3"Onlar birbirlerine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilaf edici oldukları, o büyük haberi (mi)?". Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesinin aslı, kendisine istifham (......)'sının bitiştiği bir harf-i cerdir. Hassan (r.h) da, "Küller içinde ağzından köpükler saçan bir domuz gibi, o âdî herif, niçin beni kınamaya koyuldu?" şeklindeki beytinde diyerek, istifham ile harf-i cerri birarada kullanmıştır. Ama daha çok, istifham (......)'sının elifi hazfedilerek kullanılmaktadır. Aslı üzere kullanılması ise, hemen hemen nadirdir. Alimler istifham (......)'sının elifinin hazfedilmesinin sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Zeccac şöyle der: "Çünkü mim, ğunne'de elifle müşterektir. Böylece de, mim ile elif, aynı cins iki harf gibi olmuş olurlar." 2) Cürcanî de şöyle der: "Arablar, (......)'yi istifham için kullandıklarında, bununla, isim olan (......)'nın arasını ayırmak için, elifi hazfederek, mesel ve derler. 3) Alimler şöyle demektedirler: harf-i cerle bir araya geldiği için, elif hazf edilmiştir. Böylece de, onun bir cüz'ü oluvermiştir. Dolayısıyla bu hazf, bu iki kelimenin birbiriyle iyice kaynaştığının bir ifadesi olmuş olur. 4) Bir hazfın sebebi, telaffuzda bir hafiflik meydana getirmektir. Çünkü bu ifâde, çokça kullanılan bir ifadedir. Ayetteki, ifâdesi, bir soru; ifadesi de, bu sorunun cevabı olup, soruyu hem soran, hem de cevaplayan, Cenâb-ı Hak'tır. Bu da, Allahü teâlâ'nın gaybı, bundan da öte bütün malumatı bildiğini gösterir. Buna göre şayet, "Cevabın soru ile beraber getirilmesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki, bir sözü soru-cevaplı bir ortamda getirmek, onu, daha fazla anlatır ve daha fazla izah etmiş olur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu gün mülk kimindir? Tek ve kahhâr olan Allah'ın..." (Mü'min, 16) ayetidir. İkrime ve isa Ibn Ömer, ifadeyi, (......) şeklinde okumuşlardır ki, aslı da budur. İbn Kesir'in de hâ-i sekte ile, (ammeh) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bu durumda, bu kelime, ya vasi hali vakf haline konularak okunur; yahut da, vakf yapılır, sonra da yeniden, (......) şeklinde okunmaya başlanır. Bu okuyuş, bu ifadenin başında bir fiilinin takdir edilmesine göredir. Çünkü, bundan sonra gelen kısım, onu tefsir etmektedir. O halde bu ifade, tıpkı, önce mübhem olup, sonra da tefsir edilmiş olan bir ifade gibi olmuş olur. (......) eşyanın mahiyetini ve hakikatini soruşturmak için vaz edilmiş bir lafızdır. Nitekim sen, mahiyetlerini ve hakikatlerini araştırmayı kastederek, "Melek nedir?" "Ruh nedir?" ve "Cin nedir?" şeklinde ifadeler kullanırsın ki, bu, bu soruşturulan ve öğrenilmek istenen şeyin meçhul olmasını gerektirir. Sonra, bu büyüklüğünden, mertebesinin yüksek oluşundan ve aklın, künhünü kuşatmaktan aciz kaldığı bu şey, neticede yine meçhul olarak kalır. Böylece de, bu lafzıyla, öğrenilmek istenen bu İstek ile o büyük şey arasında, işte bu bakımdan bir benzerlik var demektir. Benzerlik de, bir ifadenin, mecazi olmasını sağlayan sebeplerden birisidir. İşte bu yolla, lafzı, o öğrenilmek istenen şeyin halinin ve durumunun büyüklüğüne ve derecesinin yüceliğine bir delil kılınmış olur ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Siccînin ne olduğunu nereden bileceksin sen?"(Beled, 12) ifadeleri de işte böyledir. Ve yine sen, bu manada "Zeyd? Zeyd kimdir bilir misin?" dersin. "Tesaül", "kişilerin karşılıklı olarak biribirlerine sormaları" demek olup; "biribirlerine karşılık verdiler" demek olan "tekabül" gibidir. Bu kelime, bazan birinden diğerine bir soru olmasa dahi, "konuşuyorlar" manasına da kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kimi kimine dönüp sorarlar, içlerinden bir sözcü der ki: "Ha sahi, benim bir arkadaşım vardı. Bana: "Gerçekten sen de kati inananlardan mısın?" derdi" (Saffat, 50-52) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifade, karşılıklı konuşma manasına geldiğinin delilidir. Böylece ayetin manası, "Ne hakkında konuşup duruyorlar?" şeklinde