ABESE SÛRESİ

Kırkiki ayet olup, Mekkî'dir.

1

Âyetin tefsiri için bak:2

2

"Yüzünü ekşitip çevirdi. Kendisine o a'mâ geldi diye...".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Nüzul Sebebi

Ibn Ümmü Mektûm, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gelmişti. Ümmü Mektûm, babasının annesi olup, esasen kendi ismi ise, Abdullah Ibn Şureyh ibn Mâlik Ibn Rebîa el-Fihr'dir. Âmir İbn Lueyy oğullarındandir. Tam o sırada ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında, Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe; Ebû Cehil ibn Hişâm Abbas Ibn Abdilmuttalib, Ümeyye Ibn Haley ve Velid Ibnu'l-Muğîre gibi, Kureyş'in ileri gelenleri var idi. Hazret-i Peygamber, bunları müslüman olmaları sayesinde başkalarının da müslüman olacaklarını umarak, onları İslâm'a davet ediyordu. Tam o sırada İbn Ümmü Mektûm, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Allah'ın sana öğrettiklerini bana da öğret, bana da oku..." dedi. Bunu birkaç kez tekrarieymca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İbn Ümmü Mektûm'un sözünü kesmesini hoş karşılamadı, yüzünü ekşitti ve ondan çevirdi de, işte bunun üzerine bu ayeti kerimeler nazil oldu. Allah'ın Resulü, artık bundan sonra, bu zatı hep taltif eder, gördüğü her yerde, 'Kendisi yüzünden Rabbimin beni kınadığı zata merhaba..." der ve ihtiyacı olup olmadığını sorardı. Aynı zamanda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu zatı, kendisi savaşa katıldığı sırada, iki kez Medine'de, yerine bırakmış ve (Medineliler de) onun arkasında namaz kılmışlardı. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:

Razî'nin Hadiseyi Eleştirmesi

İbn Ümmü Mektûm'un Hatası

Birinci Soru: Ibn Ümmü Mektûm, aslında tedibe ve azarlanmaya müstehak iken, daha niçin Allah, Resulünü, onun, İbn Mektûm'u eğitip, yaptığı hareketin yanlış olduğunu ihsas ettirmesinden dolayı kınamıştır? Biz şu sebeplerden dolayı, bu zatın eğitilmeye müstehak olduğunu söylüyoruz:

1) Bu zat, her ne kadar gözlerini kaybetmiş olmasından dolayı oradakileri görmese bile, ne var ki, duyu organlarının sağlam olmasından dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o kafirlere hitab ettiğini ve onların seslerini de duyuyordu. Orada konuşulanları duymuş olmasından dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu işe ne denli ehemmiyet verdiğini anlamış olmalıydı. Binâenaleyh, onun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünü kesmeye yönelmesi ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gayesi tamamlanmadan önce, araya kendi maksat ve talebini sokuşturması, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir eziyyet vermedir. Bu ise, büyük bir günahtır.

2) Daha mühim olan (el-ehemm), daha az mühim olandan (el-mühimm) önce gelir. Bu zat, zaten müslüman olmuş, dine dair ihtiyaç duyduğu şeyleri de öğrenmişti. Ama o kafirler ise, müslüman olmamışlardı. Halbuki, onların müslüman olmaları, büyük bir topluluğun müslüman olmasına sebep olacaktı. İbn Ümmi Mektûm'un araya, ufacık bir maksattan dolayı bu sözü sokuşturması, bu büyük menfaatin elde edilmesine bir sebep gibi menfaatin elde edilmemesine bir sebep gibi olmuştur ki, bu haramdır.

3) Cenâb-ı Hak, "Evlerin arkalarından sana seslenenlerin ekserisi bilmezler, cahildirler" (Hucurat, 4) buyurmuş, böylece bu kimseleri, vakitsiz olarak seslenmekten bile nehyetmiştir. Binâenaleyh, kafirleri imanı kabul etmekten alıkoyan ve en mühim bir esnada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünü kesen, inkıtaya uğratan bu sesleniş, bir günah ve masiyet olmaya daha uygun ve daha elverişlidir. Böylece, yaptığımız bu izahlar da, İbn Ümmi Mektûm'un yaptığını bir günah ve bir masiyyet; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yaptığı şeyin ise gerekli ve lüzumlu olduğu sabit olmuş olur. İşte tam bu esnada da, "Peki, daha niye Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bu hareketinden dolayı kınamıştır?.." Sorusu sorulabilir.

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, sırf yüzünü ekşittiği için kınadığına göre, bu, Cenâb-ı Hak tarafından İbn Ümmi Mektum için büyük bir saygı ve tazim olmuş olur. Binâenaleyh, böyle olunca da, daha nasıl, bu tazimin yaanısıra ve de, insanı bu tür vasıflarla anmanın onun durumu ağır biçimde tahkir etmeyi gerektireceğine binaen, onu "a'mâ, kör" diye anmıştır?

Üçüncü Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, maslahat ve fayda kabul ettiği konularda, ashabına her türlü muamelede bulunması hususunda, kendisine müsaade edilmiş olduğu her halükarda anlaşılmaktadır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), çoğu kez, ashabını eğitiyor ve onları pekçok şeyden men ediyordu. Nasıl böyle olmasın ki? Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları eğitmek ve onlara en güzel davranış biçimlerini öğretmek için gönderilmişti).. Durum böyle olunca da, bu yüzünü ekşitmesi işi, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ashabını eğitme işinde vermiş olduğu müsadeye dahil olmluş olur. Ona bu hususta müsaade edildiğine göre, daha nasıl bu hareketten dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kınanmıştır. Binâenaleyh, işte bura ile ilgili problemlerin tamamı bundan ibarettir.

Soruların Cevabı

Bunlardan birinci soruya şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

1) Durum, her ne kadar sizin bahsettiğiniz gibi olsa dahi, ancak ne var ki, bu hadisenin dış görünümü, zenginlerin, fakirlere ve fakirlerin kalblerinin kırılmasına yeğ görüldüğü ve takdim edildiği zannını uyandırmaktadır. İşte bundan dolayı da, böyle bir kınama olmuş olup, bu ifadenin bir benzeri de, "Akşam sabah Rablehne ibadet eden kimseleri koğma..(En'âm, 52) ifadesidir.

2) Belki de bu kınama işi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den açıkça sudur eden bu hareketten dolayı değil, tam aksine kalbinde bulunan düşünceye binaendir. Ki bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinin, oradakilere yakınlığı, oradakilerin kıymeti, makamlarının yüce olması yüzünden onlara meyletmesi, tabiatının, onun kör olması, yakınlığı bulunmaması ve daha az kıymetli olması sebebiyle o körden nefret etmesidir. İşte bu yüz çevirme işi, kalbteki bu tür sebeplerden ötürü olduğu için, bu kınama, eğitmesine binaen değil, eğitmenin bu tür duygulardan ötürü olduğuna binaen olmuştur.

