NEBE SÛRESİKırk ayet olup, Mekki'dir. 1Âyetin tefsiri için bak:3 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"Onlar birbirlerine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilaf edici oldukları, o büyük haberi (mi)?". Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesinin aslı, kendisine istifham (......)'sının bitiştiği bir harf-i cerdir. Hassan (r.h) da, "Küller içinde ağzından köpükler saçan bir domuz gibi, o âdî herif, niçin beni kınamaya koyuldu?" şeklindeki beytinde diyerek, istifham ile harf-i cerri birarada kullanmıştır. Ama daha çok, istifham (......)'sının elifi hazfedilerek kullanılmaktadır. Aslı üzere kullanılması ise, hemen hemen nadirdir. Alimler istifham (......)'sının elifinin hazfedilmesinin sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Zeccac şöyle der: "Çünkü mim, ğunne'de elifle müşterektir. Böylece de, mim ile elif, aynı cins iki harf gibi olmuş olurlar." 2) Cürcanî de şöyle der: "Arablar, (......)'yi istifham için kullandıklarında, bununla, isim olan (......)'nın arasını ayırmak için, elifi hazfederek, mesel ve derler. 3) Alimler şöyle demektedirler: harf-i cerle bir araya geldiği için, elif hazf edilmiştir. Böylece de, onun bir cüz'ü oluvermiştir. Dolayısıyla bu hazf, bu iki kelimenin birbiriyle iyice kaynaştığının bir ifadesi olmuş olur. 4) Bir hazfın sebebi, telaffuzda bir hafiflik meydana getirmektir. Çünkü bu ifâde, çokça kullanılan bir ifadedir. Ayetteki, ifâdesi, bir soru; ifadesi de, bu sorunun cevabı olup, soruyu hem soran, hem de cevaplayan, Cenâb-ı Hak'tır. Bu da, Allahü teâlâ'nın gaybı, bundan da öte bütün malumatı bildiğini gösterir. Buna göre şayet, "Cevabın soru ile beraber getirilmesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki, bir sözü soru-cevaplı bir ortamda getirmek, onu, daha fazla anlatır ve daha fazla izah etmiş olur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu gün mülk kimindir? Tek ve kahhâr olan Allah'ın..." (Mü'min, 16) ayetidir. İkrime ve isa Ibn Ömer, ifadeyi, (......) şeklinde okumuşlardır ki, aslı da budur. İbn Kesir'in de hâ-i sekte ile, (ammeh) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bu durumda, bu kelime, ya vasi hali vakf haline konularak okunur; yahut da, vakf yapılır, sonra da yeniden, (......) şeklinde okunmaya başlanır. Bu okuyuş, bu ifadenin başında bir fiilinin takdir edilmesine göredir. Çünkü, bundan sonra gelen kısım, onu tefsir etmektedir. O halde bu ifade, tıpkı, önce mübhem olup, sonra da tefsir edilmiş olan bir ifade gibi olmuş olur. (......) eşyanın mahiyetini ve hakikatini soruşturmak için vaz edilmiş bir lafızdır. Nitekim sen, mahiyetlerini ve hakikatlerini araştırmayı kastederek, "Melek nedir?" "Ruh nedir?" ve "Cin nedir?" şeklinde ifadeler kullanırsın ki, bu, bu soruşturulan ve öğrenilmek istenen şeyin meçhul olmasını gerektirir. Sonra, bu büyüklüğünden, mertebesinin yüksek oluşundan ve aklın, künhünü kuşatmaktan aciz kaldığı bu şey, neticede yine meçhul olarak kalır. Böylece de, bu lafzıyla, öğrenilmek istenen bu İstek ile o büyük şey arasında, işte bu bakımdan bir benzerlik var demektir. Benzerlik de, bir ifadenin, mecazi olmasını sağlayan sebeplerden birisidir. İşte bu yolla, lafzı, o öğrenilmek istenen şeyin halinin ve durumunun büyüklüğüne ve derecesinin yüceliğine bir delil kılınmış olur ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Siccînin ne olduğunu nereden bileceksin sen?"(Beled, 12) ifadeleri de işte böyledir. Ve yine sen, bu manada "Zeyd? Zeyd kimdir bilir misin?" dersin. "Tesaül", "kişilerin karşılıklı olarak biribirlerine sormaları" demek olup; "biribirlerine karşılık verdiler" demek olan "tekabül" gibidir. Bu kelime, bazan birinden diğerine bir soru olmasa dahi, "konuşuyorlar" manasına da kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kimi kimine dönüp sorarlar, içlerinden bir sözcü der ki: "Ha sahi, benim bir arkadaşım vardı. Bana: "Gerçekten sen de kati inananlardan mısın?" derdi" (Saffat, 50-52) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifade, karşılıklı konuşma manasına geldiğinin delilidir. Böylece ayetin manası, "Ne hakkında konuşup duruyorlar?" şeklinde olmuş olur. Bu Ferra'nın görüşüdür. Bu sorup durdukları bildirilen insanlar kimlerdir? Bu hususta şöyle birkaç ihtimal vardır: Soranların Kafirler Olma İhtimali Birinci İhtimal: Bunlar kafirlerdir. Delili ise, Hak teâlâ'nın, "Hayır hayır, ileride bilecekler. Yine hayır hayır, ileride bilecekler onlar" (Nebe, 4-5) ayetleridir. (......) ve (......) ifadelerindeki çoğul zamirler de, aynı şeye racidir. "Hayır, hayır ileride bilecekler..." ayeti ise bir tehdiddir. Tehdid ise, ancak kafirlere uygun düşer. Böylece, (soruşturuyorlar) ifadesindeki zamirin (failin) kafirlere ait olduğu sabit olmuş olur. Buna göre eğer, "Peki o halde, kafirler hasrın inkarı hususunda müttefik iken, burada Hak teâlâ'nın, "hakkında ihtilaf edici oldukları..." buyurmasını nasıl tefsir edersin?" denilirse, biz deriz ki: O kafirlerin, hasrı inkar hususunda müttefik olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü kimi kafirler, ruhanî me'ismi (ruhî ahiret hayatını) kabul ederler ki bu, hristiyanların çoğunun inancıdır. Maddi (bedenî-ruhî) ahiret hayatına gelince, kimileri bu hususta şüpheye düşmüşlerdir. Bu tıpkı, "O der ki,"Ben kıyametin kopacağını sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülecek olursam, benim için O'nun katında en güzel bir mükafaat olacaktır" (Fussilet. 50) ayetinde anlatıldığı gibidir. Kafirlerden kimi de inkarda ısrar ederek, "Bizim ancak dünya hayatımız vardır. Ölürüz yaşarız. Öldükten sonra artık diriltilmeyiz (En'âm, 29-Casiye, 24) derler. Kimi de ölümden sonra dirilişi kabul eder, ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkar eder. O halde bu demektir ki: Onlar bu konuda ihtilaf içindedirler. Hem farzedelim ki onların hepsi öldükten sonra dirilmeyi inkar ediyorlar. Ne var ki belki de onlar bunu inkar ediş şeklinde ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri, hür irade sahibi bir Yaratıcıyı kabul etmediği için, bu dirilişi inkar ederken; kimileri de ma'dûmu (yoku) yeniden var etmenin, aslında imkansız olduğuna inandığı için bunu inkar eder. Bu kimseye göre, kadir ve irade sahibi olan zat, ancak aslında mümkün olan şeylere kadirdir. İşte, "ihtilaf edici oldukları..." ifadesinden kastedilen budur. Soranların Mü'min ve Kafirler Olması? İkinci İhtimal: Ayette, karşılıklı birbirine soruşturduktan belirtilen kimseler, kafirler ve mü'minlerdir. Bu iki gurub da bunu soruştururlar. Mü'minler, dinlerindeki basiret ve yakinlerini daha ileri dereceye götürmek için, bunu araştırır-soruştururlar. Kafirler ise, ya alay etmek, yahut da bu konuda bir takım şüpheler ortaya atmak için soruştururlar. Üçüncü İhtimal: Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e soru sorup, "Bizi tehdid edip durduğun bu ahiret işi ne zaman?" derler. Hak teâlâ'nın "O mühim haberi..." ifadesi ile ilgili olarak şöyle birkaç mesele var: Müfessirler, "nebe-i azîm" (büyük haber)in ne demek olduğu hususunda şu üç görüşü belirtmişlerdir. Birinci Görüş: Bununla kıyamet kastedilmiştir. Doğruya en yakın olan da budur: Delilleri şunlardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, buradaki, "ileride bilecekler"(Nebe, 4) ayetidir. Görünen odur ki bu ifade ile, "Onlar bu soruşturdukları şeyi, bunu anlamalarının kendilerine bir fayda vermeyecği bir zamanda bilecekler" manası kastedilmiştir. Bu zamanın, kıyamet günü olduğu malumdur. 2) Allahü teâlâ, "Biz yeri bir beşik yapmadık mı?.. O gün sûra üfürölecek de hepiniz bölük bölük geleceksiniz" (Nebe, 6-18) ayetleri ile, kendisinin bütün mümkinata (herseye) kadir olduğunu beyan buyurmuştur ki bu, Allahü teâlâ'nın bu mukaddimeyi, Kendisini kıyamete gücü yeteceğini beyan etmek için yapmış olduğunu gösterir. Hak teâlâ'nın, bu sûredeki aklî delillerle isbat etmek istediği şey, bu mesele olunca, onların biribirlerine sordukları bu "nebe-i azîm "in kıyamet günü olduğu sabit olmuş olur. 3) Azîm, bu günün ismidir. Delili ise, Hak teâlâ'nın, "Bunlar, büyük bir gün için, diriltileceklerini sanmazlar mı.." (Mutaffifin, 4-5) ve "De ki: "Bu, sizin kendisinden yüz çevirdiğiniz nebe-i azimdir" (Sad, 67-68) ayetleridir. Bir de, bu gün, herşeyin en büyüğüdür. Çünkü bugün, mahlukatın çığlıklarının ve korkularının en ileri olduğu gündür. Dolayısıyla azîm (büyük) ismini buna vermek uygun düşer. İkinci Görüş: Nebe-i azim ile Kur'an kastedilmiştir. Bu görüşte olanlar şu iki şeyi delil getirmişlerdir: 1) O kafirlerin, hakkında ihtilaf ettikleri nebe-i azîm (büyük haber), Kur'ân-ı Kerim'dir. Çünkü bir kısmı onu şiir, bir kısmı sihir sayarken, bir kısmı da, "Bu evvelkilerin uydurdukları masallardır" demişlerdir. Öldükten sonra diriliş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti meselelerine günce, onlar bu iki hususu inkarda müttefiktirler. Bu izah zayıftır. Çünkü biz, bu ihtilafın diriliş konusunda olduğunu biraz önce anlatmıştık. 2) Nebe', haber verilen şeyin değil, haberin adıdır. Binâenaleyh nebe', kelimesini "Kur'ân" diye tefsir etmek, "öldükten sonra dirilme" veya "nübüvvet" diye tefsir etmekten daha evladır. Çünkü bunlar, aslında haber değil, kendisinden haber verilen şeylerdir. Bu görüşü, Kur'ân'ın, zikir, tezkire, zikrâ, hidayet ve hadis gibi (masdar-isimlerle), adlandırılmış olması da destekler. Şu halde neb'e ismi, Öldükten sonra dirilme ve nübüvvetten çok, Kur'ân'a uygun düşer. Bu delile şöyle cevap verilir: Nebe' ismi bu lafızlara daha uygun düştüğüne göre, azîm İsmi de kıyamete ve nübüvvete daha uygun düşer. Çünkü lafızlar için "azîm" kullanılmaz. Azîmlik (azamet), manalardadır. Bu delilin sahipleri, "Kur'ân da, fesahat ve pek çok ilimler ihtiva etmesi bakımından azimdir" diyebilirler. Buna da, "Azim lafzı maddelerde hakikî, maddelerin dışında ise mecazi manadadır" diyerek cevap verilebilir. Böyle bir çatışma bulunduğuna göre, geriye bizim delillerimiz sapasağlam kalır. Üçüncü Görüş: Nebe-i azîm, İle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği kastedilmiştir. Bu görüşü ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilince, onlar kendi aralarında, "Neden bahsediyor, ne söylüyor?" diye biribirterine soruşturmaya başladılar. Allahü teâlâda bu ayetleri indirdi. Bu böyledir, çünkü onlar, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in, kendilerine peygamber olarak göndermesine şaşakalmalardı. Nitekim Hak teâlâ bunu,"Kendilerinden bir imar edici geldi diye hayrete düştüler de, "Bu şaşılacak birşey" dediler" (Araf, 2) ayetinde beyan etmiştir. Yine bu kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine tevhid inancını getirişine de şaşmışlardır. Hak teâlâ bunu da, "O, birkaç ilahı, tek bir ilah mı yapıyor. Şüphesiz bu, çok şaşılacak birşey (dediler)" (Sad, 5) ayetiyle ifade etmiştir. Böylece Allahü teâlâ, onların hayret içinde biribirlerine sordukları bu tür soruları, ifadesiyle anlatmak istemiştir. Bu ayetin, kendinden öncekilerle ilgi ve münasebeti hususunda da şu izahlar yapılabilir: a) Basralıların görüşüne göre, ifadesi, tam bir cümledir. Hak teâlâ bundan sonra, diyerek söze başlamıştır ki bu ifadenin takdiri,"Büyük haberden soruşturup duruyorlar" şeklindedir. Fakat fiili, ikinci cümlenin başından hazfedilmiştir. Çünkü bu fiilin birinci ayette yer alışı, bu hazfin delilidir. b) Bu ifade, kendinden öncekilerle ilgili bir soru olup, takdiri, "Onlar birbirine neyi soruşturuyorlar? Hakkında ihtilaf ettikleri o büyük haberi mi?" şeklindedir. Fakat birincisinin hemen peşinden geldiği için, birincisinde yer alan istifham ile yetinilmiştir ve bu ikinci ifade, birinci istifhamın bir tercümesi ve açıklaması gibidir. Nitekim, (saffat, 16) ayetindeki elifin kesresiyle, şeklinde de okunmşutur. (Yani buradaki istifham hemzesi, birincinin delaletiyle hazf edilmiştir). Çünkü onların bu izahları, aslında öldükten sonra dirilmeyi inkar içindir. Fakat sözün ta başında bir istifham (soru) yer alınca, bununla yetinilmiştir. İşte burada da böyledir. c) Küfelilerin tercihine göre, ikinci ayet, "Hangi şey için o büyük haberden soruyorlar?" takdirinde olmak üzere, birinciyle ilgilidir. Buna göre aslında manaca (niçin, hangi şey için) takdirindedir. Bu görüş, Ferra'nındır. 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Hayır hayır ileride bilecekler. Yok, yok, durum onların dediği gibi değil, ileride bilecekler". Kaffâl şöyle demiştir: daha önce sözü geçmiş olan birşeyi kesinlikle red için icad edilmiş bir lafızdır. Bu kelimenin cümlede bu manaya kullanılması daha açıktır. Buna göre mana, "Durum, bu heriflerin o büyük haber hakkında, "Batıldır, aslı yoktur. Böyle birşey olmaz" şeklindeki sözleri gibi değildir" şeklindedir." Kimileri de bu "kella"nın (gerçekten) manasına geldiğini söylemişlerdir. Daha sonra Hak teâlâ bu reddi ve tehdidi iyice pekiştirmek için, "Yok, yok durum onların dediği gibi değil, ileride bilecekler" buyurmuştur ki bu, "Onlar, soruşturdukları ve hakkında görüştükleri bu şeyin, savuşturufması mümkün olmayan bir gerçek ve hakkında şüphe olmayan bir vakıa olduğunu bilip-anlayacaklardır" "Kellâ" kelimesinin tekrarı ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Bunun maksadı, te'kid ve işin şiddetini bildirmektir. İkincisinin başındaki "sümme" (yine-sonra) kelimesi ise, bu ikinci tehdidin, birincisinden daha ileri ve daha çetin olduğunu belirtmek için getirilmiştir. 