TEKVİR SÛRESİ

Bu sûre, yirmidokuz ayet olup, Mekkî'dir.

Kıyamet Esnasındaki Oniki Olay

1

"Güneş, durulduğu zaman...".

Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrede, oniki şeyden bahsetmiş ve "Bu şeyler vuku bulduğunda, işte tam o esnada, her nefis ne hazırlamışsa, onu bilir" buyurmuştur. Bu oniki şeyden,

1. Güneşin Tekviri

Birincisi: "Güneş durulduğu zaman..." ayetinin ifade ettiği husustur. "Tekvir"in, ne demek olduğu hususunda, şu iki izah yapılmıştır:

1) Tıpkı sarığın sarılması gibi, yuvarlak bir biçimde dürülme-bükülme manasınadır. Nitekim hadiste, "Durulup büküldükten sanra dönmekten Allah'a sığınırız" Müslim, Hacc, 426 (2/979), Ibn Mace, duâ, 20 (2/1279). yani ülfetten, uyumdan, bir araya gelişten sonra dağılmaktan Allah'a sığınırız" denilmiştir. Kevr ve tekvir aynı manayadır. Çamaşırları ve elbiseleri bohçaladığı için, çamaşırcıya da "Kare" denmiştir. Bürülen ve dürülen şeyin ise, görünmeyeceğinden şüphe yoktur. Binâenaleyh güneşin kütlesinin ışığının tamamen ortadan kalkması ve güneşin artık görünmez hale gelmesi, "tekvîr" (dürülme) kelimesiyle anlatılmıştır. İşte bundan ötürü kelimeleri, bu dürülmeye, (silindi, ışığı söndürüldü) manasını verirken, kimileri de "(Güneş tutulduğu zaman)" manasını vermişlerdir. Hasan el-Basrî, buna "Işığı silindiğinde..." manasını verirken, Mufaddal b. Seleme, "Işığı yok olduğunda ve adeta bir bohçanın içinde saklandığında..." manasını vermiştir.

2) Arapça'da, "Duvarı çarpıp, yıktım yerle bir ettim" manasında, denir. Esmâî şöyle der: "Birisi, Dirisini (vurup) bayılttığında, denilir. Binâenaloyh, ayetteki "Güneş yörüngesinden atıldığında" manasınadır.

3) Bu hususta şöyle bir üçüncü görüş daha vardır: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet olunduğuna gön bu kelime, Farsça'dandır. Zira, Farsça'da, âmâya ' kör denir. Dolayısıyla kör edildiği zaman manasınadır.

Burada şöyle iki soru vardır:

Birinci Soru: "Şems" kelimesinin merfû oluşu, mübteda mı, yoksa fail oluşundan ötürü müdür; Cevabı Hayır bu, fail oluşundan ötürüdür. Ona ref eden fiili, ayetteki fiilinin tefsir ettiği, mukadder başka bir fiilidir. Çünkü (......) edatında şart manası bulunduğu için, ondan sanra fiilin bulunması gerekir.

İkinci Soru: Rivayet edildiğine göre, Hasan el-Basrî, Basra'da Ebû Seleme b. Abdurrahman'ın yanına gidip oturdu. O da, Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'în, "Güneş ve ay, kıyamet günü durulup cehenneme atılacak olan iki öküzdürler" Kenzu'l-Ummal, (13/19533). dediğini rivayet etmiştir. Hasan el-Basrî, "Onların günahı ne?" dedi. Bunun üzerine, Ebû Seleme, "Ben sana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den hadis rivayet ediyorum" dedi. Böylece Hasan sustu... (Buna ne dersiniz)?

Cevap: Hasan el-Basrî'nın sorusu sakıttır. Çünkü güneş ve ay, cansız iki varlıktır. Binâenaleyh onların cehenneme atılmaları, zarar ve eziyet görmelerine sebep olmaz. Belki bu, cehennemin sıcaklığının artmasına sebep olur. Dolayısıyla bu hadis, aklın hilafına olmuş olmaz.

2. Yıldızların Dağılması

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin anlattığı husustur.

2

"Yıldızlar düştüğü zaman...".