olmuş olur. Bu Ferra'nın görüşüdür. Bu sorup durdukları bildirilen insanlar kimlerdir? Bu hususta şöyle birkaç ihtimal vardır: Soranların Kafirler Olma İhtimali Birinci İhtimal: Bunlar kafirlerdir. Delili ise, Hak teâlâ'nın, "Hayır hayır, ileride bilecekler. Yine hayır hayır, ileride bilecekler onlar" (Nebe, 4-5) ayetleridir. (......) ve (......) ifadelerindeki çoğul zamirler de, aynı şeye racidir. "Hayır, hayır ileride bilecekler..." ayeti ise bir tehdiddir. Tehdid ise, ancak kafirlere uygun düşer. Böylece, (soruşturuyorlar) ifadesindeki zamirin (failin) kafirlere ait olduğu sabit olmuş olur. Buna göre eğer, "Peki o halde, kafirler hasrın inkarı hususunda müttefik iken, burada Hak teâlâ'nın, "hakkında ihtilaf edici oldukları..." buyurmasını nasıl tefsir edersin?" denilirse, biz deriz ki: O kafirlerin, hasrı inkar hususunda müttefik olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü kimi kafirler, ruhanî me'ismi (ruhî ahiret hayatını) kabul ederler ki bu, hristiyanların çoğunun inancıdır. Maddi (bedenî-ruhî) ahiret hayatına gelince, kimileri bu hususta şüpheye düşmüşlerdir. Bu tıpkı, "O der ki,"Ben kıyametin kopacağını sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülecek olursam, benim için O'nun katında en güzel bir mükafaat olacaktır" (Fussilet. 50) ayetinde anlatıldığı gibidir. Kafirlerden kimi de inkarda ısrar ederek, "Bizim ancak dünya hayatımız vardır. Ölürüz yaşarız. Öldükten sonra artık diriltilmeyiz (En'âm, 29-Casiye, 24) derler. Kimi de ölümden sonra dirilişi kabul eder, ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkar eder. O halde bu demektir ki: Onlar bu konuda ihtilaf içindedirler. Hem farzedelim ki onların hepsi öldükten sonra dirilmeyi inkar ediyorlar. Ne var ki belki de onlar bunu inkar ediş şeklinde ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri, hür irade sahibi bir Yaratıcıyı kabul etmediği için, bu dirilişi inkar ederken; kimileri de ma'dûmu (yoku) yeniden var etmenin, aslında imkansız olduğuna inandığı için bunu inkar eder. Bu kimseye göre, kadir ve irade sahibi olan zat, ancak aslında mümkün olan şeylere kadirdir. İşte, "ihtilaf edici oldukları..." ifadesinden kastedilen budur. Soranların Mü'min ve Kafirler Olması? İkinci İhtimal: Ayette, karşılıklı birbirine soruşturduktan belirtilen kimseler, kafirler ve mü'minlerdir. Bu iki gurub da bunu soruştururlar. Mü'minler, dinlerindeki basiret ve yakinlerini daha ileri dereceye götürmek için, bunu araştırır-soruştururlar. Kafirler ise, ya alay etmek, yahut da bu konuda bir takım şüpheler ortaya atmak için soruştururlar. Üçüncü İhtimal: Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e soru sorup, "Bizi tehdid edip durduğun bu ahiret işi ne zaman?" derler. Hak teâlâ'nın "O mühim haberi..." ifadesi ile ilgili olarak şöyle birkaç mesele var: Müfessirler, "nebe-i azîm" (büyük haber)in ne demek olduğu hususunda şu üç görüşü belirtmişlerdir. Birinci Görüş: Bununla kıyamet kastedilmiştir. Doğruya en yakın olan da budur: Delilleri şunlardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, buradaki, "ileride bilecekler"(Nebe, 4) ayetidir. Görünen odur ki bu ifade ile, "Onlar bu soruşturdukları şeyi, bunu anlamalarının kendilerine bir fayda vermeyecği bir zamanda bilecekler" manası kastedilmiştir. Bu zamanın, kıyamet günü olduğu malumdur. 2) Allahü teâlâ, "Biz yeri bir beşik yapmadık mı?.. O gün sûra üfürölecek de hepiniz bölük bölük geleceksiniz" (Nebe, 6-18) ayetleri ile, kendisinin bütün mümkinata (herseye) kadir olduğunu beyan buyurmuştur ki bu, Allahü teâlâ'nın bu mukaddimeyi, Kendisini kıyamete gücü yeteceğini beyan etmek için yapmış olduğunu gösterir. Hak teâlâ'nın, bu sûredeki aklî delillerle isbat etmek istediği şey, bu mesele olunca, onların biribirlerine sordukları bu "nebe-i azîm "in kıyamet günü olduğu sabit olmuş olur. 3) Azîm, bu günün ismidir. Delili ise, Hak teâlâ'nın, "Bunlar, büyük bir gün için, diriltileceklerini sanmazlar mı.." (Mutaffifin, 4-5) ve "De ki: "Bu, sizin kendisinden yüz çevirdiğiniz nebe-i