A'ma Sıfatıyla Nitelemenin Manası

İkinci soruya da şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın bu zat "kör" diye anması, onu küçümsemek için değil tam aksine şöyle demek içindir: "O kör olduğu için, daha fazla şefkate ve acımaya müstehakdı.. Binâenaleyh, ey Muhammed, senin ona kaba davranman sana nasıl yakışır?" Üçüncü soruya da şu şekilde cevap verilir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ashabını eğitme hususunda izin verilmişti. Ancak ne var ki burada, bu hareket, zenginlerin fakirlere tercih edildiği zannını uyandırıp, bu da dünyanın dine tercih edilmesi vehmini doğurunca, işte bundan ötürü böyle bir kınama varid olmuştur.

Hazret-i Peygamber'den Zelle Olur Mu?

İkinci Mesele

Peygamberlerden günahın sudur edebileceğini soyleyenler, bu ayete tutunarak şöyle demektedirler: Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, bu hareketinden dolayı kınaması, bu hareketin bir günah olduğuna delalet eder. Bu, uzak bir ihtimaldir. Zira biz, biraz önce, yapılması gerekenin bu hareket tarzı olduğunu beyan etmiştik. Ama, bu hareket tarzı, tek bir şeye, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ınzenginleri fakirlere tercih etmesi vehmine göre değildir. Çünkü bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in salabiyetine, sırtını dayadığı güce nisbetle uygun değildir. Durum böyle olunca da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu hareketi, ihtiyatlı olanı ve en iyi davranışı (el-evlâ) yapmama şeklinde olan bir hareket olmuş olur. Binâenaleyh bu ise kesinlikle günah olmaz.

Üçüncü Mesele

Müfessirler, ayette "yüzünü ekşitti ve çevirdi" diye bahsedilen zatın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "a'mâ, kör" diye bahsedilen zatın da, Ibn Ümmi Mektûm olduğu hususunda itifak etmişlerdir. (......) kelimesi, mübalağa için şeddeli olarak da okunmuştur ki, bunun bir benzeri de (......) ile (......)'dır.

Ayetteki, "Geldi diye..." ifâdesi, nahivcilerin "daha yakını mı, daha uzağı mı amel ettirme" konusundaki ihtilaflarına göre, ya (......) ya (......) fiilleriyle mansubtur Buna göre mana, "Kendisini o a'mâ geldiği için yüzünü ekşitti ve yi o geldi diye ondan yüzünü çevirdi" şeklinde olur. (......) ifâdesi iki hemzeyle okunduğu gibi, hemzeler arasına elif getirilmek suretiyle de, (......) şeklinde okunmuştur, (......) kelimesi sonunda vakıf yapılmış, (......) ile yeniden söze başlanmıştır ki buna göre mana, "Ona a'mâ geldiği için mi şeklinde olur. Buna göre, buradaki hemze-i istifham ile, istifham-ı inkâr kastedilmiştir. Bil ki önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sadır olan o kusuru dile getirip, sonra da ona hitab ile yönelmede, bu işin çok yadırgandığının delili vardır. Bu tıpkı, bir kimsenin, suç işleyen birisi insanlara şikayet edip, sonra da bu şikayetinde suçluyu korumak maksadıyla, ona birtakım azarlar ve delillerle susturararak, ona yönelmeye benzer.

Onun Dinlediği Dersten Faydalanması

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Sana ne bildirdi? Belki o temizlenecekti, yahut öğüt alacaktı ve bu öğüt ona fayda verecekti".

Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Sana o âmânın halini, ne bildirdi? Belki de o, senin telkinlerinle cehaletten ve günahtan annacaktı. Yahut da yaptığın öğütten nasibini alacak, böylece öğüdün, ona fayda verecek ve bu öğüt onun için bazı taatlar konusunda bir lütuf olacaktı. Velhasıl belki de onun senden olacağı o bilgi, uygun olmayan bir kısım şeylerden, yani cehalet ve günahdan onu temizleyecek, veya uygun olan bazı şeylerle, yani taatla meşgul olmasını sağlayacaktı.

2) "Belki o" ifadesindeki "o", kafirlere racidir. Buna göre mana, "Sen, o kafiri İslâm'la temizlemeyi veya öğüt almasını ve bu öğüdün onu hakka yaklaştıracağını umdun. Fakat bu ümidinin mutlaka olacağını sana ne bildirdi? şeklindedir. Ötre ile fiiline atfedildiği düşünülerek, ikinci fiile, (......) şeklinde okunduğu gibi, (......)'nin cevabı olarak, nasb ile (......) şeklinde de okunmuştur. Bu tıpkı, (Fatır, 37) ayetinde olduğu gibi olup, bunun izahı daha önce geçmişti.

5

"Ama müstağni görene gelince...".

Atâ, bu ifadeye, "Kendisini imandan müstağni görene gelince.." manasını verirken, Kabî, "Allah'dan kendisini müstağni görene gelince..." manasını vermiştir. Bunları da, isteğna, burada "zengin olan" manasınadır" demişlerdir ki bu son mana, buraya uygun değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların servet ve mallarından ötürü onlara yönelmemiştir ki ona, "Zengin kılınana gelince sen ona teveccüh ediyorsun" denilmiş olsun. Bir de Cenâb-ı Hak, daha sonra, "Ama korkarak, sana koşarak gelene gelince... "(Abese.a-9) buyurmuştur. Yoksa "korkarak" yerine "fakir, yoksul" olarak" buyurmamıştır. Ayetteki, "Ama müstağni görene" ifadesine, "Malı sebebiyle kendini müstağni görene gelince..." manasını verenin izahı geçerlidir. Çünkü mana, o kimsenin imandan ve Kur'ân'dan malı yüzünden kendini müstağni sayması şeklindedir.

6

"İşte sen onu karşına alıyorsun".

Zeccâc "Sen ona yöneliyor, onu hedef seçiyor ve ona meylediyorsun" manasını vermiştir. Nitekim Arapça'da birisi birisine sataştığı zaman, denilir. Bu kelimenin aslı, "saded" kökünden olup, fiilidir. "Saded" de, senin karşına çıkan, seni istikbâl eden şeydir. Bunun izahını, Enfal, 35. ayette yaptık. Bu kelime, tâ'nın sad'a idgamı ile, şeklinde de okunmuştur. Ebû Cafer de, tâ'nın dar.ımesiyle, "yüz çeviriyorsun" manasında olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur. Buna göre mana, "Seni ona yönelmeye sevkeden senin hırsın ve onun müslüman olması için neredeyse kendini helak etmendir" şeklindedir.

Görevin Arındırmak Değil, Tebliğ

7

"Halbuki onun temizlenmemesinden sana ne...".

Bu "İslâm'a davet ettiğin kimsenin, müslüman olmamasından dolayı sana düşen bir sorumluluk yoktur. Çünkü senin vazifen, sadece tebliğdir." demektir. Bu da, "Onlara olan düşkünlüğün, onları dine davetle meşgul olman gerekçesiyle, seni müslüman olan kimseden yüz çevirmeye götürmesin" demektir.

8

Âyetin tefsiri için bak:10

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"Ama korkan biri olduğu halde, sana koşarak gelen kimseye gelince, sen bırakır da oyalanırsın".