Yani, "Saçıldığı, döküldüğü zaman..." Nitekim Allahü teâlâ, "Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman..."(İnfitar.2) buyurmuştur. "lnkidar"ın asıl manası, "dökülme"dir Halli, "Bir topluluk, bir topluluğun üzerine sakınıp, adeta onlar Üzerine döküldüklerinde, çullandıklarında, denilir" demiştir. Kelbi de, "O gün gök, yıldızları yağmur gibi yağdırır ve gökte hiçbir yıldız kalmaksızın, bütün yıldızlar yeryüzüne düşer" demiştir. Ata ise, "Bunun sebebi şudur: Yıldızlar gökten uzatılmış nurdan zincirlere bağlı kandiller içindedirler. Bu zincirler, meleklerin elindedir. Yerde ve gökte olan herkes, ölünce, bu zincirler, meleklerin elinden düşer" demiştir.

3. Dağların Yürütülmesi

3

"Dağlar yürütüldüğü zaman...".

Yani, "yerinden oynatılıp, hareket ettirildiği zaman..." Bu, "Dağlar (yerlerinden koparılıp) yürütülmüş, bir serab haline gelir"(Nebe, 20) ayetinde beyan edildiği gibidir. Yahut da bu yürütülme, havada olacaktır. Nitekim ayette, "Bulutların yürüdüğü gibi yürürler" (Neml, 88) buyurulduğu gibi...

4. Gebe Develerin Bırakılması

Dördüncüsü: Cerâbi Hakk'ın şu ayetinin ifade ettiği husustur:

4

"Gebe develer, salıverildiği zaman...".

Bu ayetle ilgili iki izah var:

1) Meşhur olan görüşe göre, (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur: Nifâs'ın cemisinin, nüfesâ oluşu gibi... "Userâ", on aylık hamile manasınadır. Bu kelime, bir senelik hamileye de verilen isimdir. Ki on aylık hamile deve, ehli nazarında, en kıymetli ve nefis maldır. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Kıyamet gününün dehşetli hadiseleri geldiği zaman, sahibleri bu develeri bile İhmal eder, kendi haline salıverir. Halbuki Araplar için, hamile develerden daha sevimli ve kıymetli başka bir şey yoktur. Araplara, gebe develer meselesiyle hitab edilmiştir. Çünkü onların mallarının ve geçimlerinin çoğu devedendir. Bundan maksad, malların gitmesi ve mülklerin boşa çıkması, insanların kendi canlarının derdine düşmesidir. Nitekim Hak teâlâ, "O gün, ne bir mal, ne de oğullar fayda verir. Ancak Allah'a, selim bir kalb ile gelen (kurtulur)"(Şuara, 89) ve "Andolsun ki Bize, sizi ilk defa yarattığımız gibi, tek başınıza geleceksiniz"(Enam, 94) buyurmuştur.

2) Buradaki "işar" (gebe develer) kelimesi, suyunu tamamen koyuveren bulutlardan kinayedir. Bu, mecazî bir ifade olmakla birlikte, kendinden önceki diğer şeylere benzetilmiştir. Bir de Araplar, bulutları gebe develere benzetirler. Allahü teâlâ da, "Sonra o (ağır) yükü taşıyanlar..." (Zâriyat, 2) buyurmuştur.

5. Vahşi Hayvanların Toplanması

Beşincisi: Hak teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği husustur:

5

"Vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman...".

Kara hayvanlarından, uysal ve evcil olmayan her hayvan, "vahşî" hayvandır. Bunun çoğulu, "vuhûş"dur. (......) kelimesi, "Her taraftan toplanıp, bir araya getirildiği zaman" demektir. Katade, "Bütün herşey, hatta sinekler bile, kısas için (karşılıklı haklarını almak için) bir araya toplanırlar" demiştir. Mu'tezile, "Allahü teâlâ, ölme, öldürülme ve benzeri elemlerden dünyada iken başlarına gelen şeylerin karşılığını onlara vermek için, bu günde bütün hayvanları toplar. Onlara, bu elemlerinin karşılığı verilince, Allah dilerse ve eğer bu güzel bulunacak birşey ise, bazılarını cennette baki kılar; eğer onları yok etmeyi dilerse, hadiste bahsedildiği şekilde, onları yok eder" demiştir. Biz (ehl-i sünnetin) alimleri ise, "Bize göre, hakedilme açısından Allah'a hiçbirşey vacib değildir. Fakat o, bütün vahşî hayvanları toplayacak ve boynuzsuzun hakkını boynuzludan alıp ona verecek. Sonra onlara, "ölün" denilecek, onlar da ölüverecekler" demişlerdir.

