsalleriyle; taat bakımından da zıtlarıyla değiştireceği o vaktin ne zaman geleceğini bildiği için, hiç şüphesiz bu ifadenin başında harfinin kullanılması güzel olmuştur.

Kuran Dersinden Dileyen Yararlansın

Bil ki Allahü teâlâ, "saîd ve şakî - (cennetlik ve cehennemlik)" kimselerin hallerinden bahsettikten sonra

29

Âyetin tefsiri için bak:30

30

"Şüphesiz ki bu (sure) de, bir öğüttür. Artık kim dilerse, Rabbine bir yol tutar. Bununla beraber, Allah dilemeyince, siz bunu dileyemezsiniz. Çünkü Allah, hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir"

buyurmuştur ki bu, "Bu sûre, içindeki bu acib tertip, ilginç intizam, va'd ve va'd, terğib-terhiblerle beraber düşünenler için bir öğüt, görmek isteyenler için bir basirettir. Artık, kim dünyada ve ahirette, kendisi için güzel şeylerin olmasını istiyorsa, Rabbine bir yol edinsin" demektir. Allah'a yol edinmek ise, O'na yaklaşmak, O'na yakın olmak demektir.

Cebr ve Kader Dengesi

Bil ki bu ayet, cebr ve kader dalgalarının bir arada bulunduğu denizler kabilinden olan ayetler cümlesindendir. Bu sebeple Kaderiyye, Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık kim dilerse Rabbine bir yol tutar" ayetine tutunarak, "Bu, benim görüşüm hakkında açık bir nasdır. Bunun bir benzeri de, "Dileyen iman etsin, dileyen de inkar etsin" (Kehf, 29) ayetidir" derken, Cebriyye de, "Bu ayet, kendisinden sonraki ayetle birlikte mütalaa edildiğinde, "cebr" mezhebi hakkında açık bir delil olur" der ve "Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık kim dilerse, Rabbine bir yol tutar" ifadesi, kulun meşietinin, halis ve muhtis, an duru olduğunda, o fiili gerektireceğini; ama bundan sonra gelen, "Bununla beraber Allah dilemeyince, siz bunu dileyemezsiniz.." buyruğu da, Allah'ın meşietinin, kulun meşietini gerektirdiğini, gerektireni gerektirenin ise, gerektirici olduğunu, binâenaleyh, Allah'ın meşietinin kulun fiilini gerektirdiğini söyleyip "İşte bu da, "cebr"dir" izahını yapar. "Dileyen iman etsin, isteyen de küfretsin" ayetiyle de, Cebriyye, işte bu şekilde kendi mezhepleri için istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü bu ayet de, meşietin fiili gerektirdiğini göstermektedir. Bunun devamı olarak yapılabilecek izah ise, biraz önce geçtiği gibidir.

Bil ki, özetle sunduğumuz bu istidlal şekli ile, Kadî'nin ileri sürdüğü şey birbirini tutmaz. İşte bu sebeple biz, Kadî'nin görüşünü ele alıp, ondaki zayıflığa dikkat çekmek istiyoruz. Kadî şöyle der: "Bu ayetle ele alınan, "Allah'a yol edinme" meselesidir. Halbuki biz, Allah'ın bunu dilediğini kabul ediyoruz. Çünkü Allah, bunu emretmiştir. Dolayısıyla da, mutlaka bunu dilemiş demektir Ama bu, "Kul, mutlak manada ancak Allah'ın dilediğini dileyebilir" denilmesini gerektirmez. Çünkü, bununla murad edilen, Allahü teâlâ'nın, irade edip dilediği o muayyen ve hususi şeydir." Bil ki, Kadî'nin beyan ettiği bu sözün, bizim az önce yaptığımız istidlal ile alakası yoktur. Üstelik Kadî'nin yapmış olduğu bu izahın neticesi, bir önceki ayette bahsi geçen şekliyle, o genel olan ifadeyi tahsis etmeye dayanır ki, bu zayıftır. Ayetin ma kablinin hususi olması, bu umumun (genel kavramın) o hususi şeyle tahsis edilmesini gerektirmez. Çünkü bu ayette geçen bu hükmün, hem bunu, hem de diğer hususları, içine alabilecek bir biçimde umumi bir hüküm olarak gelmiş olması muhtemeldir.

Geriye, ayetle ilgili olarak, irabı gerektiren şöyle bir soru kalmaktadır: ifadesinin irabtaki yeri nedir?

