MÜRSELÂT SÛRESİBu sûre elli ayet olup, Mekkidir. 1Âyetin tefsiri için bak:6 2Âyetin tefsiri için bak:6 3Âyetin tefsiri için bak:6 4Âyetin tefsiri için bak:6 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Andolsun birbiri ardınca gönderilenlere, ve sert rüzgarlar gibi hemen koşanlara, iyiden İyiye yayanlara, böylece tam manasıyla ayırdedici olanlara, kötülüğü imhaya azab ile tehdide çalışan peygamberlere vahiy getirenlere". Bu ayetlerle ilgili şöyle birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki ilk beş ifade ile ya tek bir cins, veyahut da çeşitli cinsler kastedilmiştir. Birinci İhtimale göre alimler şu görüşlere yer vermişlerdir: Birinci Görüş: Bütün bu ifadelerle melekler kastedilmiştir. O halde, "mürselat" (gönderilenler), bir kavme ya nimet, yahut da ilahi azab getirmek için gönderilen meleklerdir. Ayetteki, (......) kelimesiyle ilgili olarak da şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "Tıpkı bir yelenin kıtları gibi, ardarda sıralanmış" demektir. Arapça'da, "Tek sıra halinde geldiler" "Bir konuda anlaştıklarında, onlar tıpkı bir sırtlanın yelesi gibi biraraya geldiler" denilir. b) Buradaki "urfeu" kelimesi, nekire (bilinmeyen)in zıddı olan, maruf (bilinen) manasınadır. Çünkü bu melekler, eğer rahmet getirmek için gönderilmişlerse, bu mana onlar hakkında açıktır. Yok eğer azab için gönderilmişlerse, bu azab, hernekadar kafirler için "maruf" değilse de, Allah'ın onlardan, kendileri yüzünden intikam aldığı peygamberler ve mü'minler için maruftur. c) Bu kelime masdar (mef'ûl-ü mutlak)tır. Buna göre adeta, ardarda-peşpeşe gönderilenler" manasında denilmek istenmiştir. Binâenaleyh bu kelime, birinci izaha göre hal olduğu için; ikinci izaha göre ise mef'ûl olduğu için mansub olmuştur. İkinci izaha göre, "ihsan için, maruf birşey için gönderilenlere..." takdirindedir. Asifat Ayetteki, "Sert rüzgarlar gibi hemen koşanlara..." ifadesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir: a) Allahü teâlâ o melekleri gönderince, onlar uçuşlarında tıpkı rüzgâr gibi sert esmiş-uçmuşlardır. b) Bu melekler, kafirlerin canını almışlardır. Nitekim birisi birşeyi yok edip-öldürdüğünde denilir. Yine Arapça'da gem götüren ve adeta hızda rüzgar gibi olan deve için de, "nâkatun asûfun" denilir. Keza, "Harb o kavmi yok etti" manasında denilir. Nitekim şair de: "Tepeden hmağa silahlı, kalabalık ve geleni gideni yok eden kudretli bir ordu içinde..." demiştir. Ayetteki, "iyiden iyiye yayanlara" ifadesinin manası ya, "yere inerlerken kanatlarını yayıp-açanlara", yahut "yeryüzünde şer'î hükümleri yayanlara", yahut "yeryüzünde rahmeti veya azabı yayanlara" şeklindedir.Yahut da bu ifadeyle "hesab günü insanların amel defterlerini yayan-dağıtanlar" manası kastedilmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Kıyamet günü o insan için, yayılmış (dağıtılmış) olarak kendisine kavuşacağı bir kitab çıkaracağız"(İsra, 13) buyurmuştur. Velhasıl o melekler yeryüzündekilere ulaştırmakla emrolundukları şeyi, ulaştırıp insanlar arasında onu yayarlar. Ayetteki, "Böylece tam manasıyla ayırdedici olanlara" ifadesi, "hak ile batılı birbirinden iyice ayırıp, ortaya koyanlara.." manasınadır. Mülkiyeti Zikra (......) ifadesi de, "zikri peygamberlere ulaştıranlara yemin olsun ki.." demektir. Buradaki "zikir" ile, mutlak manada "ilim ve hikmet" kastedilmiş olabileceği gibi, ki nitekim "Kullarından dilediğine (O Allah), emrinden olan ruh ile melekleri indirir" (Nahl,2) ayetinde de bu manadadır, bununla özellikle Kur'ân'ın kastedilmiş olması da muhtemeldir. Nitekim Hak teâlâ, "Demek zikir aramızdan ona mı ilhâc edildi (verildi) (dediler)" (Sad, 8) ve "Sen kendine bir kitab ilka edilmesini (verilmesini) beklemiyordun" (Kassas, 86) buyurmuştur, bu ilka edici (vahyedici), hernekadar sadece Cebrail (aleyhisselâm) ise de, tek bir şahsın, sırf ta'zim için, büyüklüğünü göstermek için, cemi bir kelimeyle zikredilmesi de mümkündür. Kasemin Maksadı Bil ki bu ayetlerdeki yeminin maksadı, kendilerine yemin edilen (bu meleklerin) yüce varlıklar olduğuna dikkat çekmek içindir. Meleklerin kıymet ve derecelerinin yüksek oluşu ise, şu bakımlardan açıktır: 1) Herşeyden önce onlar, Allah'a alabildiğine itaat içindedirler. Nitekim Hak teâlâ, "Onlar emrolunduklanm hemen yaparlar" (Nahl, 50), "Söz ile Cenâb-ı Hakk'ın önüne geçmezler (O'ndan önce konuşmazlar) ve O'nun emriyle amel ederler" (Enbiya, 27) buyurmuştur. Meleklerin Kısımları 2) Melekler kısım kısımdırlar: Kimisi, peygamberlere vahiy indirmek için gönderilirken, kimileri de insanlardan hiç ayrılmayıp, onların amellerini (her işlerini) yazmak için gönderilmişlerdir. Bunlar da iki kısma ayrılırlar: Bir kısmı gündüz, bir kısmı gece görevlidirler. Yine insan oğlunun canını almak için gönderilen melekler olduğu gibi, vahyi göğün melekleri yeryüzüne indirene kadar, bir gökten diğer göğe taşıyıp indiren melekler vardır. Yine bu konuda rivayet edilen hadislere göre, hergün Beyt'l Ma'mûr'dan Ka'be'ye inen melekler vardır. İşte, ifâdesinin içinde saklı olan manalar bunlardır. Yine bu ifadenin içinde, hızlı hareket etmek, kısa sürede uzun meşaleler katetme manası da vardır. Bu tıpkı, Hak Tealâ'nın, "Melekler ve Ruh O'na, müddeti elli bin yıl olan bir günde yükselirler"(Meâric, 4) ayetinde beyan edildiği gibidir.Yine bu ifadenin içerisinde, uçarken ilim - hikmet - nübüvvet - hidayet - irşad -vahiy - tenzil o vahyi ve tenzili indirmek suretiyle hak ile batılı ayırdetme ve bu vahiy sebebiyle kalbe ve lisana "zikr"i ilka ederken, ilim ve hikmeti neşretme, büyük kanatlarını açma., gibi manalar da mündemiçtir. Velhasıl, Allah'la kulları arasında vasıta olan bu melekler, dünyevî ve uhrevî bütün saadetleri, maddî ve manevî bütün iyilikleri ulaştırmada birer vasıtadırlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bunlara yemin etmiştir. Kasem Edilmeyen Nesneler İkinci Görüş: Bu ilk beş ifadenin beşi ile de, rüzgarlar kastedilmiştir. Allahü teâlâ, tıpkı bir at yelesinin kıllarından olduğu gibi, azab rüzgarlarını peşpeşe, ardarda göndermesine yemin etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Hacc, 22) "Rüzgarlar gönderdik.." buyurmuştur. Sonra, bu melekler, o denli hızlı hareket ederler ki, böylece havada bulutlan yayan ya şiddetli esen rüzgar ya da şiddet rüzgarı halini alırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, rüzgarları, rahmetinin öncesinde müjdeleyici olarak gönderendir" (Araf, 50) ve "Allah rüzgarları salıveren; böylece de o rüzgarlar, bulutları sürüp de gökyüzüne yayan zatta” (Rum, 48) buyurmuştur. Şöyle de denilebilir: Rüzgârlar, yayılması-dağılması ve bitmesi konusunda bitkilere, ekinlere ve ağaçlara yardımcıdırlar. Çünkü onlar, aşılama işini yaparlar. Dolayısıyla da bitkiler bu sayede biter, ortaya çıkarlar. Nitekim Hak teâlâ da, "Biz rüzgarları aşılayıcılar olarak gönderdik" (Hicr, 22) buyurmuştur. İşte bu yolla, o rüzgarlar, bitkileri "neşr" edici (yayıcı) olmuş olurlar. Rüzgarların "fârikât" (ayırıcılar) olmaları hususunda da şu izahlar yapılabilir: 1) Rüzgarlar, bulutları birbirinden ayırırlar. 2) Allahü teâlâ, rüzgarı onlara musallat etmek suretiyle, bazı beldeleri-şehirleri harab etmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Âd'a gelince, onlar alabildiğine azgın ve süratli bir rüzgarla helak edilmişlerdir" (Hakka. 6) buyurmuştur ki bu, Allah'ın dostları ile düşmanları arasındaki "fark"ın açık olmasının neticesidir. 3) Bu farklı farklı rüzgarlar esip, bulutların bir araya gelmeleri-memleketlerin harab edilmesi gibi enteresan neticelerin birbirini izlemesi esnasında, mahlukat yeniden Allah'a dönmeye ve O'nun rahmet kapısının önünde yalvarıp ve yakarmaya mecbur olurlar. Böylece, mü'min ile kafirin, dinli dinsizin arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Ayetteki, ifadesi, rüzgarlar açısından, şu manaya gelir: İnsan kaleleri burçları kökünden söküp, kayaları - dağlan yerle bir edip, denizlerdeki dalgaları dağlar gibi yaptığını görüp müşahede ettiğinde, Allah'ı zikre sımsıkı sarılır ve O'nun desteğine - yardımına sığınır. Böylece bu rüzgarlar adeta kişinin kalbine zikri, İmanı ve kulluğu ilka etmiş (atmış) olur. Bu hadiseler meydana geldiğinde, böyle bir zikir meydana geleceği için, rüzgarlara bu manaların verilmesinin, hukuki değil mecazi olduğunda şüphe yoktur. Mürselât'ın, Kur'ân Kelimelerinden Karşılığı Üçüncü Görüş: Bazı kimseler de bu ilk beş ifadeyi 'Kur'ân-ı Kerim manasına almışlardır. Bence buradaki beş ifadeyi de kur'ân manasına almak mümkündür. Buna, göre, "mürselât" ile, "Cebrail (aleyhisselâm)'in lisanında ifadesini bulan o peşpeşe gönderilmiş ayetlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilmesi" kastedilmiştir. Buna göre, "urfen" ifadesi de, "Bu ayetler, her türlü marufu, yani iyi-güzel-hoş olan her şeyi getirmiştir" demektir. Bu ayetler, kurtuluş yoluna ileten, bütün hayırlara ulaştıran bir özellikte olduğuna göre bu niçin böyle olmasın “Asıfat” ifadesiyle de “İslam ve Kur'ân devletinin başlangıçta zayıf iken, daha sonra büyüyüp de diğer millet ve dinlere galip gelmesi" kastedilmiştir. Böylece bu demektir ki Kur'ân devleti, diğer devlet, millet ve dinler üzerine, kuvvetli bir rüzgâr gibi esmiş, onları ezip geçmiş ve onları kısır döngü gibi batıl hale getirmiştir. Naşirat Ayetteki, "nâşirât" ile de şu kastedilmşitir: Kur'ân ayetleri, doğu ve batıdaki yerin kalbine hikmet ve hidayet eserleri yaymıştır. Ayetteki, "fârikât" ifadesinin, bu açıdan manası açıktır. Çünkü Kur'ân'ın bütün ayetleri, hak ile batılın arasını ayırır. Bundan ötürü Hak teâlâ, Kur'ân'a "hırkan" (ayıran) adını vermiştir. Yine "mülkiyât" ifadesinde de durum böyledir, yani bu açıdan manası açıktır: Çünkü Kur'ân bir zikirdir. Çünkü Hak teâlâ, "Zikirli Kur'ân'a yemin olsun kı..."(Sâd.2) ve "Bu hem senin için, hem de kavmin için bir zikirdir" (Zuhruf, 44) ve ""Bu (Kur'ân), mübarek bir zikirdir" (Enbiyâ, 50) buyurmuştur. Kur'ân aynı zamanda bir tezkire, yani öğüttür. Nitekim Hak teâlâ, "Kur'ân müttakiler için bir tezkiredir" (Hakka. 