2) Bu bir tekrar değildir. Bunun tekrar olmadığını söyleyenler şu izahları yapmışlardır: a) Dahhâk, "Binncisi, kafirlerle, ikincisi mü'minlerle ilgilidir. Mana, "Kafirler yalanlamalarının; mü'minler de tasdiklerinin neticesini mutlaka görecekler" şeklindedir" demiştir. b) Kadî şöyle der: "Birincisi ile, "Onlar, hasrın ve hesabın ne demek olduğunu bilecekler" manasının; ikincisi ile de, "Görüp müşahede ettiklerinde o azabın ne demek olduğunu anlayacaklar" manasının kastedilmiş olması muhtemeldir." c) Onlar, Allahü teâlâ'nın başlarına koparacağı o kıyameti bilecekler, sonra da durumun, Allah'ın kendilerini diriltmeyeceğini sanışları gibi olmadığını anlayacaklar. d) Hayır, hayır. Onlar, bu dünyada, Bedir'de Kureyş kafirlerinin başına geldiği gibi, başlarına gelecek azabı bilecekler. Daha sonra da ahirette başlarına gelecek şeyi anlayacaklar. Kıraat imamlarının ekserisi fiili, yâ ile (......) şeklinde okurlarken, İbn Amir tâ ile (siz bileceksiniz) şeklinde okumuştur. Vahidî, birinci kıraatin daha evla olduğunu, çünkü bundan önceki cümlesinde gaib sigasında olduğunu, bunu tâ harfi ile okuyabilmek için, ayette, "Onlara de ki: Sizler bileceksiniz" gibi bir takdirin yapılması gerektiğini söylemiştir. Ama ben derim ki: Bunun, "iltifat" üslubuyla böyle okunması mümkündür ve yerindedir. Bu tıpkı bir kimsenin, 'Benim kölem söyle şöyle diyor" deyip, sonra da kölesine dönerek, "Sen bu sözün vebalini ileride çekeceksin" demesi gibidir. 6"Biz yeri bir beşik yapmadık mı?". Bil ki Allahü teâlâ, bunların ba'si ve haşri inkar ettiklerini bildirip, hasrın doğruluğuna delil getirmeyi isteyince, bunun için, Kendisinin herşeye kadir ve herşeyi bilen bir zat olduğunu ortaya koymak için bir mukaddime (giriş) yapmıştır. Bu böyledir, çünkü bu iki temel prensip sabit olunca, öldükten sonnra dirilmenin doğru olduğu da sabit olur. Cenâb-ı Hak bu iki aslı, yani kadir ve âlim oluşunu, yarattığı muhkem ve sapasağlam çeşit çeşit varlıkları sayarak ortaya koymuştur. Çünkü bütün bunlar, hadis (mahluk - sonradan) olmaları açısından, Allahü teâlâ'nın kudretine, sapasağlam ve muhkem olmaları açısından da, ilmine delalet ederler. Şimdi bu iki temel husus sabit olup, sıfatları ve arazları (ilintileri) kabul etme hususunda, maddelerin de birbirine eşit (farksız) oldukları sabit olunca, pek yerinde olarak, Allahü teâlâ'nın bu dünyayı, gökleriyle, yıldızlarıyla ve yeriyle harab etmeye ve daha sonra ahiret alemini varetmeye kadir olduğu ortaya çıkar ki işte bu, bu ayetin kendinden öncekilerle nasıl bir münasebeti olduğunun bir izahıdır. Bil ki Hak teâlâ burada, yarattığı şeylerin ilginçliğine dair, şu hususlara yer vermiştir: Birincisi: "Biz yeri bir beşik yapmadık mı?" ayetinin ifade ettiği husus... Bu ayetteki, "mihâd" kelimesi masdardır. Bununla ilgili olarak şu izahlar muhtemeldir: 1) "Mihâd" masdarı ile ism-i mef'ûl, memhûd (döşenmiş bir şey) manası kastedilmiş olup, bu, ism-i mef'ulün, masdar ile ifade edilmesi babındandır. Bu tıpkı, "Buemirin darbıdır" (yani madrubu, onun tarafından dövülmüş olan kişidir)" demen gibidir. 2) kelimesinin, bizatihî bu masdar ile tavsif edilmiş olmasıdır. Ve bu tıpkı, senin, "O kimse bu sıfatla öylesine özdeşleşmiş ki, adeta bu sıfatın kendisi olmuş" anlamında, Ayrı demen gibidir. 3) İfadenin takdiri, (......) şeklindedir. (......) kelimesi (......) şeklinde de okunmuş olup, buna göre mana, "Biz, yeryüzünü, mahlukat için, tıpkı çocuk için olan bir beşik gibi yapmadık mı, kılmadık mı?" şeklinde olup çocuk için hazırlanan ve içinde çocuğun uyuduğu beşik, demektir. Bil ki biz, Bakara Sûresi'nde Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara,22) ayetini tefsir ederken, bu ifadeyle ilgili olarak tüm hakikatleri zikretmiştik. İkincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, 7"Dağları da kazıklar yapmadık mı? ayetinin ifade ettiği husus olup, mana, "Dağları, yeryüzündekileri sarsmasın, böylece de yeryüzü, mükemmel bir beşik olsun diye, yerin kazıkları olarak yaratmadık mı?" şeklindedir. Bunun ne demek olduğu da, daha önce geçmişti. Üçüncüsü, 8"Sizi çift çift yarattık..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayette geçen ifâdesi hakkında şu iki görüş ileri sürülebilir. a) Bu ifade ile, "erkek ve dişi olarak" manası kastedilmiş olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve o, iki çifti: erkek ve dişiyi yarattı" (Necm, 45) buyurması gibidir. b) Bu ifâde ile, çirkin-güzel, uzun-kısa gibi çiftler, yani zıtlar, birbirine tekamül eden tüm şeyler kastedilmiş olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz her şeyden iki çift yarattık... "(zâriyat. 48) buyurması gibidir. Ki, imtihan ve sınamanın olabilmesi, böylece de, fâdıt ve nimete nail olan şükrünü ifa ile, mef'ûl, yani fakir fukara da, sabretmek suretiyle kullukda bulunduğu ve her şeyin hakikati zıddı ile ortaya çıktığı için bu, Allahü teâlâ'nın kudretinin mükemmelliği ve hikmetinin sonsuzluğu hususunda apaçık bir delildir. Binâenaleyh, bu demektir ki insan, gençliğin kıymetini, ihtiyarlıkta; güvenlik ve emniyette oluşun kıymetini de, korkulu onlarında bilip takdir eder. Böylece de bu durum, nimetlerin tam manasıyla anlaşılması hususunda daha etkili ve müessir bir hareket tarzı olmuş olur. Dördüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın, 9"Uykunuzu dinlenme (vesilesi) yaptık..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bazı dinsizler (mülhidler), bu ayeti ta'n ederek, şöyle demişlerdir: uyku anlamına gelir. Buna göre mana, "Biz sizin uykunuzu uyku kıldık..." şeklinde olur. Bil ki, ulema, bu ifadenin manası hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Zeccâc, (......) kelimesi "ölüm" anlamında olup, (......) kelimesi de "ölen"dir. Bu kelime, "kesmek" anlamına gelen sebt kökündendir. Uyuyan kimse, hareketten kesildiği için, uykuya ismi verilmiş olup, bunun delili de şu iki şeydir: a) Cenâb-ı Hak, "O, sizin, geceleyin canınızı alan, gündüzün neler kazandığınızı bilen, sonra da sizi diriltendir"(Enam,60) buyurmuştur. b) Allahü teâlâ, uyku halini bir ölüm hali kabul edince, "Gündüzü maişet vakti yaptık" (Nebe. 11) ifadesinde de, uyanıklık halini maaş, yani hayat, addetmiştir. Bence bu görüş zayıftır, çünkü bu ayetlerde ele alınan şeyler, büyük nimetlerdir. Binâenaleyh, buraya, "ölüm" manası uygun düşmez. Hem, bu uykunun ölüm olması ile, ruhun bedenden ayrılması kastedilmemiştir. Tam aksine bununla, duyu organlarının eserlerinin ve fonksiyonlarının sona ermesi manası kastedilmiştir ki, işte uyku da budur. Binâenaleyh sözün neticesi yine, "Biz, sizin uykunuzu uyku kıldık..." manasına varıp dayanır. 2) Leys, şöyle demektedir: "uyku" demek olup, bu, "bürüme" anlamındadır. Nitekim, Arapça'da, "hastalık hastayı bürüdü; hasta da, hastalık tarafından bürünmüştür" anlamında, ifadesi kullanılmıştır. Ebu Ubeyde de, (......) kelimesinin, "insanı, ölücü haline benzeyen bir biçimde kuşatan bir bürüme" anlamına geldiğini söylemiştir. Bu görüş de, bence tutarsızdır. Çünkü, eğer "bürüme" ifadesiyle burada "uyku" kastediliyorsa, yukarda ilerde sürülen problem aynen söz konusu olur. Yok eğer, (......) kelimesi ile, bu börüme işinin şiddeti kastediliyorsa, bu, batıldır; çünkü, bu uyku, böyle değildir. Bir de, uyku, (aslında) bir hastalıktır. Binâenaleyh, uykunun, nimetlerin sayılıp dökülmesi esnasında zikredilmiş olması mümkün değildir. 3) Arapça'da (......) kelimesi, "kesmek, traş etmek" anlamına gelir. Nitekim, birisi saçlarım traş ettiğinde, denilir. İbn'ul-A'râbi, (......) kelimesine, "kesmek" anlamını vermiştir. Şimdi, bu kelimenin "kesmek" anlamına alınması halinde, şu muhtemel izahlar yapılabilir: a) Ayetin manası, "Biz, uykunuzu, sürekli değil, verilen sona eren bir uyku yaptık" şeklindedir. Çünkü, ihtiyaç miktarınca "uyumak, en faydalı şeydir. Ama, sürekti uyuma ise, en zararlı şeylerdendir. Binâenaleyh, uykunun sona ermesi büyük bir nimet olunca, pek yerinde olarak Allahü teâlâ bu uyuma işini verdiği nimetler sadedinde zikretmiştir. b) İnsan, yorulur da, sonra uyursa, bu uyuma işi, insandaki bu yorgunluğu izale eder. İşte bu yüzden, bu izale etme işi, "sebt, katı" diye ifade edilmiştir ki, İbn Kuteybe'nin, "Biz sizin uykunuzu "sübât", yani "rahatlık" kıldık.." şeklindeki tefsirinden maksat da budur. Yoksa, onun maksadı, "sübat"ın, rahatlığın ismi olduğunu belirtmek değildir. Tam aksine, maksadı, uykunun, yorgunluğu sona erdirmesi, onu ortadan kaldırması, böylece de rahatlığın gerçekleşmesidir. c) Müberred, ayetteki bu ifadeye "Biz onu, savuşturulması ve sona erdirilmesi mümkün olan hafif bir uyku yaptık.." manasını vermiştir. Nitekim Araplar, uyku birisine baskın çıkıp, o birisi de, bu uyku haliyle mücadele ettiğinde, işte bunu ifade için, derler. Buna göre adeta, "Biz, uykunuzun, savuşturulması sizin için mümkün olan latif bir uyku kıldık; onu, sizi bürüyen ve sizi hükümran olacak biçimde yapmadık.." denilmek istenmiştir; çünkü, bu tür bir uyku, ileri derecede hastalıklardandır. Bütün bu izahlar doğrudur. Besincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, 10"Geceyi örtü kıldık..." ayetinin beyan ettiği husustur. Kaffâl şöyle der: "Libâs'ın aslı, insanın giyindiği ve sarındığı şeydir. Böylece, bu şeyde, onu sarmış ve kuşatmış olur. Gece de, karanlığı ile insanları sarıp kuşattığı için, onlar için, bir elbise gibi addolunmuştur. İşte bu sebepten dolayı, geceye, mecazi olarak, "libâs" ismi verilmiştir ki, bununla, gecenin, insanları örten, bürüyen olması" kastedilmiştir. Gecenin bir nimet olmasının İzahına gelince, bu şöyledir: Gecenin karanlığı, birisi düşmanından kaçmak istediğinde, yahut gecelemek yahut da, başkasının, kendisine muttali olmasını arzu etmediği şeyi gizlemek istediği, o kimseyi, gözlerden saklar. Nitekim, Mütenebbî şöyle demiştir: "Bana göre, gece karanlığının, maneviyye (maniheizm)in yalan söylediğini bildiren, saklı nice delalet ve işaretleri bulunmaktadır." "Bir de, nasıl ki insanın, giyinmesi sebebiyle güzelliği artıyor, kuvveti çoğalıyor ve kendisinden, sıcağın ve soğuğun eziyyetlerini bertaraf ediyorsa, aynen bunun gibi, uykuda meydana gelen şeylerden dolayı, insanın güzelliği, uzuvları dahi ter ü tazelik, his ve hareketlerle ilgili kuvvetlerin tehamülü artıyor ve insandan maddî yorgunluklar ile ürkütücü manevî fikirlerin eziyeti bertaraf oluyorsa, işte bu yüzden gece de bir elbise gibidir. Çünkü, hasta bir kimse geceleyin uyuduğunda kendisinde büyük bir rahatlık hisseder. Gündüzün Geçim Vesilesi Yapılması Altıncısı, Cenâb-ı Hakk'ın, 11"Gündüzü maişet vakti yaptık... ayetinin beyan ettiği husustur. (......) ne demek olduğu hususunda da şu iki izah yapılabilir: a) Bu, bir masdardır. Nitekim Arapça'da, (......) denilir. Takdirin böyle olması durumunda burada şöyle mukadder bir kelime vardır: "Biz gündüzü, geçim vakti kıldık" şeklinde olur. b) kelimesi, mef'ûl kalıbında bir kelimedir ve geçinmenin kendisinde meydana geldiği, zarf, yani zamandır. Mananın böyle olması halinde, burada bir takdir de bulunmaya gerek yoktur. O halde, gündüzün bir "maaş" olması, mahlukatın, gece değil de gündüzün kendi ihtiyaç ve kaynakları hususunda gezip dolaşma imkanına sahip olması demektir. Yedincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, 12"Üstünüze sağlam yedi (gök) bina ettik" ayetinin beyan ettiği husustur. Yani, "sağlam yedi gök..." demek olup, (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Cenâb-ı Hak bu ayetle, göklerin yaratılışının sağlam olduğunu, zamanların geçmesinin kendisinde müessir olmadığını ve kendilerinde herhangi bir çatlaklığın bulunmadığını kastetmiştir ki, bunun bir benzeri de, "Biz, semâyı korunmuş bir tavan kıldık" (Enbiya, 32) ayetidir. Buna göre şayet, "Bina" lafzı, evlerin altları için; (tavan) kelimesi ise, üstü için kullanılır. Öyleyse, Cenâb-ı Hak daha nasıl, "... bina ettik..." demiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Bina" sözü, âfetten ve çözülmekten uzak olmayı sakf kelimesinden daha fazla ifade eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Bu, her ne kadar bir tavan ise de, ne var ki, bunun tıpkı bir bina gibi, çözülmekten, yıkılmaktan uzak olduğuna işaret etmek için, denilmiştir. Şu halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu lafzı kullanmasının gayesi, işte bu inceliktir. Sekizincisi, Cenâb-ı Hakk'ın 13"Ona parıl parıl parıldayan bir kandil astık..." ayetinin beyan ettiği husustur. "Vehhâc" kelimesinin ne demek olduğu hususunda dilcilerin