NÂZİAT SÛRESİ

Kırkaltı ayet olup, Mekkîdir.

1

Âyetin tefsiri için bak:5

2

Âyetin tefsiri için bak:5

3

Âyetin tefsiri için bak:5

4

Âyetin tefsiri için bak:5

5

"Andolsun, boğulmuş olan ruhlarını ta derinliklerden söküp koparan; rıfk ile çıkaranlara... Andolsun, yüzüp de, öncül olarak koşan, bir de işi yönetenlere".

Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır:

Baştaki Beş Sıfat

Birinci Mesele

Bil ki, bu beş cümlenin, tek bir şeyin sıfatı olması ihtimali olduğu gibi, böyle olmama ihtimali de vardır.

1. Nâziat

Birinci İhtimale göre, alimler bu ayetler hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Bütûn bunlar, meleklerle ilgili sıfatlardır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, ayeti ile, insanoğlunun canını çekip alan melekler kastedilmiştir. Binâenaleyh, melekler, kafirlerin canlarını alırken, onu, çok şiddetli biçimde çekip alırlar. Bu manada maddesi, Arapların, deyimlerinden alınmıştır. Çünkü Arapça'da, okun yayı demir kısmına dayanıncaya kadar çekildiğine, ifadesi kullanılır. Buna göre ayetin takdiri, şeklinde olur. Arapça'da, gark ve ığrâk maddeleri aynı manadadır.

2. Naşitat

(......) ayetine gelince, "en-neşt" çekmek demektir. Nitekim Arapça'da, "Kovayı kuyudan (suyu dökülmesin diye), yavaş yavaş çektiğinde, denilir. Bu ifade ile de, mü'minlerin ruhunu çekip alan, kabzeden melekler kastedilmiştir. Biz "en-nez" ile "en-neşt" arasındaki farktan dolayı, bu ifadeyi mü'minlere; birinci ifadeyi de kafirlere tahsis ettik. O halde bu demektir ki en-nez, sert bir biçimde çekmek; en-nest ise, yumuşaklık ve yavaşça çekip almak demektir. Binâenaleyh bu demektir ki, mü'minlerin ruhlarını, tıpkı, kovanın kuyudan (suyu dökülmesin diye) yavaşça çekilmesi gibi, çekip alırlar. Netice-i kelâm, Cenâb-ı Hak, ifadeleriyle, ölüm meleğine ve onun yardımcılarına yemin etmiştir. Ancak ne var ki, birincisi, kafirlerin canlarının nasıl alındığına; ikincisi de, mü'minlerin ruhlarının nasıl kabzedildiğine bir işarettir.

3. Sabihat

Cenab-ı Hakk'ın, "yüzüp de... e gelince" ifâdesine gelince, bu görüşte olanlardan kimileri bu ifadeyi de, canlan alan meleklere tahsis ederlerken, kimileri bu ifadeyi, diğer melek grupları manasına hamletmişlerdir. Bu manalardan birincisine gelince, Hazret-i Ali, İbn Abbas ve Mesrûk'tan, meleklerin mü'minlerin ruhlarını, çok yavaş biçimde ve yumuşakça çekip aldıkları nakledilmiştir ki, işte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinden, kastedilen husustur. Derken o melekler, mü'minin canını alırken, yavaş yavaş, aralıklarla alırlar ve o ruhu, tıpkı, suda yüzen bir kimsenin yüzmesi gibi, çok yumuşak ve sezdirmeden almaya çalışırlar. Çünkü, suda yüzen kimse de, boğulmasın diye, çok yavaş hareket eder. Aynen bunun gibi, melekler de, mü'min kimsenin canını alırken, ona herhangi bir an ve şiddet dokunmasın diye, bu işte son derece şefkatli davranırlar. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinden kastedilen budur.

Bunu, diğer melekler manasına alanlara gelince, onlar da şöyle demişlerdir: Melekler, gökyüzünden çok hızlı biçimde inerler. Böylece, onların semadan inişleri, tıpkı, suda yüzen kimsenin yüzmesine benzetilmiştir. Çünkü Araplar, iyi cins atlara (yarış atlarına), sabin (yüzen) derler.

4. Sabıkat

"öncü olarak koşanlara..." ayetine gelince, bu görüşte olanlardan kimileri, bu kelimeyi de, "ruhları alan melekler" manasına almışlar ve bunların, kâfirlerin ruhlarını chenneme, mü'minlerin ruhlarını da cennete hızlı biçimde götürdüklerini söylemişlerdir Yine bu görüşte olanlardan, bu kelimeyi, diğer melekler grubu, anlamına alanlar da vardır.

Daha sonra, bu görüşte olanlar, müsabaka ve koşmanın ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Mücâhid ve Ebû Ravk, meleklerin, iman ve taat hususunda, insanoğlunu geçtiğini; hayır ve güzel şeylerde öncü olmanın ise, büyük bir derece olduğunda şüphe olmadığını, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, "öne geçenler, öne geçenler! İşte bunlardır yakınlaştırılmış olanlar!"(Vakıa, 10-11) buyurduğunu söylemiştir.

2) Ferrâ ve Zeccâc da, meleklerin, peygamberlere vahiy getirme hususunda şeytanları geçtiklerini; çünkü şeytanların, kulak hırsızlığı yaptığını söylemişlerdir.

3) Buradaki bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın, melekleri niteleyerek, buyurduğu "Söz hususunda O'nun önüne geçemezler" (Enbiya, 27) ifadesinin kastedilmiş olması muhtemeldir. Yani, "O melekler, Allah'ın celalini tazimde bulundukları ve O'nun heybetinden çekindikleri için, kendilerine müsaade edilmezden önce ne bir harekette bulunurlar, ne de konuşurlar" demektir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak burada melekleri, "koşma" İle nitelemiştir ki, bu da, "Onlara emr-i ilahi geldiğinde, onlar, derhal bu emre uyma hususunda yarışırlar ve Allah'ın emrine olan inkiyadlarını İzhar etme hususunda birbirleriyle müsabaka yaparlar" demektir. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın ayetinden kastedilen de budur.

5. Müdebbirat

"Bir de işi, tedbir edenlere..." ayetine gelince, ulema, bu kelime ile meleklerin kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu cümleden olarak mesela Mukâtil Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, Cebrail'i, Mikail'i, İsrafil'i ve Azrail (aleyhisselâm)'i kastettiğini ve bunların yerdekiler arasında, Allah'ın emirlerini yerine getirdiklerini söylemiştir ki, Cenâb-ı Hakk'ın "işi taksim edenlere..." (Zariyât. 4) kasemi ile kastedilenlerdir. Cebrail (aleyhisselâm), rüzgarlar ve melekler ordusuyla; Mikâil (aleyhisselâm), yağmurlar ve bitkilerle; Azrail (aleyhisselâm), canları almakla görevlidirler. İsrafil (aleyhisselâm)'e gelince, bu da, yeryüzündekiler üzerinde bulunanların aleyhine olacak şeyleri indirir. Meleklerden kimileri de insan oğlunu korumakla; kimileri, onların amellerini yazmakla ve kimileri de, yere batırma, nusk (hilkati değiştirme), rüzgar, bulut ve yağmurlarla görevlidirler. Geriye, bu ayetle ilgili olarak İki soru kalmaktadır.

Emn Kelimesinin Tekil Kullanılması

Birinci Soru: Peki, niçin Cenâb-ı Hak, demeyip, buyurdu? Çünkü onlar, bir değil, pekçok işi idare etmekle görevlidirler.

Cevap: keliemsiyle, cins kastedilmiştir. Cins kastedilince de, kelime çoğul anlamında olmuş olur.

Mecazi ve Hakiki Fail

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, bütün her şeyin kendisine ait olduğunu bildirmiştir. (Mesela, Al-i İmran, 154). Peki daha nasıl burada, meleklerin de tedbir-i umurda bulunduğunu söylemiştir?

Cevap: Bu işleri aslında yapan O olduğu için, "bütün işler O'nundur" buyurulmuştur.

Meleklerin Mahiyetleri

Bu konuda müfessirlerin söyledikleri şeylerin özeti bundan ibarettir.

Bence bu hususta bir diğer açıklama daha yapılabilir: Meleklerin, hem selbî hem de izafî sıfatları vardır. Selbî olanlarına gelince, mesela meleklerin, şehvet, gazab, kötü huylar, Ölüm, ihtiyarlama, hastalık, uzuvlardan mürekkeb olma, unsurlardan mürekkeb olma ve parçaları bulunma... vb. şeylerden beridirler. Tam aksine bunlar, bütün bu hallerden ve vasıflardan beri olan, bir takım ruhani cevherlerdir. Binaenaleyh, ifadesi, bu meleklerin, bütün bu sayılan hallerden tamamiyle uzak ve beri olduklarına bir işarettir. Bu tefsire göre, (......) kelimesi, tıpkı "sütlü sütçü" "hurmalı hurmacı" kelimeleri gibi, "uzak olan, bu şeylerden çekilip sıyrılmış olan, uzak kalmış olanlar" anlamında olmuş olur.

iki; ifadesi de, meleklerden bu tür hallerden haris kalmalarının, tıpkı beşer hakkında olduğu gibi, bir mükellefiyet ve zorluk üzere değil, tam aksine, meleklerin, mahiyetleri gereği bu hallerden hariç kaldıklarına ve bu sıfatlardan nezih ve beri olduğuna bir işarettir. Binâenaleyh bu iki cümle, meleklerin selbî sıfatlarını tanıtmaya bir işarettir. Meleklerdeki zafi sıfatlara gelince, bunlarda şu iki kısma ayrılırlar.

a) Onların akli kuvvetlerini açıklamak. Yani, onların, Allah'ın mülkünü ve melekütunu tanımadaki ve celalinin nuruna muttali olmadaki hallerini ortaya koymak... İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak melekleri burada, şu iki vasıfla nitelemiştir.

Birincisi: ifadesidir. Binâenaleyh onlar, fıtratlarının ta başından, yani yaratıldıkları ilk andan itibaren, Allah'ın celal denizinde yüzüyorlar. Allah'ın azametinin ve samadiyyetinin yücelğinin, celal ve kibriyasının nurunun sonu sının olmadığı için, bu meleklerin yüzmelerinin de sonu-sınırı yoktur. Binâenaleyh onlar, hep bu yüzme içindedirler.

İkincisi: ifadesidir. Bu da, o yüzüşte meleklerin mertebe ve derecelerine bir işarettir. Çünkü aynen hayvanların bilgilerinin derecesinin, insanların bilgilerine nisbetle noksan oluşu ve insanların bilgilerinin derecesinin meleklerin bilgilerinin derecesine nisbetle noksan oluşu gibi, o meleklerden bir kısmının derecesi de, diğerlerin kine nisbetle farklı farklıdır ve yine at türü ile insan türü arasında, sıfatlar değil mahiyet itibariyle farklılık bulunduğu gibi, her bir melek arasında da mahiyet itibariyle farklılıklar vardır. Binâenaleyh melekler mahiyet İtibariyle farklı farklı olunca, hiç şüphesiz bilgi dereceleri ve tecelli mertebeleri itibariyle de aralarında fark vardır. İşte, "öncü olarak koşan..." (yarıştıkça yarışan) ifadesi ile kastedilen budur. Dolayısıyla işte bu iki sıfatla (ayetle) anlatılmak İstenen, meleklerin aklî kuvvetlerinin durumudur.

Ayetteki, "Bir de işi tedbir edenlere (yemin olsun ki)" ifadesi de, meleklerin amile (iş gören) kuvvetlerinin durumunu anlatmaya bir İşarettir. Bu böyledir, zira süffî alemin (yeryüzünün) her bir hali, ulvî alemin İmarcısı ve semaratın sakinleri olan meleklerden herbirinin idaresine verilmiştir. Binâenaleyh idare ve tedbir, ancak bilgi ile tam ve mükemmel olduğu için, Hak teâlâ, meleklerin akleden kuvvetlerinin izahını, amel eden kuvvetlerinin izahından önce yapmıştır. Bu anlattıklarım, apaçık ihtimali olan hususlardır. Allah, sözleri ile ne murad ettiğini en iyi bilendir.

Ebû Müslim'in Farklı Tefsiri

Bil ki Ebû Müslim b. Bahr el-İsfehani, ayetin bu ifadelerini melekler manasına almayı tenkid ederek şöyle demiştir: "Nazların müfredi, "nâzlatün"dür. Naziatün kelimesi ise müennes bir lafızdır. Cenâb-ı Hak ise meleklerin müennes olmadıklarını bildirmiş ve kafirlerin, "Rahman'ın kulları olan melekleri, müennes (dişi) saymalarım" (Zuhruf, 19) ayıplamıştır.

Bil ki bu, yaptığımız tefsirle ilgi ve alakası olmayan bir tenkiddir. Çünkü burada kastedilen, "naz" (çekip kopartma) özelliğine sahip varlıklardır. Bu kadarcık bir özellik, buna sahip olan varlıkların müennes olmalarını gerektirmez.

Yıldızların Sıfatları Olarak Tefsir

İkinci Vecih: Ayetteki bu sıfatlarla, yıldızlar anlatılmak istenmiştir. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Yıldızların, "nâziât" diye tavsif edilmeleri ile ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

a) Yıldızlar, sanki yerin altından çıkar ve yerin üstlerine doğru çekilip çıkarılmışlardır. Binâenaleyh bunlar, böyle adeta çekilip çıkarılmış (sökülüp koparılmış) olunca da, nez' sahibi varlıklar" olmuş olurlar. Dolayısıyla da, tıpkı, sütçü için, "lâbin" ve hurmacı için de, "tâmir" denilmesi gibi, bunlara da, "nazia" denilmiştir.

b) Nâziât kelimesi, "Ona çekip gitti..." manasında kullandıkları, (......) ifadesindendir. Vahidî de böyle demektedir. Buna göre o yıldızlar, adeta doğmuşlar, sonra da çekip gitmek ve götürülmek suretiyle batmışlardır.

c) Bu kelime arapların, birşey hareket ettiği zaman kullandıkları, "At gitti" ifadesindendir. Binâenaleyh, "nâziât", belirlenen hareket ile ve çizilen çizgi (yörünge) üzerinde hareket edenlere yemin olsun ki.." manasındadır. Buna göre buradaki, (......) kelimesiyle ilgili şu iki izah yapılabilir:

1) Bu, "nâziât"dan "hâl"dir ve manası, "Yıldızlar, bu çekip gitme ve bu isteme hususunda, adeta buna garkolmuş gibidirler. Bu da, onların bu isteme hususundaki hallerinin mükemmelliğine bir işarettir. Buna göre eğer, "Felekler ve yıldızlar, konuşan birer canlı varlık olmadıklarına göre bunların bu şekilde tavsif etmenin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki, bu, teşbih yoluyla anlatılan bir ifade olup, tıpkı, "Her biri bir felekte (yörüngede) yüzerler" (Yasin. 40) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü vâv-nûn ile yapılan cemiler, akıllı varlıklar için kullanılır. Burada da, bu ifade, yıldızlar için, işte böyle bir teşbihden ötürü kullanılmıştır.

2) Onların, "gark" olmaları demek, batı ufkunda kaybolmaları demektir. Binaenaleyh "nâziât", yıldızların doğuşuna, "gark" sözü de, batışlarına bir işaret olmuş olur, yani, "önce doğan, sonra da gittikçe batan yıldızlara yemin olsun ki..." demek olur. Bu izahı bir kısım müfessir yapmıştır.

Ayetteki, ifadesine gelince, Keşşaf sahibi "Bu, "Onlar, bir burçtan diğer burca çıkanlardır" demek olur. Bu, bir beldeden bir beldeye gidip orada doğduğu zaman, boğa burcu için kullanılan ifâdesindendir" demiştir. Ben de derim ki, bu sözün neticesi, Hak teâlâ'nın, "nâzlât" ifadesinin, bu yıldızların günlük hareketlerine, "naşitât" ifadesinin de, bunların, bir burçtan, diğer bir burca geçişlerine bir işaret olduğuna varıp dayanır. Onların böyle burçtan burca geçişleri, onların yörüngelerine has olarak yapmış oldukları hareketleridir. Yıldızların günlük hareketlerinin, mecburi, bir burçtan diğer bir burca hareketlerinin ise mecburi değil, zatlarından kaynaklanan bir hareket olması şaşılacak bir iştir. Binâenaleyh işte bu sebeple Cenâb-ı Hak, birincisini "nez' " ile, ikincisini de "neşt" kelimesiyle ifade etmiştir. İşte ey aciz insan, bu sırları ve incelikleri bir düşün.

Ayetteki, kasemine gelince, Hasan el-Basrî ve Ebû Ubeyde Allahü teâlâ ikisine de rahmet etsin, bu kelime ile, yıldızların, yörüngelerinde yüzüp gidişlerinin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü bunların fezadaki hareketleri, tıpkı bir yüzme gibidir, işte bundan ötürü Hak teâlâ, "Her biri bir felekte yüzerler" (Yasin, 40) buyurmuştur.

Ayetteki, kasemi, yine Hasan el-Basrî ve Ebû Ubeyde, ya bir kısmının hareketlerinin, diğerlerinden daha hızlı olması, yahut da, kimisinin dönmesi, kimisinin de direkt hareket etmesi sebebiyle biribirleriyle yarışan, biribirlerini geçen yıldızların kastedildiğini söylemişlerdir.