48) buyurmuştur. "Kur'ân bir "zikrâ" (öğüt)dür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, âlemler için bir zikrâ (öğüt)tür" (En'âm. 90) buyurmuştur. Böylece bu beş ifadeyi, Kur'ân manasında tefsir etmenin mümkün olduğu ortaya çıkmış olur. Herne kadar, daha önce hiç kimse yapmamış ise de, bu izah mümkündür. Maksad Peygamberler Dördüncü Görüş: Bu beş ifadenin tümünü, "peygamberler gönderme" işine hamletmek de mümkündür. Buna göre "mürselât" ifadesiyle, "hertürlü marufu ve güzeli ihtiva eden o vahiylerle gönderilen peygamberlere..." manası kastedilmiştir. Bu şahısların, "Allah'dan başka tanrı yoktur" ilkesi ile gönderildiklerinde şüphe yoktur ki bu ilke, her türlü hayrın ve güzelin anahtarıdır. Ayetteki, "asıfat..." ifadesi de, "Her peygamberin işi, başlangıçta zayıf ve güçsüzdür. Ama gitgide güç-kuvvet kazanır ve çok şiddetli-sert bir biçimde esen rüzgarlar gibi olur" manasınadır. Ayetteki, "nâşirât" ifadesiyle, "o peygamberlerinin dinlerinin, yollarının ve sözlerinin yayılması" manası; "tarikat" ifadesiyle, "Onların, hak ile batılı, tevhid ile ilhadı birbirinden ayırmaları" manası kastedilmiştir. "Mülkiyâtı zikran" ifadesiyle de, o peygamberlerin insanları, Allah'ın zikrine davet edip, onlara zikri emretmeleri ve onları bu zikre teşvik etmeleri" kastedilmiştir. Beşinci Görüş: Bu ifadelerle, şu kastedilmiştir: Bir kimse dünyaya dalar, onun tad ve rahat gezme hususunda, kendini parçalarsa, işte tam bu sırada kalbine, dünyadan yüz çevirme ve Mevlâ'ya hizmet etme istekleri doğmaya başlar. İşte bu istekler, "mürselatı urfen" (marufu gönderenlere...) ifadesiyle anlatılmak istenmiştir. Bu mürselâtın, insanın kalbinde şöyle iki tür tesiri vardır: a) Masivallahu (Allah'dan başka herşeyin) sevgisini, kişinin kalbinden siler ki bu ayette "âsıfât" (sert esenler) ile anlatılmak istenmiştir. b) Bu sebep ve istekler insanın bütün iç ve dış organlarında öylesine bir tesir icra ederler ki böylece o, Allah'dan başkasını duymaz, Allah'dan başkasını görmez ve Allah'dan başkasına bakmaz, saymaz. İşte bu da ayette, "naşirât" (yayanlara...) ifadesiyle anlatılmıştır. Tam bu noktada, Allah'ın celâl nuru bu kimse için açılır da, Allah'ı mevend olarak, Allah'ın dışında kalan herşeyi de ma'dum (yok) olarak görür ki bu da, "tarikat" (ayırdedici olanlara...) ifadesinden anlaşılan husustur. Derken bu hal, muhabbetullaha dalmış, kalbinde ve dilinde, O'nun zikrinden başka birşey kalmamış olur ki bu da, "mülkiyatı zikran" (zikri getirenlere) ifadesinden kastedilen husustur. Bil ki bu son üç görüş, başka kitaplarda (tefsirlerde) zikredilmemiş ise de, gerçekten ihtimal dahilindedirler. Beş Şeyden Maksad Herkesin Kabul Ettiği Yer İkinci İhtimale, yani bu beş ifade ile, tek bir şeyin değil, ayrı ayrı şeylerin kastedilmiş olabileceği ihtimaline göre ise, şu izahlar yapılabilir: Birinci Görüş: Zeccâc'ın ileri sürüp, Kadi'nin de tercih ettiği bu görüşe göre, ilk üç ifade ile rüzgarlar kastedilmiştir. Buna göre, "mürselat" ifadesi ile, alışılmış bir şekilde esen rüzgarlar; "âsıfât..." ile, alışılmışdan daha hızlı esen rüzgarlar, "nâşirat..." ile de bulutları yayan rüzgarlar kastedilmiş olur. Ayetteki "tarikat..." ile de, üstlenmiş oldukları Kur'an ve vahiy sayesinde, hak ile batıl, helal ile haramı birbirinden ayıran melekler kastedilmiştir. "Mülkiyeti zikren" ifadesi ile ise, bu zikri (vahyi Kur'ân'ı) peygamberlere ileten, bu iletme işini üstlenen melekler kastedilmiştir. Buna göre eğer, "Peki birlikte kendilerine yemin edilebilmesi için, rüzgârlar ile melekler arasındaki cins birliğini sağlayan şey (ilgi) nedir?" denilirse, biz deriz ki: Melekler ruhani varlıklardır. Dolayısıyla melekler, latif ve hızlı varlıklar olmaları hasebiyle, rüzgarlara benzerler. İkinci Görüş: Ayetteki ilk iki ifadeyle yani "mürselât" ve "asıfât" ile rüzgarlar; son üç ifadeyle de melekler kastedilmiştir. Çünkü vahyin ve dinin "naşirâtı" (yayıcılan), meleklerdir. Sonra bu vahyin şöyle iki tesiri vardır, a) Hakkı savunan ile batıla saplanan arasındaki farkı "fârık" (ortaya koyucu) olma; b) Allah'ın zikrinin insanların kalblerinde ve dillerinde gözükmesi... Bu görüşü de ben kimseden öğrenmedim. Fakat bu mana da açık bir ihtimaldir. Bunun böyle olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın buyurarak, ikincisini birincisine "fa" harfi ile; atfetmesi daha sonraki ifadenin başına "vav” getirerek, buyurması ve son iki ifadeyi buna, yine "fâ" harfiyle atfetmiş olması da destekler ki bu, ilk ikisinin, son üçten ayrı olmalarını gerektirir. Üçüncü Görüş: Şöyle de denebilir: İlk iki ifadeyle melekler kastedilmiştir. Buna göre, "mürselât" rahmet melekleri, "âsıfât" ile de azab melekleri kastedilmiştir. Son üç ifade (sıfat) ile de Kur'ân ayetleri kastedilmiştir. Çünkü onun ayetleri, kalblere ve ruhlara hakkı neşreder (yayar), hak ile batılın arasını fark eder (seçer) ve zikri (kalblere-dillere) ilka eder, atar. Bu görüşü de kimseden duymadım. Fakat bu da muhtemel bir izahtır. Kim bu anlattıklarımı iyice kavrarsa, bu hususta daha nice izahlar yapması mümkün olur. Kendi muradını en iyi bilen ise Allah'dır. Kaffâl şöyle demiştir: Burada yemine konu teşkil eder şeylerin bir kısmının başına fa, bir kısmının başına da vâv getirilişinin izahı, şöyle bir temel prensibe dayanmaktadır: Dilcilere göre "fâ" atıf edatı hem birlikte yapılmayı, hem de beraberliği ifade için kullanılır. Meselâ denildiğinde bu, "Zeyd gitmek için kalktı" demek olup, bu da, "Onun kalkışı gidişine sebep oldu ve bu gidiş ve kalkış beraberce oldu" demektir. Fakat dendiğinde İse, bu iki fiil de ayrı ayrı işler olmuş olur ve biribiriyle bir alakası olmaz." Kaffâl bu kaideyi belirterek işe giriştikten sonra, bu ayetlerle ilgili izahını, kalbimin yatışmadığı ve beni tatmin etmeyen bir şekilde yaparak, meseleyi dallandırıp budaklandırmıştır. Fakat ben de aynı kaideden yola çıkarak diyorum ki: Buradaki ilk iki ayeti, birseyin vasfı, son üç ayeti de, başka birseyin vasfı kabul edenlere göre, ortada bir problem yok. Ama bu beş ifadeyi de tek bir cinsin vasfı kabul edenlere göre ise, diyoruz ki: Şimdi bu beş ifadeyi de meleklerle ilgili sayarsak, bunu şöyle izah ederiz: Melekler vazifelendirilip gönderildiklerinde, hızlı bir şekilde uçarlar. Bu hızlı uçuş, "âsıfât" ile ifade edilmiştir. Binâenaleyh "Asıfât" vasfı, "mürselât" vasfına dayalı birşeydir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bunlar arasına fâ edatını getirmiştir. "Neşr" (yayma) işi ise, gönderme işine dayanan birşey değildir. Çünkü melekler, vahyi peygamberlere ulaştırdıkları anda, din hemen yayılmış olmaz. Aksine peygamber gönderilen o halk, başlangıçta peygamberlerine eziyet ederler, onların yalan söylediklerini iddia ederler, bunun bir sihir ve bir delilik olduğunu söylerler. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu ifadenin başına, fâ-i takibiyye değil, vâv-ı atıf harfi getirmiştir. Ama "neşr" (yayılma) işi gerçekleştiğinde, hak ile batılın arasını "fark" (ayırma) işi ve hakkın insanların dilinde adeta bir zikir olması bu neşre varıp dayanır. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, son iki ifadeyi, fa ile atfetmiştir. En doğrusunu Allah bilir ya, sanki, "Ey Muhammed sana her saadetin başlangıcı, her hayrın anahtarı olan o vahyi melekle sana gönderdim. Fakat sen bu işi, hemen yayacağımızı bekleme. Bu hususta sabretmen ve sıkıntılara göğüs germen gerekir. Sana destek vereceğimiz zaman geldiğinde ise. dinini, âlemin dört bir bucağında yayılmış ve maruf (meşhur) kılacağız. İste bu yayılma esnasında, fark ortaya çıkacak. Böylece bâtıl dinler zayıflayıp düşecek ve hak olan bu dinin galib gelip zahir olacak. İşte bu sırada, Allah'ın zikri dillerde, mihrablarda ve minberlerde dolaşacak. Âlem, Allah'ın zikri ile dopdolu hale gelecek" demek istemiştir. Bu izah, bu beş ifadeyi, meleklerle ilgili saydığımızda yapılabilir. Bu izahı iyi kavrayan kişi, bu ifadeleri rüzgârlara ve diğer manalara verdiğinde de, yine benzeri izahlar yapabilir. Allah en iyi bilendir. Uzren Ev Nuzren Ayetteki, ifadesiyle ilgili iki mesele var: Birinci Mesele Bu iki kelimede, iki değişik kıraat (okuyuş) söz konusudur. Bunları tahfif ile, yani şeklinde sükûn ile okuyuş, Ebu Amr'ın ve Hafs'ın rivayetine göre Âsim'in kıraatidir. Diğer kıraat imamları, bu iki kelimeyi teshîl, yani harekeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Tahfif ile okunuşlarında, bunların masdar manasında, yani (özür kapısını kapatıcı ve inzar edici olarak) manasında olduğunda bir münakaşa yok. Ama "teshîl" ile olan kıraata gelince, Ebu Ubeyde, bunların masdar değil, cemî olduğunu iddia etmiştir. Ahfeş ve Zeccac ise, bunların yine masdar olduklarını, bu iki şekit kıraatin, aynı manada iki lügat (lehçe) olduğunu iddia etmişlerdir. Ebu Ali, Ahfeş ve Zeccâc'ın görüşlerini izah ederek "Uzr ile âzîr ve nezr ile nezîr, tıpkı nekr ile nekîr gibidirler (yani her iki şekilde aynı manaya gelir)" demiş ve sözüne şöyle devam etmiştir: "Bu kelimeyi harekeli okuyanın kıraatine göre tıpkı "şürüf" kelimesinin "şârif"in çoğulu oluşu gibi, "nüzür"ün de "nezîr"in çoğulu olması mümkündür. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Bu da ilk (evvelki) nüzûrdan, yani nezirler gibi bir nezir uyanadır" (Necm, 56) buyurmuştur." İkinci Mesele Bu kelimelerin mansub oluşuyla ilgili birkaç izah vardır: Masdar sayılmalarına göre şu iki vecih (izah) yapılır: 1) "Zikran" bedel olarak, iki mef'ûl kabul edilmelerinden dolayı mansubturlar. 2) Mefûl-ü leh'dirler. Buna göre mana, "O zikri (vahyi), özrü ortadan kaldırmak ve inzar etmek için ilkâ eden (getiren) meleklere..." şeklinde olur. Ama bu iki kelime, cemî (çoğul) sayılmaları durumunda, "İlkâ" masdarından "hal" olarak mansub kılınmış olurlar ve ayetin takdiri, "Mazereti beyan edici ve inkar edici oldukları halde, zikri ilka edenlere..." şeklinde olur. Vadedilen: Vakıadır 7"Şüphesiz size va'dedilen şey, mutlaka vâkî olacaktır". Bu ifade, geçen yeminlerin cevabıdır ve manası, "Kendisiyle tehdid olunduğunuz, kıyamet gününün gelişi işi, kesinlikle olacak, mutlaka (başınıza) inecektir" şeklindedir. Kelbî, "Bunun manası, "Hayır ve şer olarak size va'dolunan herşey, mutlaka olacaktır" şeklindedir" demiştir. Birinci tefsiri yapanlar, görüşlerine, "Allahü teâlâ bu ayetlerin peşisıra, kıyamet gününün alametlerinden bahsetmiştir. Binâenaleyh bu, ayetden muradın sadece kıyamet günü olduğuna delalet eder" diyerek delil getirmişlerdir. Kıyametin Alametleri Allahü teâlâ, bundan sonra kıyamet gününün meydana gelişinin alametlerini zikretmiştir. 1. Yıldızların Söndürülmesi Bu alametlerden birincisini şöyle buyurarak beyan etmiştir: 8"Yıldızlar söndürüldüğü zaman". Burada geçen "tama" fiilinin izahını, (Yunus, 88) ayetinin tefsirini yaparken vermiştik. Özet olarak, bu ifadede "Yıldızların kendileri, yok edildiği zaman..." manasına olabilir. Bu, yıldızların "İntişârı" (dağılıp-dökûlmesi) (İnfitar, 2) ve "Inkidân" (düşmesi) (Tekvir,2) ayetlerine de uygundur. Yine bu ifade, "Yıldızların ışığı yok edildiği zaman..." manasına da olabilir. İlk mana daha uygundur. Çünkü onda, herhangi bir takdir yapmaya gerek yoktur. Keza, yıldızların önce ışıklarının yok edilip, sonra, ışıksız oldukları halde dağılıp dökülmeleri de mümkündür. 