Buradaki, "koşarak" ifadesi, "hayrı elde etmek için koşarak" demek olup, tıpkı, "Allah'ı zikretmeye koş un " (Cum'a, 9) ayetindeki gibidir.

Ayetteki, "korkan biri" ifadesine de üç mana verilebilir:

1) Mükellefiyetlerini eda etmeye ihtimam göstermemekden Allah'dan korkarak...

2) Sana gelmesinden dolayı, kafirlerden ve onların eziyetlerinden korkarak...

3) Elinden tutup, kendisini idare eden - götüren birisi olmadığı için, kör olduğu için, tökezleyip yüz üstü düşmekten korkarak... ifâdesindeki kelimeyi, "oyalanıyorsun", "onunla İlgilenmiyorsun" demek olup, ifâdesindendir. ve de aynı manayadar. Talha b. Masrif, bunu şeklinde; Ebû Ca'fer, (......) şeklinde okumuştur. Bu son kıraate göre, "Kureyş'in ileri gelenlerin durumu seni oyaladı" manasında olur. Eğer ve ifadelerinde birer ihtisas, birer hasr manası vardır" denilirse, biz deriz ki: "Evet, buna göre mana, bu yüz çevirmeyi ve oyalamayı alabildiğine yadırgayarak, "Özellikle senin gibilerin, zenginin zenginliğinden ötürü ona iltifat etmesi; fakirden de, onun fakirliğinden dolayı yüz çevirmesi uygun olmaz" şeklindedir.

Bu Kur'ân, Bir Derstir

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"Sakın. Çünkü o, bir öğüttür. Binâenaleyh dileyen ondan öğüt alır".

Ayetteki (sakın, hayır-hayır) ifadesi, kınanan kimseye ve onun bir daha böylesi şeyi yeniden yapmaması hususunda, bir red, bir uyarıdır. Hasan el-Basrî şöyle der: 'Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu ayetleri okurken, yüzünün rengi öylesine kaçtı ve değişti ki adeta yüzü kül gibi oldu. Çünkü o, Cenâb-ı Hakk'ın kendisi hakkındaki hükmünü beklemekteydi. Hak teâlâ, "ketlâ" (sakın), buyurunca, yüzündeki bu hal zail oldu. Çünkü bunun manası, "Artık böyle bir iş yapma..." şeklindedir. Ayetteki bu ifadelerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in en uygun olanı yapmaması manasına geldiğini, yani bundan dolayı olduğunu daha önce izah etmiştik.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "O, bir öğüttür" buyurmuştur. Burada şöyle iki soru sorulabilir:

Birinci Soru: daki zamir müennes, 'daki zamir ise müzekkerdir. Halbuki bu iki zamir de aynı şeye racidir. Binâenaleyh bunun izahı nasıldır?

Cevap: Bununla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) İlk zamirin müennes gelişi, Mukâtil'in de belirttiği üzere, onunla, "Kur'ân'ın ayetleri" manası kastedildiği içindir. Kelbî de bu zamirle, "Bu sûre" manasının kastedildiğini söylemiştir. Ahfeş de bu görüştedir, "Ondan öğüt alır" ifadesindeki zamir ise, "tezkire"ye (öğüde) racidir. Tezkire ise, "zikr" (va'z-u nasihat) manasındadır (dolayısıyla müzekkerdir).

b) "Nazm" Kitabının yazan da, "Müennes zamir ile de, Kur'ân kastedilmiştir. Halbuki "Kur'ân" kelimesi müzekkerdir. Fakat Kur'ân'ı biz "tezkire" (öğüt) kılınca, Allah bunu "tezkire" kelimesiyle isimlendirmiştir. (Dolayısıyla müennes zamirle işaret etmiştir). Ama bu zamiri, (Müddesir, 54) ayetinde de olduğu gibi, müzekker getirseydi yine caiz olurdu. Ayetteki ile, Kur'ân'ın kastedildiğinin delili ise, peşisıra gelen ayetidir.

Önceki Kısımla Münasebet

İkinci Soru: Bu ayetin, kendinden öncekilerle münasebet ve ilgisi nasıldır? Buna iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Sanki, "Sana vahyettiğim, fakirlere nasıl davranılıp, onların nasıl önemseneceği ve ehl-i dünyaya iltifat edilmeyeceğini gösteren bu eğitim, meleklerin büyüklerinin korumasına verilmiş olan, Levh-i Mahfuzda yazılıdır" denilmek istenmiştir.

b) Sanki, "Kur'ân, ululukta bu büyük noktaya ulaştığına göre, kafirlerin onu kabul etmesine ne ihtiyaç var. Binâenaleyh onlar onu ister kabul etsinler, ister etmesinler, bu değişmez, aynıdır. Dolayısıyla onlara iltifat etme ve kalbini (aklını) onlarla meşgul etme. Dünya erbabının kalbini hoşnut etmek için, iman etmiş kimselerden sakın yüz çevirme" denilmek istenmiştir.

Kutlu Ellerle Yazılmış Tertemiz Sayfalar

13

Âyetin tefsiri için bak:16

14

Âyetin tefsiri için bak:16

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"O, çok şerefli, kadri yüce ve tertemiz sahifelerdedir. Kıymetli, sevgili ve takva sahibi katiblerin elleriyle (yazılmıştır)".

Bil ki Allahü teâlâ, "tezkire" olan o Kur'ân'ı şu iki sıfatla nitelemiştir:

a) "Dileyen ondan öğüt alır" ifadesiyle... Bu, "Kur'ân apaçık bir tezkire (öğüt)tür. Onlar bunu anlamak, bundan öğüt almak ve gereğircs amel etmek isterlerse, bunu yapabilirler" demektir.

b) "Çok şerefli, kadri yüce ve tertemiz sahif elerdedir" ifadesiyle... Bu, "O öğüt, çok şerefli sahifelerde yer almıştır" demek olup, bununla Kur'ân'ın durumunun yüceliği ve azameti kastedilmiştir ki bu, "O öğüt, sahifelerde vardır" manasınadır. Buradaki "sahifeler" ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülebilir.

Birinci Görüş: Bu öğüt, Allah katında çok kıymetli ve şerefli, yedi kat göğe kaldırılmış Levh-i Mahfuz'dan istinsah edilmiş sahifelerdir; yahut da değeri yüksek, şeytanların ulaşmasından uzak sahifelerdir; yahut da onlara sadece tertemiz olanların, yani meleklerin dokunabilmeleri sebebiyle tertemiz sahifelerdir" demektir.

Hak teâlâ daha sonra, "Kıymetli sevgili ve takva sahibi katiblerin elleriyle (yazılmıştır)" buyurur. Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele var:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ melekleri burada üç sıfatla tavsif edilmiştir:

Sefere

Birinci Sıfat: "sefere"dir. Bununla ilgili olarak şu iki izah yapılır:

1) İbn Abbas, Mücahid, Mukâtil ve Katade'ye göre, bunlar, yazıcı (katib) meleklerdir. Zeccâc, "sefere"nin, "yazıcılar" manasına geldiğini, müfredinin olduğunu ve tıpkı kâtib (cemi: ketebe (katibler) gibi olduğunu söylemiştir. Yazıcı melekler "sefere" denilmiştir. Çünkü sefere, birşeyi tefsir eden, onu izah edip, ortaya koyan demektir. Nitekim kadın yüzünü açtığında - ortaya koyduğunda denilir.