azimdir" (Sad, 67-68) ayetleridir. Bir de, bu gün, herşeyin en büyüğüdür. Çünkü bugün, mahlukatın çığlıklarının ve korkularının en ileri olduğu gündür. Dolayısıyla azîm (büyük) ismini buna vermek uygun düşer. İkinci Görüş: Nebe-i azim ile Kur'an kastedilmiştir. Bu görüşte olanlar şu iki şeyi delil getirmişlerdir: 1) O kafirlerin, hakkında ihtilaf ettikleri nebe-i azîm (büyük haber), Kur'ân-ı Kerim'dir. Çünkü bir kısmı onu şiir, bir kısmı sihir sayarken, bir kısmı da, "Bu evvelkilerin uydurdukları masallardır" demişlerdir. Öldükten sonra diriliş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti meselelerine günce, onlar bu iki hususu inkarda müttefiktirler. Bu izah zayıftır. Çünkü biz, bu ihtilafın diriliş konusunda olduğunu biraz önce anlatmıştık. 2) Nebe', haber verilen şeyin değil, haberin adıdır. Binâenaleyh nebe', kelimesini "Kur'ân" diye tefsir etmek, "öldükten sonra dirilme" veya "nübüvvet" diye tefsir etmekten daha evladır. Çünkü bunlar, aslında haber değil, kendisinden haber verilen şeylerdir. Bu görüşü, Kur'ân'ın, zikir, tezkire, zikrâ, hidayet ve hadis gibi (masdar-isimlerle), adlandırılmış olması da destekler. Şu halde neb'e ismi, Öldükten sonra dirilme ve nübüvvetten çok, Kur'ân'a uygun düşer. Bu delile şöyle cevap verilir: Nebe' ismi bu lafızlara daha uygun düştüğüne göre, azîm İsmi de kıyamete ve nübüvvete daha uygun düşer. Çünkü lafızlar için "azîm" kullanılmaz. Azîmlik (azamet), manalardadır. Bu delilin sahipleri, "Kur'ân da, fesahat ve pek çok ilimler ihtiva etmesi bakımından azimdir" diyebilirler. Buna da, "Azim lafzı maddelerde hakikî, maddelerin dışında ise mecazi manadadır" diyerek cevap verilebilir. Böyle bir çatışma bulunduğuna göre, geriye bizim delillerimiz sapasağlam kalır. Üçüncü Görüş: Nebe-i azîm, İle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği kastedilmiştir. Bu görüşü ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilince, onlar kendi aralarında, "Neden bahsediyor, ne söylüyor?" diye biribirterine soruşturmaya başladılar. Allahü teâlâda bu ayetleri indirdi. Bu böyledir, çünkü onlar, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in, kendilerine peygamber olarak göndermesine şaşakalmalardı. Nitekim Hak teâlâ bunu,"Kendilerinden bir imar edici geldi diye hayrete düştüler de, "Bu şaşılacak birşey" dediler" (Araf, 2) ayetinde beyan etmiştir. Yine bu kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine tevhid inancını getirişine de şaşmışlardır. Hak teâlâ bunu da, "O, birkaç ilahı, tek bir ilah mı yapıyor. Şüphesiz bu, çok şaşılacak birşey (dediler)" (Sad, 5) ayetiyle ifade etmiştir. Böylece Allahü teâlâ, onların hayret içinde biribirlerine sordukları bu tür soruları, ifadesiyle anlatmak istemiştir. Bu ayetin, kendinden öncekilerle ilgi ve münasebeti hususunda da şu izahlar yapılabilir: a) Basralıların görüşüne göre, ifadesi, tam bir cümledir. Hak teâlâ bundan sonra, diyerek söze başlamıştır ki bu ifadenin takdiri,"Büyük haberden soruşturup duruyorlar" şeklindedir. Fakat fiili, ikinci cümlenin başından hazfedilmiştir. Çünkü bu fiilin birinci ayette yer alışı, bu hazfin delilidir. b) Bu ifade, kendinden öncekilerle ilgili bir soru olup, takdiri, "Onlar birbirine neyi soruşturuyorlar? Hakkında ihtilaf ettikleri o büyük haberi mi?" şeklindedir. Fakat birincisinin hemen peşinden geldiği için, birincisinde yer alan istifham ile yetinilmiştir ve bu ikinci ifade, birinci istifhamın bir tercümesi ve açıklaması gibidir. Nitekim, (saffat, 16) ayetindeki elifin kesresiyle, şeklinde de okunmşutur. (Yani buradaki istifham hemzesi, birincinin delaletiyle hazf edilmiştir). Çünkü onların bu izahları, aslında öldükten sonra dirilmeyi inkar içindir. Fakat sözün ta başında bir istifham (soru) yer alınca, bununla yetinilmiştir. İşte burada da böyledir. c) Küfelilerin tercihine göre, ikinci ayet, "Hangi şey için o büyük haberden soruyorlar?" takdirinde olmak üzere, birinciyle ilgilidir. Buna göre aslında manaca (niçin, hangi şey için) takdirindedir. Bu görüş, Ferra'nındır. |
﴾ 3 ﴿