2- Göğün Yarılması Alametlerden ikincisini de Cenâb-ı Hak şu ifadesiyle anlatmıştır: 9"Gök yarıldığı zaman". "Fevc", yarma manasınadır. "Allah onu yardı, o da yarıldı" denilir. Yarılmış (yarık) olan herşeye, "ferc" denir. Binâenaleyh, bu ayetteki (......) kelimesi de, "yarıldı" manasınadır. Bunun bir benzeri de, "Gök inşikâk ettiği (yarıldığı) zaman..." (İnşikak, 1) ve "O gün gök, bulutlarla yarılır adeta parça parça gibi olur" (Furkan, 25) ayetleridir. İbn Kuteybe, "Bu kelime, "açılır" manasınadır. Bunun benzeri, "Gök açılıp kapı kapı olur" (Nebe. 19) ayetidir. Nitekim şair de, demiştir. 3. Dağlar Savrulduğunda Alametlerin üçüncüsü, şu ayetle ifade edilmiştir. 10"Dağlar savrulduğu zaman". Bunda iki izah şekli var: 1) (Otuyla-samanıyla) karışık olan hububatın, samım makinasıyla aletiyle (kalburla) savrulduğu gibi, dağlar savrulduğu zaman... "Onu kesinlikle yakacağız, sonra da mutlaka (kökünü) savuracağız"(Taha,97) ifadesi de bu manadadır. Bunun bir benzeri de, "Dağlar didik didik parçalanmıştır... "(Vakıa, 5), "Dağlar akıp dağılan bir kum yığınına döner" (Müzemmil, 14) ve "De ki: "Rabbim onları iyice savuracak"(Taha. 106) ayetleridir. 2) Bu, "O dağlar, yerlerinden çabucak sökülüp çıkarılacak..." manasınadır. Bu manada fiili, "Onu kaptı, söktü" manasındaki ifadesindendir. Buradaki fiiller, şeddeti olarak, şeklinde de okunmuştur. Resullerin Şahitlik Vakti Gelince Dördüncü alamet, şu ayetle ifade edilmiştir: 11"Peygamberlerin belli vakti geldiği zaman". Bu ayetle ilgili iki mesele var: (......) kelimesinin aslı, (......)'dir. Bunun böyle olduğuna, şu birkaç şey de delalet eder: 1) Ebu Amr bunu, vâv ile (......) şeklinde okumuştur. 2) Bunun asıl kökü "vakt" kelimesidir. 3) Zammeli (ötüreli) olan ve zammesi lâzıme olan her vâv harfi, her zaman hemzeye çevrilir. "Kavim, tek tek (vuhdâra) namaz kıldı" deyişin, "Bunlar güzel ucûhlar (yani vucûhlar)" deyişin, dâr (ev) kelimesinin çoğulu olarak, deyişin bundandır. Bunun sebebi şudur: Zamme, vâv harfinin cinsindendir. Bu ikisi birleştiğinde iki benzer şey birleşmiş gibi olur ve (dile) ağır gelir. İşte bundan dolayı yâ harfinin kesresi de (dile) ağır gelir. Fakat Hak teâlâ'nın, (Bakara, 237) ayetinde, vav'a bedel hemze getirilmesi caiz olmaz. Çünkü burada vâv'ın zammesi "lâzıme" değildir. Baksana, gibi sözlerinde de vâv'a bedel hemze getirmen caiz değildir. İkinci Mesele Ayetteki "te'kid" ile ilgili iki izah vardır: 1) Bu, Mücâhid ve Zeccâcın görüşüne göre, o peygamberlerin, ümmetlerine karşı şahidlik için hazır edilecekleri (getirilecekleri) vaktin ortaya çıkarılması, getirilmesi manasınadır. Bu görüş zayıftır. Çünkü bu ayetlerdeki şeyler kıyametin vukuunun alametleri olarak sayılmaktadır. Buna göre adeta, "Şöyle şöyle olduğunda kıyamet kopacaktır" denilmek istenmiştir. "Onlara, kendisinde, ümmetlerinin aleyhine şehadette vakitte, "kıyamet koptu" diye beyanda bulunmuş olmalarının söylenmesi" buraya uygun düşmez. Çünkü, böylesi bir beyan dünyada da mevcuttur. Bir de, önce geçen bu üç ifade, yani "silinme, kaybolma; yarılıp açılma; dağların elenmesi", kıyametin kopması zamanına mahsus şeylerdir. Binâenaleyh, bu muayyen vakti belirleme (tevkît)in de, kıyametin kopması zamanına tahsis edilmesi gerekir. 2) Bu te'kît (tevkît) sözüyle, o vakti elde etme ve o vakti meydana getirme manası kastedilmşitir ki, bu da, lafza uygun bir manadır. Çünkü, kalıbı, mahiyetleri elde etmek için kullanılan bir kalıbtır. Binâenaleyh "tesvîd karanlığı elde etmek; "tahrik de, hareketi elde etmek için kullanılan bir kalıbtır Aynen bunlar gibi, te'kîd, tevkît de, o vakti elde etmek için kullanılmıştır. Sonra bu lafız da, bunun, hangi şeyin vaktini elde etmek için olduğuna dair bir beyan yer almamıştır. Bu, herkesin anlayışı her türlü yorum yapabilsin, her tarafa yönelsin, böylece de bu vakit hakkındaki dehşet ve bekleyiş çok ileri derecede olsun diye kayıtlanmamıştır. Binâenaleyh, bu ifâde ile, kendisinde ümmetlerinin aleyhine şehadette bulunacakları o vakit; kendisinde, mükafaat elde etmek için toplanacakları o vakit; Cenâb-ı Hakk'ında, "Muhakkak ki biz, hem kendilerine peygamber gönderilenlere, hem de peygamberlere soracağız..."(A'raf. 6) buyurduğu gibi, peygambere nasıl karşılandıklarından; ümmetlere de, peygamberlere nasıl karşılık verdiklerinden sorulacağı o vakit; ve, cenneti-cehennemi, arzolunmayı, hesaba çekilmeyi, mizahı ve kıyametle ilgili müşahede ettikleri tüm diğer hallerin tezahür edeceği vakid kastedilmiş olabilir; ki işte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Kıyamet gününde, Allah'a İftira edenlerin yüzlerini simsiyah görürsün"(Zümer, 60) ayetiyte işaret edilmiştir. 12"(Bu vakit) hangi güne ertelenmişti..". Cenab-ı Hak adeta, o günün büyük bir gün olması karşısında şaşmaya ve hayrete davet ederek, "Bunları ilgilendiren bu işler, bütün bunlar hangi gün için tecil edilmişti?" buyurmuştur. Bu işler de, bunları yalanlayanlara azab etme, bunları ve peygamberlerin insanları kendisine imana davet etmiş oldukları kıyametin o müthiş halleri arzolunma, hesaba çekilme, amel defterlerinin dağıtılması ve terazilerin konulması gibi şeylerin zuhur edip meydana geleceğini tasdik eden kimseleri ululamak, saygınlıklarını ortaya koymaktır. Hüküm Günü Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunu beyan ederek, 13"Ayırdedip hüküm verme gününe... " buyurmuştur. Ibn Abbas (radıyallahü anh) bu ifadeye, "Rahmanın, yarattıkları arasında hüküm vereceği güne..." şeklinde mana vermiştir ki, bu ifade tıpkı "Şüphe yok ki, o ayırdetme günü onların, topunun vakitleridir" (Duhan, 40) ayeti gibi olmuş olur. Cenâb-ı Hak buna ikinci bir tazimi ifade eden bir ayeti daha ekleyerek, 14"Bu ayırdetme gününü sana hangi şey bildirdi?" buyurmuştur ki, bu da, "O ayırdetme gününü, onun şiddetini ve onun heybetini sana bildiren şey nedir?" demektir. Müteakiben Cenâb-ı Hak, bunun peşinden bir üçüncü tazim ifadesini getirerek, 15"Yalan sayanların o gün vay haline!" buyurmuştur ki, bu da, "Tevhidi, nübüvveti, meâdı ve peygamberlerin getirip de haber verdiği her şeyi yalanlayanların vay haline!.." demektir. Geriye şöyle iki soru kalmaktadır: Birinci Soru: bu ayetteki (......) kelimesi nekire olduğu halde, nasıl mübteda olabilmiştir? Cevap: Bu kelime aslında, (......) fiilinin yerine geçen ve mansub olarak okunması gereken bir mef'ûl-i mutlaktır. Ancak ne var ki, kendisine beddua edilenin helak oluşunun sürekliliğine delalet etsin diye, mansub olarak okunuştan, merfu olarak okunuşa geçilmiştir. Bunun bir benzeri de, (......) ifadesidir. Bunun nasb ile, (......) şeklinde okunması da mümkündür ne var ki, bu şekilde kıraat olunmamıştır... İkinci Soru: cümlesinin cevabı nedir? Buna şu iki şekilde cevap verilebilir: 1) Kelamın takdiri "Yıldızların ışıkları sürdüğü zaman, va'dolunduğumuz şey muhakkak vaki olacaktır" şeklindedir, bu takdir ve görüş zayıftır; çünkü bu durumda, ifâdesi sadece, cümlesinin cevabı olmuş olur. 2) Cevap mahzuf olup, kelamın takdiri olmadığnda amellere göre karşılık verme ve kıyamet tahakkuk eder, meydana gelir..." şeklindedir. Önceki Yalanlayanların İmhası 16Âyetin tefsiri için bak:19 17Âyetin tefsiri için bak:19 18Âyetin tefsiri için bak:19 19"Biz öncekileri helak etmedik mi? Sonra geridekileri de, onların arkasına takacağız!.. Biz günahkarlara böyle yaparız.. O günü yalan sayanların vay haline...". Bil ki, bu tablonun maksadı, kafirleri korkutmak ve küfürden sakındırmaktır. Bu korkutmanın birinci türü, Allah'ın, tehdit olundukları o güne yemin etmiş olmasıdır ki, bu da, "ayırdetme günü"dür ve mutlaka olacaktır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, durumun vehâmetini bildirerek, "Bu ayırdetme gününü sana hangi şey bildirdi?"(Mürselat, 14) buyurmuş, bu gündeki dehşetin had noktaya ulaşmış olduğunu bildirerek, "o gün, yalanlayanların vay haline!.." demiştir. İkinci tür korkutma ise, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetlerde ele aldığı husus olup, şöyledir: Allahü teâlâ, küfürleri yüzünden önceki kafirleri helak etmiştir. Binâenaleyh bu küfür sonrakilerde de mevcut olduğuna göre, Allah bunları da mutlaka helak edecektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yalan sayanların o gün vay haline" demiştir ki, bu da, "Dünyada bunların başına gelen şey helak oluşlarıdır; ahirette ise, en ileri derecedeki azabtır" demek olup, Allahü teâlâ bu hususa da, "Dünyayı da ahireti de yitirdi. Bu, apaçık bir hüsrandır.."(Hac, 11) ayetiyle işaret etmiştir. Ayetle ilgili olarak şöyle iki soru sorulabilir: Evvelin ve Ahirin Birinci Soru: Ayette geçen, "evvelkiler" ve "sonrakiler" ifadesi ile ne kastedilmiştir? Cevap: Bu hususta, şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: "Allah, Nuh, Âd ve Semûd kavimleri gibi evvelkileri helak etmiş, sonra da, Şuayb, Lût ve Musa (aleyhisselâm) gibi peygamberlerin kavimlerini de, bunlara katmıştır. İşte biz, mücrimlere, yani Kureyş kafirlerine de böyle yaparız.." Bu görüş, zayıftır; çünkü, Allahü teâlâ'nın (......) fiili muzaridir. Dolayısıyla hali ve istikbali içine alır, ama kesinlikte geçmişi içine almaz. İkinci Görüş: Ayetteki "evvelkiler" kelimesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce geçen bütün kafirler kastedilmiştir. Ayetteki, (......) kelimesi ise, "İşte böyle yapacağız, sonrakileri evvelkilere tabi kılacağız.." anlamında olmak üzere, "müste'nef" bir ifadedir. Bunun müste'nef oluşunun delili ise, Abdullah Ibn Mes'ûd'un bu kelimeyi (......) şeklinde okumuş olmasıdır. Buna göre şayet, A'rec, cezm ile (......) şeklinde okumuştur ki, bu ifâdenin de terkibinin muhtevasına girdiğine delalet eder. Bu durumda da, ayetin bu (......) kelimesi muzari değil, mazi kastedilmiş olur" denilirse, biz deriz ki, tevatürle sabit olan kıraat, 'ayn'ın harekesi ile şeklindeki kıraattir ki, bu okuyuş bu kelimenin muzari olmasını iktiza eder. Şimdi, cezm ile okuyuş, bu ifade ile mazi manasının kastedilmiş olmasını gerektirmiş olsaydı, iki kıraat arasında bir tezat meydana gelmiş olurdu ki, bu caiz değildir!.. Böylece biz, bu fiildeki 'ayn harfinin sakin kılınmasının cezm ile değil, tam aksine, kelimeyi hafifletmek için olduğunu anlamış bulunuyoruz. Bu tıpkı, Imriu'l-Kays'ın bir beytindeki, "Bu gün, (onu biriktirmeksin), ondan içirileceğim..." ifadesi gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu sonrakilere de öncekilere yapmış olduğu şeyi yapacağını beyan buyurarak, "Biz, günahkarlara böyle yaparız..." demiştir ki, bu da, "Bu yok etme işini biz, öncekilere, onlar mücrim ve günahkar oldukları için yaptık. Dolayısıyla, hiç şüphesiz bizim bu hükmümüz bütün mücrimler için geçerlidir. Çünkü, sebebin umûmî olması, hükmün de umûmî olmasını gerektirir. Daha sonra da, Cenâb-ı Hak, "O günü yalan sayanların vay haline!.," buyurmuştur ki, bu da, "Bunlar, her ne kadar dünyada iken helak edilip azaba duçar kılındılarsa da, en büyük musibet ve cehennem kıyamet gününde, hassaten bunlara hazırlanmıştır" demektir. İkinci Soru: Ayetteki ifâdesindeki "helak etme" işi ile mutlak öldürme mi, yoksa azab ile öldürme mi kastedilmiştir? Şimdi, kastedilen birincisi ise, bu kafirler için bir korkutma sayılmaz. Çünkü bu, mü'min ve kafir herkes için söz konusu olan bir husustur. Dolayısıyla kafirlere sakındırmaya elverişli bir ifade olmaz. Yok eğer ikincisi, yani azab ile öldürme işi ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra geridekileri de, onların arkasına takacağız!., işte biz mücrimleri böyle yaparız..." buyruğu, Allah'ın, Kureyş kafirlerine de bu tür bir helaki uygulamasını gerektirir. Halbuki, böyle bir helakin olmadığı, tahakkuk etmediği, (bu durum) malumdur. Bir de, Cenâb-ı Hak, "Sen onların içinde bulunduğun sürece, Allah onlara azab edici değildir..."