2) Ferrâ'nın tercihine göre, bu "sefere" ile, Allah ile peygamberleri arasında, vahiy seferleri yapan o melekler kastedilmiştir. Bunun da müfredi, yine "safir"dir. Zira Arapça'da, birisi bir toplumun arasını bulup, sulh yaptığında denilir. Buna göre me'ekler, Allah'ın vahyini getirip, yerine ulaştırdıklarında, sanki Allah ile o millet arasanı ıslah eden bir sefir (elçi) gibi olmuş olurlar. Nitekim sair bir beytinde,

"Kavmim arasında sefaret (ıslah) işini bırakmadım ve gezip dolaştığım zaman da, kin ve öfkeyle gezip dolaşmam" demiştir. Bil ki "sefaret" masdarı da aslında, açmak manasına gelir. Kâtibe de, yazarak, izah edip ortaya koyduğu için "safir" denilmiştir. Sefir de (durumu) açtığı için sefr adını almıştır. Bu melekler de, beyan, hidayet ve ilim konularında, Allah ile insanlar arasında birer vasıta oldukları için bu ismi almışlardır.

Kiram

İkinci Sıfat: "kiram'dır. Mukatil buna, "Rableri nezdinde kerim, yani şerefli-kıymetlidirler" manasını verirken, Ata, "Melekler; insanoğlu, hanımıyla cinsi münasebet yaparken, yahut tuvalette iken, onun yanında durmaktan münezzehtirler" demiştir.

Berere

Üçüncü Sıfat: "Berere'dir. Mukâtil buna, "itaat edenler" manasını vermiş ve bunun, "bârr"ın çoğulu olduğunu söylemiştir. Ferra da şöyle der: "Araplar tıpkı, kâfir (cemi: kefere), fâcir (cemi: reçete) kelimelerinde olduğu gibi, müfredi "fail" vezninde olan kelimelerin çoğulunda ancak, "fa'ale" veznini kullanırlar."

Önceki Suhuf

İkinci Görüş: Ayetteki "sahifeler" ile, bazı peygamberlere verilen "suhuf'lar kastedilmiştir. Bunun delili ise, "Şüphesiz bu, ilk suhuflarda da var" (A'la, 18) ayetidir. Buna göre, "Kur'ân'ın bu tezkiresi, Önceki peygamberlerin suhuflarında da mevcuttur" şeklinde olur. "Sahifeler"in, böyle "suhuflar" manasında alınması halinde, "sefere-kiram ve berere" ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı (vahiy katibleri) kastedilmiş olur. Bu üç sıfatla, "kurra"nın kastedildiği de söylenmiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "takva sahibi katiblerin elleriyle (yazılmış)" ifadesi, o sahifelerin temizliğinin, ancak o yazıcı meleklerin elleriyle meydana gelmiş olmasını gerektirir. Kaffal bunu izah sadedinde şöyle demektedir: "O sahifelere ancak tertemiz melekler dokununca, ona dokunan kimselerin temizliği sebebiyle temizleme işi, sahifelere nisbet edilmiştir.

Nankör İnsan

17

"O, kahredilesi insan; ne nankördür o...".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Allahü teâlâ, bu sûreye, Kureyş'in ileri gelenlerinin müslüman fakirlere üstün tutulduğunu anlatan kıssa ile başlayınca, mü'min kullarını bu durumdan teaccübte bulunmaya çağırarak, sanki şöyle denilmek istenmiştir: "İnsanoğlunun mebdei, necis bir nutfe, sonu, dağılıp kokmuş bir cîfe (leş) olduğu ve o, bu iki nokta arasında ipi sırtında bir hamal olduğuna göre, onun kendini beğenmesi ve kendini üstün görmesine ne gerekçe, ne sebep var ki?!.." İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bunların hem kendilerini beğenmelerine, hem de, inkarlarına ilaç olacak devadan bahsetmiştir. Çünkü, insanın yaratılışı, hem, Yaratıcı'nın varlığına, hem de öldükten sonra dirilme, haşr ve neşr fikrine istidlalde bulunulabilecek bir niteliktedir.

Nüzul Sebebi

Müfessirler, bu ayetin, Utbe İbn Ebî Leheb hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bazı kimseler de, buradaki ayette geçen insan sözü ile, kendileri yüzünden Allah'ın Resulünün İbn Ümmü Mektûm'u bırakıp da kendilerine yöneldiği kimselerin kastedildiğini söylemişlerdir. Diğer bir kısım alim de, "Hayır tam aksine, ayetin ifadesiyle, zenginlik ve fakirlik sebebiyle fakire üstünlük taslayan her zenginin zemmedilmesi kastedilmiştir" demişlerdir ki, bunun delilleri şunlardır:

1) Allahü teâlâ bu kimseleri, kendilerini üstün görmeleri yüzünden kınamıştır. Binâenaleyh, illetin (gerekçenin) genel ve umumî olması sebebiyle, hükmün de genel ve umumî olması gerekir.

2) Cenâb-ı Hak, Kendisinin de, "Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu... Sonra onu öldürüp kabre soktu..."(Abese, 19.21) buyurduğu gibi, insanın, hem başlangıçtaki hem de neticedeki halinin hakirliği ve zeliltiği sebebiyle bu kibirlenenlerin yolunu ve takip ettikleri yöntemi tasvib etmemiştir. Binâenaleyh, bu men ve alıkoymanın umumî olması, hükmün de umumî olmasını gerektirir.

3) Lafız da muhtemelken, lafzı, daha çok mana ve hüküm ifade eden başka bir manaya yormak gerekir. Binâenaleyh, o lafzı bu anlama hamletmek gerekir.

Üçüncü Mesele

(......) cümlesi bir beddua olup, bu, Arapların yapmış olduğu en kötü beddualardandır. Zira, ölüm, dünyadaki belaların en zirvesidir."Ne nankördür!" cümlesi de, bu insanın, alabildiğine bir nankörlük içinde bulunmasından dolayı hayret ve teaccüb ifade eden bir ifadedir. O halde bu demektir ki, ifâdesi, onların, ilahi ceza türlerinin en büyüğüne müstehak olduklarına, ifâdesi de, o insanın yaptığı bu hareketin, en çirkin ve en yadırganacak bir hareket tarzı olduğuna dikkat çekmektedir.

İmdi şayet, "Beddua, ancak aciz kimselerin işidir. Herşeye kadir olan zata ise, bu nasıl uygun düşer? Teaccüb de, bir şeyin sebebini bilmeyen bir kimsenin yapacağı bir iş olup, ona uygun düşer. Şu halde, her şeyi bilen yüce Allah'a bu nasıl uygun düşer?" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, Arapça'nın üslubu üzere gelmiş olan bir ifade olup, bunun hakikati şudur: Allahü teâlâ, böylece, bu ifade ile, onların, çirkin olan şeylerin en büyüğünü işlemeleri sebebiyle ceza çeşitlerinin en büyüğüne müstehak olduklarını beyan buyurmuştur.