Ayetteki, İyi buyruğu ile ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:

a) Hareketleri ve seyirleri sebebiyle, vakitler biribirinden ayırdedilip seçilmiş olur. Böylece Hak teâlâ'nın da, "Haydi akşama girerken ve sabaha ererken Allah'ı tenzih edin. Göklerde ve yerde Hamd O'nundur. Gündüzün nihayetinde de, öğle vaktine vardığınız vakit de (yine Allah'ı tesbih edin)" (Rum, 17-18); "Sana hilalleri sorarlar. De ki: Onlar insanlar için, vakitleri ve hac zamanını tayin vasıtasıdırlar"(Bakara, 189) ve "Senelerin ve hesabın sayısını bilesiniz diye, (Allah) güneşi bir ışık yaptt..." (Yunus, 5) ayetlerinde ifade ettiği gibi, ibadet vakitleri ortaya çıkmış olur.

Bir de, güneşin hareketi sebebiyle, dört mevsim ortaya çıkar. Dört mevsimin ortaya çıkmasıyla da, insanların farklı farklı geçimleri ortaya çıkar. İşte bundan ötürü, bu ayetlerdeki işler, yıldızlara nisbet edilmiştir.

b) Her cinsin muhdes (mahluk) olduğu delillerle sabit olduğuna göre, bu yıldızların da, kendilerini yoktan var eden bir mucize ve kendilerini yaratan bir sâni'a muhtaç, birer muhdes birer varlık oldukları ortaya çıkar. Şimdi bundan sonra, bunları yaratanın, bunlarda, alemin hallerinde müessir bir kuvvet yarattığını söyleyecek olsak, bu kesinlikle dini (inancı) zedeler birşey olmuş olur. Hernekadar böyle bir kuvvetin olduğunu söylemesek bile, diyoruz ki: Allah Sübhânehû ve Teâlâ, sünnetini (nizamını, metodunu), bu yıldızlardan her birini, dünyada meydana gelen belli hadiselerin meydana gelmesine sebep kılmıştır. Bu tıpkı, yemeyi doymanın; içmeyi, kanmanın; ateşe dokunmayı da yanmanın sebebi kılışı gibidir. Binâenaleyh böyle bir görüşü benimsemek, kesinlikle İslâm'a (imana) zarar vermez. Durumun gerçeğini en iyi bilen ise Allah'dır.

Beş Sıfatın Ruhlara Alt Olması

Üçüncü Vecih: Ayette bahsedilen, bu beş sıfatla, ruhlar kastedilmiştir. Bu böyledir. Zira ölenin ruhu (canı) çekip gider (sökülüp-koparılır). Arapça'da, bir kimse ölümle pençeleştiği zaman, "Falanca nez' halindedir" denilir. Bu çekişme esnasında, ruh çıkar gider. Buna göre, ayetteki, "gark" kelimesi, "ok atanın, yayın kirişini iyice çekip, demir kısmına (tetiğine) takmadan daha fazla bir şekilde çekilen-gerilen" manasındadır. "Nâşitât" da böyledir Çünkü "neşt", çıkmak manasınadır. Bu maddî alakalardan tamamen boşanan ve ulvî birleşmelere arzulu olan bu beşeri ruhlar, bedenin karanlıklarından çıktıktan sonra, bir huzur ve güzellik içerisinde melekler alemine ve kudsî makamlara en hızlı bir biçimde çekip giderler. Böylece, bu halde çekip gidişleri, yüzme ile ifade edilmiştir. Ruhların, dünyadan nefret etme ve ulvi alemde birleşmeyi oraya gitmeyi arzulamadaki derecelerinin farklı farklı oluşunda şüphe yoktur. Binâenaleyh bu bakımdan daha kuvvetli olan ruhların, oraya gidişleri daha önce olur. Bu bakımdan daha zayıf olan ruhların oraya gidişleri ise, daha yavaş ve ağır olur. Ulvî alemdeki şeylerle birleşmek üzere yarışan bu ruhların kıymetli olduklarında şüphe yoktur. İşte bu sebeple, pek yerinde olarak bunlara yemin edilmiştir. Sonra bu yüce ve kıymetli ruhların her birinde, kuvveti ve kıymeti sebebiyle, dünya aleminin hallerinde ortaya çıkacak bir takım tefsirlerin bulunması da uzak bir İhtimal değildir. İşte bu da, ayetteki, "İşi tedbir edenler" ifadesiyle anlatılmıştır.

Rü'yaya Dair

İnsan bazan rüyasında hocasını görüp de ona, problemini sorup, hocasının kendisine yol göstermesi uzak bir ihtimal midir? Yine oğulun, rüyasında babasını görüp, babasının ona gömülü bir hazine yerini söylemesi düşünülemez mi? Calinus, "Hastaydım. Kendimi tedavi edemedim. Rüyamda, nasıl bir ilaç yapmam gerektiğini gösteren birini gördüm" dememiş midir?

Keza Gazali, "Kıymetli ruhlar, bulundukları bedenlerden ayrılıp da, rûh ve beden rakımından, kendine benzeyen bir insana rastladığında, ayrılan o ruhun bu İnsanla alaka kurup, bu bedene hayır işlerinde yardımcı olması, uzak bir ihtimal değildir ve du yardım işine "ilham" denilir. Kötü ruhların yaptığı böylesi işe de "vesvese" ismi verilir" dememiş midir? Bu hususlar, hernekadar müfessirlerden nakledilmiş değil ise de, ayetteki bu ifadenin, bu manaya cidden ihtimali var.

Beş Sıfat Gazilerin Atlarına Ait

Dördüncü Vecih: Ayetteki bu sıfatlar, savaşın gazilerin atlarını anlatmaktadır. Bu atların gemlerinin, onları güçlükle zaptettiğini ifade eder. Bunlar, "nâşitât"dır. Çünkü İslâm beldesinden, darul harbe dolarlar. Bu manada, "nâşitât", nitekim bir oeldeden öbürüne çıkıp giden öküze denir, bu atlar, "saabihat"; gayelerine çabucak ulaştıkları için, "sâbikât" (yarışanlar); galib gelme ve zafer elde etmek için koştukları için de, "müdebbirat..." (işi tedbir edenler)dirler. Atlar bu tedbirin (idarenin) sebebi oldukları için, bu tedbirin onlara isnad edilmesi mecazî anlamdadır.

Beş Sıfat Gazilere Ait

Beşinci Vecih: Ebû Müslim (r.h)'în tercihine göre, bu beş ifade, gazileri (mücahidleri) tavsif etmektedir Naziât ile, onların elleri kastedilmiştir. Çünkü ok atan enseye, "Yayını gerdi"; bu germe işini tastamam yaptığında sonuna tadar gerdiğinde de, denilir. Nasitât ile, oklar kastedilmiştir. Bu da, o okların, atıcıların elinden çıkıp, hedeflerinde icra ettikleri tesirleridir. Çünkü bir şeyi bağından çözüp saldığında, onu bırakmış olursun. İnsanın rahatlaması, hafiflemesi ve huzur bulması manasında, denilişi bu manadadır. Burada, sâbihat (yüzenler) ile, atlar; onların "sebh"i ile de, koşmaları kastedilmiştir. Bu ifadeyle, savaştaki develerin kastedilmiş olması da mümkündür. Ayetteki, "müdebbirat" ifâdesi, "Onun takibcileri vardır" (Ra'd, 11) ayetindeki gibidir. Bununla anlatılmak istenen, o savaşçının, okunu çıkarıp atması, atını koşturması ve destek sağlamak için atını yarıştırması gibi tedbirleridir. Kelimenin müennes oluşu ise, bu işlerin cemî (çok) oluşundan ötürüdür. İşte bu manada, "müdebbirat" denmiştir. Bu ifadeyle, yay ve kement gibi şeyler kastedilmiş olabilir. O zaman bu ifadelerle, ism-i mef'ûl manası kastedilmiş olur.

Bu Sıfatlar Kalbteki Hallerdir

Altıncı Vecih: Bu kelimelerin, Allah'dan başkasından Allah'a dönüş esnasında kalbte meydana gelen derecelerin kastedilmiş olması da mümkündür. Buna göre, "naziât" ile, ya en yüksek kulpa tutunmak için çıkan ruhlar (kalbler), yahut da Allah'dan başkasının sevgisinden sıyrılıp çıkan ruhlar (kalbler) kastedilmiştir. Nazitat ile, bu ruhların maddi bağlarından kurtulduktan sonra tam bir sevinç içerisinde ve ileri bir kuvvette Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın ahlakıyla ahlaklanma çabası içine girişleri anlatılmak istenmiştir. "Sabin ât" kelimesi, o ruhların bu çabadan sonra, melekût aleminde gezişleri ve o denize dalıp, orada yüzüşleri kastedilmiştir.

"Sâbikât", bu ruhların, "seyr Malları" (Allah'a gidiş)deki derecelerinin yarışlarına ve derecelerinin farklılığına, "müdebbirat" kelimesi de, beşerî derecelerin son bulup, melekî derecelerinin ilkiyle birleşmelerine bir işarettir. Binaenaleyh beşerî ruhlar elde edecekleri en son noktayı, yani "sebh" (yarışta son) noktaya ulaşınca da melekler alemiyle birleşir ki bu da, "müdebbirat..." ile kastedilen husustur. O halde, ilk dört kelime ile, Cenâb-ı Hakk'ın, "nerdeyse ışık verecek..." (Nur, 35) ifâdesi; beşinci ile de "ona bir ateş dokunmasa bile..." (Nur, 36) ifadesindeki, "nâr - ateş" kastedilmiştir.

Tefsir İhtimallerinin Hükmü

Bil ki, müfessirlerden nakledilen bu izahlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den nas olarak nakledilmemişlerdir ki, buna ilavede bulunulması mümkün olmasın!.. Tam aksine, müfessirler de bu izahları, ilgili lafzı o izahlara muhtemel olduğu için yaptığımız izaha muhtemel oluşu, müfessirlerin yapmış oldukları izahlara muhtemel oluşundan daha aşağı olmadığına göre, onların ileri sürdükleri izahlar, bizim yaptığımız izahtan daha evla ve uygun olamaz. Ancak ne var ki, burada mutlaka şu inceliğin bulunduğunu unutmamak gerekir. İlgili lafız, yapılan bu izahların tümüne muhtemelse, şimdi biz, verilen bu manalar arasında müşterek bir mana bulursak, ilgili lafzı o müşterek manaya hamlederiz. Bu durumda da, verilen tüm manalar, bunun muhtevasında toplanmış olur. Ama, bu manalar arasında müşterek bir mana olmaz ve bulunmazsa, lafzı bunların tümüne hamletmek imkansız olur. Çünkü, müşterek bir lafzın, İki manayı birden ifade için kullanılması caiz değildir. Bu durumda biz, "Allah'ın kasdı, işte şudur" demeyiz, tam aksine, "Kastedilenin bu olması muhtemeldir" deriz. Ama bu noktada, kesin fikre ulaşmak ve onu beyan etmek İse, mümkün değildir.

Sıfatlar Farklı Varlıklara Alt

İkinci İhtimale göre, ki bu, bu sûredeki beş lafzın tek bir şeyin değil, muhtelif şeylerin sıfatı olabilmesi durumudur; işte bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

1) kelimesi, "yaylan..." kelimesi ile, "kuvvetleri..." ile, "gemiler" ile "atlar" ile de "melekler" kastedilmiştir. Bu görüşü, Vâsıl ibn es-Sâbit, Atâ'dan nakletmiştir.

2) Mücâhid, ve ifadeleriyle, "ölüm"ün; ve ifadeleriyle de meleklerin kastedildiğini söylemiştir. en-Nez', en Neşt ve es-Sebh ifadelerinin ölüme nisbet edilmesi mecazi olup, bu, bunlar olduğu zaman ölümün meydana gelmesi demektir.

3) Katâde de, ilk dört ifade ile yıldızların; son "müdebbirât" ifadesi ile de meleklerin kastedildiğini söylemiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, son iki ifadeyi, fa ile; ilk üç ifadeyi de vav ile getirmiştir. Bunun sebebi hususunda şu iki izah yapılabilir:

1) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu, son iki ifadenin, kendilerinden öncekilerin neticeleri olduğunu gösterir. Buna göre adeta tıpkı senin, "kalktı ve hemen gitti" demen gibi, "yüzen ve böylece de, öne geçen..." denilmek istenmiştir. Senin ifadendeki fâ, kalkmanın, gitmenin sebebi olduğunu ifâde eder. Şimdi sen şayet, demiş olsaydın, kalkmayı, gitmenin sebebi addetmemiş olurdun. Vahidî şöyle demektedir: "Sahibu'n-Nazm (Zemahşerî')ın bu görüşü, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi hususunda birlik, aynı şey oluşu ifade etmez. Çünkü bu "bu yarışıp geçme"nin, tedbir etmenin bir sebebi olduğunu söylemek uzak bir ihtimaldir." Ben derim ki, Vahidî (r.h)'nin bu itirazına, şu iki bakımdan cevap vermek mümkündür.

a) "Bunlar, emri aldıklarında, yüzdüler. Hemen peşinden de, sebkat edip öne geçtiler derken de, emrolundukları şeyi tedbir ve ıslaha başladılar.." denilmesi uzak bir ihtimal sayılmaz. Böylece de bu işler, birbirine bağlı fiiller olmuş olur ve bu tıpkı senin, "Zeyd kalktı ve hemen gidecek, Amr'ı dövdü..." demen gibi olur.

b) Şöyle de denilebilir: "Bunlar, taatı ifada öne geçmiş ve taata canla başla yönelenler olunca, onların emanet ehli ve güvenilirlikleri ortaya çıkmış olur. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, bu alemdeki işlerin bir kısmını (sebep müsebbeb alakası içinde) dare etmeyi onlara bırakmıştır."

2) Melekler, biri başkan, diğerleri de onun yardımcıları olmak üzere, iki kısma ayrılırlar. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki, sizin canınızı ölüm meleği alır..." (Secde, 11) ifadesidir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'in bir yerinde de "Sizden birine ölüm geldiğinde, elçilerimiz onun canını alır..."(En'âm, 61) buyurmuştur. Şimdi biz bu iki ayetin manasını birlikte mütalaa etmek için "ölüm meleği" ifadesi ile, reis olan melek; diğer ayetteki "elçilerimiz" ile de, onun yardımcıları olan diğer melekler kastedilmiştir" diyebiliriz. Bunu iyice kavradığınıza göre şimdi biz diyoruz ki: Sûredeki ifadelerini, ilgili işi bizzat yapan talebeler, yardımcı melekler, manasına alabiliriz. Cenâb-ı Hakk'ın ifâdelirinin de, derece bakımından ve o halleri ve işleri idare etme itibariyle öncü olan o reis meleklere işaret olduğunu söyleyebiliriz.

Müthiş Sarsıntı

6

Âyetin tefsiri için bak:9

7

Âyetin tefsiri için bak:9

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"O gün, sarsan sarsacak; onun ensesine binecek olan da, ardından gelecek. O gün kalbler, titreyecek; gözleri zilletle eğilecektir...".

Birinci Mesele

Daha önce geçen kasemin cevabı, mahzuf mudur, yoksa mezkur mudur? Bu hususta iki görüş vardır:

Kasemin Cevabı Mahzuf

Birinci Görüş: Cevap mahzuftur. Böyle olması halinde, burada şu takdirler yapılabilir:

1) Ferra, mahzuf olan cevabın, "Muhakkak ki diriltileceksiniz" ifadesi olduğunu; bunun delilinin, Allahü teâlâ'nın, onların söylediklerini dile getirdiği, "Bizler, çürümüş kemikler olduğumuzda mı!.." (Nâziat, 11) ifadesi olduğunu, zira bunun anlamının, "Biz, çürümüş kemikler haline geldiğimizde mi diriltileceğiz!?.." şeklinde olduğunu söylemiştir.

2) Ahfeş ve Zeccac'a göreyse, kasemlerin cevabı, "Biz, sûr'a iki kez üfleriz. ifadesidir. Mahzuf olan cevabın bu olduğunun delili ise, "iki üfleme"yi ifade eden, ve kelimelerinin burada yer almalarıdır.

3) Kısaî. mukadder cevabın, "Kıyamet kopacaktır. ifâdesi olduğunu, zira Cenâb-ı Hakk'ın, buyurup, daha zârtyai, sonra buyurup, daha sonra da, (Mürselât, 1-7) buyurmuş olduğunu; burada da böyle olduğunu; zira Kur'ân'ın aslında tek bir sûre gibi olduğunu söylemiştir.

Kasemin Cevabı Zikredilmiştir

İkinci Görüş: Buna göre ayetteki ifadelerin cevabı mezkur, demektir. Bu görüşe göre de, şu ihtimaller söz konusudur:

1) Hakkında kasem edilen şey (cevap), "O gün kalbler titreyecek; gözleri zilletle eğilecektir ayetinin beyan ettiği husustur. Buna göre takdir, "Bunları derinliklerden söküp alanlara, rıfk ile çıkaranlara ki, sarsanın sarstığı o günde, titreyen bir takım kalbler, zilletten eğilen bir takım gözler meydana gelir, bulunur..." şeklinde olur.

2) Kasemin cevabı, "Muhakkak ki sana Musa'nın haberi geldi..." (naziat, 15) ifadesidir. Çünkü buradaki tıpkı "muhakkak ki sana, gâşiye (kıyametin) haberi geldi..." manasındaki (Gâşiye, 1) ayetinde olduğu gibi "muhakkak" anlamındadır.