(Enfal, 33) buyurmuştur... (Ne dersin?) Cevap: Bu ifade ile, azab etmek suretiyle öldürüp helak etmesinin kastedilmiş olması ve bu işin, Kureyş hakkında tahakkuk etmiş bulunması niçin düşünülemez? Bu iş, Kureyş hakkında, Bedir günü tahakkuk etmiştir. Senin dediğini kabul etsek bile, ayetteki "yok etmek" ile, ulemanın ileri sürdüğü bu iki çeşit yok etmeden başka, bir üçüncü mananın, yani onların zemmini ve lanetini gerektiren bir öldürmenin kastedilmiş olması niçin düşünülemez? Buna göre adeta, "Bu öncekiler, dünyaya olan düşkünlükleri yüzünden, peygamberler karşısında inatlaştılar, onları düşman kabul ettiler, sonra da ölüp gittiler. Böylece, dünya onlara da kalmadı.. Ama geride, onlara dünyada lanet, ahirette de, süresiz ebedî ve sermedî bir ceza kaldı.. İşte bu, mevcut kafirlerin durumu da böyledir" denilmek istenmiştir. Bu tür sözlerin en büyük men edici ve caydırıcı olduğu ise, malumdur. Önemsiz Bir Sudan Yaratılan İnsan 20Âyetin tefsiri için bak:24 21Âyetin tefsiri için bak:24 22Âyetin tefsiri için bak:24 23Âyetin tefsiri için bak:24 24"Biz, sizi, önemsiz bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yerde tutup da, malum bir vakte kadar işte biz, bunu kudretimizle yaptık.. Demek biz, ne güzel kadirleriz!.. Yalan sayanların vay o gün haline..". Bil ki, kafirlerle ilgili tehditlerin üçüncü çeşidi de, bu ayetlerin ifade ettiği husustur. Burdaki korkutma, şu iki açıdandır. 1) Allahü teâlâ onlara, yapılan in'amlarının en büyüğünü hatırlatmıştır. Allah'ın nimetleri kendileri için çokça olduğundan ise, onların işlemiş oldukları suç ve cezası da, aynı şekilde, çok çirkin ve şiddetli bir ceza olur. Böyle olunca da, ilahi ceza, o nisbette büyük olur. İşte, bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu in'amın peşinden, "Yalan sayanların vay o gün haline..." buyurmuştur. 2) Allahü teâlâ, insanlara, Kendisinin onları doğrudan doğruya da yaratmaya kadir olduğunu hatırlatmıştır. Doğrudan yaratmaya kadir olanın, yeniden yaratmaya da kadir olacağı hususu, aklen gayet açıktır. Binâenaleyh onlar, bu apaçık delili inkar edince, hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, onların hakkında, "Yalan sayanların vay o gün haline..." buyurmuştur. Ayetlerin tefsirine gelince, ayetindeki, "mâ-i mehîn" ile, "nutfe" (menî) kastedilmiş olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra O, bunun züriyetini hakir bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır.." (Secde, 18) ifadesi gibidir. Nutfeyi Sağlam Bir Yere Yerleştirdik (......) ifadesindeki "karâr-ı mekîn..." ile de, insanın anasının rahmi kastedilmiştir. Çünkü, kendisinden çocuğun yaratıldığı şeyin aksine, anasının rahmetinde kalması ve orada karar kılması gerekir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Malum bir vakte kadar..." buyurmuştur ki, bununla da,.o çocuğun anasının rahminde, doğum vaktine kadar kalması kastedilmiştir. Bu vakit ise, başkasına değil, Allah'a malum olup, bu yönüyle bu ifade tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "O saatin ilmi şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir..." (Lokman, 34) ifadesi gibi olmuş olur. Nafi ve Abdullah Ibn Amir, şedde ile kadderna şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları İse, şeddesiz olarak okumuşlardır. Şeddeli okunmasına göre, takdir, şeklinde olmuş olur. Bu okuyuş, Cenâb-ı Hakk'ın, (Abese, 19) ayetiyle pekişir. Bir de, "halk" işinin bu takdir ve tahdide göre yapılması, bunu takdir eden tarafından, yaratılana olan bir nimettir. Dolayısıyla, lütuf ve nimetin zikrediidiği bir yerde, (bu şekilde okunarak) bunun da hatırlatılması güzel ve yerinde olmuş olur. Bu kıraati tenkid edenler, "şayet bu okuyuş doğru ve yerinde olmuş atsaydı, o zaman, ayetin ifadesinin, şeklinde olması gerekirdi..." demişlerdir. Buna şu şekilde cevap verilebilir: Arablar, iki lehçenin ikisini de birden kullanabiliyorlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Tarık, 17) buyurmuştur. Şeddesiz okunmasına gelince, bu hususta da şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifade, "kudret" kökündendir. Buna göre mana, "Biz, o insanı dilediğimiz ve istediğimiz gibi yaratıp şekil vermeye kadiriz. Onu, en güzet bir şekil ve surette yarattığımız için de, ne güzel kadir ve yaratıcılarız..." şeklinde olur. b) takdirinde olmak üzere, Arapça'da, şeddesiz olarak denilir. Ferrâ şöyle demektedir: "Arablar, demektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak da, (Fecr, 16) buyurmuştur. 25Âyetin tefsiri için bak:28 26Âyetin tefsiri için bak:28 27Âyetin tefsiri için bak:28 28"Biz yeri, bir toplantı yeri yapmadık mı?.. Dirilere de ölülere de... Orada, sabit sabit, yüce yüce dağlar meydana getirmedik mi? Size, tatlı bir su da içirmedik mi? Dini yalan sayanların o gün vay haline!..". Bil ki, kafirlerle ilgili tehditlerin dördüncü çeşidi de, bu ayetlerin ifade etti husustur. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak onlara enfüsteki, yani kendilerindeki nimetlerini hatırlattı. Bu ayette ise, onlara kendi varlıklarının dışında (afakta) olan nimetlerini hatırlatmıştır. Bu ayetlerin sonunda da, "Dini yalan sayanların o gün vay haline" demiştir ki, bunun sebebi de, biraz önce bahsettiğimiz şu husustur: Nimetler çoğaldıkça, ceza ve ikâb da, yük de o nisbette çoğalır, çetin ve şiddetli olur. Böylece de, dünyada zemme; ahirette de, ilahi cezaya müstehak olma, o nisbette ileri olur. Cenab-ı Hak, o ayeti bu ayetten önce getirmiştir. Çünkü, enfüsteki nimetler, afâkta olan nimetlerin bir aslı ve temeli gibidir. Zira, şayet hayat, sem' ve basar, sapasağlam uzuvlar., olmasaydı, yaratılanlardan hiçbir şekilde yararlanılamazdı!.. Kifat Bil ki, Allahü teâlâ burada, şu üç şeyden bahsetmiştir: Birinci Nev: Cenâb-ı Hak, yeryüzünü önce ele almıştır. Zira, bizim dışımızda olan şeylerden bize en yakın olanı, yeryüzüdür. Arapça'da, "el-kifâf' yapışmak, toplanmak, sığınmak anlamlarına gelir. Nitekim, "yapıştırdım, ekledim, kattım, uladım" anlamında, denilir. Yine, içine konulan herhangi bir şeyi zay etmediği zaman, bir dağarcık hakkında, denilir. Ve yine, küçük tencereye, bakraca, kaba kaçağa, dif (kıft) denilir. Keşşaf sahibi şöyle der: ekleme ve ulamaya verilen ad olup, bu tıpkı, Arabların, "eklenen, bir araya gelen şeylere" demeleri gibidir. Ve yine Arapça'da, "Bu kapı, diğerlerin cımâ'ı, yani kendisine açıldığı ana kapıdır denilir. Ve yine sen, "bir şeyi bağladım dersin. Sonra da o şeyi bağladığın o ipe, "sidâd" adını verirsin..." (......) kelimeleri, işte (......) kelimesi ile mansubturlar. Buna göre adeta, "Biz, yeryüzünü, canlıları, cansızları bağrına basan olarak, bu biçimde yaratmadık mı?" denilmek istenmiştir. Yahut da bu ifadeler, (......) kelimesinin delâlet ettiği"toplarız, cem ederiz.." fiili ile mansubturlar. Buna göre mana, "Biz sizleri, canlılar ve ölüler olarak bir araya toplarız.." şeklinde olur. Bu durumda da bu iki kelime, mef'ul zamirinden (sizi... toplarız) haldir. Dil bakımından yapılacak açıklama bundan ibarettir. Manaya gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Yeryüzü, canlıları, sırtında (üzerinde), ölüleri de karnında (içinde) bir araya getirir. Buna göre mana, "Diriler, evlerinde otururlar, ölüler de, kabirlerine gömülürler.." şeklinde olur. İşte bundan dolayı, Araplar, yeryüzüne, "ana" adını vermişlerdir. Çünkü yeryüzü, insanları bağrına basması açısından, tıpkı çocuğunu bağrına basıp onun işlerini uhdesine alan bir anne gibidir. İnsanlar yeryüzünde de bir araya gelip, onun sinesinde birleştikleri için de, yeryüzü adeta, o insanları bağrına basmış gibi olur. 2) Yeryüzü, canlılardan ayrılan o pisleri, şeyleri kendisinde topladığı için, canlıların "kifât"ı, yani derleyip toplayıcısı olarak kabul edilmiştir. Ama, yeryüzünün, insanlar onun üzerinde olmaları halinde, canlıları toplaması meselesine gelince, hayır; buna, "kifât" ismi verilmez. 3) Yeryüzü, insanın, yeme-içme gibi ihtiyaçları hususunda kendisine muhtaç olduğu şeyleri kapsayan bir mahal, yer olduğu için, "canlıların toplayıcısı - kifât'ı" olarak addedilmiştir. Çünkü, bütün bunlar, yerden biter. Zararlı şeyleri def etmeye elverişli, mamur ve derli toplu binalar da, yeryüzünde ve oradan inşa edilmişlerdir. 