Bil ki, her muhdes varlığın, başı, ortası ve akibeti olmak üzere, üç mertebesi vardır. Ve Allahü teâlâ, insanın bu üç mertebesine de burada yer vermiştir.

Birinci Mertebe:

Bu, Cenâb-ı Hakk'ın,

18

"Onu hangi şeyden yarattı"

ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu, bir istifham olup, maksadı ise, o insanın, alabildiğine hakir olduğunu belirtmektir.

Allah İnsanı Nutfeden Yarattı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu soruyu

19

"Bir damla sudan yarattı onu..."

ifadesiyle cevaplamıştır. "Nutfe"nin, hakir (değersiz) mekîn (kör) olduğunda ise şüphe yoktur. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile kastı, aslı bu denli hakir ve değersiz bir şey olan kimsenin, inkarda bulunması ve büyüklük taslamasının ona yakışmayacağını belirtmektir.

Takdir'in Anlamı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onu biçimine koydu..." (Abese, 19) buyurmuştur ki, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

a) Ferrâ, "Allah onu, önce nutfe, sonra 'alaka... halinde hilkatini tamamlayıncaya kadar çeşitti evreler içinde biçimine koydu, erkek veya dişi, saîd (mutlu) veya şakî (bedbaht) olarak yarattı..." demiştir.

b) zeccac da, (......) kelimesinin manasının, "Seni önce topraktan, sonra da nutfeden yaratıp da, en sonunda seni bir halinde düzenleyeni mi inkar ettin?"(Kehf, 37) buyurduğu gibi, "onu, düzgün bir biçime koydu..." şeklinde olduğunu söylemiştir.

c) Bu kelimenin manasının, "Allah, her uzvu ve her organı, kemiyet ve keyfiyet bakımından, menfaatine ve maslahatına uygun bir oranda ve sayıda takdir etti.." şeklinde olması da muhtemeldir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Her şeyi yarattı ve iyice takdir etti..."(Furkan, 2) ayetidir.

Onu Yoluna Koydu

İkinci Mertebe: Yani, orta mertebe de, Cenâb-ı Hakk'ın,

20

"Sonra onun yolunu kolaylaştırdı..."

ayetinin beyan ettiği husustur. Bu hususla ilgili İki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifadedeki (......) kelimesi, kendinden sonra gelen fiilinin tefsir ettiği bir fiilinin takdir edilmesi sebebiyle mansubtur. (Buna iştigal denilir).

Doğumdaki Harika

Alimler bunun ne demek olduğu hususunda şu görüşlere yer vermişlerdir:

1) Bazı alimler bu ifade ile, insanoğlunun annesinin karnından çıkışının kolaylaştırılmasının kastedildiğini söyleyerek şöyle demişlerdir: İnsanoğlu annesinin karnında iken, başı üst tarafa, ayakları da alt tarafa doğrudur. Fakat, dünyaya gelme zamanı geldiğinde, o, tersine döner. Binâenaleyh, o çocuğa bu ilhamı veren, Allah'dan başka kim olabilir? Bu manayı, çocuğun o daracık geçitten diri olarak çıkması hususu da teyit eder ki, bu çok acîb bir şeydir.

2) Ebu Müslim de şöyle demektedir: Bu ayetten kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ona iki de yol gösterdik..." (Beled, 10) ayetinden kastedilenin aynısıdır. Binâenaleyh, ayetin bu ifadesi, hem dini alakadar eden iyi ve kötünün arasını, hem de dünyayı alakadar eden iyi ve kötünün arasını ayırdetmeyi belirlemeyi içine atır ki, bu da netice olarak, "Biz onu, hem iyi hem de kötü yola girebilecek bir nitelikte yarattık.." demek olup, ifadesinin içine de, ona, yapabilme gücü vermek, iyiyi kötüyü anlatmak, akıl vermek, peygamberler göndermek ve kitablar indirmek gibi hususlar girer.

3) Ayetin ifade ettiği mana, dini meselelere tahsis edilmiş bir manadır. Çünkü (......) kelimesi, kastedilenin, ahirette meydana gelen işler değil de, dünya halleri olduğunu hissettirmektedir.

Öldürüp Kabre Koydu

Üçüncü Mertebe: En son mertebe olup bu da, Cenâb-ı Hakk'ın

21

Âyetin tefsiri için bak:22

22

"sonra onu öldürüp kabre koydurdu. Daha sonra, dilediği zaman da onu tekrar diriltecek"

ayetlerinin beyan ettiği husustur. Bil ki, bu üçüncü mertebe de, kendi arasında şu üç mertebeyi, yani, öldürmeyi, kabre sokmayı ve neşr (diriltmeyi) ihtiva etmektedir. Öldürmenin menfaatlerini, bu eserin içinde anlattık. Ve, bu öldürme işinin, mükellefiyet hali ile onun karşılığının görülmesi arasında bir vasıta olduğunda şüphe yoktur (......) kelimesine, Ferrâ "Allah onu, kabre koydu. Kuşlara ve yırtıcı hayvanlara yem olmaktan korudu" manasını vermiştir. Çünkü, kabre koyma işi, müslüman kimseye değer vermenin tezahürlerinden biridir.

Cenâb-ı Hak, (......) buyurmamıştır. Çünkü "el-kâbir"eliyle defneden kimseye denilir. Dolayısıyla el Mukbir (kabre koyduran) da, Allahü teâlâ olmuş olur. Nitekim Arapça'da, bir kimse bir ölüyü defnettiğinde (......), başkasına ölüyü kabre koymasını emrettiğinde ise, (......) ifâdesi kullanılır. Araplar da, devenin kuyruğu koptuğunda, "Devenin kuyruğu kesildi Allah, onu kesik kıldı" "öküzün boynuzu kırıldı Allah onu kırdırdı" ve "Falancayı yanımdan kovdum Allah onu kovdurdu", yani, "Allah onu kovulmuş kıldı" derler. Cenâb-ı Hakk'ın, "Daha sonra, dilediği zaman da onu tekrar diriltecek..." cümlesinden de Allah'ın insanoğlunun, öldükten sonra diriltmesi kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, "dilediği zaman da..." demek suretiyle de, bunun vaktinin bizce malum olmadığını; o vaktin öne alınmasının veya geri bırakılmasının kendisinin neşietine bırakıldığını; bundan önce bahsedilen diğer hallerin vakitlerininse, bazı yönlerden bilinebileceğini ihsas ettirmiştir. Çünkü, ölümün vaktini insanoğlu, her ne kadar bilemese de, onun aşılmayan, geçilmeyen malum bir çizgi olduğunu bilmektedir.

Kulluk Görevini Yapmayanlar

23

"Gerçek (o insan, Allah'ın) menettiği şeyleri yerine getirmemiştir".