3) Kasemin cevabı, "Şüphesiz ki bunda, haşyet edenler için bir öğüt vardır..." (Naziat, 26) cümlesidir.

Zarfın Âmili

Alimler, (......) ifâdesindeki (......) kelimesini nasbeden amilin ne olduğu hususunda şu iki izahı yapmışlardır:

a) Bu kelime, mukadder olan kasemin cevabı ile mansub olup, kelamın takdiri, "Sizler, o sarsan şey sarstığı gün mutlaka diriltileceksiniz..." şeklindedir. Buna göre şayet, "Onlar, sûra ilk üfürüş (nefha) da diriltilmeyeceklerine ve "racife" de, birinci üfleyiş demek olduğuna göre, bu takdir daha nasıl doğru olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, "Sizler, her iki nefhayı da içine alan o geniş vakitte diriltileceksiniz.." anlamındadır. Onların, o geniş vaktin bir kısmında, yani son nefha zamanında diriltileceklerinde ise, şüphe yoktur, bunun delili, ayetteki Cenâb-ı Hakk'ın, ardından gelecek ifadesinin (......) kelimesinden hal olmasıdır.

b) (......) ifâdesindeki (......) yi nasbeden, "o gün bir takım kalbler titrer" cümlesinin delalet ettiği şey olup, buna göre, takdir, "Sarsan şey sarstığı günde, bazı kalbler titrer..." şeklindedir.

Racife

(......) kelimesi Arapça'da, şu iki manaya gelebilir:

a) Hareket etmek.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O günde yer ve dağlar hareket eder..."(Müzemmil, 14) buyurmuştur.

b) Korkunç kükreme ve korkunç ses... Bu durumda bu kelime, Arapların "Gök korkunç biçimde gürledi..." şeklindeki ifadesinden gelmiş olur. Çünkü bu manada "er-recf" gök gürültüsünün, onun sesinin bulutta dolaşması ve yankılanması demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken onları bir sarsıntı yakaladı"(A'raf, 93) ifadesi de bu anlamdadır. Yapılan bu izaha göre "er-râcife", kendisinde, tıpkı gök gürültüsü gibi, bir dehşetin, korkunç bir sesin bulunduğu büyük bir sayha, çığlık, naradır.

Radife

Er-Radife ise, herşeyden sonra gelen her şeye verilen isimdir. Nitekim Arapça'da, bir şeyin bir şeyden sonra geldiğini ifade için "Onu izledi..." denilir. "Titreyen kalbler" ifadesine gelince, bu da, "korkan, harekete geçen, kaplayan kalbler..." anlamındadır.

Vacife

Nitekim yerinde duramadığında, topladığında, göğüs kafesleri kalkıp indiğinde denilir. Hayvanı korkutup da onu hızlı yürütme, sürme anlamında kullanılan, ifâdesi de buraya dayanır. Müfessirlerin, (......)'nın ne demek olduğu hususunda, neticede hepsi anlama dayanan pekçok ifadeleri bulunur. Bu cümleden olarak, onlar bu ifadeye meselâ, korkan, hoplayan, yerinden kopan, rahatsız, tedirgin, son derece rahatsız olup, pamuk içinde bulunan, yerinde duramayan...; sahiplerinin gözleri, zelil ve horluk içinde bulunan..." gibi manalar vermişlerdir. Bu son ifade tıpkı, "Zilletten boyunlarını büke büke göz ucuyla bakacaklar..." (Şura. 45) ayeti gibi olmuş olur. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyebiliriz ki: Müfessirlerin ekserisi, bütün bu işlerin kıyamet gününün halleri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ama, Ebû Müslim el-İsfehanî ise, bunun böyle olmadığını iddia etmiştir. Şimdi biz, önce müfessirlerin yaptığı tefsirleri ele alacağız, daha sonra Ebû Müslim el-İsfehanî nin görüşünü açıklayacağız.

Müfessirlerin Çoğunun İzahı

Birinci görüşe gelince, ki bu, cumhur arasında meşhur olan görüştür, bu haller, kıyametin halleridir. Bunlar bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) "Râcife". "ilk üfleme, üfürüş"tür. Buna bu ad, ya üflendiğinde dünya harekete geçip kaynayacağı için verilmiştir, yahut da o nefhanın sesi, sarsan (râcife)'nin bizzat kendisidir. Ki biz bunu açıkladık. O halde "râcife", birinciyi izleyen, böylece de yerin içindeki ölüleri dışarı atmak için harekete geçeceği ikinci "râcife"dir. Ve bu tıpkı, birinci üfleyişte yerin, dirileri öldürmek için depreşmesi gibidir. Cenâb-ı Hak bunu, Zümer Sûresi'nde (Zûmer.68) böyle ifade etmiştir. Ayrıca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, bu iki nefha arasında kırk yılın bulunduğu rivayeti geldiği gibi, bu kırk yıl içinde, Allahü teâlâ'nın yere yağmur yağdıracağı, bu suyun, yeryüzünde tıpkı nutfeler haline geleceği ve bunun, ihya ve dirilişin sebebi ve vesilesi olacağı, rivayetleri de gelmiştir. Bu ise, ölüleri diriltme hususunda, Kendisine ihtiyaç duyulmayan türden bir şeydir. Çünkü Allah'ın, dilediğini yapma ve istediğine hükmetme yetkisi vardır.

2) "Er-râcife", ilk nefha; "er-râdife" de, kıyametin bizzat kopması demek olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çabucak (gelmesini) istemek de olduğunuz (o azab)ın bir kısmı ensenize binmek üzeredir" (Neml, 72) ayetinden anlaşılan husus olup, bu da, "Kafirlerin, olması mümkün olmayan şey addettikleri o kıyamet yakın olduğu için, onların ensesine binecektir" demektir.

3) Buradaki "râcife" ile, yeryüzü ile dağlar kastedilmiş olup, delili ise, (Müzzemmil, 14) ayetidir, "râdife" ise, gökyüzü ve yıldızlardır. Çünkü, bunlar, işte yerin peşinden çatlayacak; yıldızlar saçılıp dökülecektir.

4) "râcife", yerin harekete geçmesi, kaynaması; "râdife" de, yer diye bir şey kalmasın, yok olsun diye, birinciyi izleyen ikinci sarsıntıdır.

Ebû Müslim'in İzahı

İkinci görüşe, yani Ebû Müslim'le İsfehanî'nin görüşüne gelince ki, buna göre, sûrenin bu ifadeleri ile kıyametin halleri kastedilmemiştir bu da şöyledir: Biz, daha önce, Ebû Müslim'in, (......) kelimesini; okun yayının iyice çekilmesi; (......) kelimesini, okun yaydan çekmesi (......) kelimesini, savaş atlarının koşması; (......) kelimesini, bu atların geçmesi ve (......) kelimesini de, o ok atmanın ve at koşturmanın peşinden meydana gelen işler anlamına tefsir ettiğini; daha sonra da, bu yorumuna dayalı olarak, "râcife" ve "râdife" ile müşriklerin atlarının kastedildiğini; bu ifadeler ile de, aslında atlar değil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaşayım derken bu uğurda biri diğerini geçen müşrik iki grubun kastedildiğini; "titreyen kalbler" ifadesiyle de, bunların kalblerinin sıkıntılı olduğunu; gözlerin zelil olması ile de, münafıkların gözlerinin kastedildiğini, bunun tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kalbterinde hastalık olan (münafıkların) sana, kendisini ölüm baygınlığı bürümüş olan kimsenin bakması gibi bakarlar..." (Naziat, 19) ayeti gibi olduğunu söylemiştir.

Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Düşmanların atları geldiğinde ve bunu da, bir diğer atın izlediğinde, münafıkların kalbleri korkudan tirtir titrer ve münafıkların gözleri, korkudan ve acizlikten dolayı belerir, süzülür..." Daha sonra da onlar, "Biz mi sahiden eski hale döndürülmüş olacağız..."(Nâziat, 10) derler. Ki bu da, "Biz, kendisi yüzünden bu korkuları üstlenebilmemiz için mi yeniden dünyaya, hayata döndürüleceğiz?.." demektir. Ve yine onlar, "Bu ikinci bir ziyandır.." demişlerdir (Nâziat, 12). Binâenaleyh bu sözün başı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'le savaşan müşriklerin halini, ortası münafıkların hali, sonu da hasrı inkar hususunda münafıkların inancını anlatmaktadır. Daha sonra Hak teâlâ Sübhanehû ve Teâlâ, onların sözlerini, "Fakat o ancak bir tek haykırıştır ki o zaman onlar hemen toprağın yüzündedirler" (Naziat, 13-14) ifadeleriyle cevaplamıştır. "Ebû Müslim'in İzahı burada bitmektedir. Ayetteki lafızlar, cumhurun görüşünün aksine olsa da, bu manaya da muhtemeldir. Cenâb-ı Hak, "O gün kalbler titreyecek, gözleri zilletle eğilecektir" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ burada, dememiştir. Çünkü ehl-i imanın hiçbir korkuya kapılmayacağı delille sabittir. Binâenaleyh buradaki "kalbler" ile kafirlerin kalbleri kastedilmiştir. Bu görüşü, Allahü teâlâ'nın, onların söylediklerini haber verdiği, "Biz mi sahiden eski hale döndürülmüş olacağız" (Nâziat, 10) şeklindeki sözleri de destekler. Bu, kafirlerin sözüdür, mü'minlerin değil.

Başı Eğik Olanlar

Ayetteki, "Gözleri zilletle eğilenler" cümlesine gelince, korkan, kalbi hoplayan kimsenin bakışlarının, başına gelecek o büyük belayı gözleyen, eğilmiş, zelil olmuş bir bakış olacağı malumdur. Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle iki soru sorulabilir:

Birinci Soru: Nekire bir kelimenin mübtedâ olması nasıl vaki olmuştur? Cevap: Buradaki "kulûb", merfu ve mübteda; "vâcife" kelimesi onun sıfatı, cümlesi de, onun haberidir. Dolayısıyla bu tıpkı, ifadesi gibidir.

İkinci Soru: "Ebsir" (gözleri) kelimesinin, kalblere nisbet edilmesi, yani "kalblerin gözleri" denilmesi nasıl doğru olur?

Cevap: Bu, "o kalblerin sahiplerinin gözleri" takdirindedir. Delili ise, bundan sonraki ayetin başındaki "Derler ki..." ifadesidir.

Haşri İnkar Edenlerin Sözleri

Bil ki Allahü teâlâ, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin üç sözünü nakletmiştir:

Birincisi: Hak teâlâ'nın şu ayetindeki sözdür:

10

"Onlar derler ki: "Biz mi sahiden eski hale döndürülmüş olacağız".

Arapça'da "Falanca hâfiresine döndü, yani, "içine girip de eştiği, ayak basarak, yürüyerek iz bıraktığı o yoluna yeniden döndü" denilir. Çünkü o kişinin iki ayağı, orada bir takım derin izler bırakmıştır. Binâenaleyh "hafire", "mahfûre" (eşilmiş) manasınadır. Fakat bu ism-i mef'ûl manası, ism-i fail olan "hafire" kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu tıpkı (yani mardiyye) (Kâria. 7) (medfak) "yani atılmış su" (Tarık, 6) ifadelerinde olduğu gibidir. Yani, hafire, eşmeye; râdiye, rızaya; dafik de, dıfka (atmaya) mensub olan demektir. Yahut da bu, Arapların, "Senin gündüzün, oruçludur" ifadesi gibidir. Daha sonra "hafire" kelimesi, bir işe bir şeye girip girişen, derken ondan çıkan, daha sonra tekrar ona dönen kimse için kullanılır olmuştur ve bunu ifade için de, "Yoluna döndü" manasında, ifadesi kullanılır. Hadis-i Şerifte de,"Bu iş, eski haline döndürülmedikçe, bulunduğu hal üzere bırakılmaz", yani ilk yapısına ve ilk haline döndürülmedikce..." denilmiştir. Ebû Hayve, bunu okumuştur. Bu "hafire" de, yine ism-i mef'ûl, yani mahfûre (eşilmiş) manasınadır. Bu ifade de, "Dişleri, eşti" ifâdesindendir. Dolayısıyla o eşilen şey de, eşildi ve böylece "hafire" yani mahfûre (eşilmiş) oldu. Bu kıraat da, buradaki "hâfire"nin, mahfûr (eşilmiş) manasına olduğunun bir delilidir. Bunu iyice kavradığına göre, ayetin manasının, "Biz, ilk halimize, başlangıcımıza döndürülüp de böylece, eskiden olduğumuz gibi diri mi oluvereceğiz (derler)" seklinde olduğu ortaya çıkmış olur.

Unufak Kemikler

İkincisi: Hak teâlâ'nın şu ayetindeki ifadedir:

11

"Biz, çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz vakit mi?".

Bu ifadeyle ilgili olarak bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Hamza ve Asım, elif ile "nâhiratün" şeklinde okurlarken; diğer kıraat imamları elifsiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Kisâî'den gelen rivayetler ise farklı farklıdır. Dolayısıyla onun, bu kelimenin nasıl okunacağına aldırış etmediği ileri sürülmüştür. Bunun yanısıra yine Kisâî'nin bu kelimeyi önce elifsiz okuduğu, daha sonra da elif ile okumaya başladığı da ileri sürülmüştür.

Bil ki Ebû Ubeyde şeklindeki, elifsiz okunuşu tercih etmiş ve şöyle demiştir: "Biz, kendisinde çürümüş kemiklerden bahsedilen eserlere (hadislere) baktığımızda, orada bütün "kîmek"lerin, "nahire" (çürümüş) kelimesiyle sıfatlandırdığını görmekteyiz. Bu rivayetlerin hiç birinde, "nâhire' şeklinde bir sıfat görmektedir." Ebû Ubeyde'nin dışındakiler ise, "nâhire"nin de doğru bir lehçe olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu görüşte olanlar da, bu hususta şu değişik izahları yapmışlardır:

1) Nahire ve nahire aynı manayadır. Ahfeş, bu kelimenin, her iki şekilde okunması halinde de bunun güzel bir kıraat olacağını söylerken; Ferrâ, tıpkı, "tâml'ûn" (uman) ve "tami'un", ve "bâhilun" ve "bahilun" (cimri) kelimeleri gibi, "nâhir" ve "nahir" kelimelerinin de manaca eşit olduğunu söylemiştir. Halil'in kitabında ise, "Bir ağaç çürüyüp, yukardan aşağı sarkıp da, dokunulunca unufak olacak şekildeki halini anlatmak için denilir. Yine aynen bunun gibi, fa "Çürümüş kemik" de denilebilir" diye yer almıştır. Bu iki kelimenin, manaca bir, iki ayrı lehçe olduğunu söyleyen bu kimseler, aralarında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, mesela, Zeccâc ve Ferrâ, "Nahira" kelimesinin, bu iki şeklin ayete en uygun olanı olduğunu; Çünkü "nâhira" şeklinin, hafira - sâhira gibi, buradaki ayet sonlarına daha uygun düştüğünü söylerlerken; diğerleri, "nahire" ve "nahire" şekillerinin tıpkı tami'un (uman) ve tami'un, lâbisun - lebisun (bekleyen) şekilleri gibi aynı manaya olduklarını ama, failun kalıbının, fâilun kalıbından daha beliğ olduğunu söylemişlerdir.

2) Nahire ile nahire ayrı ayrı şeylerdir, ayrı manayadırlar. Meselâ nahire, "kemik çürüdü" fiilindendir. Bu tıpkı, "Koktu, kokuştu" fiili gibidir. Fiil, bu şekliyle, kemik çürüyüp, dokunmakla hemen dağılıverecek bir hal aldığı zaman kullanılır. "Nahire" ise, içi boşalmış kemik demek olup, rüzgar estiğinde, tıpkı "nâhîr" (kaval) gibi bir ses çıkaran kemik demektir. Bu izaha göre, "nâhire", uyuyanın ve boğulan kimsenin çıkardığı ses gibi ses çıkaran manasındaki "nahir" masdarından olup, çürümek manasına gelen "nahr" masdarından değildir.

İkinci Mesele

Ayetin başındaki (......) mahzuf bir fiilin mef'ûlü olarak mahallen mansub olup, takdiri, "çürümüş kemikler olduğumuz zaman mı yeniden diriltileceğiz" şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Bil ki ayette kafirlerin ileri sürdüğü bu şüphenin neticesi şuna varıp dayanmaktadır: Herkesin, "Ben" diye işaret ettiği şey, şu görünen bünye ile, bünyelenmiş maddî varlıklardır. Binâenaleyh insan öldüğü zaman, terkibi-dağılır-bozulur, dolayısıyla da, kafire göre, şu sebeplerden ötürü, onu yeniden inşa etmek, iade etmek imkansızdır:

a) Bu yeniden dönen, var edilen insan, ancak ilk terkibine girdiği zaman, yeniden varlık alemine gelen o ilk insan olur. Bunun olabileceğini söylemek ise, daha önce yok olan şeyin aynının iade edileceğini söylemek olur. Halbuki bu imkansızdır. Çünkü yok olan bir şeyin, aynısı diye birsey kalmaz. Binâenaleyh varlık alemine, başka birşey girdiğinde, "Bu giren, o yok olanın aynı mı, değil mi?" demek imkansız olur.

b) İnsanın bütün cüzleri toprak olmuş, dağılmış ve yeryüzündeki bütün sulara, havaya ve herşeye karışmıştır. Dolayısıyla bu cüzleri-parçaları, bu şeylerden seçip ayırmak imkansızdır.

c) Topraksal parçalar soğuk, kuru ve serttir. Binâenaleyh mizacı gereği sıcak ve nemli olan insanın, bu topraksal parçalardan meydana gelmesi imkansızdır. İşte öldüken sonra dirilişin olmayacağına, "Biz, çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz vakit mi (diriltileceğiz)" diyerek istidlalde bulunanların iddialarının izahı bunlardan ibarettir.