yaptığı akçıklamalar çeşitli ve muhteliftir. Binâenaleyh, bu cümleden olarak bu maddenin (el-vech), ışık ve ısıyı birlikte ifade eden bir kelime olduğunu, dolayısıyla da, Cenâb-ı Hakk'ın, güneşin, işte bu iki vasıf hususunda en ileri derecede olduğunu beyan ettiğini ve güneşin "vehhâc" olması ile bunun kastedildiği söylenirken, Kelbî'nin İbn Abbas'tan rivayete göre, o, "vehhâc"ın, sadece son derece mükemmel bir aydınlığı ifade ettiğini; nitekim Arapça'da, parladığı zaman bir cevher ve kıymetli taşa denildiğini, söylemiştir. Ki bu rivayet, (......) kelimesinin, aydınlıktaki mükemmelliyeti ifade için kullanıldığını gösterir. Şairin, ışığı nitelerken, "aydınlatan parıltıları çok parlak, sanki güneşler ışıl ışıl tutunmuş..." demesi de bunun gibidir. Hain b. Ahmed'in kitabında ise vech maddesi, ateşin ve güneşin harareti anlamında geçmektedir ki, bu kelime "vehhâc" ifadesini, ısıda ileri bir dereceyi göstermesini gerektirir. Bil ki, bu izahların hangisi ele alınırsa, alınsın, ayetin vermek istediği maksat mevcut olur. Dokuzuncusu, Cenâb-ı Hakk'ın, 14"O sıkıcı mengenelerden de şarıl şanl su indirdik..." ayetinin bildirdiği husustur. el-Mû'sırat kelimesine gelince, bu hususta şu iki görüş ileri sürülebilir: Birinci Görüş: İbn Abbas'tan rivayet edilen iki görüşten birisi olan ve Mücahid, Mukatil, Kelbî ve Katâde'nin de benimsediği bu görüşe göre bu kelime ile, bulutları süren rüzgarlar kastedilmiş olup, delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, rüzgarları gönderip de, böylece de, onların bulutları sürmesini (sağlayan) zattır" (Fâtır, 4) ayetidir. Buna göre şayet, "Bu tevile göre, ayetin ifadesinin, (......) şeklinde olması gerekirdi.." denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki açıdan cevap verilir: a) Yağmur, buluttan yağar. Bulutu ise, rüzgarlar sürüp götürür, oluşturur. Dolayısıyla, tıpkı, "Onun tarafındandır, onun yüzündendir, onun sebebiyledir" manasınca olmak üzere, "Bu, falancadandır" denilmesi gibi, "Bu yağmurlar, o rüzgarlardan meydana gelmiştir" de denilebilir. b) bu ifâdenin başındaki (......) anlamında olup, takdiri mana, "Biz, bu mu'sırat ile, yani bulutları süren ve oluşturan o rüzgarlar ile, sicim gibi yağmur yağdırdık" şeklinde olur. Abdullah ibn Abbas'ın, Abdullah ibn Zübeyr'in ve Ikrime'nin de zaten, (......) şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Ezheri bu görüşü tenkit ederek şöyle der (fırtınalı olan) rüzgarlar, yağmur rüzgarlarından değildir. Halbuki Allahü teâlâ, "mu'sırat"ı, şarıl şarıl akmakla nitelemiştir." Ezherî'ye şu şekilde cevap verilir: yağmur rüzgarlarından değildir, ama niçin, (......) yağmur rüzgarlarından olmasın ki?" Mu'sırat İkinci Görüş: Ki bu, İbn Abbas'tan olan ikinci rivayet olup, Ebu'l-Aliye, Rebî ve Dahhak'ın tercihleridir. Buna göre, (......) kelimesiyle bulutlar kastedilmiştir. Alimleı, 'bulutlara" denilmesinin sebebi hususunda şu görüşlere yer vermişlerdir: a) Müerric, "Kureyş lehçelerine göre bulutlar anlamındadır" derken, b) Mazini, "Mu'sırât kelimesi ile, kasırgalı bulutların kastedilmiş olabileceğini, zira sıkıştıran bir şey bulutlan sıkıştırdığında, onlardan mutlaka yağmurun yağabilecek söylemiştir. c) rüzgarların sıkıştırayazdığı, derken böyle de yağmur yağdırmakla yüzyüze bulutlar demek olup, bu tıpkı senin, kesilme ve hasad edilme, biçilme zamanı geldiğinde kullandığın, "Falanca ekinini biçti" demen gibidir ki, hayız görmeye yaklaştığı zaman, "Kız, hayız oldu olacak..." denilmesi de böyledir. Seccâc "Seccac"ın ne demek olduğuna gelince, bil ki "secc", "alabildiğine dökülmek, birbiri ardınca yağmak" demektir. Nitekim "alabildiğine dökülüp - akan yağmur, kan" manasında, "matar seccâc" "demun seccacun" denilir. Bil ki "secc",bazan lazım olur. Bu durumda dökülme-akma manasına gelir. Bazan da müteaddi olur. Bu durumda da "dökmek-akıtmak" manasına gelir. Nitekim hadiste, "Haccm en efdali, yüksek sesle telbiye getirmek ve kurbanlıkların kanlarını akıtmaktır" Kenzu'l-Ummal, 5/12406. diye varid olmuştur. "Ibn Abbas "müelcc" idi" denilir ki bu, "Hutbe okurken, sözleri ard arda döktürürdü" demektir. Alimler, ayetteki "seccâc"ı, iki manada da (lâzım ve müteaddi) tefsir etmişerdir. Kelbî, Mukâtil ve Katâde, "Burada seccâc, atılan-dökülen manasınadır" derken, Zeccac bunun manasının, "sabab", yani döken-yağdıran manasına olduğunu söylemiştir. Velhasıl bununla, yağmurun ard arda yağması sicim gibi yağması, böylece suyun çok olması ve azami derecede istifade edilmesi manası kastedilmiştir. 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"Onunla tane, nebat ve sarmaş-dolaş olmuş bahçeler çıkaralım diye... Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var: Yerden biten her bitkinin gövdesi ya vardır, ya yoktur. Eğer gövdesi yoksa, ya onun tomurcuğu vardır ki öyle olanlar taneli bitkilerdir, ya da tomurcuğu yoktur ki böyle olanlar da otlardır. İşte ayetteki "nebat" ile bu otlar murad edilmiştir. İşte bu iki kısma, Cenâb-ı Hak, "Yiyiniz ve hayvanlarınıza yediriniz" (Taha, 54) ayetiyle işaret etmiştir. Gövdesi olanlar ise şecer (ağaç)lardır. Binâenaleyh pek çok çeşit ağaç bir araya geldiğinde "cennet" (bahçe) adını alır. Böylece bu aklî delil ile, yerden biten şeylerin bu üç kısma inhisar ettiği sabit olmuş olur. Temel gıd" olduğu için, burada Allah "tane"yi zikretmiştir. Diğer canlıların ihtiyacı oldukları için, ikinci olarak da "nebat"ı zikretmiştir. Cenâb-ı Hak, bu ilk ayette "cennet" bahçelerden bahsetmemiştir. Çünkü meyvelere olan ihtiyaç zaruri değildir. Alimler, "elfâf" kelimesinin manası hususunda değişik izahlar yapmışlardır: Keşşaf sahibi, bunun tıpkı, kelimeleri gibi, müfredi olmayan bir çoğul olduğunu söylemiştir, ayrı ayrı topluluklar, "ahyâf" da, karışık topluluktan anlamına gelir. Pek çok dilci, "elfâf "ın müfredi bulunduğunu ileri sürmüşler, ama aralarında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak mesela Ahfeş ve Kisâî, bunun müfredinin, kesre ile, "lift" kelimesi olduğunu söylemişlerdir. Kisai, zammeli "lütfün de bunun müfredi olabileceğini eklemiş.Müber red ise, bunun müfredinin zammeli "lüff" olmasını kabul etmemiş, "Aksine bunun müfredi, cemisi "Iiff "dir. Elfâf da, bu ceminin esmişidir" demiştir. Bu kelimenin, tıpkı, şerifin çoğulunun eşraf oluşu gibi, "iefîf'in çoğulu olabileceği de söylenmiştir. Bu İhtimali Kaffâl (r.h) nakletmiştir. Bu hususu iyice kavradığına göre ayetteki bu kelimenin manası, "Birbirine girmiş, bitkileri ve ağaçları sarmaş dolaş bahçeler demektir" şeklindedir. Buna göre bu, "Her bahçede birbirine yakın birçok ağaç var" demektir. Baksana Araplar, baldırı kalın, kat kat etli olan, etli-butlu olan kadınlar için, "imreetün leffâu" derler. Ka'bi, ehl-i tabayi'den Ehl-i Tabayi: Tabiata yani esaba hakiki te'sirr tanıyan görüş sahipleri demektir. (ç.). olup bu hususta, Hak teâlâ'nın, "Onunla tane, nebat ... çıkaralım diye.." ayetini detil getirerek, "Bu ayet, "Allah, birşeyi başka birşeye vasıta kılarak birşey yapmaz" diyenlerin görüşlerinin yanlış olduğuna delalet eder" derdi. 17"Şüphesiz o ayırdetme günü, vakti belirlenmiş birşeydir". Bil ki Allahü teâlâ'nın, zatları ve sıfatları açısından hadis (mahluk) olduklarına ve zatları ve sıfatları açısından mümkin olduklarına nazaran, bu sûrede saydığı o dokuz husus, kadir ve muhtar, hür ve irade sahibi bir zata, bu dokuz husustaki sağlamlık ve muhkemlik nazar-ı dikkate alındığında bu işler bunları yapan alim olduğuna delalet etmektedir. Öte yandan, bu kadim failin ilminin ve kudretinin vacib (zorunlu) olması gerekir. Çünkü eğer bu iki sıfat caiz (mümkin) türünden olsaydı o zaman, bu da başka bir faile muhtaç olurdu. Bu durumda teselsül gerekirdi. Halbuki teselsül muhaldir. Bu iki sıfat, yani Cenâb-ı Hakk'ın ilmi ve kudreti vacib olunca da, bu iki sıfatın taalluk ettiği herşeyin, makdur (güç yetirilen) ve malum (bilinen) şeyler olması gerekir. Aksi halde bir muhassice (belirleyiciye) ihtiyaç hissedilir ki bu da muhaldir. Durum böyle olunca da Cenâb-ı Hakk'ın bütün mümkinata kadir olması ve bütün malumatı bilmesi gerekir. Bu şeylerin mümkinliği ile, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin, bütün maddeler için umum ve genel olduğu sabit olduğuna göre, bunlardan biri için doğru olan şey, diğeri için de doğru demektir. Binâenaleyh süflî maddelerin, yerdeki şeylerin yarılması, çatlaması, karanlık olması mümkün olduğuna göre, bu şeylerin bütün maddeler için de söz konusu olması gerekir. Bunların mümkin varlıklar olduğu anlaşılıp, Cenâb-ı Hakk'ın ilim ve kudretinin de herşeyi içine aldığı sabit olunca, Hak teâlâ'nın bu dünyayı harap edip, başka bir alem-başka bir dünya yaratmaya kadir olacağı da sabit olur. Bu durumda kıyametin olabileceğini söylemek, aklen mümkin ve sabit birşey olmuş olur. İşte bunlarla bunun aklen mümhid olduğu sabit olur. Ama bunun ötesinde, ne zaman ve nasıl olacağı gibi meseleleri bilmenin yolu sem'iyyâttır, yani naklî deliller peygamber haberleridir. Hak teâlâ bu hususlarda, "Şüphesiz o ayırdetme günü, vakti belirlenmiş birşeydir" demiştir. Daha sonra da kıyametin halleri ile ilgili olarak şunları zikretmiştir: Birincisi: "Şüphesiz o ayırdetme günü, vakti belirlenmiş birşeydir" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "o gün, Allah'ın takdirinde ve hükmünde, dünya ömrünün sonu olan bir gündür" yahut, "o gün, Allah'ın takdiri ve hükmünde, mahlukatın sona erdiği, nihai bir çizgidir" yahut, "Bu gün, Allah'ın mükafaat ve ikab olarak vazettiklerinin verilme vaktidir" yahut da, "Bu gün, her türlü hükmün verileceği, bütün davaların hallu-fasl edileceği, davaların sona erdirileceği için, bütün mahlukatın bir araya toplanma vaktidir" demektir. İkincisi: Hak teâlâ'nın şu ayetiyle beyan ettiği husustur: 18"O gün sûr'a üflenecek de hepiniz hısım kısım geleceksiniz". Bil ki buradaki "yevm" (gün) kelimesi, geçen ayetteki "yevme'l-fasl" (ayırdetme günün)den bedeldir, yahut onun atf-ı beyanıdır. Burada bahsedilen üfleme (nefha) ise, sûr'a üflendğinde hasrın (toplanmanın) meydana geldiği en son nefhadır. Sûr'a üflemenin ne demek olduğu hususunda iki görüş vardır: a) Sûr, "sûref'in çoğuludur. Binâenaleyh sûr'a üfleme, ruhların bedenlerine üflenmesi demektir. b) Sûr, kendisine üflenen bir boynuz (borazan) demektir. Bu husustaki uzun izahımız ve bu hususta söylenenler Zümer Sûresi 68. ayetin tefsirinde geçti. Ayetteki "hepiniz kısım kısım geleceksiniz" cümlesi, "Onlar buraya, toplanma işi tamamlanana kadar, bölük bölük gelirler" demektir. Ata şöyle demiştir: "Her peygamber ümmetiyle birlikte gelir. Bunun bir benzeri de, "O gün her ümmeti, İmamlanyla (oraya) çağırırız"(İsra, 71) ayetidir." Bu cümleye "muhtelif gurublar halinde gelirsiniz" manası da verilmiştir. Keşşaf sahibi, Muâz (radıyallahü anh)'dan şunu rivayet etmiştir: Muaz (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellemi'a bunun ne demek oluğunu sormuş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ey Muâz, işlerin en büyüğünü sordun" dedi. Sonra iki gözünü bir noktaya dikerek şöyle buyurdu: "Ümmetim, şu on sınıf halinde haşrolunacak: Bir kısmı, maymun; bir kısmı domuz; bir kısmı, yüzleri üstü sürünerek; ve başları ayaklarına değip yuvarlak olarak; bir kısmı dilleri göğüslerine sarkmış, ağızlarından pis şeyler akar vaziyette, dillerini yiyerek. Öyle ki mahşerdekiler bunlardan tiksinir; bir kısmı elleri-ayakları kesilmiş olarak; bir kısmı ateşten kütükten üzerine çarmıha gerilmiş olarak, bir kısmı leşten daha pis kokar olduğu halde; bir kısmı da derilerine yapışan ve katranla sıvanmış cübbeler giymiş olarak haşrolunacaktır. Maymun şeklinde hasrolunanlar: yalan söyleyenler; domuz şeklindekiler: rüşvet alanlar; yüz üstü sürünenler: faiz yiyenler; kör olarak hasrolunanlar: verdikleri hükümde zalim olanlar; sağır ve dilsiz olanlar: yaptıklarını beğenenler; dillerini yiyenler: alimler ile sözleri amellerine uymayan kıssacılar-hikayeciler; elleri-ayakları kesilmiş olanlar: komşularına eziyet edenler; ateşten kütüklere çarmıha gerilmiş olanlar da: insanları zalim idarecilere jurnalleyenler; leşten daha pis kokanlar: şehvetlerine ve arzularına tabi olup, mallarının zekatını vermeyenler; katrandan cüppeler giyenler de, kibirlenen, böbürlenen ve salma salma gezenlerdir." Üçüncüsü: Hak teâlâ'nın şu ayetinin anlattığı husustur: 19"O gün (gök) açılmış kapı kapı olmuştur". Asım, Hamza ve Kisâi, şeddesiz olarak, fiili (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır ki bununla, meleklerin inmesi için açılacak olan o kapıların çokluğu anlatılmak istenmiştir. Kâdî şöyle der: "Bu ayetteki feth (açma) tıpkı, "Gök inşikâk ettiği (yarıldığı) zaman..." (İnfitar, 1) ayetlerindeki İnşikâk ve İnfitâr gibidir. Çünkü feth, İnşikâk ve İnfitar, manaca birbirine yakındırlar." Ben derim ki: "Bu, kuvvetli bir izah değildir. Çünkü kapıların açılmasından anlaşılan, yarılma ve çatlamadan anlaşılan manadan başkadır. Çünkü gökte bir çok kapı vardır. Göğün kütlesinde