Bu Hadiseden Makaad

Burada, bu kıssanın (hadisenin) zikredilmesinin gayesiyle ilgili birkaç izah yapılmıştır:

1) Allahü teâlâ, kıyamet gününde, adaletini ortaya koymak için, bütün canlıları, hayvanları hasreder, bir araya getirir. Binâenaleyh, bu böyleyken, mükellef olan ins ve cinni hasretmemesi nasıl düşünülebilir?

2) Bu hayvanlar, (canlılar), dünyada iken insanlardan alabildiklerine nefret etmelerine ve dağlara çöllere dağılıp yaşamalarına rağmen kıyamet gününde bir araya geleceklerdir. Binâenaleyh bu, onların insanlarla beraber o meydanda bulunmalarının o günün dehşetinden kaynaklandığına delalet eder.

3) Bu canlıların bir kısmı, diğer bir kısmının yemidir. Ama onlar o gün bir araya gelecekler de hiç birbirlerine sataşmayacaklar. Bu ise, yine o günün dehşetinin şiddetinden ötürü böyle olacaktır. Bu ayet hakkında, İbn Abbas'tan gelen bir diğer görüş de şudur. "Vahşi hayvanların bir araya gelmesi demek, onların ölümleri demektir. Yani, "Vahşi hayvanlar öldüğünde..." demektir." Nitekim Arapça'da, yıl, insanlara ve mallarına zarar verdiği, onları helak ettiği zaman, denilir. Bu ifâde şedde ile, şeklinde de okunmuştur.

Altıncısı: Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin beyan ettiği husustur:

6

"Denizler ateşlendiği zaman..." .

Bu kelime, şeddeli ve şeddesiz olarak, ve (......) şeklinde okunmuştur. Bu ifade hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Bu kelime aslında, tandırı, fırını tutuşturduğun zaman kullandığın ifadesindendir. Bir şey yakıldığı zaman ise, oradaki rutubetler kurur. O halde bu demektir ki, bu durumda, denizlerde su namına hiçbir şey kalmayacaktır. Daha sonra da dağlar, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Ve dağlar yürütüldüğü..." (Nebe, 20) buyurduğu üzere, yürütülür. Bu durumda da, denizler ve yeryüzü, alabildiğine yanıp tutuşan, ısının had noktaya çıktığı tek bir şey haline gelir. Şu da denebilir. Denizdeki sular kuruyunca, yeryüzü kabarır, derken yükselir, neticede de dağların tepesi ile aynı seviyeye gelir. Şu da söylenebilir: Dağlar unufak olup, herbir parçası herbir tarafa dağılıp da toprak haline geldiğinde, bu toprak, dağların alt kısımlarına dolar, böylece yeryüzü denizle beraber dümdüz olur ve tümü birden cayır cayır yanan bir deniz oluverir.

b) Ayetteki, (......) kelimesinin, "fışkırtıldı..." mansına gelmesidir. Bu böyledir, zira, Cenâb-ı Hakk'ın da, "İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında yekdiğerine tecavüz etmeye mani bir perde vardır"(Rahman, 19-20) buyurduğu üzere, denizler arasında manialar vardır. Binâenaleyh, Allah bu engelleri kaldırınca, bu denizlerin suyu bir birine akar. Böylece de denizler tek bir deniz haline gelir. Bu, Kelbî'nin görüşüdür.

c) kelimesinin manası, "tutuşturulduğunda, yakıldığında" sökündedir. Kaffal şöyle der: "Mananın böyle olması halinde şu muhtemel izahlar yapılabilir:

1) Cehennemin, denizlerin dibinde bulunması... Binâenaleyh, bu demektir ki cehennem, şu anda dünya hayatı sürdüğü için, tutuşturulmamış bir durumda mevcuttur. Bu nedenle, dünyanın ömrü sona erdiğinde, Allahü teâlâ, bu ateşin tesirini denizlere de ulaştıracak, böylece hepsi bu yüzden tutuşmuş olacak...

2) Allahü teâlâ, güneşi, ayı ve yıldızları, denizlere atar böylece denizler de tutuşmuş, yanmış olur.

3) Allahü teâlâ, denizlerde çok büyük bir ateş halkedecek, böylece de denizlerin sulan fokur fokur kaynayacak.