Haşrin Delilleri

Bunların bu şüphelerine şu şekillerde cevap verebiliriz:

1) En güçlü izaha göre biz, herkesin, "Ben" diye işaret ettiği şeyin, şu görünen bedeninden ibaret olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun yanlış olduğunun delili şu iki şeydir:

Birincisi, bu görünen insan heykelinin (bünyesinin) parçları, her gün erimekte, yıpranmakta ve değişmektedir. Binâenaleyh her insanın "ben" diye işaret ettiği şey ise değişmemektedir. Değişen, değişmeyen şeyden başkadır.

İkincisi insan, zahirî ve batini unsurlarından gafil olduğu halde, kendisinin işte bu olduğu, insan olduğunu bilir. Halbuki hissedilen-bilinen şey, hissedilmeyen, bilinmeyen, gafil olunan şeyden başka bir şeydir. Aksi halde, aynı şey üzerinde, hem olumsuzluk, hem de olumluluk (yani hem bilme hem bilmeme) birleşmiş olur ki bu imkansızdır. Binâenaleyh her insanın, "ben" diye işaret ettiği şeyin, insanın şu görünen heykeli olmadığı sabit olmuş olur. Şimdi burada şöyle üç ihtimal vardır:

a) Felsefecilerden ve müslümanlardan büyük bir kesimin benimsediği fikre göre, "insan" denilen şey, kendi zatıyla kaim olan birşeydir, ama ne maddedir, ne maddeye mensub birşeydir.

b) "İnsan" denen şey, çözülebilen ve bozulabilen maddelere mahiyeti itibariyle ters olan bir şeydir ve madde içerisinde, tıpkı ateşin kömürde; yağın susamda; gülsuyunun da gülde bulunuşu gibi saklıdır. Binâenaleyh bu heykel (bünye) bozulduğunda, o cüzler, ya mutsuzluk, yahut da mutluluk içerisinde canlı, akıllı ve müdrik bir şekilde ayrılır ve yaşamaya devam eder.

c) "Bu da, mahiyetleri açısından, o maddi cüzlere denk bir maddedir. Fakat bu, Cenâb-ı Hakk'ın, varlık aleminde vücud bulduğu andan ömrünün sonuna kadar, hiç birşeyini kaybetmeden bekasını ve devamını sağladığı şeydir. Ama diğer değişen cüzler, bazan artarak, bazan noksanlaşarak değişir. Dolayısıyla bunlar, "ben" sözüyle işaret edilen şeye dahil değillerdir. Bu sebeple ölüm hadisesi meydana geldiğinde, o esas cüz ayrılır, ya mutluluk, yahut da mutsuzluk içerisinde yaşamaya devam eder" de denilebilir. Bu ihtimaller söz konusu olduğu sürece, bedenin bozulması ve parçalarının ayrılmasından, gerçek manada "insan" denen şeyin bozulduğu manası çıkmayacağı sabit olur. İşte bu, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin bütün şüphelerine son verecek güçte, güzel bir izahtır. Durumun böyle olması halinde, kemiklerin çürümesinin, darmadağınık olmasının, hasr ve neşri bir tarafa İtmede, inkarda kesinlikle bir tesiri ve delaleti yoktur.

Bir an için gaflete kapılarak, insanın, şu görünen heykelinden ibaret olduğunu kabul etsek bile, siz yeniden dirilişin İmkansızlığını nasıl iddia edebilirsiniz?

İnkarcıların birinci olarak ileri sürdükleri, "Yok olan şey iade olunamaz, tekrar meydana getirilemez" şeklindeki iddialarına karşı diyoruz ki: O yok iken, sizce o kimsenin yeniden iadesinin imkansız olduğu neticesine varmak mümkündür. Peki, bizim görüşümüze göre, bu yeniden dirilişin olabileceği niçin mümkün olmasın.

İnkarcıların ikinci olarak söylediği, "Bu küçük parçalar, dört ana element ile karışmış vaziyettedir (dolayısıyla ayırdedilemez)" şeklindeki iddiasına karşı diyoruz ki: Fakat alemin yaratıcsınını, bütün cüzleri ve parçaları bilen bir alim ve herşeye gücü yeten bir kadir olduğu sabittir. Binâenaleyh bundan, O'nun bütün bu cüzleri bir araya getirebileceği ve onlara yeniden hayat verebileceği neticesi çıkar.

Onların üçüncü olarak söyledikleri, "sert ve kuru nesneler, hayatı kabul etmezler" şeklindeki iddialarına karşı da şöyle deriz: "Biz "semender" (isimli) canlının, ateş içinde yaşadığını; deve kuşunun kızgın demirleri yutabileceğini; büyük yılanların, kar içinde dünyaya geldiklerini görmekteyiz. Binâenaleyh "İstikrâ"ya itimad yanlıştır. Doğruya ve gerçeğe ileten, ancak Allahü teâlâ'dır.

Ahiretle Alay Edenler

Üçüncüsü: O öldükten sonra dirilişi inkar edilemezlerden nakledilen şu ifadedir:

12

"Dediler ki: "Öyle İse bu ziyanlı bir dönüştür".

Bu, "zararlı bir dönüştür" demek olup, tıpkı, "sahipleri kazançlı veya zararlı" manasında söylediğin, "kazançlı ticaret veya zararlı ticaret" demen gibidir. Buna göre mana, "Eğer bu doğru ise, biz yalanlamamızdan ötürü zarar edeceğiz" şeklinde olup, o münkirler tarafından, alay ederek söylenmiş bir söz olur. Bil ki Allahü teâlâ, onların bu sözlerini naklettikten sonra şöyle buyurmuştur:

13

Âyetin tefsiri için bak:14

14

"Fakat o ancak bir tek haykırıştır, ki o zaman onlar hemen toprağın yüzündedirler".

Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:

Zecre

(......) ifadesinin başındaki "fâ", mahzûf bir kelimeyle ilgili olup, manası, "Siz bu yeniden dirilişi zor ve güç saymayın. Çünkü bu tek bir naradan-haykırışdan ibarettir" yani, "Siz bu yeniden diriltmeyi, Allah için zor birşey sanmayın, çünkü bu, Allah'ın kudreti açısından pek kolay ve basit bir iştir" şeklindedir.

İkinci Mesele

Arapça'da birisi deveye seslendiğinde, denilir. Binâenaleyh ayetteki "zecre" (nara) ile kastedilen, sûr'a ikinci üfürüş olup, bu da İsrafil (aleyhisselâm)'ın üfleyişidir. Müfessirler, Allahü teâlâ ölüleri toprağın içince diriltir. Dolayısıyla onlar bu sesi duyar ve yerlerinden kalkarlar" demişlerdir. Bunun bir benzeri de, "Bunlar, iki sağım aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek korkunç sesden başkasını gözetmiyorlar" (Sâd, 15) ayetidir.

Sahire

"Sâhire", dümdüz, beyaz, ıssız yer demektir. Buna bu ad, şu iki sebepten ötürü verilmiştir:

a) Bu yere giren, orada duyduğu korkudan ötürü, sâhir yani uyanık kalır, uyuyamaz.

b) Orada serabın akması. Yaşı akan göze de denir. Bence burada bir üçüncü izah da şöyle yapılabilir: O yere, aşırı korkudan ötürü insanın uykusu kaçtığı için sâhire (uyanık bırakan) ismi verilmiştir. Binâenaleyh o kafirlerin gelip toplanacağı o yerde, onlar alabildiğine bir korku içinde olabilirler. Dolayısıyla oraya "sâhire" denilmiştir. Alimler, bir başka hususta da ihtilaf ederek, bazıları, bunun dünyada olduğunu; bazıları da bunun ahirette olduğunu söylemişlerdir. Çünkü kafirler, bu haykırış anında, ahiret arazisine doğru bölük bölük taşınırlar. Belki de bu, doğruya en yakın izahtır.

Musa (aleyhisselâm)'ın Resul Yapılması

15

Âyetin tefsiri için bak:17

16

Âyetin tefsiri için bak:17

17

"Sana Musa'nın haberi geldi değil mi? Hani Rabbin oha, Mukaddes Tuva Vadisi'nde, Firavun'a git, çünkü o pek azdı" diye nida etmişti".

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki bu kıssa ile, bundan önceki ayetler arasındaki ilgi ve münasebetin izahı şu iki şekilde yapılır:

1) Allahü teâlâ, kafirlerin, "Öyle ise bu ziyanlı bir dönüş" (Naziat, 12) diyerek istihza edecek kadar, dirilişi inkarda ileri gidip, ısrarlı olduklarını hikaye etmiştir. Bu istisna, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ağır geliyordu. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'e teselli gibi olsun diye, Musa (aleyhisselâm)'nın kıssasını zikretmiş ve Firavunu hakka davet uğrunda onun çok meşakkatler çektiğini anlatmıştır.

2) Firavun, Kureyş kafirlerinden daha güçlü, askerce daha kalabalık ve iktidarca daha kuvvetli idi. Ama Musa (aleyhisselâm)'a karşı azgınlık yapınca, Allahü teâlâ onu, hem ahiret, hem dünya azabıyla yakaladı. Binâenaleyh, bu müşrikler de, eğer sana karşı azgınlıkta ısrar ederlerse, Allah onları da aynı şekilde yakalar ve ibret-i alem olacak bir ceza verir.

İkinci Mesele

Ayetteki, "Sana geldi mi?" ifadesi, "sana Musa'nın haberi gelmedi mi?" manasına olabilir ki bu "Bundan önce daha önce, sana bu haber (bilgi) gelmişti" demektir; yahut bu ifade, "Ona bu haber gelmemişti" manasına olabilir ki, bu manada, "Sana geldi mi?" denilebilir; yahut da, "Ben sana bunu haber veriyorum. Şüphesiz bunda, korkacak kimse için bir ibret vardır" manasına olabilir.

Mukaddes Vadi: Tuva

"El-Vadi'l-Mukaddes", "temiz ve mübarek vadi" demektir. Buradaki "Tuva" İle ilgili birkaç izah vardır:

1) Bu, Şam'da bir vadinin ismidir. Bu vadi, Allahü teâlâ'nın, 'Tur'a ve yazılmış kitaba yemin olsun ki..." (Tur,1)

2) Bu, İbranice, "Ey adam" manasınadır. Buna göre Hak teâlâ, sanki, "Ey insan (Musa), Firavun'a git..." demiştir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür.

3) Bunun, "Allah ona, gecenin tuvasında, yani bir saatinde, "Firavun'a git..." diye seslendi" manasında olması da muhtemeldir. Çünkü sen, "Gecenin bir saatinden sonra sana geldim" manasında, dersin.

4) Bu, "İki kere mübarek kılınmış o mukaddes vadide..." manasına olabilir.

Kıraat Farkları

Nâfî, İbn Kesir ve Ebû Amr, bu kelimeyi nın dammesiyle ve tenvinsiz olarak (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, tı'nın zammesiyle ve tenvinli olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr'ın bunu tı'nın kesresiyle (......) ve "sena" vezninde (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki bu ikisi de, "tekrar edilen şey" manasına isimdirler. "Tayy", ikilemek-katlamak manasınadır. Buna göre "tûbâ", bereket ve tahdis bakımından ikilenmiş, iki kere mübarek ve mukaddes kılınmış demektir. Ferrâ, "Tuvâ, Medine ile Mısır arasında bir vadidir. Bunu munsarıf sayan der ki: Bu, kendisi ile müzekker olanı isimlendirdimiz, müzekker bir isimdir. Gayr-ı Munsarıf kabule den de, Amr ve Züfer kelimelerinde olduğu gibi, kendisinden (aslında) udul edilmiş bir kelime saymış olur" der ve sözüne şöyle devam eder: "Bunun munsarıf sayılması bana daha uygun geliyor. Çünkü, udul bakımından buna benzer başka bir şey görmedim, yani, "tuvâ"dan başka, "faile" vezninden "fuel" veznine udul edilen, başka vav-ya'lı bir isim bulamadım."

Allah'ın Ezeli Kelâmı

Ayetin takdiri, "Hatırla, hani Rabbi Musa'ya seslenmiş ve "Firavun'a git..." demişti" şeklindedir. Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh)'un kıraatında şeklindedir. Çünkü "nida" (seslenme) de, "kavi" (deme) manası vardır. Ama bu nida, ya kelâm-ı kadîmi (ezelî kelâmı) duyurmak suretiyle olur, yahut da o harfleri ve sesleri duyurmak suretiyle olur. Eğer bu, bu manada ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), o duyduğu şeyin Allah'ın kelamı olduğunu nasıl anlamıştır? Bütün bu hususlar, Tahâ Sûresi'nin tefsirinde geçti.

Altıncı Mesele

(......) ayetler, Allahü teâlâ'nın, Musa (aleyhisselâm)'ya yaptığı ilk nidada, ona pek çok şeyler söylediğine delalet etmektedir. Meselâ, Taha Sûresi'ndeki, "Nida edildi ki: "Ey Musa, şüphesiz ben senin Rabbinim... Bizsana, büyük ayetlerimizi göstereceğiz. Firavun'a git, çünkü o azdı" (Taha, 11-24) ayetlerinde olduğu gibi. Böylece bu, buradaki, "Firavun'a git, çünkü o pek azdı" ifadesinde Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya seslenişlerinden (nidalarından) biri olduğuna delalet eder. Yoksa bütün nidanın bundan ibaret olduğuna delalet etmez. Yine Taha Sûresi'ndeki ayetlerin anlatmak istediği şey, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın sadece Firavun'a değil, o bölgedeki bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğidir. Fakat Hak teâlâ burada, sadece Firavun'dan bahsetmiştir. Çünkü onu dine davet etmek, o insanların hepsini davet etmek demektir.

Tuğyan

"Tuğyan", haddi aşmak, azgınlaşmak demektir. Fakat Hak teâlâ, burada Firavun'un hangi konuda tuğyan ettiğini beyan etmemiştir. İşte bundan dolayı, kimi müfessirler, buradaki "Tağfi" (tuğyan etti) fiilinin, "Allah'a karşı kibirlendi ve O'nu inkar etti" manasında olduğunu söylerlerken; diğerleri de, "Şüphesiz o, İsrailoğullarına karşı haddi aştı" manasını vermişlerdir. Bence en uğursuz olan ise, her iki mananın da söz konusu olduğunu söylemektir. Buna göre mana, "Firavun, Rabbini inkar ederek, halikına karşı; kendilerine tepeden bakıp, onları köle edinmek suretiyle de halka karşı haddi aşmıştır" şeklinde olur. Mükemmel manada kulluk, hem halika, hem de halka karşı doğru davranmakta yattığı gibi; haddi aşmanın (tuğyanın) en ilerisi de, Hâlık'a ve halka karşı kötü muameleyi birlikte yapmakta yatmaktadır.

Fiavun'a Tebliğ

Bil ki Allahü teâlâ, Firavun'a gönderirken, Hr. Musa (aleyhisselâm)'ya Firavun'a ne şekilde hitab edeceğini öğreterek, şu iki şeyi söylemesini telkin etmiştir:

Birincisi: Hak teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği husustur.

18

"Binâenaleyh de ki: Temizlenmeye bir meylin var mı?".

Bu ayetle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

"Senin, bunda veya buna meylin (niyetin) var mı?" manasında, dediğin gibi, aynı manada, da denilir. Vahidî şöyle demektedir: "Bu ifadenin, mübtedası, lafzen mahzuf, manaca maksuddur (mevcuttur). Buna göre ayetin takdiri, "Senin temizlenmeye bir ihtiyaç veya arzun var mı?" şeklindedir. Nitekim şair de, "Söyleyin bakalım, sizin bu konuda bana ihtiyacınız var mı? (Yani; var).. Çünkü ben, çok zeki ve akıllı kimseleri aciz bırakan şeyleri çok iyi bilirim." Ayetteki ifadenin takdirinin, "Temizlenmeye bir çare ve yolun var mı?" şeklinde olması da muhtemeldir.

İkinci Mesele

Ez-Zekî bütün kusurlardan arı, temiz olan demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Temiz bir cana kıydın öyle mi?" (Kehf,74) ve "Muhakkak ki onu temizleyen felaha ermiştir" (Şems, 9) buyurmuştur. O halde bu kelime, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Firavunu kendisine davet ettiği her şeyi cami olan, içine alan bir kelimedir. Çünkü ayetten kastedilen mana, "Sen, kendisi yüzünden, uygun olmayan her şeyden temizleneceğin bir şeyi yapmak istemez misin?" şeklinde bir manadır. Bu ise, tevhid ve şeriatla ilgili olan şeylerin tümünü yapmakla olur.

Üçüncü Mesele

(......) ifadesi, mahreç yakınlığı olduğu için, "tefe'uf'un tâ'sı zâ'ya idgam edilip, şeddeli olarak, ve şeddesiz olarak şeklinde olmak üzere iki şekilde okunmuştur.