4) Ayetteki kelimelerinin manası, yerle ilgilidir. Buna göre diriler, yerin bitirdiği şeyler; ölüler de, bitirmediği şeyler olmuş olur. Ayette geriye iki soru kalmaktadır. Birinci Soru: Yeryüzü, hem canlıların hem de ölülerin birlikte "kifât" (yani hiçbir şey kalmayıp hepsi bunun içine girdiği ve böylece de marife olarak ifade edilmesi gerektiği halde) olduğu halde, niçin nekire olarak denilmiştir? Cevap: Bunlardaki nekirelik, tefhim ve tazim için olan nekireliktir. Buna göre adeta, "Yeryüzü, sayısız canlıları, sınırsız ölüleri bağrına basmakta, oarındırmaktadır!.." denilmek istenmiştir. İkinci Soru: Bu ayet, mezar soyan kimse (nebbâş)nin elinin-ayağının kesilmesinin farz olduğuna delalet eder mi? Cevap: Kaffâl, Rabfa'nın, bu ayetin, yeryüzünün ölülerin "kifâf'ı, toplayıcısı olduğuna delalet ettiğini, dolayısıyla da yeryüzünün ölüler için bir "hırz", yani korunma yeri olduğunu; korunmuş ve muhafazalı yerden hırsızlık yapan kimsenin elinin-ayağının kesileceğine delalet ettiğini söylediğini nakletmiştir. Bu ayetlerde ele alınan nimetlerin ikinci çeşit nimeti ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Orada, sabit sabit, yüce yüce dağlar meydana getirmedik mi?" ayetinin ifade ettiği husustur. Binâenaleyh (......) kelimesinin manası, "yeryüzünde çakılıp kalan, oradan hiç kopmayan" demek olup, (......) ifadesinin anlamı da, "koca koca, yüksek..." demektir. Çünkü, her ulu ve koca olan şey "samih"tir. Nitekim kibirli insana da, "Burnunu dikmiş..." denilir. Dağların yaratılmasının faydalarına gelince, bu husus, bu kitabımızda daha önce geçmişti. Üçüncü çeşit nimet ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Size, tatlı bir su da içirmedik mi?.." ayetinin ifade ettiği husus olup, furat, Arapça'da, son derece tatlı, demek olup, bunun tefsiri Cenâb-ı Hakk'ın, (Furkan, 53) ayetinin tefsirinde geçmişti... Cehennemin Bina Kadar Kıvılcımları 29Âyetin tefsiri için bak:34 30Âyetin tefsiri için bak:34 31Âyetin tefsiri için bak:34 32Âyetin tefsiri için bak:34 33Âyetin tefsiri için bak:34 34"O yalan sayıp durduğumuz şeye, (azaba) gidin. Haydi, üç kola (ayrılmış duman) gölgesine gidin. (Ki o), gölgelendirici değildir. Alevlerden de korumaz. Çünkü o, öyle kıvılcım atar ki, herbiri sanki bir saraydır. Herbir kıvılcım adeta bir san deve kadardır. Yalan sayanların vay o gün haline!..". Bil ki, kafirlerle ilgili tehditlerin, beşinci türü de bu olup, bu ayetler de, onların ahiretteki azablarının nasıl olduğu beyan edilmiştir. Ayetteki, cümlesinin manası, "onlara, "Haydin, şimdi o yalanlayageldiğiniz o azaba giriniz..." denilir" şeklindedir. Görünen odur ki, bu sözü söyleyenler, cehennem bekçileridir, zebanilerdir. İkinci ifadesi ise, bir tekrardır. Yakûb bu ifadeyi, mazi sigası ile (......) şeklinde okumuştur. Buna göre mana, "Onlar, buna mecbur olup bundan kaçınmadıkları için, emre boyun eğip gittiler..." şeklinde olur. Bu, uzak bir ihtimaldir. Zira, eğer böyle olsaydı, o zaman, fâ ile, iyikîlî denilmesi, böylece de, sözün başı ile soru arasında bir irtibat kurulması gerekirdi. Müfessirler şöyle demişlerdir: Kıyamet gününde güneş insanların başına yaklaşır.. O vakit üzerlerinde, hiçbir elbise ve hiçbir örtü bulunmaz. Güneşin alevi onların yüzlerini yalar ve değip geçer. Nefeslerini yakar adeta.. Ve o gün, uzar da uzar.. Derken Allahü teâlâ, rahmetiyle, dilediği kimseleri kurtarır ve onları, gölgelerinden bir gölgeye sokar. İşte o zaman onlar, "Allah bize lütufta bulundu ve bizi, özlere işleyen yakıcı ateşin azabından korudu.." (Tur, 27) derler. O vakit yalanlayıcılara da, "O yalan sayıp durduğunuz azaba ve Allah'ın ikabına gidiniz.." denilir. Ayetteki, "Cehennemin dumanına.." demek olup, bu tıpkı, "kapkara dumandan bir gölge içinde... "(vakıa, 43) ifadesi gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu gölgeyi, bazı sıfatlarla nitelemiştir. Birinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "üç kola ayrılmış..." ayetinin ifade ettiği husus. Bu ifadenin izahı hususunda üç vecih bulunmaktadır: 1) Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Bu gölgenin olduğunu bilmiyorum. Onun hakkında herhangi bir şey duymadım.." 2) Bir topluluk ise, "üç kola ayrılmış" ifadesinden murad edilen, o ateşin hem altlarından hem de üstlerinden gelip onları çepeçevre kuşatmasıdır. Ateşin burada, "gölge" olarak isimlendirilmesi, o ateşin onları bütün yönlerden kuşatması itibariyle bir mecazdir. Bu, tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların üstlerinde ateşten tabakalar, aklarından (ateşten) tabakalar vardır.. "(Zümer, 16) ayetinde olduğu gibidir. Allahü teâlâ yine, "Azab onları hem üstlerinden hem de altlarından bürümüştür.. "(Ankebut,55) buyurmuştur" demiştir. 3) Katâde ise, şöyle demiştir: "Doğrusu şudur: "Bundan maksat duman (duhan)'dır. Bu mana, "Duvan çepeçevre kendilerini kuşatmış..." (Kehf, 29) ayetinden elde edilir. "ateşin duvarları..." ile kastedilen, dumandır. Sonra, bu dumandan bir bölüğü onun sağına, bir başka bölüğü de soluna; bir üçüncü bölük de üstüne geçer..." Ben derim ki, bu, imkânsız değildir. Zira, gazab, insanın sağından; şehvet ise solundan gelir. Kuvve-i şeytaniyye ise, dimağındadır. İnsanın, inancı ve amelleri hususunda, ondan sudur eden bu afetlerin kaynağı ancak üçtür. Bu üç kaynaktan da, muhtelif karanlık ve zulumâtlar meydana gelmiştir. Yine, burada üç derecenin bulunduğunun söylenilmesi de mümkündür: Bunlar, his, hayal ve vehm... Bunlar, ruhun, kudsiyyet ve paklık aleminin nurlanyla aydınlanmasına manidirler. Bu üç mertebeden her birinin, hususi bir karanlık ve zulmanîliği bulunur. 4) Bir topluluk ise şunu söylemiştir. Bu, bu dumanın çok büyük olduğunu anlatan kinaye yollu bir anlatımdır. Zira, büyük duman kütlesi, pekçok kol ve dallara ayrılır. 5) Ebû Müslim ise şunu söylemiştir: hakkında, Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra buyurmuş olduğu ifadelerin söz konusu olması da muhtemeldir. Yani, onun, gölgelendirmemesi, alevler karşısında hiçbir fayda vermemesi ve onların, adeta saraylar misali olan kıvılcımlar saçması... İkinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "gölgelendirici değildir..." ayetinin ifade ettiği husus. Bu ifade, onlarla bir alay ifadesi olup, onların gölgelerinin mü'minlerin gölgeleri gibi olmayacağını onlara tarîzde bulunmak (çıtlatmak)tır. Buna göre ayetin manası, "O gölge, güneşin hararetini savuşturamayacak.." şeklinde olur. Üçüncü Sıfat: "Alevden de korumaz..." ayetinin ifade ettiği husus. Arapça'da,denilir ki, bunun manası, "Yüzünü benden uzak tut, yüzünü görmeyeyim..." şeklindedir. Çünkü, bir şeyden müstağni olan, ondan uzaklaşır; tıpkı, o şeye muhtaç olanın ona yaklaşması gibi... Keşşaf sahibi, "Bu kelimenin mahallen mecrûr olduğunun takdirinin ise, "Ateşin alevi karşısında onlara hiçbir fayda vermeyen..." şeklinde olduğunu" söylemiştir. Kaffal ise, "Bu, şu iki manaya muhtemel olabilir: a) Bu gölge ancak, cehennemde olur. Bu sebeple de onları orada cehennemin hararetinden himaye etmez, onları, onun alevlerinden de korumaz. Nitekim Cenâb-ı Hak, Vakıa Sûresi'nde "gölge"yi zikretmiş ve (vakıa, 42-44) buyurmuştur. Bu sanki, onlar oraya girdiklerinde cehennemde söz konusudur. Daha sonra ise Cenâb-ı Hak, "Ne serin, ne de cömert..." (vakıa, 44) buyurmuştur. Bu ayetteki ifâdesinin "serin değil" anlamında; cümlesinin de, "cömert de değil.." manasında olması muhtemeldir. Yani, "Onda, ateşin alevinden kendisine kaçılıp da yasaklanılacak bir farklılık yoktur.." demektir. b) Bunun meydana getirilmesinin ancak, onlar cehenneme girmeden önce, hatta, onlar, hesaba çekilmek ve arzolunmak için hapsolundukları sırada olmasıdır... O zaman onlara, "Biliniz ki bu gölge, sizi ne güneşin hararetinden korur, ne de sizden, cehennemin alevlerini uzaklaştırır" denilir" demiştiradıyallahü anhyette bir üçüncü izah şekli daha vardır ki, bunu da Kutrub söylemiştir. Buna göre, buradaki leheb kelimesi, "susuzluk" anlamına gelir. Nitekim Arapça'da, "iyice susardı, çok susamış adam.." ve "çok susamış kadın..." denilir. Dördüncü Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "O, bina büyüklüğünde kıvılcımlar fırlatır.." ayetinin ifade ettiği husus. Vahidî şöyle demiştir: "Aynı anlamda olmak üzere, "kıvılcım.." denilir. Bu kelime, ateşten sıçrayarak, her yöne doğru giden ve derken yok olan şeye, kıvılcıma ad verilmiştir. Kelimenin aslı, "ortaya koyup güneşe serdiğin zaman" söylemiş olduğun "elbisemi yaydım, serdim.." deyiminden gelmedir. Kıvılcım da, yok olmak üzere, sağa sola sıçrar, yayılır. Bil ki Allahü teâlâ, gölgesi duman olan o ateşi, büyük kıvılcımlar fırlatmakla nitelemiştir. Bundan kastedilen ise, o ateşin gerçekten çok büyük olduğunu beyan edip anlatmaktır. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu kıvılcımı iki şeye benzetmiştir: a) Saraylara Bu kelimenin tefsiri hususunda iki görüş vardır: 1) Bundan murad, saray diye isimlendirilen binadır. İbn Abbas, bununla, Cenâb-ı Hakk'ın, koca koca sarayları kastettiğini söylemiştir. 2) Kastedilen bu değildir. Sonra bunun murad edilmesi halinde de, ifadenin tefsiriyle ilgili birkaç vecih vardır: Birinci Vecih: Kelime, tıpkı, (hurma)'nın çoğulunun (kıvılcım, kor) kelimesinin çoğulunun da (......) gelmesi gibi, sâd harfi sakin olan (......) kelimesinin çoğuludur. Müberred ise, "Kalın ve sert olan odun demetine (......) ismi verilir ki, bunun çoğulu şeklindedir. Abdurrahman İbn Âbis de şöyle demiştir: "İbn Abbas'a, (......) kelimesi hakkında soru sordum, o bana, "Bu, bizim kış için hazırlayıp biriktirdiğimiz, doğradığımız odunlardır. Biz onlara, adını veriyorduk" dedi.." Bu aynı zamanda, Said ibn Cübeyr, Mukâtil ve Dahhâk'ın görüşüdür. Ancak ne var ki onlar, bunun, hurmalarla büyük ağaçların kütükleri olduğunu ifade etmişlerdir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu kelime, iki fetha ile; şeklinde de okunmuştur ki, bunun anlamı, "develerin boyun" veya "atların boynu.." demektir; tıpkı, (......) kelimesinin çoğulun şeklinde gelmesi gibidir.. İbn Mes'ûd da, tıpkı (......) ve (......) kelimelerinde olduğu gibi, (......) anlamında (......) şeklinde okumuştur. Saîd İbn Cübeyr de, tıpkı (......) kelimesinin çoğulunun gelmesi gibi, kelimeyi, (......) kelimesinin çoğulu olarak (......) şeklinde okumuştur. b) İkinci teşbih, Cenâb-ı Hakk'ın, "Herbiri sanki, san bir deve" ayetinin ifade ettiği husus. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesi (......) kelimesinin çoğuludur. Tıpkı, (......) kelimesinin, ve (......) kelimesinin de (......) şeklinde şeklinde çoğul gelmesi gibi... İbn Abbas bu kelimeyi cim'in dammesiyle (......) şeklinde okumuştur ki, bu Ya'kûb'un kıraatidir. Alimler bu hususta birkaç vecih zikretmişlerdir: 1) (......) kelimesinin damme ile okunması halinde, kalın ipler, gemi halatları anlamına geldiği, bunlara (halatlar) da denildiği söylenmiştir. Alimlerden bazıları bunu kabul etmemiş ve ip hakkında kullanılan kelime için maruf olan kullanış, cim'in dammesi ve mimin şeddesi ile (......) kelimesidir. Bu anlamda olmak üzere,(A'raf. 40) şeklinde okunmuştur. 2) Bunun, "bakır kütleleri, yığınları" olduğu da ileri sürülmüştür. Ve bu husus, dilcilerin büyük bir kısmının bilmemesine rağmen, Ali Ibn Ebî Talib (radıyallahü anh) ile İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayet edilmiştir. 3) Ferrâ, (......) kelimesinin "kısaca, icmâlen anlatılmış şey deyimine varıp dayanması da mümkündür. Nitekim Arapça'da, "hesabı topladım" ve "topluca geldiler" anlamında da, denilir. Ki, buna göre mana, "Bu kıvılcımlar, adeta, biraraya getirilmiş sapsarı kalın şeyler gibi yükselirler.." şeklinde olur" demiştir. Ferrâ'nın görüşü bundan ibarettir. 