Cevap: Bu, zarf olarak mansub olup, astında bu ifade, Allah'ın dilemesi vahyi müstesna.." anlamındadır. Ibn Mes'ûd'un, bu ifadeyi (......) şeklinde okumasrda böyledir. Çünkü, ve fiil de, yine bu anlamdadır. Bu ifade, ya ile, şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, buda, "Allah, onların hallerini ve onlardan sudur edeni bilendir. Çünkü O, onları, onlardan neler sudur edeceğini bilerek yaratmıştır" demektir.

Allah Dilediğine Rahmet Eder

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sûreyi hitama erdirerek,

31

"Kimi dilerse, rahmetine sokar. Zalimlere gelince, O, onlar için elem verici bir azab hazırlamıştır"

buyurmuştur.

Bil ki, bu sûrenin sonu da çok ilginçtir, zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah dilemeyince siz bunu dileyemezsiniz" buyruğu, kuldan sudur eden her şeyin, ama her şeyin Allah'ın meşietiyle olduğuna; O'nun, "Kimi dilerse, rahmetine sokar. Zalimlere gelince, O, onlar için elem verici bir azab hazırlamıştır" buyruğu da, cennete ve cehenneme girmenin, ancak Allah'ın dilemesiyle olduğuna delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu sûrenin sonunda, her şeyin Allah'tan gelip yine Allah'a raci olduğu neticesi çıkmaktadır ki, işte, bu, sıddîkların, Seyr-ü suluklarının nihayeti ve ilahi bilgilerin feleklerine yükselişlerinin son noktası demek olan "Mutlak tevhid"dir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır.

Ayetle İlgili Bazı Meseleler

1. İman Allah'ın Dilemesiyledir

(......) ifadesindeki (......) kelimesini şayet biz iman ile yorumlarsak, bu ayet, imanın Allah'tan olduğu hususunda açık bir ifade olmuş olur. Yok eğer, cennet sözüyle yorumlarsak, bu sefer de, cennete girmenin hak etmek ile değil, Allah'ın dilemesi, fadlı ve ihsanı ile olmuş olur. Bu böyledir, zira "hak etmek" sabit olmuş olsaydı, bunu yapmama, Cenâb-ı Hakk'ı, cehalet ve başkalarına muhtaç olma neticesine götürürdü ki, bu iki mefhum da Allah hakkında muhaldir. Halbuki, muhale yol açan şey de muhaldir. O halde, bu demektir ki, Allah'ın bunu yapmaması muhaldir. Bu sebeple, bunun yapılması, aklen vacib yapılmaması ise, aklen imkansızdır. Böyle olan şey ise, meşiete kesinlikle bağlı olamaz. Bir de mesela, bir kimsenin birisine borcu olsa, bu borç da onu alacaklıya ödemeye sevketse, "O bunu ona, acıdığı için ve kendinden bir lütuf olarak vermiştir" denilemez.

Zalimlere Cehennem

Ayetteki "Zalimlere gelince O, onlar için elem verici bir azab hazırlamıştır" beyanı kadar kaleminin, olacak olan bütün her şeyi yazıp bitirdiğine delalet etmektedir. Çünkü fiilinin manası, "O, bunu bildi, bu şekilde hükmetti, bunun böyle olacağını haber verdi ve o bunu, Levh-i Mahfuz'a böyle yazdı.." şeklindedir. Bütün bu şeylerin değiştirilmesinin muhal olacağı ise, malumdur. Dolayısıyla bu iş, bizim beyan ettiğimiz ve söylediğmiz şekilde olacaktır, demektir.

Üçüncü Mesele

Zeccâc şöyle demektedir: (......) kelimesi, kendisinden önceki ifade mansub olduğu için mansub kılınmış olup, buna göre ifadenin takdiri, "O, dilediği kimseleri rahmetine sokar, zalimlere de azab eder" şeklinde olup, ifâdesi de, bu takdir edilen fiilin bir tefsiri gibidir."Abdullah İbn Zübeyr ise, (......) şeklinde okumuştur, ama bu, tercihe şayan bir okuyuş değildir. Çünkü böyle okunması halinde bu, ifâdesine atfedilmiş olur. Halbuki isim cümlesini fiil cümlesine atfetmek yerinde bir iş değildir. Ama Şûra Sûresi'ndeki ayetinde bulunan ifadesi, kendisinden sonra, onu nasbedecek bir fiil olmadığı için merfu okunmuştur. Dolayısıyla da, kendinden önceki mansub kelimeye atfedilmesi caiz olmamış ve mübteda tutularak merfu okunmuştur, ama burada cümlesi o takdir edilen nasbedicinin ne olduğuna delalet etmektedir. Böylece bu iki ayet arasındaki fark anlaşılmış olur. Doğruyu en iyi bilen Allah (c.c)'dır. Salat-ü selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına olsun (amin)!

0 ﴿