Bil ki, ayetteki (......) ifadesi, insanı, kibir ve büyüklük taslamaktan; yahut, tevhidi, öldükten sonra dirilmeyi, haşri ve neşri inkar edişten ısrar ve küfürden caydıran bir ifadedir. Cenâb-ı Hakk'ın; buyruğu hususunda da şu izahlar yapılabilir:

a) Mücâhid, "Bu, insanoğlundan hiç kimsenin hiçbir zaman, kendisine farz kılınmış olan şeylerin tümünü yerine getiremeyeceğine ve insanın, mutlaka bir kusuru bulunacağına bir işarettir" demiştir. Bence bu tefsire bir bakmak lazım. Çünkü ifadesindeki zamir, önceden bahsi geçmiş olan birisine racidir. Ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, (Abese, 17) ayetinde geçen "İnsan" kelimesidir. Halbuki, bu ayette geçen "insan" kelimesiyle tüm insanlar kastedilmeyip tam aksine, kafir olan insan kastedilmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesini bütün İnsanlar anlamına almak nasıl mümkün olur?

b) Ayetin manası, "O böbürlenen, üstünlük taslayan insan, kendisine emredilmiş olan kibri terketmek... gibi şeyleri yapmamıştır.." şeklindedir Bu da, "O kafir insan, Allah'ın delilleri hakkında düşünmesine mahlukatının ilginçliği, hikmetinin zahir oluşu hususunda tedebbürde bulunması kabilinden şeyleri yapmamıştır.." demektir.

c) Üstad Ebû Bekir Ibn Fûrek, bu ayete şöyle mana vermiştir: "Hayır, Allah, bu kafire kendisine emretmiş olduğuna iman edip kibri terketme gibi şeyleri hükmetmemiş, tam aksine ona, olmasını hükmetmediği şeyleri emretmiştir.."

Enfüsten Âfaka

Bil ki, Allah'ın, Kur'ân'da sürdürdüğü adeti şu şekildedir: O, enfüsî delillerden bahsettiği her yerde, bunun peşinden af âkta (dış alemde) bulunan delilleri zikreder. İşte burda da örfünü bu şekilde sürdürmüş, derken, afakî delillere yer vermiş ve, bu hususa da, insanoğlunun kendisine ihtiyaç duyduğu şey ile başlayarak şöyle buyurmuştur:

24

"öyleya, o insan (bir kere) yediğine baksın..."

Bu, "insan kendisi sayesinde yaşadığı o yiyeceklere bir baksın ki, Biz, onun durumu nasıl idare ediyoruz.." demektir.

Gıdalardaki İhsan

Yiyeceklerin bir ders ve ibret alma yerleri olduğunda ise şüphe yoktur. Çünkü, insanoğlunun aldığı yiyeceklerin şöyle iki durumu vardır:

Birincisi, öncelik arzeden durum olup, bu da, o yiyeceklerin varlık alemine girebilmesi için önceden mutlaka mevcut olması gerekli olan şeylerdir.

İkincisi, sonradan olan şeylerdir ki, bunlar da, o yiyeceklerden bir yararlanmanın gerçekleşmesi için, insan bedeninde mutlaka bulunması gerekli olan şeylerdir. Binâenaleyh Allah, birincisi cinsi daha fazla ortaya koyduğu ve şüpheden de o nisbette uzak olduğu için, pek yerinde olarak birincisiyle yetinmiştir. Çünkü, Kur'ân'ın delillerinin mutlaka bütün herkesin istifade edebileceği bir biçimde ve karışıklık ve şüpheden de o nisbette uzak olması gerekir. İşte, "Öyle ya, o insan, (bir kere) yediğine baksın.." ayetinden kastedilen budur.

Bil ki, bitki, gökten inen ve yere düşen yağmur damlalarından beslenir, meydana gelir. Binâenaleyh, bu demektir ki, sema tıpkı bir erkek, yer de bir dişi gibidir. Bu sebeple de, Cenâb-ı Hak, yağmurun yağışını beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur:

Yağmur Mucizesi

25

"Gerçekten Biz, o suyu bol bol döktük..."

Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, "döktük" ifadesiyle, yağmurun yağdırılması kastedilmiştir. Şu büyük suları ihtiva eden o bulutun, nasıl meydana geldiği ve onca ağırlığına rağmen havada nasıl kalabildiğine bir bak, sonra da bunun uzak ve yakın sebepleri hususunda iyice bir düşün. Böylece sana, Allah'ın nurunun, adalet ve hikmetinin, bu alemi yaratmadaki düzeniyle ilgili eserlerinden birşeyler parıldayacaktır.

İkinci Mesele

Müste'nef bir cümle olarak, ayetin başı (......) şeklinde okunduğu gibi, bir önceki ayetteki "taam" (yemek) ifadesinden bedel olarak, şeklinde, fethayla okunmuştur. Buna göre takdiri, "İnsan bizim o suyu nasıl sağanak yağmur halinde yağdırdığımıza baksın" şeklinde olur. Ebû Ali el-Fârisî, "Bunu kesreyle (......) şeklinde okuyanlara göre, bu, 'İnsan ... yediğine baksın" ifadesinin bir tefsiri olmuş olur ve tıpkı, "Onlar için bir mağfiret var" (Maide, 9) ifadesinin, aynı ayetteki "va'd"in tefsiri olması gibidir. Fethalı okuyanlara göre, buradaki bedel, bedel-i istimal olur. Çünkü bütün bu sayılan şeyler, o yiyeceğin (taamın) oluşmasını ve meydana gelmesini sağlar. O halde bu yönüyle bu ifade, tıpkı "Sana haram ayları, yani onlarda savaşmanın hükmünü sorarlar'"(Bakara,217) ve "Çukurların sahibleri, yani o ateşlerin sahibleri kahrolsun" (Buruc, 4-5) ayetlerinde olduğu gibi olur" demiştir.

Yerin Tarıma Elverişli Kılınması

26

Âyetin tefsiri için bak:32

27

Âyetin tefsiri için bak:32

28

Âyetin tefsiri için bak:32

29

Âyetin tefsiri için bak:32

30

Âyetin tefsiri için bak:32

31

Âyetin tefsiri için bak:32

32

"Sonra toprağı iyiden iyiye yardik. Bu suretle ondan taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve mer'alar bitirdik. (Bütün bunları), hem size, hem davarlarınıza bir fayda olarak yaptık".

"Toprağı iyiden iyiye yardık" ifadesiyle, yerin bitkilerin çıkmasıyla yarılması (delinmesi) kastedilmiştir.

Sekiz Çeşit Bitki

Hak teâlâ burada şu sekiz çeşit bitkiden bahsetmiştir:

1) Taneler (hububat)... Buna, "Ondan taneler... bitirdik" ifadesiyle işaret etmiştir. Tane, buğday ve arpa gibi bitkilerden elde edilen şeylerdir. Cenâb-ı Hak, hububat gıdaların adeta temeli olduğu için, önce bunu zikretmiştir.

2) Üzümler... Hak teâlâ, bunu, hububattan sonra zikretmiştir. Çünkü üzüm bir bakıma gıda, bir bakıma da yemiştir.