İstifham-ı Takriri

Mu'tezile, Allah'ın, kulun fiillerini yaratması fikrini reddetmek için, bu ayete tutunarak şöyle demektedir: "Bu, takriri (olumlu) olan bir istifham olup, "senin, kendini temizleme imkanın vardır" demektir. Şimdi şayet butemizleme işi, Allah'ın fiiliyle olmuş olsaydı, bu sözü ona Musa (aleyhisselâm) söylemiş olurdu..." Bu gibi, fikirlerin cevabı daha önce geçmişti.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) İle kardeşi Harun (aleyhisselâm)'a, "Ona yumuşak söz söyleyin " (Taha, 44) buyurunca, adeta sanki o, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile kardeşi Hârun (aleyhisselâm)'a, böyle yumuşak söylemelerini emretti. Binâenaleyh bu, Allah'a davet konusunda mutlaka, yumuşak söz ve şefkatin bulunması, ama kabalık ve sertliğin terkedilmesi gerektiğine delalet etmektedir, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Şayet sen sert ve katı kalbli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi" (Al-i İmran, 159) buyurmuştur. İşte bütün bunlar, insanlara sert davranıp taassupta Heri gidenlerin, Allah'ın, peygamberlerine ve nebilerine emrettiği şeyin adeta zıddını yaptıklarına delalet etmektedir.

Dinde Rehber İhtiyacı

19

"Ve seni, Rabbini (tanımaya) irşad edeyim ki, (O'ndan) korkasın".

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Marifetullahın, ancak bir yol gösterici sayesinde (mürşid) elde edileceğini savunanlar bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu ayet, bu yol göstericinin, marifetullahı elde etmeye yönelten kişi olduğu hususunda sarih bir ifadedir. Bunlar sözlerine devamla şöyle demektedirler:

Resul Göndermenin Gayesi

Bunun bir delili de, peygamberler göndermenin en büyük maksadının şu iki şey oluşudur:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Temizlenmeye bir meylin var mi?"(Nâziat, 18) ifadesi, halkın, mutlaka yapması gereken şeylerin tümünü içine alır. Dolayısıyla bu ifadenin muhtevasına, bu yol gösterme ve hidayete sevk de dahildir. Şu halde buna rağmen, Cenâb-ı Hak bu ifadeye yeniden yer verdiğine göre, peygamberler göndermenin en büyük maksadının bu olduğu, yani hidayete sevk olduğu anlaşılmaktadır.

2) Musa (aleyhisselâm) sözünü bununla tamamlamıştır. Dolayısıyla bu da, peygamber göndermenin, en büyük ve en kıymetli gayesinin bu olduğuna delalet etmektedir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Biz, dikkat çekmenin, yol göstermenin, hakkı iyice ortaya koymadaki etkinliğini reddetmiyorum. Münakaşamız, sizin, bu hakkı elde etmenin ancak bir muallim tarafından elde edilebileceğini, bu olmaksızın bu irşadın imkansız olduğunu ileri sürmeniz hususundadır. Halbuki, biz bunu muhal görmüyoruz.

Marifet İtaattan Öncedir

Bu ayet, marifetilahın, O'na taattan önce geldiğine delalet eder. Çünkü Allahü teâlâ, önce hidayeti zikretmiş, "haşyet"i geri bırkmış ve onu, hidayete dayandırmıştır. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, Nahl Sûresi'ndeki, "Benden başka hiçbir Tanrı olmadığı hakikatiyle inzar edin, böylece de benden korkun" (Nahl,2) ifadesiyle Tahâ Sûresi'ndeki, "Şüphe yok ki Allah, benim Ben... Benden başka hiçbir Tanrı yoktur. Öyleyse Bana ibadet et, Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl..."(Tahâ, 14) ayetleridir.

Üçüncü Mesele

Bu ayet, haşyetutlahın, ancak marifetullah ile elde edileceğine delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'tan ancak, âlim kimseler haşyet duyar" (Fâtır, 28), yani "O'nu tanıyanlar, O'nu bilenler.. O'nu sayar" buyurmuştur. Ve yine bu ayet, haşyetullahın, bütün hayırların maliki ve sahibi olduğuna delalet etmektedir. Çünkü, Allah'tan korkan kimse, her türlü hayrı yapar. Ama kendisini güvende hisseden kimse ise, her türlü kötülüğü yapmaya cür'et eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hadisi de buna dayanır: "Korkan, erken yola çıkar. Erken yola çıkan da menzile erer Tirmizi, kıyama, 18 (4/633). ..."

Ayete'l-Kübrâ

20

"Ona en büyük mucizeyi gösterdi".

Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) cümlesinin başındaki fâ, bu ifadenin, bilinen bir mahzufa affedilmesini gerektirir. Buna göre kelamın takdiri, "Gitti ve ona gösterdi" şeklinde olur. Ve bu tıpkı, (Bakara, 60) ifadesi gibidir ki, bunun da takdiri, Vurdu da, hemen akabinden su fışkırdı..." şeklindedir.

İkinci Mesele

Alimler, "el-ayetu'l-kübrâ"nın ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmiş ve şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir:

Yed-i Beyza

Birinci Görüş: Mukâtil ve Kelbî, Cenâb-ı Hakk'ın Tahâ Sûresi'ndeki, "Bir de elini koynuna sok da, diğer bir mucize olmak üzere, o, ayıbsız ve pırıl pinl bir hale çıkıversin... Ta ki sana en büyük ayetlerimizden gösterelim..."(Nahl,22-23) ayetinden ötürü, bunun, bu "el" olduğunu söylemişlerdir

İkinci Görüş: Ata, bunun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın asası olduğunu ileri sürerek şöyle demiştir: Çünkü o elde, renginin bir başka renge dönüşmesi hadisesi yatmaktadır. Bu dönüşme işi, o değnekte de mevcuttur. Çünkü o değnek, meselâ, (bir yılana dönüştüğünde) İlk renginin değişmiş olması gerekir. O halde, bu demektir ki, elde mevcut olan bütün hususiyet o değnekte de mevcuttur.

Asay-ı Musa'nın Özellikleri

Sonra, bununla birlikte o asada, bunda olmayan diğer şu hususiyetler de vardır:

1) Cansız bir maddede, hayatın bulunması..

2) Bu asanın kütlesinin büyümesi, ziyadeleşmesi...

3) Çok büyük kudret ve ileri derecede kuvvet bulunması...

4) Pekçok şeyi aynı anda yutup, onların adeta, yok oluvermesi...

5) O, değnekten, hayatiyetin, kudretin; kabaran fazlalaşan o derya ve fazlalığın sona erip yok olması ve kendi sebebiyle asanın yılana dönüştüğü o şekil ve rengin son bulması... Dolayısıyla bütün bunların herbirisi, haddi zatında müstakil bir mucizedir. Böylece biz, "el-ayetu'l-kübra"nın bu asa, değnek mucizesi olduğunu anlamış oluyoruz.

Üçüncü Görüş: Bu meseledeki üçüncü görüş de Mücâhid'e ait olup, bu da şöyledir: "Bu ifade ile, o el ve o asanın ikisi birden kastedilmiştir. Bu böyledir, zira diğer mucizeler, Hazret-i Muse (aleyhisselâm)'nın Firavuna gösterdiği ilk şeyin, değnek mucizesi, bunu izleyenin de o el mucizesi olduğuna delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu ifade ile kastedilenin, bu ikisinin birden olması gerekir.

Firavun'un Verdiği Karşılık

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Firavunun Musa (aleyhisselâm) ile olan ilişkisini nakletmiştir ki, bu da şu üç şeyin toplamıdır.

Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın,

21

"Fakat yalanladı, isyan etti"

ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, ifadesinin anlamı, "Firavun, bu mucizenin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın doğruluğuna delaletini yalanladı" şeklindedir. Bil ki, mucizenin, mucizeyi gösterenin doğruluğuna delalet ettiğine inanmama, ya inanmayan kimsenin bu mucizeye muarazada bulunabileceğine inanmasından dolayıdır; yahut da bu kimsenin, buna muarazada bulunmanın imkansız olduğunu bilip de, gösterilen bu mucizenin Allah'a ait bir fiil, iş olmadığına; tam aksine, mesela bir cin, melek gibi başka varlıklara ait bir fiil olduğuna inanmamasından dolayıdır; yahut da, bu kimsenin, bu mucizenin, Allah'ın fiili olduğunu kabul edip de, ne var ki Allah'ın bu mucizeyi, o peygamberin tasdik edilmesi maksadıyla yapmadığına inanmasından; ya da, Allah'ın bunu, o peygamberin tasdik edilmesi maksadıyla yaptığına inanıp, ne var ki bundan, nübüvveti iddia edenin doğru olmasının gerekmeyeceğine, çünkü Allah tarafından yapılan şeylerin kesinlikle kabih olmayacağına inanmasından ötürüdür. Binâenaleyh, o mucizenin o peygamberin doğruluğuna delalet etmesi hususunun tenkit edilen noktaları bundan ibarettir. Bu ayetten sonra gelen ifadeler, Firavun, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet topladı da bağırdı..."(Nâziat,23) ifadesinin delaleti ile, Firavun bu mucizeye muaraza edilebileceğine inanmış olmasından dolayı, gösterilen bu mucizenin, onu gösterenin doğruluğuna delalet etmesi hususunda direttiğini gösterir. Ve bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi..."(Şuara, 53) ayetinde ifade edilen gibidir.

İkinci Mesele

Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir soru sorulabilir: "Herkes, Allah'ı yalanlayan kimsenin asi olacağını bilir. Binâenaleyh, daha niçin "nes, ve asi oldu" deyişinin hikmeti nedir?"

Cevap: Bu ayetin manası, "Kalbi ve lisanıyla yalanladı, inat ve kibrini ortaya koymak suretiyle de isyan etti" şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ'nın Firavun'u, yalanlama ve asi olmakla nitelemesi, daha önce olana mugayirdir. Çünkü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavun'u dine davet edip bu mucizeyi gösterince, Firavun Musa (aleyhisselâm)'yı yalanlaması, daha önce geçmiş olan, Firavunun yalanlamasına ve mucizeyi kabul etmemek suretiyle asi olduğuna tastamam delalet etmektedir. Halbuki, onun şu andaki durumu, bundan önceki isyanına aykırıdır...

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın,

22

"Sonra da koşarak arkasını döndü"

ayetinin ifade ettiği husustur. Buayetle ilgili olarak da şu izahlar yapılabilir:

a) Firavun o yılanı görünce, gerisin geriye, hızlıca kaçmaya başladı. Hasan-ı Basrî, Firavunun, aklı az ve kıt bir adam olduğunu söylemiştir.

2) Bu, "Firavun, Hazret-i Musa'dan ayrıldı, ona tuzak kurmak için bir çaba ve faaliyet cine girdi" demektir.

3) Ayetin bu ifadesinin manası, "Sonra, sa'y-ü gayret göstererek yöneldi" şeklindedir. Nitekim Arapça'da, "Bir şeyler yapmaya yöneldi" anlamında, denilir. Dolayısıyla bu demektir ki, ayetteki (......) kelimesi, (......) kelimesiyle nitelenmesin diye, onun yerine getirilmiştir.

Halkı Toplaması

Üçüncüsü:

23

Âyetin tefsiri için bak:24

24

"Nihayet topladı da bağırdı: İşte ben sizin en yüce Rabbinizim..."

ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "Topladı, sihirbazlar da toplandı" demek olup, bu tıpkı, "Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi" (şuarâ, 53) gibi olmuş olur. "Onların kendisiyle birlikte bulunduğu o toplumda bağırdı.." demektir. Yahut da bu, "Bir tellala, münadiye emretti de, bu da, halkm arasında bu şekilde bağırdı" demektir. Bu ayetin manasının, "Firavun, insanlar içinde, konuşmacı olarak ayağa kalktı da.... dedi" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. İbn Abbas'tah, Firavunun söylediği ilk cümleni, ilk şeyin, "Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum... "(Kasas,38) ifadesi; sonsözünün de, "Ben, en yüce Rabbinizim..." ifadesi olduğu rivayeti gelmiştir.

Rububiyyet İddiası

Bil ki biz, Tahâ Sûresi'nde, bir kimsenin, kendisinin, göklerin, yerin, dağların, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıcısı olduğuna inanmasının mümkün olamayacağını beyan etmiştik. Çünkü, bunun yanlışlığının bilinmesi, zaruri bir bilgidir. Binâenaleyh, bu hususta şüphesi olan, mecnundur, delidir. Şimdi Firavun, mecnun olmuş olsaydı, Allah'ın, mecnun birisine peygamber ve nebiler göndermesi caiz olmazdı. Tam aksine o adam, bir yaratıcının, haşrin-neşrin varlığını kabul etmeyen bir dehrî, mülhit ve münkir (materyalist) idi. Ve, "Hiç kimsenin üzerinde, benden başkasına ait bir emir ve yasak yoktur. Ben sizin Rabbinizim, yani sizi eğitip büyüten; size lütufta bulunanım. Alemin bir ilahı yoktur ki, onun, sizin üzerinizde bir emir ve yasağı olsun veya o size bir elçi göndersin..." diyordu.

Kâdî de şöyle demektedir: "O değneğin yılana dönüşmesinden sonra, rezilliği ortaya çıkıp kepaze olduğu için, onun bu şekilde söylememesi gerekir. Çünkü, böylesine zilleti ve acziyyeti ortaya çıkan bir kimsenin, "Ben sizin en yüce Rabbinizim..." demesi nasıl uygun düşer? Binâenaleyh bu ayet, onun bu esnada, ne dediğini bilmeyen bir bunak gibi olduğuna delalet etmektedir.Bil ki, Allahü teâlâ, Firavun'un fiillerini ve sözlerini nakledince, bunun peşinden, Kendisinin, Firavuna ne şekilde muamele ettiğine yer vermiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın,

25

"Bunun üzerine Allah onu hem ahiret, hem dünya azabıyla yakaladı..."

ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır.

Nekâle Kelimesi

Alimler, (......) kelimesinin mansub olması hususunda şu iki izah yapmışlardır:

1) Zeccac, bu kelimenin, tekid için gelmiş olan mef'ûlü mutlak olduğunu, zira, "Allah onu yakaladı" ifadesinin manasının, (......) şeklinde olduğunu; zira, (......) ile manasının tıpkı, "Onu, şiddetli bir terkedişle terkediyorum" denilmesi gibi olduğunu, zira, (......) ve (......) ifâdelerinin birbirine denk manada iki kelime olduğunu; bunun benzerinin de, "Onun yakalaması, efem vericidir, şiddetlidir..."(Hud, 102) ifadesi olduğunu söylemiştir.

2) Ferra da, ayetin takdirinin, (......) şeklinde olduğunu ve (......) kelimesinin, tıpkı (......) kelimesinin (......) manasında olması gibi, (cezalandırmak) manasında olduğunu söylemiştir.

Firavun'a Verilen Mühlet

Müfessirler bu ayetin manası hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) "el-ahiretu" ve "ve'l-ulâ" ifadeleri, Firavun'un iki cümlesinin sıfatıdır. Bunlardan birisi, "Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum" (Kasas, 38) ifadesi, diğeri ise, "Ben sizin en yüce Rabbinizim" ifadesidir. Bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle derler: Bu iki söz arasında, kırk yıl vardır. Bu sözlerin maksadı ise, Allahü teâlâ'nın, Firavunu o ilk kaimesi sebebiyle o anda muaheze etmediğine, tam aksine, ona kırk yıl süre tanıdığına; ikincisini söyleyince de, ikisiyle birden muaheze ettiğine dikkat çekmektir ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, süre ve mühlet tanıyıp, ihmal etmeyeceğine dikkat çekmektedir. Bu, Mücahid, Şa'bî, Saîd Ibn Cübeyr ve Mukâtil'in görüşü olup, bu aynı zamanda Ata ve Kelbî'nin İbn Abbas'tan yapmış oldukları rivayettir.

2) Hasan el-Basri ve Katâde'ye göre, Cenâb-ı Hak, ifâdeleri ile, Firavun'a ahirette yapacağı azab ile, onu dünyada suyla boğmasını (el-gark) kastetmiştir.

3) Bu ayetteki (......) kelimesiyle, onun, "Ben sizin en yüce Rabbinizim" şeklindeki sözü, (......) kelimesiyle de, onun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kendisine o mucizeyi gösterdiği zamanki yalanlaması kastedilmiştir.

Kaffal şöyle der: "Bana öyle geliyor ki: Bu görüşlerden en açık ve zahir olanı, budur. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "Ona o en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat (Firavun) yalanladı, isyan etti. Sonra da koşarak arkasını döndü. Nihayet (halkı) topladı da "İşte ben sizin en yüce Rabbinizim..."(Nâziat,20-24) buyurmuş, böylece bu masiyeti dile getirmiş, bunun peşinden de, "Bunun üzerine Allah onu, hem bu sözü, hem de ilk yalanlaması sebebiyle yalanladı, cezalandırdı" buyurmuştur. Böylece, bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın, Firavunu, bu iki şey sebebiyle cezalandırdığı ortaya çıkmıştır."