bir yarılma ve çatlama olmaksızın bu kapılar açılabilir. Bundan da öte naklî deliller, bu kapıların açıldığı an, yarılmanın, çatlamanın ve büsbütün yok olmanın tahakkuk edeceğine delalet etmektedir. Buna göre eğer, "Ayetteki, "O gün (gök) açılmış kapı kapı olmuştur" ifadesi, bütün göğün kapılar haline geldiğini ifade etmektedir. Hal böyle olunca senin dediğin şey nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) O kapılar öylesine çokturlar ki, böylece gök açılmış kapılar olarak ifade edilmiştir. Bu tıpkı, "Yeryüzünü göze göze açıp (kaynaklar) fışkırttık" (Kamer, 12) denilmesi gibidir. Bu ayette de adeta yeryüzünün tamamı kaynayan bir göze gibi anlatılmıştır. b) Vahidî bu ifadenin başında bir muzafın mukadder olduğunu ve takdirinin, "Kapılı oldu" şeklinde olduğunu söylemiştir. c) (o oldu) fiilindeki fail zamir, mukadder bir şeye ait olup, takdiri, "o açılan yerler, meleklerin inişi için kapılar haline geldi" şeklindedir. Bu tıpkı, "Rabbin ve melekler saf saf geldiler" yani Rabbinin emri geldi..." (Fecr, 21) ayeti gibidir. Dördüncüsü: Hak teâlâ'nın şu ayetinin anlattığı husustur: 20"Dağlar yürütülmüş de bir serab haline gelmiştir". Bil ki Allahü teâlâ, Kitabı Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok yorinde dağların hallerini, değişik değişik anlatmıştır. Bunları aşağıdaki şekilde hemencecik telif etmemiz mümkündür: Birinci Halleri: Unufak olmalarıdır. Bu 'Yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılıp da birbirine bir çarpışta hepsi toz haline geldiği zaman... "(Hakka, 14) ayetinde ifade edilmiştir. Dağlar Atılmış Pamuk Yığını Gibi İkinci Halleri: Atılmış (didilmiş) renkli yünler gibi olmalardır. Bu hususta da, "İnsanların saçılmış kelebekler ve karıncalar gibi olduğu gün". (Kâria, 4-5) ayetleri ile, "O gün gök, erimiş maden gibi, dağlardan atılmış yünler gibi olur" (Mearic, 8-9) ayetlerinde anlatmıştır. Üçüncü Halleri: Toz zerrecikleri haline gelmeleridir. Bu da, onlar, atılmış renkli yünler haline geldikten sonra, herbir parçasının yeniden dağılıp parçalanıp zerreler haline geldikten sonra, herbir parçasının yeniden dağılıp parçalanıp zerreler haline gelmesi demektir. Bu husus da, "Yer alabildiğine sarsıldığında ve dağlar darmadağınık edilip de, böylece saçılmış toz zerrecikleri haline geldiğinde..." (Vakıa, 4-6) ayetlerinde anlatılmıştır. Dördüncü Halleri: Dağların saçılmalarıdır. Çünkü önceki hallerinde dağlar, yeryüzünü kaplamışlardır. Yeryüzü bunların altında gözükmez haldeydi. Böylece Allahü teâlâ, dağların bu büyük parçaları da rüzgarlara onları savuşturarak, yerin üzerinden ufalayıp savurmuştur. Bu, Hak teâlâ'nın, "De ki: Rabbim onlan ufalayıp savuracak" (Taha,105) ayetinde anlatılan husustur. Beşinci Halleri: Rüzgârların o dağları yeryüzünden kaldırıp, havadaki tozlar gibi, uçurmasıdır. Binâenaleyh artık bu merhaleden sonra o dağlara bakan herkes, gerçekte hareket ettikleri halde, çok sık oldukları halde durduklarını zanneder. Fakat rüzgarların onları hareket ettirmesi sebebiyle, bu dağların böyle hareket etmesi, kendilerini unufak etmiştir. Bu da, "O dağlar, adeta bulutlar gibi yürür" (Neml, 88) ayetinin ifade ettiği husustur. Cenâb-ı Hak daha sonra, bu hareketlerin kendi kudret ve emriyle olduğunu beyan etmek için: "O gün dağlan yürütür ve sen yeryüzünü bir çöl gibi (dümdüz) görürsün "(Kehf, 47) buyurmuştur. Altıncı Halleri: "Hiçbirşey değil" manasında, o dağların sadece birer parıltı (serab) haline gelmeleridir. Öyle ki dağların yerine bakan, hiçbirşey göremez. Bu tıpkı, çölde serab görenin, o yere gelip de orada su namına hiçbirşey bulamaması gibidir. Allah en iyi bilendir. Bil ki buraya kadar bahsedilenler, kıyametin genel halleridir. Cenâb-ı Hak buradan itibaren cehennemin hallerini ve dehşetlerini anlatmaya başlamıştır: Birincisi: Hak teâlâ'nın şu ayetinin beyan ettiği husustur: 21"Şüphesiz ki cehennem bir pusudur". Bu ayetle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var: Ibn Ya'mev, kıyametin kopmasını bir sebebe bağlamak maksadıyla, baştaki edatı, hemzenin fethasıyla (......) şeklinde okumuştur. Bunun takdiri, yani, "Cehennemin azgınları pusuda beklemesi sebebiyle..." şeklinde olur. Buna göre sanki, "Bu cezanın yerine getrilmesi için böyle olacak" denilmektedir. Cehenne, "mirsad" idi, yani Allah'ın ilminde böyledir. Burada, "kane" fiilini, manasına geldiği de söylenmistir. Bu iki görüşü Kaffal (r.h) nakletmiştir. Burada Kâdî'nin ileri sürdüğü bir üçüncü görüş daha vardır:"Mirsâd"ı, "gözetleyen" manasına alırsak, bu, cehennemin tâ ezelden beri, onların gelmesini gözlediğini ve onların gelmesini içten içe arzuladığını ifâde eder. "Mirsâd"ın kelime olarak hangi yapıda olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Mirsâd, içine girilip gözetleme yapılan yerdir. Bu tıpkı, atların saklandığı yere, "mıdmâr"; içine girilip-yol edinilen yere, "minhâc" denilmesi gibidir. Bu izaha göre, mirsadla ilgili şu iki izah yapılabilir: 1) Cehennem bekçileri (bir gözetleme yeri olarak) cehennemde onları gözlerler. 2) Mü'minlerin geçişleri ve uğrakları da cehennem üzerinden olacaktır. Çünkü Hak teâlâ, "Herkes oradan geçecektir" (Meryem, 71) buyurmuştur. Böylece, cennet bekçileri, mü'minleri, cehennem üzerinde karşılarlar ve onları orada (cehennem üzerinde) beklerler. b) Mirsad, "rasad" (gözetleme) masdarından, mif'ât vezninde bir kelimedir. Bu kalıb, gözetleme işinin çok yapıldığını ifade eder. Çünkü mif'âl, tıpkı mi'târ, mi'mâr, mit'ân gibi, ism-i failin mübalağa sigalarındandır. Denilmiştir ki cehennem Allah'ın düşmanlarını gözler ve onlara çok çetin davranacaktır. Bu tıpkı, "Neredeyse o, öfkesinden çatlayacak" (Mülk, 8) ayetinde anlatıldığı gibidir. Yine cehennemin bütün kafir ve münafıkları beklediği söylenmiştir. Birinci görüştekiler, doğrulukları hususunda, "Şüphesiz Rabbin, bir (mirsaddadır) gözetlemededir" (Fecr, 14) ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Eğer bu ayetteki mirsad, isim değil de sıfat olsaydı, bu ayette, (......) denilmesi gerekirdi." Ayet, cehennemin, yaratılmış olduğuna delalet eder. Çünkü ayetteki, "cehennem bir mirsad idi"ifadesi, "hazırlanmış" demek olur. Cehennem böyle olunca, cennet de böyle yaratılmış olur. Çünkü (bu açıdan) aralarında bir fark olduğunu söyleyen yoktur. İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin anlattığı husustur: 22"Azgınların dönüp dolaşıp girecekleri bir yerdir". Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Biz, o cehennemin sadece kafirleri gözetleme yeri olduğunu söylersek, ifadesi, kendinden önceki ayetle ilgili olmuş olur ve takdiri mana da, "Şüphesiz ki cehennem, azgınlar için gözetleme yeridir" şeklinde olur; (......) kelimesi de, (......) kelimesinden bedel olur. Yok, eğer biz, cehennemin mutlak anlamda gözetleme yeri olduğunu söylersek, "Şüphesiz ki cehennem bir pusudur..." ayetinde söz tamamlanmış olur, "Azgınların dönüp dolaşıp girecekleri bir yerdir..." cümlesi de yeni başlayan bir cümle olmuş olur. Buna göre adeta, "Cehennem, herkes için bir gözetleme yeridir. Ama, tağî ve azgınlar için ise, hususi bir varış yeridir.." denilmek istenmiştir. Binâenaleyh, birinci görüşü benimseyenler, (......) kelimesi üzerinde vakıf yapmazlar. İkinci görüşü benimseyenler ise, burada vakıf yaparlar. Bu görüşte olanlar, (......) kelimesi ile kastedilen mananın, "Kim Rabbine karşı tekebbür eder, O'na muhalefet ve muarazada aşırı giderse, işte azgın budur..." derler. Ayetteki (......) kelimesinin manası, "varacakları, karar kılacakları yer..." şeklindedir. Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın, 23"Sonsuz devirler boyunca onun içinde kalacaklar" ayetinin beyan ettiği husustur. Bil ki Allahü teâlâ, cehennemin, azgınların bir karargahı olduğunu beyan edince, onların orada ne kadar kalacaklarını da beyan etmek üzere: "Sonsuz devirler boyunca onun içinde kalacaklar..." buyurmuştur. Burada şöyle birkaç mesele vardır: Kıraat imamlarının ekserisi, (......) şeklinde okurlarken, Hamza (lebisîne) şeklinde okumuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Ferrâ, "Bu iki okuyuşa göre, her iki kelimenin manası da aynıdır. Çünkü Arapça'da (uman) (şımaran, taşkınlık yapan) denildiği gibi, ve denilir ki, benzeri ifadeler çoktur" demiştir. b) Keşşaf sahibi şöyle der:,daha kuvvetli mana ifâde eder. Çünkü kendisinden beklenenin, sudur ettiği kimsedir. Halbuki, işi beklemek olan kimse için kullanılır. Dolayısıyla, bir mekanda bulunan ve oradan hiç ayrılmayan anlamına gelir..." Ferra şöyle der: "Aslında . "ard arda, peş peşe, kesintisiz" anlamlarına gelir. Nitekim, birisi birini terkisine oldığı zaman, "Falanca falancayı terkisine, peşine aldı" denilir. Ki, "heybeye, dağarcığa",denilmesi de buraya varıp dayanır. (Zira, heybe, terkiye konulur). Yine, her günahı işlemiş olan kimse için fiilinin kullanılması da böyledir. Buna göre, ifadesinin anlamı, "Onlar, o cehennemde, birbirini izleyen ardarda gelen asırlar boyu kalacaklardır" şeklinde olur. Ki, bunun böyle olduğunun delili, "Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya akadar durmayıp gideceğim, yahut (maksadıma erisinceye dek) uzun zamanlar geçireceğim..." (Kehf, 60) ifadesidir. Çünkü bu ifadenin manası, "Ben ulaşıncaya yahutta ünsiyyet kesbedinceye değin ardarda geçen yıllar boyunca..." şeklinde olur. Bil ki, (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğulu olup, bir kelime de, dil alimlerine göre, seksen yıla tekabül eder. (el-hıkabu) kelimesi, "yıllarca" demek olup, tekili (el-hıkbetu)'dür. Bu kelime ise, "sınırsız zaman" demektir. Müfessirlerden bu hususta şu izahlar varid olmuştur. 1) Ata, Kelbi ve Mukâtil, İbn Abbas'ın ayetteki (......) kelimesi hususunda şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bir "hukb", seksen küsur yıl demektir. Sene ise, üçyüzaltmış gündür. Gün ise, dünya günlerinden bir yıldır." Benzeri bir rivayeti de, İbn Ömer, "merfû" olarak rivayet etmiştir. 2) Hilâl el-Hicri, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye bu ayetin manasını sormuş, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de, "Hukb", yüzyıl. Bir yıl, oniki ay, bir ay otuz gün, ama bir gün ise, bin yıldır..." demiştir. 3) Hasan el-Basrî de, (......)'ın ne demek olduğunu kimse bilemez. Ne var ki, tek bir "hukb", yetmiş bin yıl; bu yılın tek bir günü de, sizin saydığınız bin yıl gibidir" demiştir. Buna göre şayet, "Ahkâb, kelimesi her ne kadar çok uzun bir süreyi ifade etse bile, nihayet yine de sonludur. Halbuki, cehennemliklerin azabı sınırsız ve sonsuzdur. Tam aksine ise, ayette denilmiş olsaydı, böyle bir soru varid olmazdı... Bu sorunun bir benzeri de, kıble ehli hakkındaki (hud, 107) ifadesidir" denilirse, biz deriz ki: Buna şu birkaç açıdan cevap verilebilir: a) Ahkâb lafzı, sınırı ve sonu olan bir "hukb - uzun çağ"ın geçtiğine delalet etmez. Çünkü, tek bir hukb, sonludur. Buna göre ayetteki mana, "Onlar orada "ahkâblarca, ahkâblar boyunca" kalacaklardır. Bir 'hukb" geçtikçe, onu bir başka "hukb" izleyecektir. Ve bu iş hep böyle sürüp gidecektir. b) Zeccâc, ayetteki kelimenin manasının, "Onlar orada, içinde, bir serinlik ve bir serabın içmenin tadılmayacağı "ahkâblar" boyunca kalacaklardır" şeklinde olduğunu söylemiştir ki, bu manaya göre, ayetteki (......) kelimesi, bir çeşit azabın sınırını belirlemiş olur ki, bu da, o cehennemliklerin o süre içinde, "hamim - kaynar su" ve "gassak - irin"in dışında bir soğukluk ve İçeceği tadamayacakları azab çeşididir. Daha sonra, bu "hamim" ve "gassâk"dan, başka bir cins azabın içine sokulurlar, demek olur. c) Farzedelim ki, ayetteki bir son ifâde etsin.. Ne var ki, bu ifâdenin, cehennemliklerin cehennemden çıkışlarına delaleti, "mefhûmî" bir delalettir. Halbuki, sarahaten ifade edilen (mantûk) ise, onların oradan çıkarılmayacaklarını göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlar oradan çıkmak isterler. Oysa onlar oradan çıkıcı değildirler. Onlar için kalıcı bir azab vardır" (maide, 37) buyurmuştur. Mantûk'un tercih edileceğinde ise, şüphe yoktur. Keşşaf sahibi bu ayetle ilgili olarak şöyle değişik bir izahta bulunmuştur: "Ayetteki (......) kelimesi, yağmuru, hayır ve bereketi az olduğunda kullanılan deyimiyle, bol rızık elde edemeyen kimse hakkında kullanılan, ifadesine varıp dayanır ki, bunun çoğulu da olur. Böylece, ayetteki bu kelime "Onlar orada, bir darlık ve kıttık içinde oldukları halde beklerler.." takdirinde, kelime hal olarak mansub olmuş olur. "Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tadarlar..." (Nebe, 24) ifadesi de bunun bir tefsiri olur. Dördüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın 24Âyetin tefsiri için bak:26 25Âyetin tefsiri için bak:26 26"Orada, ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tadarlar. Sadece bir kaynar su... Bir de irin. Uygun bir ceza olarak..." ayetinin ifâde etmiş olduğu husustur. Bu ifade ile ilgili olarak birkaç mesele vardır: Eğer biz, Zeccac'ın görüşünü tercih edersek, bu ifade, kendinden önceki ifade ile ilgili olmuş olur, daki zamir de, (......) kelimesine raci olmuş olur. Yok eğer bunu benimsemezsek, bu ifade, yeni başlayan müste'nef bir kelam olmuş olur. daki zamir de, "cehennem"e raci olmuş olur. Ayetteki, (......) kelimesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: a) Bu, bilinen serinlik, soğukluk anlamındadır. Buna göre ayetin manası, "Onlar, onca hararete rağmen, orada, ne serin bir rüzgar, ne ateşe mani olacak gölge vesilesiyle bir rahatlık tadarlar; ne de, susuzluklarını dindirecek ve içlerinden o yangını silip süpürecek bir içecek bulabilirler... Velhasıl, onlar orada, ne serin bir hava, ne de soğuk bir su bulabilirler" şeklinde olur. b) Ayetteki, (......) kelimesiyle "uyku" kastedilmiştir. Bu, Ahfeş, Kisaî, Ferra, Kutrub ve Kıtbî'nin görüşüdür. Ferrâ şöyle demektedir: "Uykuya denilmiştir, çünkü uyku, kişiyi rahatlatır, serinletir. Çünkü, susamış bir kimse uyuduğu zaman, uyku vasıtasıyla serinler." Ebû Ubeyde ve Müberred, buradaki (......) kelimesi ile, "uyku"nun kastedildiğini beyan etmek için de şairin şu beytini delil getirmişlerdir: "O sevgilinin dudakları benim yanağımda soğudu. Beni ona karşılık vermekten alıkoyan, sadece uyku oldu." Burada berd, görüldüğü gibi uyku manasında kullanılmıştır. Müberred şöyle demektedir: şeklinde, Arapların söyleyegeldiği bir atasözü vardır ki, bu, "Bana, uyumama ihtiyaç bırakmayacak miktar bir serinlik isabet etti, dokundu... (Onu elde ettim)" demektir. Bil ki, birinci görüş daha evladır. Zira, lafzı, meşhur ve hakiki manasına hamletmenin mümkün olduğu yerlerde, onu nadir, garib ve mecazi bir manaya hamletmenin anlamı ve gereği yoktur. İkinci görüşü benimseyenler, bu görüşlerini isbat sadedinde şu iki şeyi delil getirmişlerdir: 1) Arapça'da, "soğuğu taddım" denilmez, ama "uykuyu taddım" denilir. 