3) Yonca... Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) "Kadb" kelimesiyle yaş yonca kastedilmiştir. Çünkü yaş yonca kuruyunca, "katt" adını alır. Mekkeliler buna, "kadb" derler. "Kadb"ın esas manası kesmektir. Çünkü yonca bir kaç kez biçilmektedir. "Kadîb" de böyledir. Çünkü ağacın dalına da, kesildiği için "kadîb" denilmiştir. Bu İbn Abbas, Dahhak ve Mukâtil'în görüşü, Ferrâ, Ebû Ubeyde ve Esmfii'nin de tercihidir.

b) Müberred, "Kadb", hayvan yiyeceği manasınadır. Bu kelimenin esas manası, kesmektir" der. Bu da, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür.

4-5) Zeytinler, hurmalar... Bunların faydaları, bu kitabta daha önce anlatılmıştı.

6) Sık ve bol ağaçlı bahçeler... Aslında "gulb" kelimesi ile, boyunlar nitelenir. Binâenaleyh bu, boyunları kalın manasına gelip, müfredi "agleb"dir. Nitekim Arapça'da, "esedün ağlebü" (boynu kalın aslan) denilir. Burada şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Ayetteki bu kelime ile, ağaçları sık ve birbirine yakın olan bahçeler kastedilmiştir. Bu, Mücahid ve Mukâtil'in görüşü olup, bunlar şöyle demektedirler: "Gulb, ağaçları adeta birbirine girmiş, sarmaş dolaş olmuş..." demektir. Nitekim Arapça'da, bir yerin otları birbirine girip, çok sık olduğunda, denilir.

2) Bununla, herbir ağacın, kalın ve büyük olduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Cenâb-ı Hak, bu kelime ile büyük ağaçlan kastetmiştir" dediğini nakletmiştir. Ferra da, "Gulb, kalın hurma ağaçları manasınadır" demiştir.

7) Meyveler... Bazıları, "Allahü teâlâ, meyveleri, kendinden önce geçen üzüm, zeytin ve hurma üzerine atfedince, bu şeylerin meyveler sınıfına girmemesi gerekir" diye istidlalde bulunmuşlardır. Bu, zahiri açıdan doğruya yakın bir istidlaldir. Çünkü atfedilen, atfedildiği şeyden başkadır.

8) Meralar... "Ebb", mer'â demektir. Keşşaf sahibi, mer'âya, kastolunduğu (gidildiği) ve hayvanları otlatmak için aranılan (ubûb edilen) bir şey olduğu için bu adın verildiğini söylemiştir. Çünkü ubûb ve umûmet (kasdetme) iki kardeş kelimedir.

Nitekim şair şöyle demiştir:

"Köklerimiz Kays'a varır.. Yurdumuz ise Necd'dir. Ordadır bizim otlaklarımız ve sularından içtiğimiz pınarlarımız..." "Ebb"in, kuru meyve manasına geldiği, çünkü kurutulmuş meyvelerin, kış için hazırlandığı, bu sebeple bu ismi aldığı söylenmiştir. Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların kendisiyle gıdalandığı şeylerden bahsedince, "(Bütün bunlar)ı hem size, hem davarlarınıza bir fayda olarak yaptık" buyurmuştur. Ferrâ, "Bütün bunları, hem sizin, hem de hayvanlarınızın istifade etmesi için yarattık" manasını verirken, Zeccâc, buradaki, "metâ'an" kelimesinin, ayettekibitirdik fiilinin, mef'ûl-ü mutlak te'kidi olarak mansub olduğunu; çünkü bu şeyleri bitirmenin, bütün canlıları faydalandırma manasına geldiğini söylemiştir.

Bunlardan Maksad

Bil ki Allahü teâlâ'nın, bütün bunlardan bahsediş maksadı da şu üç şey, yani:

1) Allah'ın birliğinin delili,

2) Kıyamete kadir olduğnun delili,

3) Kullarına böylesine büyük ihsanlarda bulunan o ilah karşısında, ona taattan yüzçevirmenin, kullarına karşı tekebbür etmenin akıllı olan kimseye yakışan bir hareket tarzı olmadığının delilini ortaya koymak olunca, bu maksadları te'kid eden hususu, bunların peşi sıra getirmiştir. Bu da, kıyametin dehşetleridir. Çünkü insan kıyametin dehşetli hallerini dinledikçe korkar. Dolayısıyla bu korku insanı, deliller üzerinde düşünmeye, iman etmeye ve küfürden yüz çevirmeye sevkeder. Yine bu, kişiyi insanlara karşı tekebbür etmemeye ve herkese karşı mütevazı olmaya sevkeder. İşte bundan ötürü Hak teâlâ şöyle buyurmuştur:

Sahhe Geldiğinde

33

"Fakat o kulakları sağır edercesine haykıracak ses geldiği zaman....

Müfessirler, "sahha" ile, kıyamet sayhasının, yani sûra son üflenişin kastedildiğini söylemişlerdir: "Arapça'da 'sahh", dürtmek, vurmak ve yarmak demektir. Nitekim birisi birisinin başını taşla yardığında, denilir. Yine kargalar, gagalarıyla devenin kıçını gagalarlar (sahh yaparlar). O halde "sâhha", o müthiş sesiyle kulaklarına çarpan demektir. Keşşaf sahibi, buna dair başka izah yapar ve şöyle der: "Arapça'da, "sözüne kulak verdi" denildiği gibi, aynı manada de denilir. Binâenaleyh o son nefhamn, "sâhha" kelimesi ile tavsif edilişi mecazidir. Çünkü insanlar ona kulak kesilirler."

Gün Ana, Baba, Kardeşten Kaçılacak

Daha sonra Hak teâlâ, o günün ne müthiş olduğunu da şöyle belirtmiştir:

34

Âyetin tefsiri için bak:36

35

Âyetin tefsiri için bak:36

36

"Kişinin, kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçacağı gün...".

Bu ayetlerle ilgili iki mesele var:

Birinci Mesele

Ayetteki, "kaçma" ile, kelimenin zahiri manası olan, uzaklaşmak, kaçınmak ve sakınmak kastedilmiş olabilir. Bu kaçışın sebebi ise, kovuşturulmadan, hesap sorulmaktan kurtulmayı istemektir. Mesela kardeşi ona, "Sen, malınla bana yardımcı olmadın"; ana-babası, "Bize itaatta kusur ettin"; eşi, "Bana haram yedirdin, şöyle şöyle yaptın"; oğulları da, "Sen bizi iyi eğitip terbiye etmedin ve bize doğruyu göstermedin" derler. Kardeşinden kaçanların ilkinin Hâbil; ana-babasından kaçanların ilkinin Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm); eşinden kaçanların ilkinin Nûh ve Lût (aleyhisselâm); oğlundan kaçanların ilkinin yine Nûh (aleyhisselâm) olacağı söylenmiştir. Ayetteki "kaçma" ile, uzaklaşma manası değil de, kişinin kendi derdine düşüp, kendi işine bakmasından ötürü, kardeşine, ana-babasına... yardımdan kaçışı kastedilmiştir. Bu manaya göre ayet tıpkı, "Hani tabi olunanlar, tabi olanlardan uzak kalacakları o gün..." (Bakara, 166) ayeti gibi olur. Kişinin, kardeşine yardımdan kaçınması, "O gün, hiçbir dost, hiçbir dosta, hiçbir hususta fayda veremez" (Duhan, 41) ayetinde beyan edilmiştir. Biribirlerine hiçbir şey soramayışlan da "(O gün) hiçbir kandan dost, hiçbir candan dosta (derdini) sormaz" (Meârîç, 10) ayetinde anlatılmıştır.