Nekâl'in Manası

Leys şöyle demektedir: (......) başkasına ibret olacak olan cezanın ismi olup, bu da, o başkası onu gördüğünde, yahutta uygulanan bu ceza ona ulaştığında, aynısını yapmaktan çekindiği şey demek olup, bu kelimenin aslı, "kaçınmak, imtina etmek" anlamında olur. Ki, meselâ "Yeminden nükûl etti" ifadesi de, bu anlamdadır. Ve, bukağıya da, mani ve engel olduğu için (nekl) denilmektedir. O halde nekâl, en büyük ceza çeşidi demek olup, böylece bunu duyan kimsenin, kendisi sebebiyle o cezanın uygulandığı o günahın aynısını işlemekten kaçınması kastedilmiş olur. Örfte ise "nekâl", sebebiyle, işleyenin rezil ve kepaze olduğu, başkasının da kendisinden ders aldığı şeye denilir. Allah en iyisini bilendir.

Çıkarılacak Ders

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu kıssayı,

26

"Şüphe yok ki, (Allah'dan) korkacak kimseler için bunda kati bir ibret vardır"

buyurarak bitirmiştir. Buna göre mana, "Musa ve Firavun hakkında anlattığımız şeylerde, Allah'ın Firavunun başına getirdiği rezii-rüsvaylık da ve Hazret-i Musa'ya verdiği üstünlük ve destek konusunda anlattığımız şeylerde, haşyet içinde olanlar için bir ibret vardır" şeklinde olur. Bu böyledir, zira, böylece bu kimse, Firavun'un başına gelecek şeyin, kendisinin başına geleceğinden endişelendiği ve Allah'ın, nebilerine ve peygamberlerine yardım edeceğini bildiği için, Allah'a asi olmayı ve peygamberlerini yalanlamayı bırakır. Binâenaleyh bu, "Ey Muhammed'i yalanlayan topluluk! Bizim anlattıklarımızdan der alın, neticeler çıkarın.." demektir ki, bu da, "Siz, ikabı gerektiren cihette onlarla müşterek olmanız halinde, onların başına gelen o ceza hususunda da, onlarla müşterek olacağınızı biliniz..." demektir.

Sizin Hilkatiniz Mi, Gökleri Yaratmak Mı Zor?

Daha sonra bil ki, Allahü teâlâ bu kıssayı anlatıp bitirince, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlere hitap etmeye başlayarak şöyle buyurmuştur:

27

"Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa göğü (yaratmak) mı? Ki onu (Allah) bina etmiştir".

Birinci Mesele

Bu istidlalin maksadı şu iki şeydir:

a) Bu, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlere karşı yapılmış bir istidlaldir. Bu cümleden olarak Cenâb-ı Hak, "Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa göğü (yaratmak) mı?" buyurmuş, böylece, onların dikkatlerini, müşahede ile bilinen bir hususa çekmiştir. Bu böyledir, zira, insanın, küçük ve aciz olmasına rağmen yaratılması, büyüklüğüne ve hallerinin büyüklüğüne rağmen, semanın yaratılmasına nisbet edildiğinde, basit ve kolay olduğu ortaya çıkar. Böylece, Cenâb-ı Hak, semanın yaratılmasının muazzam ve büyük olduğunu; böyle olunca da, insanları yeniden haydi haydi yaratacağını ve bu işin, Allah'ın gücü dahilinde olduğunu, bu sebeple de, onların nasıl oluyor da, bunu inkar ettiklerini, beyan etmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?"(Yasin, 8) ifadesiyle, "Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha büyüktür" (Mü'min, 57) ayetidir.

Buna göre mana, "Sizce ve sizin takdirinize göre, ölümünüzden sonra sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa gökleri yaratmak mı?" şeklinde olur. Çünkü, bu iki şey, Allah'ın kudretine nisbetle aynıdır.

b) Bu istidlalin maksadı, onların, mahluk olduklarını beyan etmektir. Bu görüş, şu iki sebepten dolayı tutarsızdır:

1) İnsanın, mahluk olduğunu kabullenmeyen kimse, semanın mahluk olduğunu haydi haydi kabullenmez.

2) Bu sûrenin başı, haşr ve neşr meselesini beyan hakkındadır. Dolayısıyla, ayetin bu ifadesini bu manaya almak daha uygun olur.

İkinci Mesele

Kisâi, Ferrâ ve Zeccâc, bu cümlenin,ifâdesinde bittiğini, kısmının yeni bir söze giriş olduğunu söylemişlerdir. Ama, Ebû Hâtim'e göre vakıf, ifâdesi üzerinde yapılır. Zira, ifâdesi, (......) kelimesinin sıfatı olup, takdiri "Yoksa, bina ettiği sema mı?" şeklindedir. Binâenaleyh, bu demektir ki, burada (......) kelimesi hazfedilmiştir. Ve bu gibi hazfler ise, caizdir. Kaffal de şöyle demektedir: "Arapça'da, "Sana gelen adam akıllıdır" anlamında, denilir. Bunun Arapça bakımından caiz olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki, (......) kelimesinin, kendisinden önceki kelimenin sılası olduğunun delili şudur: Şimdi, bu kelime sıla olmasaydı, o zaman da sıfat olurdu. Bu durumda bu demektir ki, hem (......) kelimesi sıfat, (Naziat, 28) ifâdesi sıfattır. O halde bu demektir ki, birisinin diğeriyle alakası, olmayan iki sıfat, ardarda gelmiştir. Bu sebeple de, aralarına (Naziat, 29) ayetinde olduğu gibi bir atıf harfinin getirilmesi vacib olurdu, öyleyse, böyle olmadığına göre, biz, (......) kelimesinin (......) kelimesinin sılası olduğunu anlamış oluyoruz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuş, böylece, sıfatını zikretmiştir." Ferrâ, Kaffal'ın bu deliline mukabil şöyle istidlalde bulunabilir: Allah'ın, şayet, (......) ifâdesi, (......) kelimesinin sılası olsaydı, o zaman kelamın takdiri, "Yoksa Allah'ın yaptığı sema mı?" şeklinde olurdu ve bu da, Allah'ın yapmadığı bir semanın da bulunmasını gerektirirdi... Halbuki böyle bir şey olamaz.

Gökleri Yapanın Allah Olduğunun Delilleri

Semanın banisinin Allah olduğunun delilleri şunlardır:

Birinci Hüccet: Sema, cisimdir. Her cisim ise, muhdestir. Çünkü cisim, şayet (muhdes değil de) ezeli olsaydı, cisim, ezelde ya hareketli, ya da durgun (sakin) olurdu. Her iki kısım da batıldır. Binâenaleyh, cismin ezeli olduğunu söylemek de batıldır. Ya hareketli, ya da sakin olması haline gelince, bu da şöyledir: Cisim, ya bulunduğu yerde karar kılmıştır, böylece bu demektir ki, o sakindir; yahutta bulunduğu yerde karar kıtmamıştır. Böylece de bu demektir ki, o, müteharriktir. Biz, cismin ezelde hareketli olmasının imkansız olduğunu söyledik. Çünkü hareketin mahiyeti, kendisinden önce başka bir şeyin bulunmamasını gerektirir. Ezelin mahiyeti ise, kendisinden önce başkasının bulunmasına terstir. Bu ikisinin arasını cem etmek ise, imkansızdır.

Biz, ezeldeki cismin sakin olmasının da muhal olduğunu söyledik. Çünkü sökün (hareketsizlik), sübuti (olumlu) bir vasıftır. Halbuki sübuti vasfın zevali mümkündür. Zevali mümkün olan her şey ise, hür ve irade sahibi bir faile, bir müessire muhtaçtır. Böyle olan her şey ise, muhdestir. O halde, her sükun muhdestir. Dolayısıyla, ezeli olması imkansızdır. Biz, sükunun sübutî bir vasıf olduğunu söyledik; çünkü cismin hareketli olması, zatının bekası ile birlikte, sakin olması hali ile yer değiştirmesidir. Şimdi, bu iki halden birisinin, mutlaka ama mutlaka sübutî (daha önceden olan, bulunan) bir hal ve durum olması gerekir.. Şimdi, "sübutî" olan, sakin oluş hali ise, maksad hasıl olmuş olur. Yok, eğer sübutî olan, hareketli oluş hali ise, sükunun da sübutî olması gerekir. Çünkü, hareket, daha evvel başka bir yerde iken, şimdi, başka bir yerde bulunma demektir. Sükûn ise, bizatihî orada bulunduktan sonra, başka bir yerde bulunmaktan ibarettir. O halde, bu demektir ki, hareketle, sükun arasındaki farklılık, mahiyetlerinde değil, kendilerinden önce başka bir halin ve durumun bulunup bulunmamasında yatmaktadır. Ki bu, mahiyetlerinin dışında, arızî bir sıfattır. Bunun böyle olduğu ve o mahiyetin de, bu iki şekilden birisinde vücûdi (sübutî) bir şey olduğu sabit olunca, bunun diğer surette de böyle olması gerekmiştir.

Biz, "semâ"nın sükununun, zeval bulması imkan dahilinde olan bir sükun olduğunu söyledik. Çünkü, semanın durgunluğu zatı gereği ve böylece de, semnın hareket etmemesi gerekirdi. Ne var ki biz, şu anda, semanın hareketli olduğunu görmekteyiz. Böylece biz, semanın, ezelde sakin olması halinde bile, bu sükunun, zevali mümkün olan bir sükun olacağını anlamış bulunuyoruz.

Biz, bu sükunun, zatı gereği mümkin olması halinde, hür ve irade sahibinin faili muhtaç olacağını söyledik. Zira, bu zatı gereği mümkin olan bir husus olunca, bunun mutlaka bir müessirinin olması gerekir. Bu müessirin, mûcib (zorunlu, otomatik) olması caiz değildir. Zira, bu zorunlu ve mucib olan şey, eğer vacib ise ve o neticeyi gerektirmek hususunda, herhangi bir şarttan bağımsız ve müstağni ise, o mucibin devamından bu neticenin devamı gerekir. Dolayısıyla da, o sükunun son bulmaması gerekir. Yok eğer, o neticeyi gerektirmede, zatı gereği vacib olan bir şarta muhtaç bir vacib ise, illetin ve şartın devam etmesi sebebiyle, neticenin de devam etmesi gerekir. Ama, o mucib, zatı gereği vacib değilse, yahutta, onu gerektirme şartı, zatı gereği bir vacib değilse, bu konudaki söz, ta baştaki söz gibi olmuş olur, bu durumda da teselsül gerekir. Teselsül ise, muhaldir. Yahut da, zatı gereği vacib olan mucibe ve zatı gereği vacib olan bir şarta varıp dayanması gerekir. Bu durumda da, birinci ilzam (susturma) yeniden söz konusu oimuş olur. Böylece, bu müessirin mutlaka hür ve irade sahibi bir fail, bir müessir olması gerekir. O halde bu demektir ki, her sükun hür ve irade sahibi bir failin fiilidir. Böyle olan her şey ise, muhdestir. Çünkü, hür ve irade sahibi dan, yaptıklarını bir maksada binaen yapar. Halbuki, olanı yeniden oldurmaya, elde edilmiş şeyi yeniden elde etmeye yönelmek ise imkansızdır. Böylece, her sükunun muhdes olduğu sabit olmuş olur. Derken de, cismin, ezelde hareketli ve sükun halinde bulunmasının imkansızlığı kesinleşmiş olur. O halde, bu demektir ki, cisim, ezelde mevcut değildi. Bu sebeple de cisim, muhdestir. Muhdes olunca da, hem zatı, hem de cüzlerinin terkibi hususunda bir mucide muhtaçtır ki, işte bu mucid Allahü teâlâ'dır. Böylece, semanın banisinin Allah olduğu aklen sabit olmuş olur.

İkinci Hüccet: Vâcibü'l-Vücûd olanın dışındaki her şey, mümkindir. Her mümkin ise, muhdestir. Her muhdesin ise, bir yaratıcısı vardır. Şüphesiz biz, vâcibü'l-vücûdun dışındaki her şeyin mümkin olduğunu söyledik, zira, şayet biz zatları gereği vacib olan iki mevcudun var olduğunu tarzetseydik, bunlar varlıkda müşterek, ama tayin ile birbirlerinden ayrılırlardı. O zaman da, bunlardan herbiri, hem ortaklığın kendisiyle meydana geldiği, hem de farklılığın kendisiyle hasıl olduğu şeyden mürekkeb olurdu. Her mürekkeb ise, cüzüne muhtaçtır; onun cüzü ise, ondan başkadır. O zaman, her mürekkeb, kendinden başkasına muhtaçtır. Her başkasına muhtaç ise, zatı gereği mümkin varlıktır. Bu durumda zatları gereği vacib olan iki varlıktan herbiri, bizzat mümkin olmuş olur ki, bu bir tenakuzdur.

Sonra, bu iki cüzden söz edelim. Şayet bunlar vacib iseler, bu cüzlerden herbiri mürekkeb olur ki, bu takdirde teselsül gerekir. Ama vacib değilseler, bunlara muhtaç olan, haydi haydi vacibü'l-vücûd olanın dışındaki her şeyin mümkin olduğu, her mümkinin ise bir müessiri bulunduğu, ki müessire muhtaç olanınsa muhdes olduğu sabit olmuş olur. Çünkü bir müessire muhtaç olmanın, mucidin var etmesinin imkansızlığı sebebiyle beka halinde tahakkuk etmesi mümkün değildir. O halde bunun, ya hudûs (meydana gelme, oluşma) halinde, ya da 'adem (yokluk) halinde olması gerekir. Her iki durumda da hudûs (sonradan meydana gelme) gerekir. Böylece, vâcibü'l-vücüd'un dışındaki her şeyin muhdes olduğu, her muhdes içinse bir ihdas eden (var eden)in gerektiği, o halde, semanın da bir bina edicisinin olması lazım geldiği kesinleşmiş olur.

Üçüncü Hüccet: Aklın sarih delaleti, semanın kütlesinin, şu anda olduğundan bir hardal tanesi miktarınca daha büyük olmasının ya da, bir hardal tanesi kadar daha küçük olmasının imkansız olmadığına şehadet ve delalet eder. O halde, ne daha eksik, ne de daha ziyade olmaksızın, bu miktar ile var edilmesinin (bu kütleye tahsis edilmesinin), mutlaka bir tahsis edici (muhassis) sebebiyle olması gerekir. İşte böylece, semanın bir banisinin olması gerektiği sabit olmuş olur.

İmdi eğer, "Allahü teâlâ bir şey yarattı ve bu şeye de öyle bir kudret verdi ki, bu yaratık bu kudret sayesinde cisimleri yaratmaya kadir oluyor. Böylece de, semanın yaratıcısı ve banisi de, işte o şey olur" denilmesi niçin mümkün olmasın?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Alimlerden kimisi şöyle demiştir: "Semanın bir muhdisi olması gerektiği, işin neticede kadîm bir varlığa dayanmasının kaçınılmaz olduğu; ilahın ise, zatı gereği vacib ve bir olduğu, bunun ise Hak Sübhânehû ve Teâlâ olduğu aklen bilinmektedir.

Bir vasıta olmadığını söylemeye gelince, bu şüphesiz, nakil ile bilinir. Bu ayetteki "onu bina etti" ifadesi, semanın banisinin Allah olduğuna, başkası olmadığına delalet eder. Kimisi ise, "Bilakis akıl, bunun yanlış olduğuna delalet etmektedir. Çünkü, Allah'tan başka her şeyin muhdes olduğu sabit olunca, O'nun kadir olduğu, ama "mucib (zorunlu, irade ve ihtiyarı olmayan otomatik varlık) olmadığı sabit olur. Onun kudretinin taalluk ettiği şeyin de ancak, mümkin olması sebebiyle O'nun makdûru "kudretinin taalluk ettği şey" olması sahih ve doğru olur. Sen şayet mümkin oluş halini kaldırırsan, geriye ya vacib oluş ya da imkansız oluş hali kalır ki, bunların ikisi de, makdur olma halini imkansız kılarlar. Kendisi sebebiyle, cüz'ün Allah'ın makduru olması ki bu, mümkin olmak hali olup, mümkin olma hali de bütün mümkin varlıklarda mevcuttur sahih ve uygun olan şeyin, aynı şekilde, Allah'ın makdurları olabilmesi için bütün mümkin varlıklarda da bulunması, nasıl olması gerekir. Bu sabit olup, kudreti de, her şeye eşit bir biçimde nisbet edilince, O'nun her şeye kadir olması gerekir. Allah'ın bütün mümkinata kadir olduğu sabit olduğu zaman, şayet biz bazı mümkin varlıklara kadir olan başka bir kadir bulunduğunu kabul edersek, bu durumda, bir cihetten iki kadir arasında müşterek bir makdurun bulunması gerekir ki bu imkansızdır. Zira bu şey, ya, birinin dahli olmaksızın diğeri tarafından meydana getirilecektir, ki bu muhaldir; zira, gerektirme hususunda ikisi de müstakil olunca, bunun, öteki sebebiyle değil de, beriki sebebiyle meydana gelmesi daha evla ve uygun değildir yahut da ikisi tarafından.. Yine bu da imkansızdır, çünkü bu şey, birisi tarafından meydana getirilmekle, diğeri tarafından da meydana getirilmekten müstağni olur (buna gerek kalmaz). Bu durumda da bu şey, aynı, o ikisine hem muhtaç olmuş olur, hem de müstağni... Bu ise imkansızdır. Yapılan bu izah ile, bir başka mümkin varlığın, Allah'ın kudreti dışındaki bir başka bir sebeple meydana gelmesinin mümkün olmadığı kesinleşmiş olur.." der. Bu açıklama gayet güzeldir, fakat var oluşda, Allah'tan başka bir müessir kabul etmeyenin görüşüne göre... İşte, bu konuda söylenebilecek şeylerin tümü bundan ibarettir.