2) Cehennemlikler "zemherî'nin soğuğunu tadacaklardır. Binâenaleyh, "Onlar, soğuğu tadmamışlardır" denilemez... Farzedelim ki, bu serinlik ve soğukluk, kendisi yüzünden onların (ferahlık) değil, eziyyet duydukları bir serinlik olsun.. Ama ne olursa olsun, onlar bir serinlik tadacaklardır. Bu delillerden birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: "Soğuğu, serinliği tadma" deyimi, mecaz olduğu gibi, "uykuyu tadma" deyimi de mecazdır. Bir de, ayetteki cümlesiyle "Onlar, o cehennemde serin bir havayı, ne de soğuk bir nefesi teneffüs etmezler.." manası kastedilmiştir. Halbuki, solunan havanın geçtiği yer, ağız ve burundur. Binâenaleyh, "tadma" ifadesinin buralarda kullanılması, mümkündür. İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hak, dememiş, tam aksine buyurmuştur ki, bu, "tek bir serinlik" demek olup, bu da, "kendisinden istifade edecekleri ve rahatlayacakları serinlik..." demektir. Bazıları, (......) kelimesinin, erimiş tunç, eriyik anlamına geldiğini söylemişlerdir ki, bu, yanlıştır. Tam aksine, hamîm", alabildiğine sıcak, kaynar su, anlamındadır. Alimler, (......)'nın ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır: 1) Ebû Muaz şöyle demektedir: "Ben hocalarımdan, bu kelimenin, aslında Farsça bir kelime olduğunu, daha sonra Arapça'ya geçtiğini ve Farslıların bu kelimeyi, pis buldukları şeyler hakkında kullandıklarını ve buna, "gâsâk" dediklerini duymuştum..." 2) (......) "takat getirilemeyecek derecede soğuk" anlamındadır ki bu, "zemherîr" diye adlandırılan şeydir. 3) (......) cehennemliklerin gözlerinden, derilerinden akan irin, cerahat, ter vb. pis, nemli, yapışkan şeylerdir. Halil'in kitabında, "Gözü, yaş, irin akıttı; çapaktandı.." şeklinde yer almaktadır: 4) (......) kokmuş, kokuşmuş şey anlamındadır. Bunun delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu hadistir, "Şayet bir kova "gassâk", dünyaya dökülseydi, dünyadakilerin hepsi kokardı... Benzer Hadisi, Tirmizi, Cehennem, 4 (4/7071); Mtemd, 3/28. 5) (......) karanlığını döken, karanlık, anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Çöktüğün dem, gecenin karanlığının şerrinden..."(Felak,3) buyurmuştur. Binâenaleyh da, tıpkı, karanlık bir şeyden irkilmesi gibi, Ürküntü duyulan şey, hoşa gitmeyen siyah bir içecek anlamına gelir. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz, şöyle diyebiliriz: "Eğer (......) kelimesini, "alabildiğine soğuk" anlamına alırsak, ayetin takdiri, "Onlar orada, "gassâk" dışında bir serinlik; "hamfm" dışında da bir içecek tadamazlar" şeklinde olur. Ancak ne var ki, bu iki ifadenin ikisi birden ayetlerin nazmından dolayı getirilmiş olup, bunun şiirdeki delili, İmriu'l-Kays'ın şu beytidir: "Kuşların kursakları, nemli ve kuru olmaları bakımından sanki, yuvalarında çişde ve çürümüş hurmaların bulunmasına benzer." Bu beyitte, kuşların kursakları, nemli olma bakımından, çişdeye; kuru olma bakımından da, çürümüş hurmaya benzetilmiştir. Ama biz, "irin" yahut "kokuşmuş yeş ile tefsir edersek, ayetteki hamîm ve gassâk istisnasının, ya, hem soğuk, hem içeceğe raci olması; yahut da sadece içeceğe has olması ihtimal dahilindedir. Bunlardan birinci ihtimale gelince, kelamın takdiri, "Onlar orada, alabildiğine kaynamış olan hamfm ile, kokuşmuş irinden başka bir içecek tadmazlar" şeklinde olur. İkinci ihtimale göreyse ayetin takdiri, "onlar orada, alabildiğine kaynamış sudan başka bir içecek tadmazlar; yahut, "Onlar orada, kokuşmuş irinden başka bir içecek tadmazlar.." şeklinde olur. Ne murad ettiğini ise, Allah daha iyi bilir. Buna göre şayet, "İrin, içilmez! Peki daha nasıl, içecek şeylerden istisna edilmiştir!" denilirse, biz deriz ki: Bu bir kere sıvıdır. Dolayısıyla, bu demektir ki, o, brr nebze dahi olsa içilebilir cinstendir. Şimdi bunun içilebilir birşey olmadığının sabit olması halinde, bu, istisna-i munkatı olmuş olur ki, bunun izahı da malumdur. Hamza, Kisâî ve Hafs'ın rivayetine göre Asım, şedde ile (......) şeklinde okumuşlardır ki, buna göre bu kelime,"seyyâl, akıcı" anlamında, vezninde olmuş olur.Diğer kıraat imamları da şeddesiz olarak şeklindeokumuşlardır ki, bu da "şerâb - içecek..." kelimesi gibi olmuş olur. Birinci okuyuşagöre bu ifade sıfatı, ikinci okuyuşa göre, içim olmuş olur. Bil ki, Allahü teâlâ, kafirlerin çeşitli cezalarını açıklayınca, bundan sonra bu cezanın uygun bir ceza olduğunu da beyan etmiştir, ifadesinin manası hususunda şu iki izah yapılabilir: 1) Allahü teâlâ onların ileri derecede isyan etmeleri, günah işlemeleri sebebiyle, onların başına ileri derecede şiddetli bir cezayı getirmiştir. Binâenaleyh bu ceza, o günaha denk ve uygun olmuş olur. Bu manaya göre bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bir kötülüğün karşılığı, onun dengi olan bir kötülüktür" (şûra,40) ayeti gibi olmuş olur. 2) Bu ceza, hak edilenden fazla veya noksan olmadığı için, uygun ve denk bir cezadır. Nahivciler de, bu hususta şöyle bir takım izahlar yapmışlardır: 1) Arapça'da, (......) ve (......) kelimesi, aynı anlamındadır. Buna göre kolamın takdiri, şeklinde olmuş olur. 2) Bu kelime, mef'ûl-i mutlak olarak, mansubtur. Buna göre takdiri mana, "Amellerine uygun olan bir ceza olarak.." şeklinde olmuş olur. 3) Bu ceza, masdar ile nitelenmiştir. Bu tıpkı, "bu hususta çok ileridir; kâmildir..." anlamında olmak üzere, "Falanca, bir lütuf ve keremdir..." denilmesi gibidir. İşte, ayette de böyledir. O ceza, hak edilene uygun olma bakımından kâmil ve tam uygun bir ceza olunca, (......) kelimesi "uygun, muvafık" kelimesiyle nitelenmiştir. 4) Burada bir muzaf hazfedilmiş olup, kelamın takdiri,"uygunluk ve tenasüb taşıyan bir ceza..." şeklindedir. Ebû Hayvede, yine aynı kökten olmak üzere, vezninde,"çok uygun..." şeklinde okumuştur. Buna göre şayet, "Sonsuz derecede şiddette ve de sonsuz olan bu azab, bir anlık küfüre nasıl denk düşebilir? Üstelik, ehl-i sünnete göre kişinin küfrü, Allah'ın yaratması ve icadıyla olduğuna göre, bu, buna nasıl uygun ve denk olabilir? Mutezile mezhebine göreyse, Allah'ın, onların iman etmeyeceğine dair ilmi bulunduğu için, onların iman etmeleri bizzat bu ilme terstir.. Binâenaleyh, bu iki zıt şeyden birisi var iken, buna aykırı olan diğerini varlık alemine getirmeyi ve sokmayı teklif etmek, lizatihi imkansız olur. Ve de bu, iki zıddı bir arada bulundurmayı teklif olmuş olur. Dolayısıyla, bu denli ve sürekli olan bu azab, daha nasıl suça uygun ve muvafık olur?" denilirse, biz deriz ki: Allah, dilediğini yapar, istediğine hükmeder.. Bil ki, Allahü teâlâ, bu cezanın kısaca, onların işledikleri suça uygun olduğunu beyan edince, onların işledikleri suç çeşitlerini de ele almıştır. Bunlar burada, şu iki çeşit olarak varid olmuşlardır. Bunlardan birinci çeşidi, Cenâb-ı Hakk'ın, 27"Çünkü onlar, hiçbir hesabı ummuyorlardı.." ayetiyle anlatılan husustur. Burada şu iki soru sorulabilir: Birinci Soru: Hesaba çekilmek, hesap vermek, insana alabildiğine zor gelen bir şeydir. Çok zor gelen bir şey hususunda da, "ummak" kelimesi kullanılmaz. Tam aksine, ayette"Çünkü onlar, hiçbir hesaptan korkmuyorlardı" denilmesi gerekirdi... Buna şu açılardan cevap vermek mümkündür. 1) Mukâtil ve birçok müfessir, j'nın manasını, şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki, bunun bir benzeri de, bu kişilerin, Cenâb-ı Hakk'ın, (nûh, 13) ayetinin tefsirindeki sözleridir. 2) Mü'min kimsenin mutlaka, Allah'ın rahmetini umması, beklemesi gerekir. Çünkü, mü'min kimse, imanı ile elde ettiği sevabın, küfrün dışında, diğer bütün günahların ikabından ve cezasından fazla olduğuna kesin gözüyle bakmaktadır. Binâenaleyh ayetteki, "Çünkü onlar, hiçbir hesabı ummuyorlardı.." ifadesi, bunların mü'min olmadıklarına bir işarettir. 3) Burada, "recâ", "beklemek" anlamındadır. Çünkü bir şeyi uman, onu bekliyor, demektir. Ne var ki, bekleme çeşitlerinin en kıymetlisi "recâ"dır.. Binâenaleyh bu, "cins" tüllerinin en kıymetlisinin adını almıştır." 4) Bu ayette, Allah karşısında hesap vermede "recâ" (ummak) tarafının korku tarafına baskın çıkacağına bir dikkat çekme vardır. Zira, kulun, Allah'ın va'di gereği, mükafaat tarafında Allah üzerinde bir hakkı vardır. Allah'ın da, ceza tarafında kulunun üzerinde bir hakkı vardır. Kerim kimse ise, kendisinin hakkını düşünebilir, ama başkasının kendisi üzerindeki hakkını kesinlikle düşünmez. Bu sebeple hiç şüphesiz, hesapta "recâ - ümit etmek" tarafı daha güçlü çıkacaktır. İşte bu sebepledir ki, Cenâb-ı Hak burada "recâ" maddesini kullanmış, "havf korku" maddesine yer vermemiştir. İkinci Soru: Kafirler, kötülük ve büyük günah namına ne varsa hepsini yapmaktadırlar. Binâenaleyh, evvelemirde Cenâb-ı Hakk'ın, o kafirlerin işledikleri küfür çeşitlerinden sadece bunu zikretmesinin sebebi nedir? Cevap: İnsanın arzu ve isteği hep iyiyi yapmada, yasak olan şeyleri yapmamada bulunur, yatar.. Bunun sebebi ise, kişinin, bundan ahirette istifade etmesidir. Fakat, ahiret hayatını inkar eden kimse, güzel ve iyi namına hiçbir şey yapmaz, kötü şeylerden ise geri durmaz. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü onlar, hiçbir hesabı ummuyorlardı" ifadesi, onların, bütün kötülükleri yaptıklarına, iyi ve güzel namına hiçbir şey yapmadıklarına dikkat çekmektedir. Onların iki tür kötü fiilleri ise, Cenâb-ı Hakk'ın, 28"Bizim ayetlerimizi alabildiklerine yalan sayıyorlardı..." ayetinin anlattığı husustur. Bil ki, insanda bulunan "nefs-i nâtıka'nın, biri nazarî, biri de amelî olmak üzere, iki kuvveti vardır. İnsanın kemali ve mükemmelleşmesi ise, zatı gereği, hakkı; kendisiyle amel etmek için de hayrı, güzeli ve iyiyi görüp tanımasında yatmaktadır. İşte bundan dolayı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Ey Rabbim, bana bir hüküm bahşet ve beni salihlere kat... "(Şuara. 83) demiştir. Binâenaleyh, "Bana bir hüküm bahşet" cümlesi, onun nazarî kuvvetinin mükemmelliğine; "beni salihlere kat..." cümlesi de, amelî kuvvetinin mükemmelliğine bir işarettir. İşte burada, Allahü teâlâ, bu kimselerin bu iki şey hususunda hallerinin adi ve düşük mertebede olduğunu beyan etmiştir. Amer kuvvetleri hususunda, bu kuvvetlerinin bozulduğuna, "Çünkü onlar, hiçbir hesabı ummuyorlardı..." cümlesi ile dikkat çekmiştir ki bu, "Onlar, kötülük ve çirkinlik namına ne varsa, hepsini yapmışlar; taat, iyi ve güzel namına ne var ise, hiçbirine arzu duymamıştandır" demektir. Nazari kuvvetlerine gelince, bunun da bozulduğuna, Cenâb-ı Hak, "Bizim ayetlerimizi alabildiklerine yalan sayıyorlardı..." ayeti ile dikkat çekmiştir ki, bu da, "Onlar, kalbleriyle hakkı inkar ediyor ve batılda ısrar ediyorlardı.." demektir. Yaptığımız bu tefsiri iyice kavradığın an, Hak teâlâ'nın, onların kötülük ve fesat hususunda daha fazlasının yapılmasının aklen mümkün olmadığı bir noktaya vardıklarını beyan ettiği ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh, onların fiil ve hareketleri bu şekilde olunca, buna uygun düşen de, işte bu büyük ceza olmuş olur. Bununla, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesiyle anlatmak istediği şeyin doğruluğu sabit olmuş olur. Kur'ân'ın incelikleri ne acayip ve yücedir! Ne var ki, bunca zaman geçmesine rağmen, bunlar hiç kimsenin dikkatini çekmemiştir. Bu sırları bilmeyi bu zayıf kulunun tahsis edip lütfettiği için, O'nun sanının ve burhanının yüceliğine uygun ve muvafık bir hamd, işte O'na olsun... Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizim ayetlerimizi alabildiklerine yalan sayıyorlardı..." ifadesi, onların, tevhid, nübüvvet, meâd hususundaki delillerin tümü ile, serî hükümleri ve Kur'ân'ı yalanladıklarını gösterir ki, bu da, onlardaki nazari kuvvetin düşüklük, fasit oluş ve dosdoğru yoldan uzak bulunmada en son noktaya varıp dayandığına delalet eder. Ayetteki (......) kelimesi, (......) demektir. Çünkü, (......) de, "tefti" babının masdarlarındandır. Nitekim Zeccâc. "Andolsun ki, o beni, karşılanması ve giderilmesi şifa ve deva yerine geçen ihtiyaçlar ve (başkalarıyla) birlikteliklerden müstağni kıldı..." şeklinde bir beyit nakletmiştir ki, bu beyitte geçen (......) kelimesi (......)-(......). Ferra (......) kelimesinin, Yemen ait fasih bir lehçe olduğunu söylemiştir ki, bunun bir benzeri de, "Gömleği iyice yırttım..." deyimidir. O sözür şöyle devam eder: "Merve üzerinde iken, onlardan bir bedevi bana görüşümü sorarak, "Sen, tatlıyı mı daha çok seversin, yoksa şırayı mı?" dedi." Keşşaf sahibi de şöyle demiştir: "Ben, bir ayeti tefsir ediyordum. Ta o sırada bedevilerden birisi, "Sen bu ayeti, daha önce hiç duyulmamış bir şekilde yorumladın!" dedi.." Bu kelime şeddesiz olarak (kizâben) şeklinde de okunmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Bu, yine (......) fiilinin masdarıdır. Delili ise şairin, "Onu ya yalanladım, ya da doğruladım. Doğrusu şu ki, kişiye, yalanlaması (ya da, yalan söylemesi) fayda verir" şeklindeki beytidir. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah sizi yerden, bir bitirişle bitirdi..." (Nuh, 17) ayeti gibidir ki, buna göre ayetteki ifadenin takdiri, "Onlar ayettekini yalanladılar. O halde bu demektir ki, onlar iyice yalanladılar.." şeklindedir. b) Bu kelime, (......) tarafından mansub olması; çünkü bu ifade "yalan söylediler.." anlamını kapsamaktadır. Sebebiyse, hakkı her yalanlayan kimsenin, aynı zamanda yalancı da olmasıdır. c) (......) kelimesinin, "karşılıklı olarak birbirine yalan söylemek" anlamına alınması.. Bu durumda mana, "Ayetlerimizi yalanladılar da, böylece, karşılıklı olarak birbirlerine yalan söyleyip, birbirlerini aldattılar." şeklinde olur. Yahut da, "Birbirlerine yalan söyledikleri halde ayetlerimizi yalanladılar..." şeklinde olur. Çünkü, müslümanların yanında oldukları zaman onlar yalan söylüyorlar, onların yanında bulunduklarında da müslümarlar yalan söylüyorlar, böylece de aralarında, bir karşılıklı aldatma (el-mukâzebe) meydana geliyordu. Yine bu ifade "yalancı" kelimesinin çoğulu olarak, şeklinde de okunmuştur. Yani, "Onlar, yalancılar oldukları halde ayetlerimizi yalanladılar" demek olur. Bazan da (......) kelimesi, tekil anlamda olup, yalan söylemede aşırılığı ifâde eder. Meselâ, "çok iyi adam" "çok cimri insan" demen gibi, yine "çok yalan söyleyen adam" demen bunun gibidir. Böylece kelime, fiilinin masdarının sıfatı olup, "Onlar, yalanı çok aşırı ve ileri noktada bulunan bir yalan ile ayetlerimizi yalanladılar" şeklindedir. Her Şey Kaydedilmiştir Bil ki Cenâb-ı Hak, onların kuvve-i ameliyye ile kuvve-i nazariyyedeki durumlarının fesat ve bozulmuşluğunun en uç noktalara ve en ileri mesafelere varmış olduğunu beyan edince, daha sonra kemmiyet ve keyfiyet bakımından bu halleri tafsilatının Kendisine malum olup, bunlar sebebiyle hak edilecek ilahi ve cezanın mikdarının Kendisince bilinmekte olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: 29"Biz ise, her şeyi yazıp saymışadır". Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Zeccâc şunu söylemiştir: (......) kelimesi, fiilinin kendisini tefsir ettiği bir muzmar fiil sebebiyle mansubtur. Manası ise, "Bu bir şeyi saymış izdir..." şeklindedir." Ebu's-Simâl ise, mübteda olmak üzere, kelimeyi merfu olarak (......) şeklinde okumuştur. (......) cümlesinin anlamı, "Biz her şeyi, asla yok olmayacak değişikliğe de uğramayacak bir biçimde bilmisizdir." şeklinde olup, bunun bir benzeri de, "Allah onu saymıştır, onlarsa bunu unutmuşlardır..." (Mücadele, 6) ayetidir. Bil ki bu ayet, Allahü teâlâ'nın "cüz'iyyâtı" bildiğinde delalet eder. Yine şunu bil ki, böylesi ayetler tevil götürmezler. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak bunu, "uygun bir ceza olmak üzere..."(Nebe, 16) şeklindeki dava ve kaziyyesini teyit etmek üzere zikretmiştir. Buna göre O sanki, "Ben, onların yaptığı şeylerin hepsini, istikametlerini, ikâb ve mükafaatın meydana gelmesine sebep ve vesile olan durum ve hallerini çok iyi biliyorum. İşte bu sebeple şüphesiz ki Ben, amellerine uygun olacak miktarda bir azabı onlara ulaştıracağım..." buyurmuştur. Şurası bilinmektedir ki, ancak böylesi bir miktarın ulaştırılabilmesi için de, Cenâb-ı Hakk'ın bütün cüz'iyyâtı bildiğinin sabit ve kesin olmas: gerekir. İşte bu da sabit olunca, bunu inkar eden herkesin, kesin olarak kafir olduğu ortaya çıkar. Üçüncü Mesele (......) ifadesi hakkında iki izah şekli bulunur: a) Kelamın takdiri, "Biz onu, mükemmel bir sayışla saydık şeklindedir. Burada şüphesiz ki, (......) buyurulmamış da, (......) buyurulmuştur; çünkü, kitabet ve yazı, ilmin gücü ve kuvveti hususunda son noktayı gösterir. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yazıyla kaydediniz, bağlayınız" buyurmuştur. O halde Cenâb-ı Hak sanki, "Biz her şeyi, kuvvet, kesinlik ve tekid hususunda yazılmış olana denk bir sayışla, mükemmelleri sayıp yapmışızdır.." buyurmuştur. O halde, Usf kelimesinden maksad, "bu sayıp dökme ve bilme" işini tekid etmektir. Bil ki bu tekid şüphesiz, ehl-i zahirin anlayışına uygun ve layık olan bir tarz üzere gelmiştir. Çünkü yazılan şey, zamanla kaybolabilir. Allahü teâlâ'nın eşya hakkındaki ilmi ise, zeval ve yokluk kabul etmez; çünkü, bir ilim, zâtı gereği, zorunlu ve vacibdir. b) (......) kelimesinin, "yazılmış olduğu halde" anlamında hal olması.. O halde mana, "Biz her şeyi, Levh-i Mahfuz'a yazılmış olduğu halde iyice saymışızdır.." şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz her şeyi apaçık bir kitabta saymışızdır" (Yasin, 12) ayeti gibidir. Yahutta, "Hafaza meleklerinin sabitelerine yazılmış olduğu halde.." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak 30"işte tadın! Artık size azabı artırmaktan başka bir şey yapmayacağız.." buyurmuştur.Bil ki Cenâb-ı Hak önce, ikabın hallerini şerhedip, sonra onun, "uygun bir ceza" olduğunu ortaya koyup; sonra da, onların çirkin fiillerinin ayrıntılarını açıklamak suretiyle, daha önce ortaya koymuş olduğu, "cezanın uygun ve muvafık olduğu" iddiası da doğruluk kazanınca, pek yerinde olarak bundan sonra yeniden cezadan bahsetmiştir. Ayetteki, emrine gelince, buradaki fâ olup, azabı tadma işinin, onların, daha önce açıklanmış olan kötü fiillerinin bir neticesi olduğuna dikkat çekmektedir. Bu sebeple buradaki fâ, "uygun bir ceza olarak" ifâdesini dile getirdiği mananın aynısını dile getirmektedir. Azabın Şiddetini Gösterme Üslubu Bu ayet, pekçok yönlerden azablandırmada fazlalık olacağına delalet etmektedir: 1) ifâdesindeki edatı, olumsuzluğu tekid etmektedir. 2) Cenâb-ı Hak onları, "çünkü onlar hiçbir hesab ummuyorlar"(Nebe, 27) ayetinde gaib sigasıyla zikretmişken, burada ise, hitab sigasıyta, "tadınız.." diyerek zikretmiştir. Bu da, gazab ve öfkenin fazlalığına delalet eder.3) Allahü teâlâ ikab ve cezanın yönlerini iyice saymış, daha sonra da bunun, amellerine uygun bir ceza olduğunu söyleyerek, kepazeliklerini tadâd etmiştir. En sonunda da, "tadınız" buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, hüküm beyan etmiş ve delil ikame buyurmuş; sonra da, bu görüşünü aynen tekrar etmiştir. Bu ise, cezalandırma ve azabta, mübalağa ve şiddete delalet etmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu ayet, Kur'ân'da, cehennemliklere en şiddetli davranan ayetlerdendir. Onlar, bir azab türünden kurtulmayı isteyip dilediklerinde, onlara, bundan daha şiddetlisi ile mukabele edilmektedir..." buyurmuştur. Geriye, ayetle ilgili İki soru kalmıştır: Allah Kafirlere Hitab Eder Mi? Birinci Soru: Allahü teâlâ daha önce kafirlerin vasfı hakkında, "Allah onlarla ne konuşur, ne de onlara bakar..."(Al-i Imran, 77) buyurmamış mıydı? Ama burada, "tadınız" buyurunca, onlarla konuşmuş olmuyor mu? (Ne dersiniz?) Cevap: Müfessirlerin ekserisi şöyle demiştir: Ayetin takdiri şöyledir: "Onlara, "tadınız" denilir.." şeklindedir. Bir kimse şöyle diyebilir: "Bu durumda da, bu sözü söyleyen kimseye, "Artık size azabı artırmaktan başka bir şey yapmayacağız..." (Nebe, 30) demesi uygun düşmez. Aksine bu söz ancak, Allah'a yakışır ve yaraşır.." Cevap olmaya en layık izah "onlarla konuşmayız..." ifâdesinin, "onlarla, güzel ve faydalı bir söz konuşmaz.." anlamında olduğunun söylenmesidir. Zira, karine bulunduğunda, umûmî bir hükmün tahsis edilmesi imkansız değildir. Çünkü, "onlarla konuşmaz..." ifadesi, ki Cenâb-ı Hak, Kendisinin onlara hiç faydasının dokunmayacağını ve onlara zerre kadar da değer vermeyeceğini beyan etmek için zikretmiştir... Bütün bunlar ise ancak, güzel ve hoş söz ile meydana gelebilir... (Onlara hoş söz söylemeyeceği için, hiçbir faydası da dokunmayacaktır...) Azabın Devamlı Artırılması? İkinci Soru: Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, kafirin azabını ebedi olarak arttıracağına delalet etmektedir. Bu arttırmaya gelince, onun, onlar tarafından ya hak edilmiş olduğu, ya da hak edilmemiş olduğu söylenebilir. Eğer bu onlar tarafından hak edilmiş ise, bundan vazgeçmek, her şeyden önce bir ihsan ve lütuftur. Kerim olan kimse, kendi hakkından vaz geçtiğinde ise, ona, onu tekrar geri istemek yakışmaz!.. Bu arttırmanın, onlar tarafından hak edilmemiş olması haline gelince, onlara bunu ulaştırmak bir zulüm olur o zaman... Bu İse Allah hakkında caiz değildir. Cevap: Nasıl ki bir şey, zatından kaynaklanan bir hususiyetten dolayı etkili oluyorsa, işte (bu hususiyet) devam ettiği sürece, bu devamdan dolayı o şeyin tesiri de artar.. Şüphesiz, bu durum daha çok oldukça, elem ve acı verme de daha fazla ve çok olacaktır. Ve yine, bu arttırma hak edilmiştir. Onun bazı durumlarda terkolunması, o kimsenin aklanıp, ibrasını gerektirmez. Allah ne dilediğini en iyi bilendir... Tehditten Sonra Müjde Bil ki Cenâb-ı Hak, kafirlere olan vatd ve tehdidini zikredince, bunun peşinden hayırlı kullarına olan va'dini getirmiştir. Ki bu da, şunlardan meydana gelmektedir: Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, 31"Şüphesiz takva sahipleri için selamet ve vuslat vardır" ayetinin beyan ettiği husus. "Müttakî"ye gelince, bunun tefsiri, daha önce pekçok yerde geçmişti, (......) kelimesine gelince, bunun, "kazanmak, gayeye ulaşmak" anlamında bir masdar olması muhtemel olduğu gibi, "bir kazanma mekanı, mahalli" anlamına gelmesi de mümkündür. Kazanmakdan ise, matlubu elde etmenin murad edilmiş olması muhtemel olduğu gibi, bununla, "azabtan kurtuluşu kazanmanın" ya da her ikisini birden kazanmanın murad edilmesi de muhtemeldir. Bana göreyse, bunun, matlubu elde etmekle tefsir edilmesi, azabtan kurtuluşu elde etmek, ya da her ikisini, yani helakten kurtulup maksuda ulaşmayı başarmakla tefir etmekten daha güzeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak ifâdesini müteakip cümleyle tefsir etmiştir ki, bu da, 32"Bahçeler, üzüm bağları." ayetidir. Şu halde ile murad edilenin, burada zikredilen kadar olması gerekir.Buna göre şayet, "Helakden kurtulmak, lezzet elde etmekten daha mühimdir. O halde Cenâb-ı Hak, niçin en mühim olanı zikretmedi de, mühim olmayanı zikretti" denilirse, biz deriz ki: Helakten kurtulmak, lezzet ve hayrı elde etmeyi gerektirmez. Lezzet ve hayrı elde etmeye gelince, helakten kurtulmayı gerektirir. Binâenaleyh, bunun ifade edilmesi daha uygun olur. Cennette Bağlar, Bahçeler İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın,"Bahçeler, üzüm bağlan" (Nebe, 32) ayetinin ifade ettiği husustur. (......) kelimesinin çoğulu olup, bu da, etrafı çevrilmiş bahçe, bostan anlamına gelip, Arapların, "etrafını kuşattılar" anlamında kullandıkları, ifâdesine varıp dayanır (......) kelimesinin, nekire getirilmesi, o üzüm bağlarının kalitesinin çok üstün olduğunu göstermek içindir. Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın, 33"Memeleri tomurcuklanmış bir yaşıt kızlar..." ayetinin ifade ettiği husustur, (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğulu olup, bu da, memeleri tomurcuklanıp yuvarlaklaşan genç kız, anlamındadır. Yani, memeler görünme bakımından, tıpkı topuk ve değirmi, yuvarlak bir biçim alırlar. Dihak Kelimesi Dördüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın, 34"Dolu kadeh..." ayetinin ifâde ettiği husustur. (......) ne demek olduğu hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Ebû Ubeyde, Zeccâc, Kisfiî ve Müberred gibi dil alimlerinin çoğuna göre, kelime, "dopdolu" anlamına gelmektedir. Ibn Abbas, bir uşağını çağırmış ve ona, "Bana bir "dihak" getir.." demiş, bunun üzerine, ona, dopdolu bir kadeh getirmiştir. Bunun üzerine Ibn Abbas, "işte budur..." der. İkrime de şöyle der: "Ben, İbn Abbasın, (......) dediğini defalarca duydum. İkinci Görüş: "ardarda, peşpeşe" anlamındadır. Bu da, Ebû Hureyre, Saîd Ibn Cübeyr ve Mücahidin görüşüdür. Vahidî şöyle demiştir: "Bu sözün aslı Arapların, "Taşı, yerine iyice oturtturdum" şeklindeki sözlerine varıp dayanır. Ki bu söz de, taşların iyi biçimde birbirine girmesi, yapışması demektir. Bu açıklamayı, Leys yapmıştır. Bu manaya göre, tıpkı, "İç içe girmiş, girift" kelimesi gibi olmuş olur. Üçüncü Görüş: İkrime'nin bu kelimeye, "arı duru, saf" manası verdiği de rivayet edilmiştir. Bu görüşe göre (......) kelimesinin, çoğulu olması mümkündür. Ki, da, kendisiyle üzümlerin sı kıstırıldığı iki ağaç parçası anlamına gelir. Buna göre, ayetteki içki kastedilmiş olur. Dahhâk şöyle demiştir: "Kur'ân'da geçen kelimeleri, "içki" anlamına gelir." Buna göre kelamın takdiri, "Dihâkfı, yani dihâk ile sıkılıp elde edilmiş içkiler..." şeklinde olmuş olur. Cennet İçkisi Aklı Etkilemez Beşincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, 35"Orada ne boş bir lakırdı, ne de birbirine yalan söyleme işitirler..." ayetinin beyan ettiği husustur. Ayetle ilgili olarak iki soru sorulabilir: Birinci Soru: Buradaki zamiri neye racidir? Cevap: Bu hususta şu iki görüş bulunmaktadır: a) Bu zamir, (......) kelimesine racidir. Buna göre mana "içtikleri o kadehler yüzünden oralarında boş söz cereyan etmez.." şeklinde olur. Bu böyledir, zira, dünyada iken içki içenler, hep batıl şeyleri konuşurlar! Halbuki cennettekiler, cennet içkilerini içtiklerinde, sarhoş olmazlar, akıllarını yitirmezler, abuk-sabuk da konuşmazlar. b) Buradaki zamir, "cennet"e racidir, yani, "Onlar cennette, hoşlanmayacakları hiçbirşey duymazlar" demektir. İkinci Soru: Şedde ile "kizzâb", mübalağa (ileri mana) ifade eder. Binâenaleyh bunun, (Nebe, 28) ayetinde bu şekilde yer alması uygundur. Çünkü bu ayet, onların ileride yalan söylediklerini anlatır. Burada ise, "kizzab" şeklinde gelmesi pek uygun düşmez. Çünkü, "Orada ne boş bir lakırdı, ne de bir yalan işitirler" ayeti, onların "büyük bir yalan" duymadıklarını ifade eder. Dolayısıyla bu, onların ufak-tefek yalanlar duymayacakları manasına gelmez. Ama ayetin anlatmak istediği şey bu değil, aksine cennetliklerin orada, kesinlikle hiçbir yalan duymayacaklarını anlatmaktır. Velhasıl bu "kizzab" lafzı, mübalağanın nefyini (büyük yalanın olmadığını) ifade eder. Ayette kastedilen mana ise, yalanın hiç olmadığıdır? Kıraat Farkının izahı Cevap: Kisâî, 28. ayetteki kelimeyi şedde ile, "kîzzab" şeklinde, bu ayettekini de şeddesiz "kizâb" şeklinde okumuştur. Belki de bundan maksadı, bu soruda ortaya koyduğumuz husustur. Çünkü burada kelimeyi şeddesiz okumak, ehl-i cennetin asla yalan duymadıklarını ifade eder. Zira şeddesiz "kizâb" ile "kezib", aynı manaya gelir. Ebû Ali el-Fârisî, tıpkı "kitab"ın, (......)'nin masdarı olduğu gibi, "kizâb"ın da (yalan söyledi) fiilinin masdarı olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh durum böyle olunca, bu kelimeyi şeddesiz okumak, yalanın orada hiç duyulmayacağını ve bulunmayacağını (nefyi) ifade eder. 28. ayetteki kolimeyi şeddeli okumak ise, yalanın söz konusu oluşunda (subutta) ileriliği ifade eder. Böylece de bu iki yerdeki kıraatten elde edilen maksad en güzel bir biçimde elde edilmiş olur. Şimdi biz, eğer Kisâî'nin kıraatine tutunursak, soru kendiliğinden düşer. Yok eğer, her iki yerde de şeddeli okunuşunu kabul edersek, ki bu diğer kıraat imamlarının okuyuşudur, sorunun cevabı şu şekilde verilebilir: Hak teâlâ'nın, "Orada ne boş bir lakırdı, ne de yalan işitirler" ifadesi, daha önce geçen, (28. ayetteki) yalanlamaya (kizb'e) bir İşaret olup, buna göre mana, "Bu mutlu kimseler, o kafirlerin batıl ve boş laflarını artık burada duymazlar" demek olur. Bunun neticesi de, "onları gelip bulan bu cennet nimeti düşmanlarının zahmetinden ve onların fasit sözleri ile yalan-batıl görüşlerini dinlemekten uzak ve temizdir" manası olur. Sayısız İhsan Hak teâlâ cennetliklerin çeşitli nimetlerini sayarken bir de şöyle buyurmuştur: 36"Rabbinden bir mükafaat ve yeter bir bağış olarak...". Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir kaç mesele var: Birinci Mesele Zeccâc, bu ifadenin takdirinin, "Allah onları, bunlarla alabildiğine mükafaatlandırdı ve onlara hesapsız bağışta bulundu" şeklinde olduğunu söylemiştir. Çünkü, ve fiilleri, temelde aynı manayadır. Allah'ın Va'di Olarak Girilir Cennete Ayette şöyle bir soru var: "Allahü teâlâ, aynı şeyi, hem ceza (karşılık) hem atâ (bağış) diye vasfetmıştır, olamaz. Zira, "ceza", haketme manasını çağrıştırır; atâ ise, haketmeden olmadan verilmeyi ifade eder. Dolayısıyla ikisini birleştirmek, zıd şeyleri bir araya getirmek olur? Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu soruya ancak ehl-i sünnetin görüşüne göre verilebilir ve şöyle denir. Bize göre, bir şeyi haketme, yapılanlara Allahü teâlâ'nın karşılık vermesinin, O'na vacib oluşundan değil, O'nun va'dinin gereğidir. Binâenaleyh bu mükafaat, yapılan fiile (ibadete) dayandırılmış o va'de nazaran bir ceza (karşılık), hiç kimsenin Allahü teâlâ üzerinde olacağı olmaması açısından da bir bağış olmuş olur. Bi Gayrı Hesab Ayetteki, "hisab" ile ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, "yeterli, kâfi" manasınadır ve arapların, "Bana kâfi derecede verdi" manasında söyledikleri şeklindeki sözlerindendir. "Onun benim halimi bilmesi, O'ndan istememe hacet bırakmaz "sözü de, bu manadadır. Şairin şu beyti de bu manadadır: "Yanına vardığımda, beni kucakladı ve bana güzel şeyler verip, yeterli bağışta bulundu." 2) "Hisâb" kelimesi, birşeyi sayıp döküp, mikdarını belirlediğinde söylediğin, "Onu hesab ettim" ifadesine dayanır. Binâenaleyh ayetteki bu kelime, "Va'dettiğini kat kat vermeye göre hesab edilmiş verilmiş bir bağış..." manasınadır. Çünkü Allahü teâlâ, yapılan iyi amellerin karşılığını, şu üç şekilde belirlemiştir: a) On katı, b) Yediyüz katı, c) Sınırsız olarak... Nitekim O, "Şüphesiz O (Allah), sabırlıların mükafaatını, hesabsız-sınırsız verir" (Zümer, 10) buyurmuştur. 3) İbn Kuteybe'ye göre bu kelime, "çokça" manasınadır ve Arapların, "Ona çokça verdim" manasında söyledikleri, ifâdesindendir. Nitekim şairde, "Eğer aç ise, mahallemizin çocuğunu doyurur, ihtiyacını karşılarız; ama aç değilse şayet, o zaman da, "yeter" diyene kadar veririz" demiştir. 4) Allahü teâlâ, onların cezalan, yaptıklarının karşılığı demek olan bu mükafaatı onlara verdiği gibi, bundan fazlasını da bir lütuf (hisab) olarak verir. İşte bu yüzden buna "hisâben" demiş ve bu hesab anında amellerinin karşılığını, bağış olan mükafaatından ayırmış olur. 5) Allahü teâlâ, cehennemliklerin cezası hususunda, "cezâen vefakarı" (tam uygun ceza) (Nebe, 26) buyurunca, cennetliklere va'dettikleri için de, "cezâen atâen hisaben" demiştir ki bu, "Mükafaatında bir noksanlık, bir cimrilik, bir kusur olmasın diye, amellerinizin mükafaatını verirken hesabı nazar-ı dikkate aldım" demektir. Bununla ne murad ettiğini ise en iyi bilen Allahü teâlâ bilir. Dördüncü Mesele İbn Katîb, bu kelimeyi, tıpkı, "müdrik" manasında "derrak" denilişi gibi, muhsib (hesab eden - fazla veren) manasında, şeddeli olarak, "hessâb" şeklinde okumuştur. Bu kıraati, Keşşaf sahibi nakletmiştir. Rahman'dan Bir Bağış Bil ki Allahü teâlâ, kafirlerin cezasını ve müttakilerin mükafaatını anlatırken, bunları ileri derecede ortaya koyunca, bu husustaki sözünü, şöyle bitirmiştir: 37"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbi'nden, Rahman'dan.., Onlar O'na hitab etmeye asla güç yetiremezler". Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var: Farklı Kıraatler ve İ'rablar Gerek, gerekse ifadeleri, şu üç şekilde kıraat olunmuştur: 1) Merfu olarak... Bu, İbn Kesir, Nâfî ve Ebû Amr'ın kıraatidir. 2) Her ikisi de mecrur (kesreli) olarak... Bu, Âsım'ın ve Abdullah b. Âmir'in kıraatidir. 3) "Rabb" kelimesi mecrur, "Rahman" kelimesi merfû (ötüreli) olarak... Bu da Hamza ve Kisâî'nin kıraatidir. Her ikisi de merfu okunursa, şu izahlar yapılabilir: a) "Rab" kelimesi mübteda, "Rahman" haberdir. Daha sonra yeni bir cümle başlamış ve "Onlar O'na hitab etmeye asla güç yetiremezler" demiştir. b) "Rab" mübteda, "Rahman" onun sıatı, cümlesi ise, haberdir. c) Her ikisi de, mahzuf mübtedanın, iki haberi olup, "O, göklerin ... Rabbi'dir, O, Rahman'dır" takdirindedir. Bundan sonraki ise, yeni cümledir. d) "Rahman" kelimesi ile cümlesi, Rabb" kelimesinin iki haberidirler. Bu İkisi mecrur okunur ise, (Nebe, 36) ifâdesinden bedel olmuş olurlar. Birincisi mecrur, ikincisi merfu okunursa, birincisi yine, den bedel; ikincisi se, mübteda olur. Bunun haberi de, cümlesidir. Yemükûn Fiilinin Faili "Güç yetiremezler" ifadesindeki fail "vâv zamiri, kimlere işaret etmektedir? Bu hususta üç görüş ileri sürülmüştür: 1) Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas, bu zamirin, müşriklere raci olduğunu; kıyamet günü, onların Cenâb-ı Hak huzurunda konuşamayacaklarını; mü'minlerin İse şefaatte bulunacaklarını, Allahü teâlâ'nın da onların şefaatlerini kabul edeceğini söylemiştir. 2) Kâdî, "Bu zamir, mü'minlere racidir ve mana, "Mü'minler, Cenâb-ı Hakk'dan hiçbir talebte bulunmazlar. Çünkü Allahü teâlâ'nın zulmetmeyen bir âdil olduğu sabit olunca, kafirlere verdiği cezanın ve mü'minlere verdiği mükafaatın mahza (sırf) adalet olduğu, hiç kimsenin hakkını yemeyeceği sabit olmuş olur. Binâenaleyh (buna inananlar), daha niçin O'na hitab etsin, O'ndan birşey istesinler" demiştir. Bu, doğruya birinci görüşten daha yakındır. Çünkü bu ayetten hemen önce mü'minlerden bahsedilmiştir, kafirlerden bahsedilmemiştir. 3) Bu zamir, gökteki ve yerdeki mahlukattan hiç biri, o gün, Allah'a hitab etme ve konuşma gücüne sahip edilmedi. O'nun müsaadesiyle yapılan şefaatler konusu, bu görüşe karşı bir delil olarak ileri sürülemez. Çünkü Allahü teâlâ, "Sahib olamaz, güç yetiremezler" beyanı ile "sahip olma"yı nefyetmiştir. O'nun fazl-ı ve ihsanı ile olacak olan şey ise, insanın bizzat kendisinin sahip olduğu bir şey (güç) değildir. Binâenaleyh böyle bir soru (itiraz) bu görüşe karşı yapılamaz. Mahlukattan hiç birinin Cenâb-ı Hakk'a hitab edemeyeceğinin aklî delilleri şunlardır: 1) O'nun dışında kalan herşey, O'nun mülkü, kulu-kölesidir. Kölenin, efendisinden hiçbir atacağı olamaz. 2) Buna sahib olmak-mâlik olmak demek, O bunu yapmadığı zaman zemme (kınamaya), yaptığında ise medhe (Övgüye) müstehak olması demektir. Bu durumda olanın ise zatında bir noksanlık var da, bunu başkasıyla tamamlıyor demektir. Halbuki Allahü teâlâ, böyle olmaktan münezzehtir. 3) Allahü teâlâ, çirkin olan şeylerin çirkin olduğunu bilendir. Yine Kendisinin çirkin şeylerden müstağni ve uzak olduğunu da bilir. Böyle olan ise, çirkin bir şey yapmaz. Çirkin, yapması imkansız olan kimseden, hiç kimsenin bir şey isteme hakkı ve O'na "Niçin yapmadın?" deme hakkı yoktur. Bu izahlardan, ilk ikisi ehl-i sünnetin delillerine dayanır. Üçüncüsü ise, Mu 'tezile'nin görüşüne dayanır. Böylece mahlukattan hiçbirinin o gün Rabbisine hitab edemeyeceği ve O ilahın hiçbir şey istemeyeceği sabit olmuş olur. Ruh ve Melaikenin Kıyamı Bil ki Allahü teâlâ, mahlukattan hiç birinin, hiçbirşey için Allah'a hitab edip, O'ndan bir'şey istemesinin mümkin olmadığını zikredince, bu hususu şöyle diyerek iyice pekiştirmiştir: 38"O gün rûh ve melekler saf halinde ayakta duracaklar. Rahman'ın, ancak kendilerine izin verdiği kimseler konuşacaklar ve doğruyu söyleyecekler". Bu böyledir. Çünkü derece ve kadr-u kıymet bakımından melekler, mahlukatın en büyüğü ve en ilerisidir. Binâenaleyh Hak teâlâ kıyamet günü, sırf Rablerine saygı ve korkularından, haşyet ve tevazularından ötürü, kıyamet meydanında meleklerin bile konuşamayacağını belirtmiştir. Ya bunların dışındakilerin hali nice olur, düşünülmeli? Ayetle ilgili olarak bir kaç mesele var: Melek - İnsan Üstünlüğü Meleğin insandan faziletli olduğunu söyleyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Melekler, Allah'ın celâlinin bulunduğu, izzet ve kibriyasının zuhur ettiği yerde, korkarak, boyun eğerek ve şaşkın bir halde kalakalınca, ya diğer mahlukatın hali nice olur. Bu istidlalin, meleklerin, mahlukatın en şereflisi ve kıymetlisi olması durumunda ancak, bu tam ve doğru olacağı ise malumdur." Ruh Alimler bu "rûh"un kim olduğu hususunda değişik izahlar yapmışlardır: Ibn Mes'ud (radıyallahü anh)'un, bunu göklerden ve dağlardan daha büyük bir melek olduğunu söylediği, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın ise, bunun yaratılışça, meleklerin en büyüğü olan bir melek olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Mücâhid de, bunların, insan suretinde olup, yiyip içen, ama aslında insan olmayan bir çeşit mahlukat olduğunu söylemiştir. Hasan el Katâde ise, "rûh"un, insanlar manasında olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, buradaki "rûh" kelimesi, "zü'r-rûh" (ruh sahibi, canlı) manasına olur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan bunun, insanların ruhları olduğu görüşü de nakledilmiştir. Dahhâk ve Şa'bi'den, "O, Cebrail (aleyhisselâm)'dir" diye rivayet edilmiştir. Bu görüş, Kâdî nazarında da tercih edilen görüştür. O şöyle demiştir: "Çünkü Kur'ân, bu "rûh" isminin, Cebrail (aleyhisselâm)'in ismi olduğuna delalet etmektedir. Cebrail (aleyhisselâm) için de kıyamın (ayakta durma)nın ve konuşmanın söz konusu olabileceği sabit olduğuna göre, ayetteki "rûh" kelimesi, nasıl ondan alınır da bilmediğimiz bir varlık veya kıyam ile tavsif edilmesi doğru olur. Ayetteki "saff" kelimesi, yukarıda bahsettiğimiz değişik manalara göre, o rûh ile bütün meleklerin tek bir saf halinde kıyamda durmalarını ifâde edebileceği gibi, iki saf halinde veya saflar halinde olduklarını da ifade edebilir. Çünkü aslında "saff" kelimesi masdardır. Binaenaleyh tek safı da, birçok safı da ifade edebilir. Müfessirlerin görüşlerinden anlaşıldığına göre, onlar iki saf halinde duracaklar. Dolayısıyla o rûh tek başına bir saf, diğer meleklerin tümü de diğer bir saf halinde duracaklar. Böylece rûh'un yaratılışının büyüklüğü, bütün meleklerin safına denk olur. Bazıları da, "Hayır, onlar birden çok saflar halinde duracaklardır. Zira Hak teâlâ, "Rabbin ve melekler saf saf gelirler..." (Fecr. 22) buyurmuştur. İstisna Edilenler Kimdir? Ayetteki "istisna" kim ile ilgilidir? Bu hususta iki görüş vardır: a) Bu, hem o rûh, hem de meleklerle ilgilidir. Bu durumda ayet, o ruhun ve meleklerin, ancak şu iki şart mevcut olduğunda konuşabilecekleridir: Birincisi, Allahü teâlâ'nın onlara izin vermesidir. Bunun bir benzeri de, "O'nun izni olmaksızın, O'nun katında kim şefaat edebilir" (Bakara,255) ayetinin beyan ettiği husustur. Buna göre mana, "Onlar, Allah'ın izni olmadan konuşamazlar" şeklinde olur. İkincisi, doğru konuşma şartıdır. Buna göre eğer, "Allahü teâlâ, onlara, konuşma izni verince, bu konuşmanın doğru olacağında hiç şüphe yoktur, öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın "ve doğruyu söyleyecekler" buyurmasının hikmeti nedir", denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verilir?" 1) Rahman, bunlara mutlak (genel) manada konuşma izni vermiştir. Ama onlar, bu izin verilince, sadece doğruyu konuşurlar. Buna göre, sanki, "Onlar, ancak konuşmalarına müsaade edildikten sonra konuşurlar. Bu müsaade verilince de, son derece titiz davranarak, ancak doğru ve gerçek olduğunu ancak söylerler" denilmek istenmiştir. Bu, onların alabildiğine bir taat ve kulluk içinde olduklarını ifade eder. 2) Ayetin takdiri, "Onlar ancak Allah'ın müsaadeettiği ve doğru söyleyen kimseler hakkında konuşurlar" şeklindedir ki buna göre mana, "Onlar ancak Allahü teâlâ'nın şefaat edilmesine izin verdiği doğru sözlü kimseler hakkında konuşup şefaat edenler" şeklindedir. Bu görüşü benimseyenler, bu ayette, bunların günahkarlara şefaat edecekleri neticesini çıkarmışlardır. Çünkü bu günahkarlar, doğru sözlü kimselerdir. Onların doğru sözü de, Allahü teâlâ'dan başka ilah olmadığına şehadet edişleridir. Çünkü ayetteki, "ve doğru söylerler" ifadesinin yerini bulması için, kişinin tek bir doğruyu söylemiş olması yeterlidir. Binâenaleyh ya sözlerin en doğrusu ve cümlelerin en kıymetlisi olan kelime-i şehadeti söyleyen için durum nasıl olur. b) Buradaki istisna, sadece meleklerle ilgili olmayıp, bütün yerdeki gökteki mahlukatla ilgilidir. Fakat birinci görüş daha evladır. Çünkü zamirin en yakına raci olması, daha evladır. (Fiile en yakın olan da meleklerdir. Dolayısıyla fiilin faili zamirinin onlara raci olması daha uygun olur.) Va'din Gerçekleşeceği Gün Bil ki Allahü teâlâ mükelleflerin, mükafaat ve ceza dereceleri bakımından hallerini anlatınca, bundan sonra kıyamet gününün büyüklüğünü de anlatmak üzere şöyle buyurmuştur: 39"İşte bu hak olan o gündür. O halde dileyen, Rabbine bir dönüş ve gidiş yolu edinsin". Hak Kelimesinin Manası Ayetin başındaki işte bu ifadeyi, daha önce geçen hususa bir işarettir. Bu "gün"ün, "hak" sıfatı ile nitelenmesi hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) O günde her türlü hak, tahakkuk eder ve her türtü batıl yerle bir olur. Binâenaleyh bugün, bu manada kâmil (tam) bir gün olduğu için, mahza "hak" olarak nitelenmiştir. Bu tıpkı, kendisinde çokça hayırlar bulunduğu için bir kimse için, "Falanca baştan aşağıya hayırdır" denilmesi gibidir. Ayetteki, "işte bu gerçek olan o gündür" ifadesi, o günün hak, onun dışındaki günlerin batıl olduğunu ifade eder. Çünkü dünya günlerinin batıl olanları, hak olanlarından daha çoktur. 2) Hak, var olan - evcud olan demektir. İşte bu manada, "Allah hakdır" denilmiştir ki bu da, "O, yok olması imkansız olan bir mevcuttur" demektir. Kıyamet günü haktır. 3) O gün, kendisi için "gün" denilebilecek bir gündür. Çünkü o günde sırlar çözülür, herşey ortaya çıkar. Fakat dünya günlerinde, herkesin halleri saklı, gizli ve meçhuldür. Ayetteki, "O halde dileyen, Rabbine bir dönüş ve gidiş yolu edinsin" cümlesine gelince, Mu'tezile buna dayanarak, kulun (geçerli) bir iradesi bulunduğunu söylemiştir. Ehl-i sünnet alimlerimiz de, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu ayetin tefsiri hususunda şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Allahü teâlâ'nın hakkında her dilediği kimseyi, o kimse Rabbisine bir dönüş yolu buluncaya kadar, onu ona sevkeder." Yakın Gerçek Cenâb-ı Hak daha sonra kafirleri iyice tehdid etmek için şöyle buyurmuştur: 40"Gerçekten, Biz size yakın bir azabın tehlikesini haber verdik. O gün, iki elinin önceden yaptığı ne ise ona bakacak. Kafir ise, "Ah, ne olurdu keşke ben toprak olsaydım" diyecek". Cenâb-ı Hak buradaki "yakın bir azafe" ile, ahiret azabını kastetmiştir. Çünkü her gelecek, yakındır. Bu tıpkı, "Onlar bunu görecekleri gün, sanki (dünyada) bir akşamdan, yahut bir kuşluktan başka durmamış gibi olacaklar" (Naziat, 46) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak, bu haber verişe, "inzar" adını verdi. Çünkü O, bunu böyle tavsif edince, bu, son derece korkutucu bir durum arzetmiş oldu. Zaten "inzar" da bu demektir. Amellerin, İnsanın önüne Gelmesi Daha sonra Hak Tealâ, "O gün kişi, iki elinin önceden yaptığı ne ise ona bakacak" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var: Birinci Mesele Buradaki edatı hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Bu, fiili ile mansub, bir istifham edatıdır. Manası, "O, her iki elinin ne yapıp, sunmuş olduğuna bakar" şeklindedir. b) Bu, manasında ism-i mevsuldür. Bu ism-i mevsul, (bakar) fiili ile mansubtur (yani onun mef ulüdür). Buna göre mana, "Kişi, her iki elinin yapıp sunduğu şeye bakar" şeklindedir. Fakat bu ikinci takdire göre, ayette şöyle iki hazif söz konusu olur: 1) denilmemiş, aksine buyurulmuştur. Binâenaleyh buradaki "ha" zamiri hazfedil mistir. 2) denilmemiş, aksine buyurulmuştur. Çünkü ifadesi, yerindedir. İkinci Mesele Ayetle ilgili olarak şöyle üç görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: En zahir olan bu görüşe göre, ayette geçen "kişi", herkesi içine alan genel bir ifadedir. Çünkü mükellef, eğer muttakilere yakışan ameller yapmış ise, bunun için büyük bir mükafaat; yok eğer kafirlerin ameli gibi ameller yapıp sunmuş ise, bunun için de Allahü teâlâ'nın anlattığı o cezalar söz konusudur. Binâenaleyh mahşerdeki her mükellefin, bu iki şey dışında umup gözlediği bir şey yoktur. O halde, "O gün kişi, iki elinin önceden yaptığı ne ise ona bakacak" ifadesi ile anlatılmak istenen işte budur. Binâenaleyh kişi, ebrârın (iyilerin) amellerinden yapmış ise ona müjdeler olsun; yok eğer fâcirlerin ameli gibi ameller işlemiş ise, ona da şiddetli azab olsun, yazıklar olsun. İkinci Görüş: bu görüş, Ata'nındır. Ona göre bu "kişi" ile, kâfir(ler) kastedilmiştir. Çünkü mü'min, her iki elinin ne sunduğunu, yani dünyada iken yaptıklarının neticesini beklediği gibi, Allah'ın af ve rahmetini de bekler. Ama sadece azab görecek olan kafir, ancak iki elinin yaptıklarının neticesini görür. Zira onun başına gelecek o ilahî ceza, ancak yaptığı kötü işlerden ötürüdür. Üçüncü Görüş: Bu Hasan el-Basrî ve Katads'nin görüşüdür. Onlara göre, bu "kişi" ile mü'min kastedilmiştir. Bunlar görüşlerine şu iki şeyi delil getirmişlerdir: 1) Allahü teâlâ hemen bu ifadenin peşinden, "Kafir ise, "Ah, ne olurdu keşke ben toprak olsaydım" diyecek" ifadesini getirmiştir. Bu son ifade, kafirin halini anlattığına göre, bundan önceki ifadenin de, mü'minin halini ortaya koyan bir ifade olması gerekir. 2) Mü'min, iyi ve kötü amellerde bulunduğu için, Allahü teâlâ'nın huzurunda, hem bir korku, hem de bir ümit içindedir. Dolayısıyla o anda neler olacağını, gözlemektedir. Kafir ise, zaten ilahi cezayı hakettiğini iyice anlamıştır. Binâenaleyh bunun, o anda nasıl bir durum ortaya çıkacağını merak etmesi söz konusu değil. Çünkü kesin bilgi bulunan hususta, artık bekleme-gözleme yoktur. Vâd ve Vaîd İyi ve güzel şeylerin mükafaatı, kötü ve çirkin şeylerin İse ilahi cezayı muhakkak gerektirdiğini savunan (Mu'tezile), bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Eğer durum böyle olmasaydı, kişi yaptığı amele göre, ne mükafaat ne ceza beklerdi. Aksine bu ayette bahsedilen bekleme - gözleme, başka birşeyden ötürü olurdu." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Ameller, bir mükafaat ve cezayı gerektirir, ama "amel" olduğu için değil. Aksine, Cenâb-ı Hak, onun için bir mükafaat ve ceza vereceği va'dinde bulunduğundan dolayıdır. Kafirin "Keşke Toprak Olsaydım" Demesi Hak teâlâ'nın "Kafir ise, "Ah, ne olurdu keşke ben toprak olsaydım" diyecek" ayetiyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: 1) Kişi, kıyamet günü elleriyle yapıp (İşlediği amellerin) karşılığını bekler: Mü'min, imanını ve Hak teâlâ'nın "Allah, kendisine şirk koşulmasının dışında, her türlü günahı, dilediği kimseler için bağışlayabilir" (Nisa, 48) şeklindeki fermanından ötürü, günahlarından affını bulur, bunlarla karşılaşır. Kafir ise, Hak teâlâ'nın "Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz" (Nisa, 48) fermanından ötürü, aff diye birşey umamaz. İşte bu anda kafir, "Keşke toprak oluverseydim" der. Bu, "Keşke dünyada iken, mükellef bir canlı olmasaydım" demektir. 2) Kafir, öldükten sonra dirilmezden önce toprak haline gelmişti. Buna göre, "Keşke ben, hesab için yeniden diriltil meşeydim ve toprak halinde bırakılsaydım" demek ister. Bu yönüyle ayet, tıpkı, "Keşke o ölüm, kesin bir son verici olsaydı" (Hakka. 27) ve "O gün kaftler ve Resulüllah'a isyan edenler, yerle bir olmalarını arzu ederler" (Nisa, 42) ayetleri gibidir. 3) Hayvanlar da diriltilip mahşer meydanında toplanacaklar. Böylece boynuzsuzun hakkı, ona (eziyet vermiş olan) boynuzludan alınacak. Daha sonra bu hesaplar tamamen bitince, o hayvanlara, "Toprak olunuz" emri verilecek. İşte bu anda kafir, kendisinin de onlar gibi toprak olarak, Allah'ın azabından kurtulmasını arzu edecek. Mu'tezile'den bazıları, bu son izahı kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ hayvanları yeniden dirilttiğinde bunlar ya İvaz verilerek zarariı telafi edilenler veya kendisine üstün gelinenler şeklinde iki kısım oldular." Böyle olunca da, hayvanları faydadan tamamen kesmek (hayatlarına son vermek) caiz değildir. Çünkü bu onlara, zarar verme gibi birşey olur. Halbuki ahirette zarar verme, haksızlık yapma diye bir şey olamaz." Mu'tezile, sözlerine devamla, "Bu hayvanlar, görevlerini yerine getirdiklerinde, Allahü teâlâ, güzellerini, cennetlikler için mükafaat, çirkinleri de, cehennemliklerin bir cezası haline getirir" demişlerdir. Kâdi şöyle der: "Allahü teâlâ, bu hayvanların, yaptıklarının karşılıklarını tastamam verip, bunlar da akılları olmadığı için, Cenâb-ı Hakk'ın bunların hayatlarını, bir acı duymayacakları bir şekilde yok etmesi mümkündür. Dolayısıyla bu onlar için, bir zarar - bir haksızlık sayılmaz." 4) Sofilerden biri şunu demiştir: "Ayetteki, "Ah ne olurdu keşke ben toprak olsaydım" ifadesi, "Ah keşke ben, Allah'a itaatta baş eğip, mütevazı olsaydım, direten, karşı koyan böbürlenen birisi olmasaydım" manasınadır." 5) Kafir İblis, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in ve zürriyetinin elde ettiği mükafaatları görünce, "Sen beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın"(A'raf, 12) diyerek önemsemediği Hazret-i Adem (sallallahü aleyhi ve sellem) cinsinden olmayı temenni eder ve böyle der. Muradını ve kitabının sırlarını en İyi bilen Allah Tealâ'dır. Saiat-u selâm efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ailesine ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