İkinci Mesele

Bu ifade ile, dünyada iken, kendilerine baş vurup, sığındığı; yardımını istediği bu kimselerin, ahiret yurdunda birbirlerinden (köşe-bucak) kaçışları anlatılmak istenmiştir. Ayetteki bu sıralama ile ilgili olarak, alimler şu izahı yapmışlardır: "Ayette adeta, şöyle denilmek istenmiştir: O gün kişi, kardeşinden, hatta ana babasından... kaçar. Çünkü ana-babası, kendisine kardeşlerinden daha yakındır. Hatta hatta eşinden çocuklarından bile kaçar. Çünkü kişinin kalbi, ana-babasından çok, eşine çocuklarına bağlıdır." Cenâb-ı Hak daha sonra, bu kaçışın peşisıra, bunun sebebini de dile getirerek şöyle buyurmuştur:

37

"O gün bunlardan herbirinin, kendim yeter bir işi (derdi) vardır".

İgna Kelimesinin Manası

Buradaki ile ilgili olarak şu iki İzah yapılabilir:

a) İbn Kuteybe buna, "Onu yakınlarından alıkoyacak, geri durduracak, yüz çevirtecek bir işi vardır" manasını vermiş ve şairin,

"Mâlikoğullarıyla yapacağın savaş seni, meclislerde çirkin sözler söylemekten ve kaba saba davranmaktan alıkoyacak..." şeklindeki şiirini delil getirmiştir. Şiirdeki (......) ifadesi, "seni meşgul edecek" manasınadır. Yine Arapça'da, "yüzünü benden çevir" manasında, (......) denilir.

b) Me'ânî alimleri, bu kelimeyi, "Bizatihi kendisini ilgilendiren özel dertleri ve üzüntüleri, kişinin kafasını ve gönlünü yetesiye doldurmuştur. Dolayısıyla artık burada, başkasının tasasına hiç yer kalmamıştır" manasını vermişlerdir. Buna göre kelime, sanki pek çok mal bulunduğu anlatan "gına (zenginlik)" köküne benzer bir manada olmuş olur.

Yüzü Aydın Olanlar

Bil ki Allahü teâlâ, kıyametin bu müthiş halini anlatınca, mükelleflerin o gün kimilerinin said (mutlu), kimilerinin şakî (bedbaht - mutsuz) diye iki kısma ayrılacaklarını belirtmiş ve mutluları şu ifadeleriyle anlatmıştır:

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

"O gün yüzler vardır, pml pırıl parlar, güler sevinir".

"Müfsire", sabah ortalığı aydınlattığında kullanılan deyiminden, pırıl pırıl parlayan aydınlık olan manasınadır. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, bu yüzlerin parlaklığının, kişinin gece namazı kılışından kaynaklandığı rivayeti gelmiştir. Çünkü rivayet edilmiştir ki: "Gece namazı çok olanın, gündüz yüzü güzel olur." Keşfu'l-Hafa, 2/274.

Dahhak'dan da, bu parlaklığın abdest almaktan kaynaklandığı rivayeti gelmiştir. Yine bu parlaklığın, uzun süre Allah yolunda cihaddan dolayı yüzlerin tozlanmasından kaynaklandığı da ileri sürülmüştür. Bence bu, kişinin dünya bağlarından alabildiğine kurtuluşu ve kutsi alemle, "rıdvân" ve "rahmet" makamlarıyla irtibat kuruşundan ötürüdür. İşte bu yüzden o yüzler, güleç olmuştur. Kelbî de, "Hesabı verip, yüz akıyla çıkmaları sebebiyle, o insanların yüzleri sevinçlidir, Allah'ın ikram ve rızasına nail olduğu için de, güleçtir, sürûrludur" manasını vermiştir. Bil ki ayetteki "müsfire", kişinin bu alemden ve bu alemin kovuştur utmalarından soruşturulmalarından kurtuluşuna bir işarettir. Dâhike (gülen) ve müstebşire (sevinçli) kelimeleri ise, ya hem nazari, hem de ameli kuvvete hamledilebilecek iki kelimedir, yahut da o gün fayda ve ta'zimin (saygının) elde edildiğine işaret olabilecek iki kelimedir.

Yüzü Kara Olanlar

40

Âyetin tefsiri için bak:42

41

Âyetin tefsiri için bak:42

42

"O gün yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak bürümüş ve kendisini bir karanlık ve siyahlık kaplamıştır. İşte bunlar, kafirler ile facirlerdir".

Müberred, "Gabera, "insana isabet eden toz", da, "tez elden ona gelen" demektir. Bu senin hızlıca dağa çıktığında söylediğin ifâden gibidir. O halde rahk, "çabucak helak olmak" demektir. Katere ise, "tıpkı bir duman gibi olan siyahlık" demektir. Bir yüzde, bu toz ile siyahlığın birleşmesinden, daha ürkütücü birşey yoktur. Bu tıpkı, zencilerin yüzlerinin tozlanması halindeki görünüşleri gibidir. Böylece Hak teâlâ sanki, "Onların yüzlerinde, tıpkı bu dünyada küfür ve fücur (günahlar) arasını birleştirmeleri gibi, Allah da ahirette siyahlık ile tozu birleştirmiştir" demektedir. En iyisini Allah bilir.

Bil ki Mürcie de, Hariciler de bu ayeti kendilerine delil getirmişlerdir. Mesela Mürcie şöyle der: "Bu ayet, kıyamettekilerin mükafaat ve ceza ehli diye iki kısma ayrıldıklarına delalet eder. Yine bu ayet, ceza ehlinin, sadece kafirler olduğunu gösterir. Ehl-i kıblenin (mü'minlerin) günahkarlarının, kafir olmadıkları delil ile sabittir. Bunlar, Kafir olmadıklarına göre, ehl-i mükafaattandırlar. Bu da, ehl-i kıblenin büyük günah sahiplerinin, ilahi cezaya uğramayacaklarına delalet eder." Hâriciler de şöyle derler: "Diğer deliller, büyük günah sahiplerinin ilahi cezaya maruz kalacaklarını göstermektedir. Bu ayet de, ilahi cezaya maruz kalan herkesin kafir olduğuna delalet etmektedir. Buna göre, her günahkarın kafir olması gerekir." Her iki görüşe (ve mezhebe) şu şekilde cevap verilebilir: Bu konularda genel olarak bahsedilen bu iki guruptur. Bu, bir üçüncü gurubun olmamasını gerektirmez. Allah en iyi bilendir. Hamd, alemlerin Rabbine; salat-ü selam da peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âline ve bütün ashabına olsun (amin)!

0 ﴿