Semayı Yaratmanın Tezahürleri

Bil ki Allahü teâlâ, kendisinin semayı bina ettiğini beyan edince, bunun peşinden semayı nasıl bina ettiğini açıklamış ve birkaç bakımdan bu keyfiyeti şerh etmiştir.

1. Yükseklik

Birinci Sıfat: Mekan ile alakalı husus olup, Cenâb-ı Hak

28

"Onun boyunu yükseltti. Derken ona bir nizam verdi"

buyurmuştur.

Bil ki, bir şeyin uzaması yukardan aşağıya doğru olduğu zaman, buna derinlik denilir. Ama, aşağıdan yukarıya doğru olduğunda ise, buna da semk denilir. Onun "semk"in yükseltilmesiyle kastedilen, son derece fazla yükseltilmiş olduğudur. Öyle ki alimler, yer ile göğün zirvesi arasında beşyüz yıllık bir mesafe olduğunu söylemişlerdir. Astronomi alimleri de, göksel cisimlerin kütleleri ile, her biri arasındaki mesafeyi ve yine bunlarla yer arasındaki uzaklığı beyan edip açıklamışlardır. Diğer bazı alimler ise, bundan kastedilenin, göklerin direksiz olarak yükseltilmeleri olduğunu söylemişlerdir. Ki bu da, ancak Allah tarafından olması mümkün olan bir şeydir.

2 Nizam.

İkinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Derken ona bir nizam verdi..." ayetinin ifade ettiği husus. Bu konuda da iki izah şekli vardır:

1) Bundan maksad, onun telif ve terkibinin tesviyesi, ince bir düzenle yapılmasıdır. Bilakis bununla kastedilenin, onda herhangi bir çatlak ve yarık olmadığıdır da, denilmiştir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hâkk'ın, "Rahman'ın yaratmasında bir kusur, tutarsızlık görüyor musun?" (Mülk, 3) ayeti gibidir. Birinci görüşü savunanlar, ifâdesi umumi olup, bunu, bazı şeyleri tesviye etmekle sınırlamak ve tahsis etmek caiz değildir. Sonra bu, semanın yuvarlak olduğuna da delalet eder. Zira o, şayet yuvarlak olmasaydı, onun bazı tarafları düz, bunları açık (köşe şeklinde), bazı tarafları da çizgi halinde olur, böylece de onun bir kısmı bize daha yakın olurken, diğer bazı kısımları da daha uzak olur; böylece de, gerçek bir tesviye ve düzeltme meydana gelmemiş olurdu.. Bu sebeple, tam bir tesviye ve düzenlemenin meydana gelmiş olması için, semanın küre şeklinde olması gerekir" demişler, sözlerini de şöyle sürdürmüşlerdir: "Semanın muhdes ve bir faile muhtaç olduğu sabit olunca, onun küre, yuvarlak olmasından dine ne gibi bir zarar dokunur?!"

3. Gece Gündüz Deveranı

Üçüncü Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın,

29

"Onun gecesini kararttı, gündüzünü çıkardı"

ayetinin beyan ettiği husus... Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) fiili bazan lazım gelir. Mesela, "iyice karardı" anlamında, "Gece karardı" denilir. Bazan da, müteaddi olur. Meselâ, "Allah geceyi kararttı" anlamında denilir. El-ğatş kelimesi, "karanlık, zulmet" anlamındadır. El-Ağtaş, tıpkı el-A'meş gibidir Burada bir soru bulunmaktadır: Bu da şudur: "Gece, güneşin batması sebebiyle meydana gelen karanlık ve zulmet vaktinin adıdır ifadesi ise, "Allah, karanlık olanı karanlık kıldı, yaptı" anlamına varıp dayanır ki, bu akıldan uzak bir izahtır (ne dersin)?" Buna şöyle cevap verilir Bunun manası, "O zamanda meydana gelmiş olan karanlık ve zulmet ancak, Allah'ın tedbir ve takdiri ile meydana gelmiştir.." şeklindedir. Bu durumda hiçbir problem kalmaz.

İkinci Mesele

(......) ifadesinin anlamı, "gündüzü çıkarır..." şeklindedir. Burada nehâr - (gündüz); duhâ - (kuşluk) vakti" kelimesiyle ifade edilmiştir. Zira kuşluk vakti, ışığı ve aydınlığı hususunda gündüzün en mükemmel vaktidir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, geceyi ve gündüzü semaya nisbet etmiştir, zira gece ve gündüz, güneşin doğup batması ile meydana gelmektedirler. Onun doğup batması ise ancak, feleğin (semanın) hareketi sebebiyle meydana gelir. Bu sebepte de Cenâb-ı Hak, geceyi ve gündüzü semaya nisbet etmiştir.

Yerin Yaratılışı

Cenâb-ı Hak, semanın nasıl yaratıldığını anlatınca, bunun peşinden yeryüzünün nasıl yaratıldığını anlatmıştır ki, bu da birkaç yöndendir.

Birinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın,

30

"Bundan sonra da yeri yayıp döşedi..."

ayetinin ifade ettiği husus.. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"onu yaydı" anlamındadır. Nitekim, Zeyd Ibn Amr Ibn Nufeyi şöyle demiştir: "Onu yaydı... Onun su yüzünde dümdüz olduğunu görünce de, onun üzerine (kazıklar misali) dağlar çaktı..."

Ümeyye İbn Ebi's-Salt da şöyle demiştir:

"Ülkeleri yayıp, onlan tesviye ettin (düzene koydun).. Ve Sen, onları durup katlamaya da kadirsin.."

Dil alimleri şunu söylemiştir: Bu kelime hakkında iki kullanış biçimi vardır: Bu tıpkı (......) ifadelerinde olduğu gibidir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin bir sözünde (naklinde) de şöyle varid olmuştur. "Allahım, ey yayılmış olanların yayıcısı..." "Ey, yayılmış olan yedikat yeri yayan Allah'ım..." Yine, bu kelimenin aslının, bir şeyi bir yerden başka yere taşımak anlamında olduğu, çocuğun, küreyi (topu) yerin yüzüne atıp yuvarladığı zaman kullanılan ifadesinin de bu anlamda olduğu söylenmiştir. Yine (......) ifadesi vardır ki, bu, deve kuşunun yuvasıdır; yani onun serip döşediği, taşlarını temizlediği böylece de onun için döşek vazifesi gören yer,. Bu da, (......) kelimesinin manasının, izale etme ve hazırlama manalarına varıp dayandığına delalet eder.

Gök ve Yerin Yaratılış Sırası

İkinci Mesele

Ayetin zahiri, yerin gökten sonra yaratıldığını, Fussilet Sûresi'ndeki, "(Allah) sonra göğe yöneldi" (Fussilet, 11) ayeti de, göğün yerden sonra olmasını gerektirir. Bu meseleyi Bakara Sûresi nde, "Sonra göğe yöneldi"(Bakara,29) ayetinin tefsirinde ele aldık. O İzahlardan şu bazılarını yeniden söylemekte bir beis yok:

1) Allahü teâlâ, önce yeryüzünü yaratmış, ikinci olarak da göğü yaratmış; üçüncü olarak da yeryüzünü yayıp döşemiştir. Bu böyledir. Çünkü gök, ilk önce top bir küre halinde idi. Daha sonra Cenâb-ı Hak onu biraz, uzattı ve yaydı. Buna göre eğer, itibari akli dayanan deliller, yeryüzünün şu anda da kür ehalinde olduğuna delalet etmektedir. Bir başka problem de şudur: Büyük bir cismin, dış yüzeyi, düz bir satıh gibi görünür. Dolayısıyla dış yüzeyi yayılmış ve uzatılmış bir vaziyette yaratılmış olması İmkansızdır.

2) Buradaki (......) ifadesinin "yalnızca bir yayma" manasına gelmemesi gerekir. Aksine bununla murad edilen, yiyecek şeylerin bitmesine uygun hale getirilmiş olarak yayılması kastedilmişti ki bu hususu Hak teâlâ, "Allah, ondan suyunu ve odağını çıkardı" (Nâziat. 31) buyurarak beyan etmiştir. Bu böyledir. Zira, yeryüzü için böyle bir kabiliyet ve istidad, ancak göğün mevcudiyetinden sonra söz konusudur. Çünkü yer ana, gök de baba gibidir. Bu ikisi mevcud olmadığı zaman, ne bitkiler, ne madenler, ne de canlılar doğmaz.

3) Ayetteki, "Bundan sonra..." ifadesi, "Bununla birlikte" manasına olup, tıpkı "O, kaba-haşin, bütün bunlarla birlikte bir de kulağı kesik (nesebi bozuk)" (Kalem, 13) ayetinde olduğu gibidir. Bu tıpkı yine senin bir kimseye, "Sen şöyle söylesin, sonra da, bunlara ilaveten söylesin" deyip de, bu "sonra" ile, bir sıralama manasını kastetmemen gibidir. Yine Hak teâlâ, "O, kul azad etmektir, yahut bir açlık gününde yemek yedirmekdir... Sonra da iman edenlerden..."(Beled. 13-17) buyurmuştur ki buradaki "sonra" ifâdesi, "Bununla beraber o, iman edenlerdendir..." ifadesinin "Bununla birlikte" manasına olduğunu söylemelerinin izahıdır.

Üçüncü Mesele

Allah Tealâ'nın önce yeri, sonra ikinci olarak göğü yaratıp, daha sonra bununla birlikte üçüncü olarak yeryüzünü yayıp döşediği sabit olduğuna göre, alimler bunun zamanının ne kadar olduğu hususunda bazı izahlar yapmışlardır: Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh)'in, "Allah Beytullah'ı (Ka'be'yi), yeryüzünden ikibin yıl önce yaratmıştır. Yerin yayılıp döşenmesi de bu müddet içerisinde olmuştur" dediği rivayet edilmiştir. Bil ki bu gibi şeyleri anlamak için, hadis kitablarına başvurmak daha uygun ve doğru olur.

Sular, Otlaklar Çıkardı

İkinci Sıfat: Hak Tealâ'nın şu ayetiyle beyan edilmiştir:

31

"Ondan, suyunu ve otlağını çıkardı".

Bu ayetle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"Yerin suyu", su ile dolup taşan kaynakları; "mer'ası" da, otlaklarıdır. Mer'â, aslında "re'a" kökünden bir ism-i mekân (otlama yeri)dir. "Ard" (yer) ve "cibâl" (dağlar) kelimeleri, "İştigal" kaidesine göre, ya mukadder "yayıp döşedi" yahut da, "sapasağlam dikti" fiili ile mansubturlar. Bu iki kelimeyi, Hasan el-Basrî, mübtedâ olarak, merfû okumuştur. Buna göre eğer, (......) fiilinin başına bir atıf harfi getirilmeli değil miydi?" denilirse, deriz ki: Bunun şu iki sebebi var:

1) fiili, "Onu yayıp, döşedi ve İskan edilecek hale getirildi" manasındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o yeryüzünün iskan edilecek halini, oradaki sakinlerin mutlaka elde etmeleri gerekli olan, yeme, içme ve orada yerleşme gibi hususlarla ve suyu, otlakları çıkarması, dağları sapasağlam yerleştirmesi ve yer ve yeryüzündekiler sarsılmasınlar diye o dağları yerin kazıklan haline getirmesiyle açıkladı.

2) Buradaki cümlesi, "hal" mahallindedir. Buna göre takdiri, "o yerden suyunu ve otlağını çıkarmış olduğu halde, onu yayıp döşedi" şeklindedir.

Yerden Çıkan Nimetler

İkinci Mesele

Ayetteki "mer'â" ile, insanların ve hayvanların yiyecekleri şeyler kastedilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Allah gökten size, bir su indirmiştir. Ondan içersiniz ve (hayvanlarınızı) yaymakta olduğunuz şeyler de ondandır"(Nahl, 10) ayetidir. Cenâb-ı Hak, bir başka surede de, "Şüphesiz Biz sağanak halinde yağmur yağdırdık ve yeryüzünü yardıkça yardık... Bunu sizin için ve hayvanlarınız için bir istifade vesilesi kıldık"(Abese,26-32) buyurmuştur. İşte tefsir ettiğimiz ayette de böyledir. Hak teâlâ'nın (Yusuf, 12) ayetindeki "ret" (otlama) fiili, insan için mecazi manada kullanıldığı gibi, burada da, "mer'â" kelimesi yine insan için, mecazi olarak kullanılmıştır. İbn Kuteybe şöyle der: "Hak teâlâ, "Her canlıyı sudan yarattık" (Enbiya, 30) buyurmuştur. Binâenaleyh bir bak ki Hak teâlâ'nın bu ayetteki, "suyunu ve otlağını" ifadesi, yerden bitirdiği herşeyin, insanlar için bir rızık ve yiyecek olduğuna nasıl delalet etmektedir. Bunlar, otlar, ağaçlar, hububat, meyveler, samanlar, odunlar, elbise ve ilaç olanlar hatta ateş ve tuz gibi şeylerdir. Çünkü ateşin de, odundan olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Hak teâlâ, "Yaktığınız o ateşin ağacını siz mi var ettiniz, yoksa Biz mi var ettik" (Vakıa, 71-72) buyurmuştur. Yine tuzun da, sudan meydana geldiğinde şüphe yoktur. Şimdi sen iyice düşündüğünde, sayesinde insanların dünyada gezinti yaptıkları ve hoşlandıkları şeylerin temelinin, su ve bitki olduğunu görürsün. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, cenneti anlatırken hep bu iki şeye yer vermiştir. Mesela, hep, "Altlarından ırmaklar akan cennetler..." buyurmuştur. Hem sonra Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetteki "mer'â" ile, insan ve hayvanların yediği her şeyi kastettiğinin delili de, ayetin devamındaki, "Size ve hayvanlarınıza bir fayda olmak üzere..." (Nisa,33)buyurmuş olmasıdır.

Dağlar

Üçüncü Sıfat: Hak teâlâ'nın şu ayetinin beyan ettiği husustur:

32

"Dağlarını sapasağlam dikti".

Dağlardan olan faydaların neler olduğu ile ilgili izahımız daha önce geçmişti.

Yeri Yaratmanın Bazı Gayeleri

Hak teâlâ daha sonra, yeri nasıl yarattığını anlatıp, onun faydalarını dile getirdikten sonra, şöyle buyurur:

33

"Size ve hayvanlarınıza birer fayda olmak üzere...".

Bu, "Biz, bu şeyleri, hem sizin, hem de hayranlarınız için istifade edilecek birer şey olarak yarattık" demektir. Allahü teâlâ'nın fiil ve hükümlerinin, bir takım maksadlara ve gayelere bağlı olduğunu söyleyenler, bu ayeti delil gözetmişlerdir. Fakat bunun cevabı, daha önce defalarca geçti.

Kıyamet Gelince

Bil ki Hak teâlâ'nın, kendisinin haşr ve neşre kadir olduğuna istidlal edilsin diye, gökleri ve yeri nasıl yarattığını anlatmış olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh Hak teâlâ bunu anlatıp, böylece hasrın aklen mümkün olduğunu ortaya koyunca, o hasrın mutlaka olacağını haber vermek için şöyle buyurmuştur:

34

“Fakat o en büyük bela geldiği zaman...”.

Bu ayetle ilgili olarak iki mesele var:

Tammetu'l-Kübra

Araplarca "tâmme", güç yetirilemeyen, üstesinden gelinemeyen büyük bela manasınadır. Bu kelimenin nereden iştikak ettiği (türediği) hususunda şu izahlar yapılmıştır: Müberred "Bana öyle geliyor ki bu, Arapların, at bütün gücüyle koştuğunda, ve nehir dolup taştığında, deyişlerine dayanır" demiştir. Leys de, bu kelimenin, kuyunun toprakla dolması manasına kullanıldığını ve bu manada Arapların dediklerini; yine Arapça'da, set kuyuyu doldurup, yer seviyesine getirdiğinde, denildiğini; büyüyen, derken kabaran şeyler için de denildiğini söylemektir. Binâenaleyh "tâmme", kendisi dışında kalan herşeyin üzerine çıkar, hepsini asan büyük hadise demektir. Bundan ötürü, "Her tâmmenin üstünde bir tâmme vardır" denilmiştir. Kaffâl da der ki: "Tâmm", aslında gömmek ve üzerine çıkmak demektir. Dolayısıyla birşeye baskın çıkan, onu ezip örten herşey, onu "tamm" etmiştir. Fazla su manasındaki, "el-maü'l-tâmî" de bu köktendir. O halde, tâğî, atî, adî hep aynı manaya olup, Allah'ın emrinin dışına çıkan mütekebbir demektir. O halde tâmme, yanında önceki belanın unutulduğu daha büyük belaya verilen addır."

İkinci Mesele

Anlattıklarımızla, ayetteki, "tâmmetü'l-kübra"nın, en büyük bela manasına geldiği anlaşılmaktadır. Fakat alimler, bu belanın ne olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri, cehennemin, korkunç durakların ve olması halinde her türlü belayı unutturacak harikulade olan ve net bir biçimde olan deliller görülüp müşahede edileceği gün olduğu için, bu büyük belanın, kıyamet günü olduğunu söylerlerken, Hasan el-Basrî, bunun, üfürüldüğü zaman, bütün mahlukatın kıyamet meydanında toplanacağı, ikinci nefha (sûra ikinci üfürülüş) olduğunu söylemiştir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, bu büyük belayı, "İnsanın neye koştuğunu iyice anlayacağı gün, o alevli ateş, görecek kimseye apaçık görüleceği zaman..." (Naziat, 35-36) ayetleriyle açıklamıştır. Buna göre tâmme, işte bu zamandır." Binâenaleyh bu vaktin, Hak teâlâ'nın da, "Kıyamet günü onun için bir kitab çıkaracağız ve neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak" (İsra.13) ayetinde buyurduğu gibi, amel defterlerinin okunduğu vakit olması muhtemel olduğu gibi, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin de cehenneme gönderildikleri an olması da muhtemeldir.