4) Ferrâ şöyle de demiştir: (......) kelimesinin, (......) kelimesinin çoğulu; (......) kelimesinin de, (......) kelimesinin çoğulu olması mümkündür. Ve bu tıpkı, (dişi kuzu), ve denilmesi gibidir. İkinci kıraat ise, kelimenin (......) şeklinde okunmasıdır. Ki bu da yine (......) kelimesinin çoğulu olup, bu tıpkı, (taş), denilmesi gibidir. Ebu Ali şöyle demektedir: (......) kelimesinin sonuna tâ, cem'in müennes olmasından dolayı gelmiştir. Ve bu tıpkı, (erkek, tohumluk deve) kelimesinin sonuna tâ'nın gelip de denilmesi gibidir. Üçüncü Kıraat: şeklinde olup, bu da kalın halat demektir. Ayette cins manası kastedilerek, "san..." denildiği ileri sürülmüştür. Bu kelimenin ne demek olduğuna gelince alimlerin ekserisi bu kelime ile, "sarıya çalan bir siyahlığın kastedildiğini" söylemişlerdir. Ferrâ şöyle demektedir: "Senin gördüğün her siyah deve, mutlaka sarıya çalar. Çünkü, kıvılcım uçup, kendisinde o ateşin renginden bir parça kaldığı halde yere düştüğünde, sarıya çalan siyah deveye daha çok benzer. Bazı ulema, "burada kastedilen, siyahlık değil, san renktir. Çünkü, kıvılcıma, ateş olduğu sürece bu ad verilir.. Ateş olduğu sürece de sarı olur.. Bu, söndüğü zaman siyah haline gelir. Ve o zaman da artık, ona kıvılcım" denilmez" iddiasında bulunmuşlardır ki, bence, doğru olan görüş de budur. Bil ki Allahü teâlâ, kıvılcımı, büyüklükte binaya; renk, çokluk, birbirini izleme hızlı harekette de, sapsarı develere benzetmiştir. Şu da ileri sürülmüştür: Kıvılcımın başlangıcı büyüktür. Böylece bu, adeta bir bina gibi olur. Sonra da dağılıp parçalanır. Böylece de, o dağılıp parçalanan ve birbirini izleyen bu parçalar, tıpkı sapsarı develer gibi olmuş olurlar. Bil ki, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin tefsirinde şöyle dediği nakledilmiştir: "Bu teşbih, Arap beldelerinde yapılmış olan bir teşbihtir. Arapların köşkleri ise, tavanları yüksek olup, tıpkı bir çadıra benzerler. Böylece, Allahü teâlâ, o ateşin, tıpkı bir kasr gibi kıvılcımlar fırlattığını beyan buyurmuştur. Ebu'l-Alâ el-Ma'arrî, İbn Abbas'ın bu açıklamasını duyunca, bunda tasarrufta bulunarak (bir değişiktik yaparak) ayetin bu ifadesini, sahtiyandan, kızıl deriden yapılmış bir çadıra benzetmiştir ki, bu da onun, "Zifiri bir gecede, zülüfleri çevreye yayılmış kıpkırmızı bir cehennem ki, çadır gibi kıvılcımlar saçıyor" şeklindeki beytidir. Zemahşeri'nin Maarri'ye Muaraza İsnadı Sonra Keşşaf sahibi, Ebu'l-Ala el-Maarrî'nin, bu beytini, bu ayete "muârâza etmek" için söylediğini iddia etmiştir. Ben de diyorum ki: Keşşaf sahibine yakışan, bunu dile getirmemesiydi, şimdi o bunu dile getirdiğine göre, bizim bunu enine boyuna ele almamız gerekir. Bu sebeple biz diyoruz ki: "Şirâre" "kıt, sahtiyan çadır"a benzetmek, bu benzetmenin şekil ve büyüklük bakımından olduğunu gösterir. Şekil açısından benzetmeye gelince, bu, şu iki bakımdandır: a) "Kıvılcım", bölünmezden önce, nokta halindeki bir ateş gibidir. Ama, bölünüp de, genişlediğinde, tıpkı genişleyen bir nokta gibi olmuş olur. Bu yönüyle de, çadıra benzer. Çünkü, çadırın başı, başlangıçta bir nokta gibidir; daha sonra ise, gittikçe, azar azar genişler. b) "Kıvılcım', ya bir küre ya da bir sütun gibidir. O halde, böyle olan kıvılcım, yuvarlak olan çadıra çok sıkı benzer. Bu ifadeyi, büyüklük bakımından bir çadıra benzetme işine gelince, burdaki durum açıktır. İşte bu benzetmenin hedeflediği, bu iki şeydir. Ama, bu teşbihi şu açılardan tenkit edebiliriz: 1) Kıvılcımın rengi siyaha çalan sarı bir renktir. Bu mana ise, sarı san develerde mevcut olup, deriden yapılan çadırda söz konusu olmaz. 2) Develer, hareketlidir. Çadır ise, hareketsizdir. Binâenaleyh, kıvılcımı, hareket eden develere teşbih etmek daha uygundur. 3) Kıvılcımlar, ardarda gelirler. Bu mana ise, sarı develerde vardır; fakat bu mana, çadırda yoktur. 4) Köşk, sahibinin kendisini emniyyette hissettiği bir yerdir. Binâenaleyh, kıvılcımı bu köşke teşbih etmek, sahibinin kendisinden emniyet ve selamet beklediği o yerden bela ve selamet beklediği o yerden bela ve afetin çıkacağına, uç vereceğine dikkat çekmektir. İşte kafirin durumu da böyledir; çünkü kafir, dininden hayır ve selametin sudur edeceğini beklerken, o dininden, kendisi için bir afet ve mihnetten başka hiçbir şeyin sudur etmediğini görecektir. Çadır ise, kendisinden, genel anlamda emniyetin beklemeyeceği bir mahaldir. 5) Araplar, bütün güzelliğin, develere sahip olmada olduğuna inanırlar. Ve, mükemmel nimetin ancak, mükemmel nimet ile elde edileceğine inanırlar. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, "Akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken onlarda sizin için güzel bir zinet, (hoş bir manzara) var... "(Nahl, 6) buyurmuştur. Binâenaleyh, kıvılcımları, ben siyah develere benzetmek, bu kimselerle alay etmek gibidir. Onlara adeta, "Siz, dininizden iyilik, nimet ve güzellik bekliyordunuz. Ancak ne var ki, bu güzellik, işte develer gibi olan bu kıvılcımlardan ibarettir.." demiştir. Bu mana ise, çadırda yoktur. 6) Develer, tek tek iken, biraraya geldiklerinde, ön ve arka ayaktan arasına düşen herkes, büyük bir bela ile yüz yüze kalmış olur ve büyük bir acıya duçar olur. Binâenaleyh, cehennemin kıvılcımlarının, peşpeşe gelişlerini, develerin biraraya gelişlerine benzetmede, son derece ileri bir zararı ifade vardır. Halbuki "çadır" böyle değildir. 7) Görünen odur ki köşk, büyüklük bakımından, çadırdan daha ileridir. Sarı sarı develer de, sayıca çadırlardan fazladır. Dolayısıyla, cehennemin kıvılcımlarını bu tür develere benzetmek, hem miktar, hem de sayı bakımından fazlalığı ifade eder. Fakat çadıra benzetmede, bu fazlalık fikri yoktur. Ayet-i kerimenin maksadı, iyice korkutmak ve çekindirmek olduğuna göre, kıvılcımları köşklere ve sarı sarı develere benzetmek daha uygun olur. 8) İki sıfatı belirleme hususunda iki ayrı şeye teşbihte bulunmak, o iki sıfatı anlatmak için tek bir şeye benzetmekten daha kuvvetlidir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Hak teâlâ'nın, "O (cehennem) bina gibi kıvılcımlar fırlatır" beyanını duyan bir kişinin zihni, bu ifadeyle o kıvılcımların büyüklüğünün anlatılmak istendiğini hemen anlar. Bu ifadeden sonra "Bunlar, adeta san san develerdir" cümlesini duyunca, da, zihni, bu ifadeyle o kıvılcımların çokluğunun, peşpeşe oluşlarının ve renginin kastedildiğini hemen anlar. Ama kıvılcımların çadır gibi olduğunu duyanın aklı, bu teşbihin maksadının, kıvılcımların büyüklüğünü mü, yoksa rengini mi ortaya koymak olduğu noktasına takılıp kalır. Binâenaleyh kıvılcımları çadıra benzetmek, mücmel (kapalı), köşklere ve sarı develere benzetmek ise, açık ve te'kidi bir ifade gibi car. İmdi, bu ifadenin maksadı, cehennemin korkunçluğunu ortaya koyup, insanları ondan sakındırmak olduğuna göre, o azabın, en iyi ve en mükemmel bir biçimde izah edilmesi durumunda bu korkunçluk ve sakındırma da o nisbetle ileri bir derecede olur. Şu halde, kıvılcımları köşk ve develere benzetmenin daha tam ve mükemmel olduğu sabit olur. 9) Hak teâlâ bu ayetin başında, "Gölgeye gidin" buyurmuştur. İnsan, binitli olduğu zaman, bu gidişten hoşlanır. Güzel gölgeyi de köşkü olduğu zaman bulabilir. Binâenaleyh cehennemin kıvılcımları, köşke ve develere benzetilmiştir. Böylece insana adeta, "işte binitin, bu develerdir. Gölgen de bu gibi köşklerdedir" denilmek istenmiştir ki bu, kaarşıdakini iştahlandırmak gibi birşeydir. Ama bu mana ve incelik, onları çadıra benzetmede yoktur. 10) Köşkün havaya uçmasının, çadırın havaya uçmasından daha enteresan olduğu malumdur. Çünkü köşkler, taşlardan ve ağaçlardan yapılmıştır. Dolayısıyla bu maddeler, ister sahtiyandan İster deriden elde edilmiş olsun çadırlardan daha ağır ve daha kütleseldir. Daha ağır ve daha kütlesel olan şeylerin, havada uçuşması daha ilginçtir. Demek ki köşkleri havaya uçuran o ateş, çadırları havaya uçurabilecek ateşten daha güçlü demektir. Bu ayetin maksadının, o ateşin şiddet ve kuvvet bakımından son derece ileri olduğunu anlatmak olduğu malumdur. Binâenaleyh onları, köşklere benzetmek daha evladır. 11) Bu köşklerin insan üzerine düşmesi, çadırların düşmesinden daha tehlikeli ve daha ızdırablı olur. Şu halde bu kıvılcımları köşklere benzetmek, önce havaya doğru yükselip, sonra o kafirler üzerine düştüğünde, ona alabildiğine ızdırab vereceğini ifade eder. Böylece de bu, havadan, kafirin üzerine köşkler büyüklüğünde kıvılcımların yağacağına dikkat çekme olur. Çadırların insan üzerine düşmesi ise böyle değildir. Çünkü bu neticede, o kadar da elem verici ve tehlikeli bir şey değildir. 12) Develer genelde ağır olurlar. Binâenaleyh bu kıvılcımları develere benzetmek, bunlardan herbirinin, sayısını ancak Allah'ın bilebileceği kadar çeşitli ağır belalar olduğuna dikkat çekmektedir. Dolayısıyla sanki "Bu kıvılcımlar, tıpkı çeşitli bela ve sıkıntılarla dopdolu olan develer gibidirler" denilmek istenmiştir. Halbuki bu mana ve incelik, onları çadırlara benzetmede mevcut değildir. Binâenaleyh bunları develere benzetmek daha tam ve daha mükemmel olmuş olur. Bil ki bu izahlar, bir anda aklıma peş peşe geliverdi. Şimdi, daha fazlasını istemek için Allah'a yalvarıp yakarsaydık, o bize verirdi, yani fazlı ve rahmetiyle bize birşeyler nasib ederdi. Fakat bu iki benzetmeden hangisinin daha tercihe şayan olduğu hususunda, yaptığımız izahlar yeter. Bunlardan fazlası (ıtnâb) lüzumsuz yere sözü uzatma sayılır. Allah en iyi bilendir. 35Âyetin tefsiri için bak:37 36Âyetin tefsiri için bak:37 37"Bu, konuşmayacakları bir gündür. Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler. Yalanlayanların o gün vay haline...". A'meş, buradaki yevm (gün) kelimesini mansub (üstünlü) okumuştur. Buna göre mana, "Size anlatılan bütün bu şeyler, o gün başınıza gelecek" şeklindedir. Bil ki kafirlerle ilgili tehdidlerden altıncı çeşid de bu ayetlerin ifade ettiği husustur. Çünkü Allahü teâlâ, onların, yaptıkları kötü İşleri için bir mazeret ve delilleri olmadığını, dolayısıyla o azabı savuşturmayacakları, derken orada onlar için, şöyle çeşitli azabların hep birlikte yapıldığını beyan buyurmuştur: a) Mahcub olma azabı..." Çünkü onlar, şahidlerin (bütün insan ve cinlerin) huzurunda rezil ve rüsvay olacaklar ve bütün kusurları-ayıpları ortaya çıkacak. Akl-ı selîm sahibi herkes, mahcub olma azabının, kılıçla öldürülmekten ve ateşte yakılmaktan daha çetin ve zor olacağını bilir. b) Kaçak bir kölenin, sahibinin kapısında beklemesi ve sonunda O'nun eline düşmesi. Hem de yakalanması öyle bir vaziyette olmaktadır ki O "Benim huzurumda söz (hüküm) değişmez" (Kaf, 29) diye kestirip atmıştır ve O'nun yalan söylemesi de imkansızdır. c) Bu kimse, o durakta, kendileriyle alay ettiği ve önemsemediği hasımlarının, mükafaat elde ettiklerini ve kendilerine saygı gösterildiğini görür. Ama kendisinin de rezilliği ve ilahi cezayı hakettiğini anlar. İşte bütün bunlar, manevi-ruhani azabın üç çeşididir. Dördüncü azab ise, maddi olandır. Bu da, onların cehennemi ve onun dehşetini görüp yaşamalarıdır. Bunlardan Allah'a sığınırız. Binâenaleyh bu kimseler hakkında, işte bu tür azablar, hatta künhünü ancak Allah'ın bilebileceği türden azablar biraraya gelince, Allahü teâlâ bu kimseler hakkında "Yalanlayanların o gün vay haline..." buyurmuştur. Ayetle İlgili İki Soru Ayetle ilgili olarak şöyle iki soru var: 1. Ahirette Yalan Söylemek Mümkün Mü? Birinci Soru: Hak teâlâ'nın, "Bu, konuşamayacakları bir gündür" ifadesiyle, "Şüphesiz siz, kıyamet gününde, Rabbinizin huzurunda davalaşırsınız" "(Onlar derler ki) Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki biz müşrik değildik"(En'am, 23) ve "Onlar Allah 'dan hiçbir sözü gizleyemezler" (Nisa, 42) ayetleri nasıl birleştirilebilir? Rivayet olunduğuna göre bu soruyu, Nafi b. el-Ezrah İbn Abbas (radıyallahü anh) sormuştur. Buna şu şekillerde cevap verilebilir: 1) Hasan el-Basrî. ayette mahzûf bir şeyin olduğunu ve takdirinin, "Bu, kendisinde hüccet ve delil ile kavuşamadıkları ve kendilerine mazeret beyan etme izni verilmediği bir gündür" şeklinde olduğunu söylemiştir. Çünkü onların yaptıkları bütün bu işlerinde, geçerli bir mazeretleri olmadığı gibi, verebilecekleri doğru bir cevabları da yoktur. Binâenaleyh bunlar, sapasağlam bir hüccet ve doğru cevablarla konuşamadıklarına göre, sanki konuşamamışlardır. Çünkü birşey ifade etmeyen bir takım şeyler söyleyen kimse, sanki hiç konuşmuyor gibidir. Bunun bir benzeri de, herhangi bir manası olmayan bir takım sözler mırıldanan kimseye, "Sen birşey söylemedin ki!.." denilmesidir. 2) Ferrâ şöyle demiştir: "Hak teâlâ bu ifadesiyle, "dillerinin tutulup o anda konuşamayacaklarını kastetmiştir. İşte bu kadar bir vakitte (kısa zaman için) onlar konuşamazlar demektir ve bu tıpkı, "Falanca geldiği gün sana geleceğim" denilmesi gibidir. Buradaki "gün" ile, falancanın geldiği "an" manası kastedilmiştir. Yoksa günün bütünü kastedilmemiştir. Çünkü bu gelme işi, kısa bir süre içerisinde olur. Bütün günü kapsamaz. 3) "Konuşamayacaklar" ifadesi, mutlak (genel) bir ifadedir. Mutlak, ne türler.ne de vakitler hususunda genellik ifade etmezler. Bunun delili ise, şöyle diyebitmendir: "Falanca hiç konuşmaz" dersin. Bu, konuşmama durumunun, bazı şeyler konuşmama ile hiçbirşeyi konuşmama arasında müşterek bir noktadır. Aynı şekilde yine sen, "Falanca şu anda konuşmuyor" dediğin gibi, "Falanca kesinlikle konuşmaz" da dersin ki bu, konuşmama halinin devamlı ve muvakkat olması bakımından müşterek bir haf olduğunu gösterir. Durum böyle olunca da, "konuşamayacaklar" ifadesinin doğru olması için, bazı şeyleri, bir zaman için konuşamamaları yeterli sayılır ki bu, başka bir vakitte, başka şeyleri konuşabil melerine ters düşmez. Şu halde, "konuşamyacaklar" ifadesinin geçerli olabilmesi için, onların sorulduğu anda, mazeret ve sebepleri ileri sürememeleri yeterlidir. Yaptığımız bu izah, akıl açısından, ilk iki cevabın doğruluğuna da bir işarettir. Eğer, "Bir kimse "Bugün konuşmayacağım" diye yemin etse, ama "bugün"ün herhangibir diliminde (anında) konuşsa, yeminini bozmuş olur" denilirse, biz deriz ki: Yeminler örfe dayalı bir şeydir. Bahsettiğimiz şey ise, lafzın lafız olması açısından manasını incelemektir. 4) Bu ayet, cehennem bekçilerinin o kafirlere söylediği, "Haydi üç kola (ayrılmış duman) gölgesine gidin"(Mürselat, 29) ifâdesinin peşisıra gelmiştir. Binâenaleyh onlar da bu söze uymuş ve o tarafa doğru gitmişlerdir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Onlar, dünyada iken taatla emrolunmuşlardı ama buna hiç iltifat etmemişlerdi. Fakat şu anda herşeyden zor ve mükellefiyeti yüklenmede nasıl itaatkar ve uyumlu olabildiler." Bu da şu manayadır: "Onlar dünyada İken çekişmeyi ve karşı çıkmayı bir tarafa bıraksalardı, şimdi böyle bir zor mükellefiyeti istemeye istemeye üstlenme ihtiyacını duymazlardı." Velhasıl, "Bu, konuşamayacakları bir gündür" ifadesi, bu konuşmama işinin o vakitte sınırlı olduğunu gösterir. Mutlak (genel) bir ifadeyi, sözün başında geçen bir ifade ve sebeple kayıtlamak (kayıtlı saymak), örten meşhur bir şeydir. Bunun delili ise şudur: Mesela bir kadın, "Şu anda evden çıkmak istiyorum" dese, kocası da, "Eğer çıkarsan, boşsun" dese, kocanın mutlak ifadesi, kadının başlangıçta söylemiş olduğu ifade ile kaytılanmış (sınırlanmış) olur. Ayette de böyledir. Savunma Hakkı Verilmeyecek Mi? İkinci Soru: Ayetteki, "Onlara İzin de verilmeyecek ki özür dilesinler" ifadesi, onların bir mazeretleri olduğunu fakat bu mazeretlerini ortaya koymaktan engellendikleri vehmini verir ki böyle yapmak Hakim Allah'a uygun düşmez?.. Buna şöyle cevap verilir: Onların gerçekte bir mazeretleri yoktur. Fakat genelde kendilerine mazeret saydıktan birtakım bozuk ve yanlış hayaller kurarlar. Dolayısıyla da bu asılsız mazeretlerini söylemeleri için müsaade verilmez. Belki de bu asılsız mazeretleri, "Allah"ım, madem ki herşey Sen'in kaza ve kaderin, ilmin, dilemen ve yaratmanla olmuştur. Öyle ise bunlardan ötürü niçin bana azab ediyorsun" demeleridir. Fakat bu fasit bir mazerettir. Çünkü hiç kimse, mülk sahibini, mülkünde istediği ve dilediği gibi tasarrufta bulunmaktan engelleme hakkına sahip değildir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, "O peygamberlerden sonra, artık insanlar için, Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması için, (Allah) müjdeleyici veuyancı olan nice peygamberler göndermiştir" (Nisa, 163) ve "Eğer biz onları, (peygamber göndermeksizin) bir azab ile yok etseydik, derlerdi ki: "Ey Rabbimiz, bize bir peygamber göndermeli değil miydin?" (Taha, 134) buyurmamış mıdır? Bu gibi ayetlerin hepsinin maksadı, insan için hiçbir mazeret bırakmama olduğu açıktır. Farzet ki insanın, kıyamet günü böyle bir mazereti fasittir. Fakat onun bu mazereti anlatmasına müsaade edilip de, sonra bunun yanlışlığı niçin anlatılmamıştır" denilirse, biz deriz ki: Mazeretler ve inzarlar, dünyada söz konusudur. Bunun delili, "Bir özür ve inzar olarak, zikri ilka edenlere yemin olsun ki..." (Mürselât, 5-6) ayetidir. Bunları yeniden tekrar etmenin faydası yok. Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak niçin (Fatır.36) ayetinde olduğu gibi, burada da niçin (......) dememiş, nûn'u düşürmemiştir? Cevap: Buradaki "fa", sadece atıf içindir. Dolayısıyla cümlesinin, bir cevab olduğunu kesinlikle ifade etmez, (Bakara 245) (Bakara, 245) ayetindeki de böyledir ve hem merfu, hem mansub olarak okunmuştur ma'tûf olduğu için merfû okumuştur. Çünkü eğer mansub okunacak olsaydı bu hiç şüphesiz onlara mazeret beyan etmeleri için izin verilmediğinden dolayı, mazeret beyanında bulunamadıkları zannını uyandırırdı ve bu da, onların mazeretleri olduğu halde bunu ortaya koymaktan menedildikleri zannını uyandırırdı. Bu ise mümkün değildir. Bu fiil merfu okununca mana, onlara mazeretleri hususunda müsaade edilmediğini, onlar da, kendilerine müsaade edilmediği için değil, aslında mazeretleri olmadığı için, mazeret beyan etmediklerini ifade eder. Hem sonra bu fiilin merfu okunmasının bir başka faydası da ayet sonlarına uyum sağlamasıdır. Çünkü bu sûrede, bütün ayet sonları vâv-nûn ile bitmiştir. Eğer bu, (......) şeklinde okunacak olsaydı ayet sonları ile uyum sağlamış olmazdı. Baksana Hak teâlâ, Kamer Sûresi'nde harekeli olarak (Kamer, 6) buyurmuş ve kât hareketi olarak okunmuştur. Çünkü bu sûrenin ayet sonlarındaki kelimeler, böyle harekeli olarak gelmişlerdir. Ama bir Talak Sûresi'nde aynı kelime (Talak, 8)şeklinde sükûn ile gelmiştir. Kıraat imamları bunlardan birincisinin harekeli, ikincisinin sükûn ile okunması hususunda ittifak etmişlerdir. Sebebi ise, bu ayet sonlarının, kendinden öncekilerle muvafakat sağlamasıdır. Herkesin Toplandığı Hüküm Günü 38Âyetin tefsiri için bak:40 39Âyetin tefsiri için bak:40 40"Bu, ayırdetme ve hüküm verme günüdür. Sizi de evvelkileri de toplamışızdir. Eğer bir hileniz varsa, Bana hemen bu hileyi yapan yalan söyleyenlerin o gün vay haline". Bil ki bu, kafirlerle ilgili tehditlerin yedincisi olup, mahcup ettirmek, utandırmak suretiyle yapılan azablardandır. Ayetteki, "Bu fasi günüdür" cümlesine gelince, bil ki o günde şöyle İki çeşit mahkeme cereyan edecektir: Birinci Çeşit: Kulu ile Rabbisi arasında olan mahkeme... Bu Rab tarafını ilgilendiren kısımda, "fasf'a, yani ayırdetmeye ve hüküm vermeye hacet yoktur. Bu kısım, kişinin amellerine karşı hakettiği mükafaatları ilgilendiren kısımdır. İkab da böyledir. Fasla, kulları ilgilendiren kısımda ihtiyaç duyulur ki bu da, kulların yapmış oldukları o amelleri, itiraf edinceye kadar, üzerlerinde durulmasıdır. İkinci Çeşit: Kullar arasında olan mahkeme... Çünkü beriki diğeri hakkında, "o bana zulmetti" derken, o da beriki hakkında, mesela, "o beni öldürdü" iddiasında bulunacaklardır. İşte bu gibi konularda mutlaka hüküm verilmesi gerekir. Ayetteki, "Sizi de evvelkileri de toplamışızdır" ifade, "Bu fasit, yani ayırdetme ve hüküm verme günüdür" cümlesini izah eden bir cümledir. Çünkü o, bütün mükellefler arasında ayırdedici bir hükmün verileceği bir gün olduğuna göre, mutlaka bütün mükellefiyetlerin bir aaraya getirilmeleri gerekir. Hele hele, herhangi bir şahsın gıyabında kendisi hakkında hüküm verilmesini caiz görmeyen kimselere göre, (davalının mutlaka hazır bulunması gereklidir). Cenâb-ı Hak daha sonra, "Eğer bir hileniz varsa, Bana hemen bu hileyi yapın " buyurarak, onların çeşitli hile ve çarelerle, üzerlerindeki hakları, kendilerinden atmaya çalışacaklarına işaret etmiştir. Buna göre sanki, "Şimdi burada, tuzak, hile, hud'a, işi ters gösterme gibi kötü işleri yapma İmkanınız varsa, haydi yapın" demek istemiştir ki bu tıpkı, "Haydi o (Kur'ân) sûresinin bir benzerini getirin-yapın" (Bakara, 23) ayeti gibidir. Böylece o kafirler, çarelerin kalmadığı, işi tersyüz etmenin hiç mümkün olmadığını anlayacaklar. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın işte bu durumda onlara, Allah'ın "Eğer bir hileniz varsa, Bana hemen bu hileyi yapın" diye hitab etmesi, son derece mahcub edici ve azarlayıcı bir ifade olup, bu da psikolojik (manevi) türden bir azabtır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bunun peşinden, 'Yalan söyleyenlerin o gün vay haline!.." demiştir. Şirkten Sakınanların Ödülleri 41Âyetin tefsiri için bak:45 45"Gerçekten takva sahiplen, gölgeler, pınarlar ve canlarının çektiği meyveler içindedirler. 'İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık, haydi afiyetle yiyin, için." işte Biz, iyi hareket edenleri böyle mükafaatlandırırız. Yalan sayanların o gün vay haline!..". Bil ki bu da kafirlerle ilgili tehdid ve azabların sekizinci çeşididir. Bu böyledir. Çünkü dünyada iken mü'minlerle-kafirler arasında alabildiğine bir husumet ve nefret vardır. İşte bu nefret ve husumet, kafirin mü'minin elinde, bir devlet ve güç görmesinden, kafire ölümü tercih edilecek birşey haline getirmiştir. Binâenaleyh Allahü teâlâ bu sûrede kafirlerin üzerinde her türlü azab, rüsvaylık ve cezanın toplandığını beyan edince, bu ayette de mü'minler için çeşitli saadet ve ikramların birlikte bulunacağını beyan etmiştir. Öyle ki kafir, kendisini alabildiğine bir zillet, bir bayağılık, bir rüsvaylık ve bir hüsran içinde, karşı tarafı, yani mü'minleri de izzet, ikram, şeref ve itibar içinde görünce, hayıflanması ve pişmanlığı kat kat artar ve son derece üzülür. İşte bu da, manevi (psikolojik) türden bir azabtır. Bundan ötürü Hak teâlâ, bu ayetlerin sonunda da, yine, "Yalan sayanların o gün vay haline..." buyurmuştur. Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var: Birinci Mesele Mukâtit ve Kelbî, ayetleri, "müttakilerin kelimesi ile, "şirk koşmaktan ittika eden sakınan" kimselerin kastedildiğini söylemişlerdir. Derim ki: Bence bu görüş, karşı çıkılamayacak doğru bir görüştür. Bunun delili şunlardır: 1) Şirkten ittika eden, korunan kimse için, o "muttaki"dir denilmesi mümkündür. Çünkü "şirkten ittika etme" ifadesi iki kelimeden meydana gelmiş mürekkeb (birleşik) bir mahiyettir (şeydir): a) İttika etmek, b) Şirk... Şu halde ikisi birlikte her nerede bulunursa, bu ikisini meydana getiren kelimeler de bulunmuş olur. Böylece hakkında, "O şirkten İttika etmiştir" denilebilecek herkes için, "O müttakîdir.." denilebileceği de sabit olmuş olur. Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Bu ayet, tefsire göre, sakınılacak şey ne olursa olsun onlardan sakınan her bir kimseye şamildir. Fakat bunun bu manada olması, yaptığımız izahı zedelemez. Çünkü bütün küfür çeşitlerinden korunmayan herkesi tahsis (yani istisna) etmiş olur. Dolayısıyla bunlar dışında kalan şeyler hakkında bir hüccet olarak kalmıştır. Çünkü "tahsis" gören âmm (genel) ifade, tahsis gördüğü hususların dışında hüccet olmaya devam eder. 2) Bu sûre başından sonuna kadar, kafirleri, inkarlarından ötürü azarlamaya ve onları korkutmaya dayanan ayetler ihtiva etmektedir. Binâenaleyh bu ayetin de bu maksat için getirilmiş olması gerekir. Aksi halde bu sûre, nazmı ve tertibi bakımın- bozuk olmuş olur. Nazm, yani ilgi ve irtibat bu va'd, sırf imanları sebebiyle, mü'minler için olması halinde sağlanmış olur. Çünkü inkarları sebebiyle kafirlere yönelik tehditler daha önce geçince, küfürden caydırmaya bir sebep olsun diye, bu şeylerin, imanları sebebiyle mü'minlere va'dedilen şeyler ile birlikte zikredilmeleri gerekir. O şeylerin, taatları sebebiyle mü'minlere va'dedilen şeylerle birlikte zikredilmesi, bu nazma ve tertibe uygun düşmez. Anlattıklarımız ile, ayetteki "muttakiler" (takva sahipleri) ifadesi ile, şirk ve küfürden korunan herkesin kastedildiği sabit olmuş olur. 3) Lafzı kamil olan (tam) manasına hamletmek daha evladır. Ittika çeşitlerinin en kamil ve tamı ise, inkar ve şirkten ittika etme, korunmadır. Binâenaleyh muttaki lafzını bu manaya almak daha evla olur. Allahü teâlâ, kafirleri üç kollu o gölgeye gönderince, buna mukabil mü'minler de üç çeşit nimet hazırlamıştır: 1) "Muttakiler, gölgeler ve pınarlar içindedirler" ifadesinin anlattığı nimetler... Buna göre sanki "cehennemliklerin gireceği gölge, gölgeleyici, yanmaktan ve susamaktan alıkoyucu değil. Ama muttakilerin gireceği göige, gerçekten ve yanmalarını giderecek tatlı su gözeleri vardır. Yanlarında da canlarının çektiği her türlü meyve var" denilmek istenmiştir. Cenâb-ı Hak kafirlere, "üç kollu o gölgeye gidin" deyince, muttakilere de, "afiyetle yiyin, için" buyurmuştur. Binâenaleyh bu müsaade, ya arada hiç vasıta olmaksızın Allahü teâlâ tarafından söylenmiş olur ki bu ne büyük bir şereftir! Yahut da melekler tarafından, bir ikrarı olmak üzere söylenmiştir. Ayetteki, zadesi, "kendisinde hastalık yapma, boğazda durma gibi özellikler bulunmayarak, sırf lezzetli olarak yiyin için" demektir. "Yiyin, İçin!" Emri İzin İfadesi Midir? Alimler, ayetteki, "Yiyin, için" ifadesinin bir emir mi, yoksa bir tazim mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Ebü Hâşim, "Bu bir emirdir. Allah bu emri ile, onların yemelerini, içmelerini kastetmiştir. Çünkü onların sevinci, bununla artar. Onlar, Allahü teâlâ'nın, amellerine karşılık bir mükafaat olarak kendilerine bunu verdiğini anladıklarında, Allah'a ta'zimleri arttığı gibi, bununla bizzat yeme ve içmelerini istediğini de anlamış olurlar" demiştir. Ebû Ali ise, "bu bir emir değildir. Allahü teâlâ bununla, ikramı kastetmiştir. Çünkü emir-nehiy, ancak mükellefiyet zamanında, yani dâr-ı dünyada söz konusudur, ahirette olmaz" demiştir. Cennet Amel Karşılığı Mı? "Amel (ibadet) mükafaati gerektirir. (Allahü teâlâ'nın bu mükafaatı vermesi vacibtir)" diyenler, ayetteki işlemiş olduğunuz şeylere karşılık..." ifadesinin "bâ" (karşılık) edatına tutunmuşlardır. Ama bu zayıftır. Çünkü buradaki "bâ", izafet içindir. Cenâb-ı Hak bu ameli, o mükafaatın bir alameti-işareti kılınca, bu ameli yapmak, o mükafaatı elde etmeye ulaştıran bir alet gibi olmuş olur. Ayetteki, "Şüphe yok ki Biz, iyi hareket edenleri böyle mükafaatlandırırız" ifadesinden, kafirlerin elde edemeyeceği bu muazzam nimetleri onlara hatırlatmaktır. Böylece onlar, eğer dünyada iken muttaki ve muhsinlerden olsalardı, işte böyle güzel mükafaatlar elde edeceklerini, bunu yapmadıkları için, içine düştükleri o azaba düştüklerini anlayacaklar. Kafirlerin Dünyadan Azıcık Yararlanması 46Âyetin tefsiri için bak:47 47"Yeyin ve biraz faydalanın (bakalım). Şüphesiz siz mücrimlersiniz. Yalan sayanların vay o gün haline...". Bil ki bu da kafirlerle ilgili tehditlerin dokuzuncusudur. Hak teâlâ adeta kafire, dünyada iken şöyle demektedir: Vasfettiğimiz o afet ve belalara, açıkladığımız o sıkıntılara kendini maruz bırakman, sırf dünya zevklerine düşkünlüğün, onun güzelliklerine olan arzun sebebiyle olmuştur. Fakat ne var ki dünyadaki lezzetler o büyük sıkıntılara kıyaslandığında pek azdır. Onların peşine düşmek, öldürücü bir zehir bulunan bir lokma tatlıyı yemek gibidir. Çünkü o bir lokmayı yemek isteyen ve öğüt verenlerin öğütlerine kulak asmayan kimseye, "Bunu ye. Ama bundan sonra vay haline! Çünkü bu sebeple sen de ölüp gidenlerden olacaksın" denilir. Bu, hemekadar lafzan bir emir gibi olsa bile, manaca alabildiğine bir nehiy, bir çok etkili bir sakındırmadır. 48Âyetin tefsiri için bak:49 49"Onlara, "Rükû edin" denildiğinde, rükû etmezler. Yalan sayanların o gün vay haline...". Bil ki kafirlerle ilgili azab ve tehdidlerin onuncu çeşidi de budur. Buna göre onlara adeta, "Farzedin ki sizler dünyayı ve lezzetlerini seviyordunuz. Fakat yaratıcınıza hizmetten yüz çevirmeseydiniz, aksine O'na boyun eğseydiniz. Çünkü eğer iman edip, imanınızın yanısıra dünyevi lezzetleri isteme ve çeşitli günahlar işleme durumunda kalsaydınız, cehennem azabından kurtulma ve mükafaat elde etme ümidiniz olurdu" denilmek istenmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışında kalan şeyleri İse, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur. Ama bu kafirler, böyle yapmamış, Allah'a İtaata boyun eğmemiş, cehaletleri, inkarları ve kendilerini o büyük azaba duçar etme hususunda ısrarlı olmuşlardır. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Yalan sayanların o gün vay haline..." buyurmuştur ki bu da, "Kendilerini hem dünyevi hem de uhrevi iyilikleri birlikte bulunduran bu güzel şeylere sevkeden o peygamberleri yalanlayanların vay haline..." demektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: İbn Abbas (radıyallahü anh), "Onlara, "Rükû edin"denildiğinde, rükû etmezler" ifadesiyle namaz kastedilmiştir" demiştir ki, bu, açıktır. Çünkü, "rükû", namazın rükünlerindendir. Böylece Allahü teâlâ, o kafirlerin vasıflarından birisinin de, namaza çağrıldıklarında, namaz kılmamaları olduğunu beyan etmiştir ki, bu, kafirlerin, İslâm'ın fürûu ve ameli hükümleriyle de mükellef ve muhatap olduklarına; iman etmemeleri sebebiyle, kafir iken zem ve ikaba müstahak oldukları gibi, namaz kılmamaları sebebiyle, zem ve ikaba müstehak olduklarına delalet eder. Çünkü Allahü teâlâ, kafirleri, kafir iken namaz kılmayışlan yüzünden de tenkit etmiştir. Diğer bazıları da, buradaki "rükû" sözü ile, Allah için huşu ve huzur kastedildiği ve O'nun dışında kalanlara ibadet edilmemesi gerektiğinin kastedildiği söylenmiştir. Emrin vücub ifade ettiğini söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allah bunları, emrolunduları şeyleri terketmeleri yüzünden terketmiştir. Binâenaleyh bu, mücerret emrin vücub ifade edeceğine delalet eder. Buna göre şayet, "Onlar kafir idiler. İşte, küfürleri yüzünden Allah onları zemmetmiştir" denilirse, biz deriz ki, Allah onları, küfürleri yüzünden pekçok şekilde kınamıştır. Ancak ne var ki, Allahü teâlâ bu ayette onları, emrolunduklan şeyleri terketmeleri yüzünden kınamıştır. Böylece biz, emredileni terketmenin caiz olmadığını anlamış oluyoruz. Kur'ân'a da İnanmazlarsa Daha Neye İnanırlar? 50"Artık bundan sonra hangi şeye inanacaklar onlar". Bil ki, Allahü teâlâ, bu sûrenin başından buraya kadar, bahsettiğimiz kafirleri, bahsettiğimiz on tür tehdit ve azab ile küfürden vaz geçirmek isteyip, tefekkür ve istidlal ile hak dine sımsıkı sarılmaya teşvik edince, sûreyi, kafirlerin bu haline şaşmaya çağıran bir teaccüb ifadesi ile bitirmiş ve "Onlar, bu latif, güzel delilleri, bunca açıklığına ve vuzuhuna rağmen tasdik etmediklerine göre, "Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar..." demiştir. "Kur'ân Muhdessir" İddiasına Cevap Kadi, bu ayetin, Kur'ân'ın muhdes olduğuna delalet ettiğini, zira Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ı "hadîs" diye nitelediğini, "hadîs"in ise, "kadîm"in zıddı olduğunu; zıt olan şeylerin İse bir arada bulunamayacaklarını; Kur'ân "hadîs" olunca da, "kadîm" olmaması gerekeceğini söylemiştir. Alimlerimiz, "Bundan muradın, bu lafızlar olduğunu (yani bizlerin Kur'ân ayetlerini telaffuz etmemiz olduğunu) bu lafızların muhdes olduğunda ise herhangi bir ihtilafın bulunmadığını söylemişlerdir. Her şeyi en iyi bilen Allah'tır. Hamd, âlemlerin Rabbine olsun; salat ü selâm da, peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nun âline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