İnsan Eserini Görecek

Hak teâlâ işte bu günü daha sonra iki şekilde tavsif etmiştir:

Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin ifade ettiği husustur:

35

"İnsanın neye koştuğunu iyice anlayacağı gün...".

Bu, "İnsan amellerini, kendi kitabında (amel defterinde) yazılmış olduğunu gördüğünde hatırlar. Halbuki o bunları, unutmuştu" demektir. Bu ayet tıpkı, "Allah o (amelleri) tek te saymıştı. Onlarsa bunu unutmuşlardı" (Mücadele, 6) ayeti gibidir.

Cehennem Ortaya Çıkarılır

İkincisi: Hak teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği husustur:

36

"O alevli ateş, görecek kimseye apaçık gösterildiği zaman...".

Bu ayetle ilgili iki mesele var:

Birinci Mesele

Ayetteki, "görecek kimseye" ifadesi, "o kıyamet gözü olan, görebilen herkes için çok net bir biçimde gözüktüğünde..." demektir. Bu ifadeyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, cehennemin apaçık ortaya çıkışını anlatan mecazi bir ifade olup, tıpkı arapların, "iki gözü olan için sabah ortaya çıktı" demeleri gibidir. Buna göre, herkesin o günü görmesi gerekmez.

b) Bu ifade ile, gözü olan ve görebilen herkesin onu görmesi için cehennemin ayan-beyan ortaya çıkışı kastedilmiştir. Buna göre bu, mü'min-kafir herkesin cehennemi göreceğini anlatır. Fakat cehennem, kâfirlerin yeri ve sığınağı(!)dır. Mü'minler ise, cehennemin üzerinden geçip giderler. Bu izah, "Sizden her biri muhakkak o (cehenneme) uğrar. Ama Biz, müttakileri kurtarırız" (Meryem, 71-72) ayetleriyle de desteklenir. Buna göre eğer, "Hak teâlâ, Şuârâ Sûresi"nde, "Cennet muttakilere yaklaştırılır. Cehennem ise azgınlara gösterilir..." (Şuarâ,9091) buyurarak, cehennemin sadece azgınlara gösterileceğini belirtmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Cehennem, azgınlara ayan-beyan gösterilir. Mü'minler ise, üzerinden geçerken onu görürler. Dolayısıyla bu iki ifade arasında bir tezat yoktur."

İkinci Mesele

Ebû Nüheyh (......) şeklinde; İbn Mes'ûd, şeklinde; İkrime de, (......) şeklinde kıraat etmişlerdir. (......) şeklinde okuyuşa göre, bu fiilin faili cehennem olur, yani "cehennem, gördüğü kimselere yaklaştırılır" demektir. Bu durumda ayet tipi "Cehennem, cehennemlikleri uzaktan gördüğünde, ...."(Furkan. 12) ayeti gibi olur. (......) şeklinde okunması halinde, "Ey Muhammed, senin gördüğün kimselere cehennem gösterildiğinde..." manasına olabileceği de söylenmiştir ki burada bahsedilen, "senin gördüğün kimseler" ifadesi ile, ona eziyet eden kafirler kastedilmiş olur.

Azgınların Cezası

Bil ki Allahü teâlâ, kıyametin hallerinden bir nebze bahsedince, mükellefleri saki ve said diye ikiye ayırmış ve şakilerin (bedbahtların) durumunu dile getirmek üzere şöyle buyurmuştur:

37

Âyetin tefsiri için bak:39

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

"Artık ki haddi aşarak inkar etmiş ve dünya hayatını tercih etmişse, işte muhakkak ki o alevli ateş, onun varacağı yerin ta kendisidir".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "En büyük bela geldiği zaman..." (Nâziat, 34)

şart cümlesinin, cevabının ne olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Vahidî, "o büyük bela geldiğinde, cehennemlikler cehenneme, cennetlikler de cennete girer.." takdirinde olmak üzere, bu cevabın mahzuf olduğunu; bunun böyle olduğunun delilinin ise, her iki gurubun yerlerine varıp girdiğini anlatan ayetler olduğunu söyler. Bundan dolayıdır ki Malik b. Mi'vel, "En büyük belâ"nın ne demek olduğunu açıklarken, "Bu, cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme sevked il dikleri zaman gerçekleşir" demiştir.

b) Bu şart cümlesinin cevabı, burada gelen, "Muhakkak ki o alevli ateş, onun varacağı yerin tâ kendisidir" ayetidir. Buna göre, bu ifade, iki şartın birden cevabı olup, bir benzeri de, "Yarın olduğunda ve kim benden birşey isteyici olarak geldiğinde, ben ona şunu veririm" cümlesidir. Burada da böyle olup, ayetlerin takdiri, "O en büyük bela geldiğinde ve kim Rabbine isyan etmiş olarak gelirse, o alevli ateş onun varacağı yer olacaktır" şeklindedir.

Sebeb-i Nüzul

Bazı kimseler, ayetteki bu ifadeler ile, Nadr b. Hâris ile babası Haris'in kastedildiğini söylemişlerdir. Eğer bununla, bunu söyleyenler, ayetin, bazı dine uymayan şeyler bunlardan sadır olduğu zaman nazil olduğunu söylüyorlarsa, buna diyecek birşey yok. Yok eğer bununla, aayetin sadece bunlarla ilgili olduğunu kastediyorlarsa, bu uzak birşeydir. Çünkü nazar-ı dikkate alınması gereken şey, nüzula sebep olan hususi hadiseler değil, ayetin lafzının genel manasıdır. Özellikle, ayetteki hükmü gerektiren şeyin ayette bahsedilen o vasıf olduğu aklın zarureti ve bedaheti ile bilinirse...

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "haddi aşan" ifâdesi, bu kimselerin nazari (teorik) kuvvelerinin bozulduğuna bir işarettir. Çünkü Allah'ı bilen herkes, bildiği oranda, kendisinin önemsizliğini, Allah'ın kudretinin kendisine hakim olduğunu anlar. Böylece kendisinde ne tuğyan, ne tekebbür kalır, Ayetteki, "dünya hayatını tercih" ifadesi de, onların amelî (pratik) kuvvelerinin bozulduğuna bir işarettir. Cenâb-ı Hak bunu, böyle ifade buyurmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),"Dünya sevgisi, her hatanın başıdır" Keşfu'l-Hafa, 1/344. buyurmuştur. Allah korusun, insan ne zaman bu iki sıfatı taşırsa, alabildiğine bozulmuş demektir. Böyle olan, cezası ebedi cehennem olan kafir kimsedir. Bu durumun kafire has olması, böyle olmayan günahkarların nihâî sığınaklarının cehennem olmayacağına delalet eder.

Dördüncü Mesele

Ayetin takdiri, şeklindedir. Fakat mana açık olduğu için ilgi zamiri olan mazûftur. Bu tıpkı senin bir adama, "Gözünü yum" manasında, "Gözü yum" demen gibidir. Bence bunda bir başka İzah da şudur: Bununla takdiri, "Şüphesiz cehennem, bu sıfatları ve huyları taşıyan kimselere uygun olan sığınaktır" şeklindedir.

Rabbini Sayanın Ödülü

Hak teâlâ daha sonra saîdlerin durumunu da dile getirerek şöyle buyurmuştur:

40

Âyetin tefsiri için bak:41

41

"Ama kim de rabbisinin makamından korkar ve nefsini hevâ-u hevesden alıkorsa, işte muhakkak cennet onun varacağı yerin tâ kendisidir".

Mus'ab (radıyallahü anh)

Bil ki bu iki vasıf, Allahü teâlâ'nın cehennemlikleri tavsif ettiği o iki vasfın tam zıddıdır. Bu cümleden olarak, "Rabbinizin makamından korkun" ifadesi, "haddi aşarak inkar eden"in; "nefsini heva-u hevesden alıkoyan" ifadesi de, "dünya hayatini tercih eden?" ifadesinin tam karşıtıdır. Bil ki Allah'dan korkmak için, mutlaka ve mutlaka daha önceden Allah'ı bilmek gerekir. Nitekim Hak teâlâ, "Allah'dan ancak bilen kulları korkar"(Fatır,28) buyurmuştur. Allah'dan korkma, insanın heva-u hevesini defetmeye yardımcı bir sebeb olduğu için, Hak teâlâ, sebebi neticeden önce zikretmiştir. Ayetteki o iki sıfata, bütün kötülükler girdiği gibi, buradaki bu iki sıfat bütün taat ve güzel şeyleri içine alır. Bu ayetlerin, Ebu Uzeyr b. Umeyr ile Mus'ab b. Umeyr (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Mus'ab (radıyallahü anh), kardeşi kafir Ebu Uzeyr'i Uhud günü öldürmüştü. Mus'ab (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kılıçlar-hançerler dokunmasın diye, vücuduyla ona siper olmuştu.

Kıyametin Saatini Sana Sorarlar

Bit kî Allahü teâlâ, kıyametin vukuu mümkün bir hadise olduğunu akli delillerle beyan etmiş, daha sonra mutlaka olacağını haber vermiş ve sonra kıyametin genel hallerinden bahsetmiş, peşisıra da saidler ile şakilerin kıyametteki durumlarını anlatmış. Bunların akabinde de şöyle buyurmuştur:

42

"Sana o saati, onun ne zaman demir atacağını (geleceğini) soruyorlar".

Bil ki kafirler, kıyametin isbat edildiğini duyup, Hak teâlâ'nın, onu tamme (büyük bela), sahha ve karı'a gibi korkunç sıfatlarla nitelediğini görünce, istihza ederek, "Kıyamet ne zaman demir atacak?" dediler. Binâenaleyh, onların bu sözleri, peşlerinden gidenlere, bunun aslı-esası olmadığı vehmini vermek için olabileceği gibi, kıyametin vaktinin hemen bildirilmesini sormaları manasına da gelebilir. Bu durumda ayet, "Kıyamete inanmayanlar, onun hemen getirilmesini isterler"(Şura, 18) ayeti gibi olur.

Ayetteki, ifadesiyle ilgili olarak, şu iki izah yapılabilir:

a) Bunun manası, "Kıyametin kopma zamanı ne zaman?" şeklindedir. Onlar bununla, "Allah onu ne zaman koparacak, ne zaman meydana getirecek, var edecek" manasını kastetmişlerdir.

b) Bununla, onun sonu ve karar kılacağı zaman sorulmak istenmiştir. Bu tıpkı, geminin seyahati son bulup (limana girdiğinde demir attığında) denilişinin, onun karar kılışını anlatması gibidir.

Onu Bilmek Senin İşin Değil

Hak teâlâ bu soruya daha sonra şöyle cevap vermiştir:

43

Âyetin tefsiri için bak:44

44

"Sende ona ait birşey (bilgi) yok ki (onu) anlatasın. Onun nihai (ilmi) ancak Allah'ındır".

Bununla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, "Sen onlara bunun vaktini açıklamaktan ve onlar için belirlenmiş olan bu zamanı ortaya koymaktan uzaksın" demektir. Bunun bir benzeri de, birisinin, birisine, kendisinden, kendisine uygun olmayan birşeyi sorduğunda, demesi gibidir ki bu, "Bunun seni ilgilendiren tarafı ne," yani, bu seni ilgilendirmez" demesi gibidir. Hazret-i Aişe (radıyallahü anha)'den rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ayet nazil oluncaya değin, hep kıyametten bahseder ve hep onu sorarmış. Bu rivayete göre, ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kıyameti çokça anısından ötürü bir hayreti ifade eder. Buna göre sanki, "Niçin hep bununla meşgul oluyor ve bunu sorup duruyorsun?" denilmek istenmiştir. Buna göre mana, "Onlar sana kıyameti soruyorlar, sen de onlara cevap vermeye olan düşkünlüğünden ötürü, hep kıyameti anıyor, onu soruyorsun" şeklindedir.

Hak teâlâ daha sonra şöyle buyurmuştur: "Onun nihâî (ilmi), ancak Allah'a aittir"(Nâziat, 44) Bu, "Kıyametin kesin bilgisi Allah'a aittir ve o bunu, mahlukatından hiçbirine bildirmemişti.."

b) Bazı kimseler de, ayetteki istifhamının, kafirlerin bu sorularını yadırgayan bir istifham olup, mananın, "Bu soru da niçin?" şeklinde olduğunu söylemişlerdir (mana burada tamamlanmaktadır). Buna göre, daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sen, onu hatırlatan alametlerden birisin" deniliyor. Yani, "Allah seni son peygamber olarak gönderdi, sen Hatemu'l-enbiyâsın, kıyametin alametlerinden ve onun şartlarından birisin. Bu, onlara, kıyametin yaklaştığı, onların buna hazırlanmaları gerektiği ve kıyametin vaktini sormalarında onlara bir fayda olmadığı hususlarında delil olarak yeter" denilmiştir.

Görevin Yalnız Uyarmadır

45

"Sen ondan korkacak kimselere ancak o tehlikeyi haber verensin".

Bu ayetle ilgili olarak bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayet, "Sen ancak bir inzarcı, bir uyarıcı olarak gönderildin" demektir. İnzarcı olman ise, kıyametin vaktini bilmene dayanmaz. Hatta insaflı olsak şöyle deriz: Bu inzar (ikaz) ve korkutma, kıyametin ne zaman kopacağı hususunda bilgi olmadığı zaman, daha tam ve mükemmel olur.

İkinci Mesele

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), herkes için bir uyarıcıdır. Ancak ne var ki, bu uyarıdan istifade edip ders alanlar, Allah'dan korkup haşyet duyanlar olduğu için, Cenâb-ı Hak özellikle, "Sen, o kıyametten korkan kimseleri uyarıcısın..." buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki bu ifade, tenvin ile, (......) şeklinde okunmuştur ki asıl olan da budur. Zeccâc şöyle demektedir: kalıplarından her biri, ya gelecek ya hâl için oldukları zaman tenvin alırlar. Çünkü bu durumda bu kelimeler fiilden, fiil-i muzariden hal olurlar. Fiil ise, ancak nekire (belirsiz) olur. Telaffuz kolaylığı için, tenvin hazfedilebilir. O halde bu demektir ki, bu iki kalıp da, hal ve istikbal manaları için elverişli iki kalıptır. Ama bu kalıplarla mazi manası kastedildiğinde, bu durumda sadece izafet caiz olur. Bu da tıpkı senin, "O, dün Zeyd'in uyancısıdır" demen gibidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak

46

"Onlar bunu görecekleri gün sanki (dünyada gönün) bir akşamından, yahut bir kuşluğundan başka durmamışlardır... "

buyurmuştur. Bu ayetin tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın, (Ahkaf, 35) ayetinin tefsirinde geçti. Buna göre mana, "Onlar o inkar edegeldiklerini görecekler. Hatta öyle ki, onlar kendilerini bu işin içinde ebedi imişler ve dünyada ise, kendilerinin sanki, gündüzün geçip gitmiş olan bir saati kadar kalmışlar gibi görürler...

Buna göre şayet, "Ayetteki (......) ifadesinin manası, (bu kelimenin sonunda zamiri kelimesine raci olduğu için), "akşamın kuşluğu kadar" şeklinde olur. Halbuki bu, makul olmaz; zira, akşamın kuşluğu yoktur" denilirse, biz buna şu bakımlardan cevap verebiliriz:

a) Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas (radıyallahü anh), "Elif" ve (......), sözün sanki birden ait olup, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, "Onlar sanki ancak, akşam ya da kuşluk vakti kadar kalmışlardır..." manasını kastetmişlerdir" demiştir.

b) Ferrâ ve Zeccâc da, (......)'nın (......) kelimesine izafeti ile, (......)'nın gününe izafeti kastedilmiştir. Buna göre de sanki, "Onlar sanki bir akşam ya da aksamın gününün kuşluğu kadar beklemişlerdir!.." denilmek istenmiştir" demişlerdir. Çünkü Araplar, bahsettiğimiz manada, "Sana, akşam vakti veya, onun gününün kuşluğunda geleceğim.." derler.

c) Nahivciler de şöyle demektedirler: "Bir kelimenin bir kelimeye nisbetinin güzel olması için, o iki kelime arasında ufacık bir münasebetin bulunması kafidir. Binâenaleyh, akşamdan önce gelen vakit kuşluk olduğuna göre "O akşamın kuşluğu..." ifadesi kullanılabilir. Nitekim, sıkıntılı anlar, akşam; huzurlu zamanlar da kuşluk vakti ile ifade edilirler. Binâenaleyh bu demektir ki, kıyamet meydanında bulunacak olanlar, kendi sıkıntılı anlarını akşam; huzurlu anlarını da, o akşamın kuşluğu ile ifade etmiş ve "Bizim dünyadaki ömrümüz adeta sanki, bu iki zaman dilimi arasındaki süre kadar idi" demiş olabilirler. Allah, en İyisini bilendir. Salat-ü selâm, efendimiz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nun âline ve ashabına olsun (amin)!

0 ﴿