Ben diyorum ki, yapılan bu izahlar, hiçbirine gerek olmayan zorlamalı izahlardır. Zira, dünyayı harab etmeye, kıyameti getirmeye kadir olan zatın, denizlere güneşi, ayı atmasına, veya denizlerin dibinde cehennem ateşinin bulunmasına gerek kalmaksızın, ya denizlerin suyunu ateşe çevirmek yahut da başka bir şeyle o suları fokur fokur kaynatmak suretiyle denizlere böyle bir işlemde bulunmaya mutlaka ve mutlaka kadir olur. Bil ki, bu altı alametin, dünyanın tahrib edilmeye başlandığı zamanın hemen başında meydana gelmeleri mümkün olduğu gibi, kıyametin kopmasından sonra da meydana gelmeleri mümkündür. Ayetlerin lafzında, bu iki İhtimalden birisinin olacağına delalet eden herhangi bir şey yoktur. Ama, geriye kalan altı hususa gelince, bunlar kıyamete has kılınmış hallerdir.

7. Ruhların Eşleştirilmesi

Yedincisi: Şu ayetin ifade ettiği husustur:

7

"Ruhlar eşleştirildiği zaman...".

Bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

1) "Ruhlar bedenleriyle birleştirildiğinde..."

2) Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "Canlar, o günde, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Sizler, üç sınıf olduğunda... Ashab-ı yemin, bilir misin ashab-ı yemin nedir? Ashab-ı şimal, bilir misin ashab-ı şimal nedir?.. Öne geçenler, öne geçenler..."(Vakıa, 7-10) buyurduğu gibi, üç sınıf haline gelirler."

3) Her sınıfa, kadın-erkek kendi tabaka ve derecesinde olanlar katılır.. Böylece, taatla temayüz etmiş olanlar, misliyle; orta olanlar, yine misliyle, benzeriyle birleştiği gibi, masiyet ehli de, benzerleriyle bir araya gelir. Binâenaleyh, bu demektir ki, "tezvic - bir araya getirme", bir şeyi misliyle bir araya getirmek demektir. Buna göre mana, "Hayır ve şer hususunda herkes kendisi gibi olanlarla birleşir, bir araya gelir" şeklinde olur.

4) "Herkes, dünyada iken kendisinden hiç ayrılmadığı, kendilerinden hiç ayrılmadığı hükümdar ve yöneticilerle birleşir." Nitekim Cenâb-ı Hak, "Zalimleri ve onların eşlerini toplayın.." (saffât, 22) buyurmuştur. "Biz, ayette bahsedilenler, şeytanlarını da katarız..." da, denilmiştir.

5) İbn Abbas, "Mü'min olan canlar, hurilerle, kafirlerde, şeytanlarla birleştirilir" demiştir.

6) Herkes, kendi taraftan ile birleştirilir. Mesela, yahudi yahudi ile, hristiyan da hristiyanla... Bu hususta "merfû" bir haber kullanmaktadır.

7) Zeccâc da, "Canlar, amelleriyle birleştirilir.." demiştir.

Bil ki, bahsettiğimiz bu görüşleri iyi anladığımızda, bunlara istediğin kadar ilavede bulunman imkan dahilindedir.

8. Defnedilen Kız Çocuğuna Sorma

Sekizincisi: Şu ayetin ifade ettiği husustur.

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"Diri diri gömülen kızın hangi suçlardan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman...".

Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Kız Çocuğu Diri Gömme Âdeti

(......) kelimesi (......) kelimesinden kalbolunmuş, olan bir fiildir. Bir şey, "ağır olduğunda denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O yeri ve göklerin korunması O'na güç ve ağır değildir,." (Bakara, 255) anlamında, buyurmuştur. Çünkü, kız çocuklarının diri diri gömülmesi, onları, toprak yığınının ağırlığı altında bırakmak suretiyle oluyordu. Meselâ bir kimsenin kız çocuğu oldu mu, bu kimse de kızının yaşamasını istedi mi, çölde, develerini ve koyunlarını otlatması için, bu çocuğuna kıldan bir aba giydirirdi.. Yok eğer, onu öldürmeyi aklına koymuşsa, boyu altı karış oluncaya kadar ona dokunmuyor, bu boya ulaştı mı çocuğun annesine, "Çocuğu süsle, güzel elbiselerini giyindir. Ben onu akrabalarına götüreceğim" diyordu. Oysa ki o, bu çocuk için, çölde bir çukur esmişti.. Böylece o çocuğu o çukurun başına getirdi mi, çocuğuna "oraya bak bakalım" diyor, sonra da, onu arkasından oraya itiyor, o eştiği çukur yer seviyesiyle bir oluncaya değin, oraya toprak atıyordu.. Şu da ileri sürülmüştür. Hamile kadının doğumu yaklaştığında, bir çukur kazardı.. Derken, o çukurun doğum sancılarını çekerdi. Doğurduğu kız olursa, onu o çukura atardı, oğlan olursa onu tutar, onu korurdu... Burada şöyle iki soru sorulabilir:

Birinci Soru: Bunları, bu kez çocuklarını diri diri gömmeye sevkeden neydi?

Cevap: Bu, ya, o kız çocukları sebebiyle babaya utanç veren bir hadisenin gelmesi, yahut da, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Geçim korkusuyla, çocuklarınızı öldürmeyin..." (İsra,31) buyurduğu gibi, geçim endişesi idi. Ve onlar şöyle diyorlardı: Melekler, Allah'ın kızlarıdır. Binâenaleyh, kızlarınızı meleklere katın.. Sa'sa'a Ibn Naciye, bu kızların diri diri gömülmelerine karşı çıkacaklardan birisi idi. Bu sebeple Ferezdak şu beytinde onunla övünmüştûr:

"Çocuktan diri diri gömen kadınlara engel olup da, böylece, diri diri gömülecek olanı hayata kavuşturan, o da böylece gömülmeyen... bizden çıkmıştır..."

Neden Gömen Sorguya Çekilmiyor?

İkinci Soru: Diri diri gömülen o kız çocuğuna, hangisi yüzünden öldürüldüğü suçu, günahı sormak da nedir? Onu diri diri gömen kimseye, onu öldürmesinin sebebi sorulmalı değil miydi? Cevap: Bu sorunun o kız çocuğuna sorulması ve onun da bu soruyu cevaplaması, astında, onu öldüreni susturma, utandırma, cevapsız bırakmadır. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ıh, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya, "Sen mi insanlara "Beni ve annenizi Allah'tan başka ilah edininiz dedin?" deyip de, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın da, "Seni takdis ve tenzih ederim, benim için hak olmayan bir şeyi söylemem bana uygun olmaz..." (Maide, 116) diyerek cevap verdiği ayeti ile, hristiyanları susturması gibidir.

Kıraat Farkı

Kelime, şeklinde de okunmuştur. Ki anlamı, "Kendisini savundu ve Allah'a... veya onu öldürene, hangi günah sebebiyle öldürüldüğünü sordu" şeklindedir, (......) kelimesi şedde ile şeklinde de okunmuştur. Buna göre şayet, "Uygun lafzın, (......) şeklinde okunmasıdır. İfadeyi (......) şeklinde okuyana gelince, bu durumda uygun okuyuş, hangi günah sebebiyle öldürüldüm..." şeklindedir. O halde, meşhur kıraate göre en uygun olanı hangisidir?" denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verilebilir:

a) Ayetin takdiri, "Diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda... Yani, onu gömenlere, onun halinden, hangi günahtan dolayı öldürüldüğünden sorulduğunda..." şeklindedir.

b) Bir insanın, muhatap olma durumunda bile, bazan, gaib sigasıyla hali ve durumu sorulabilir. Bu tıpkı senin, Zeyd'in durumunu öğrenmek isteyip de, bu anlamda, yani yanında olduğu halde ona, "Zeyd ne yaptı, ne yapıyor?" demen gibidir. Böylece de Zeyd, kendisi hakkında soru sorulan olduğu halde, suale muhatap olan (el-mesûl) olmuştur. Burda da böyledir.

9. Defterler Açılacak

Dokuzuncusu: Cenâb-ı Hakk'ın

10

"Defterler açılıp yayıldığı zaman..."

ayetinin beyan ettiği husus. (......) kelimesi, hem şeddeli hem de şeddesiz okunmuştur. Cenâb-ı Hak burada, kişi öldüğü zaman dürülen amel defteri, sabitelerini murad etmektedir ki, bunlar, kul hesaba çekileceği zaman açılıp yayılır. Bu defterlerin, sahipleri arasında yayılmasının, yani dağıtılmasının kastedilmiş olması da caizdir.

10. Gök Koparılacak

Onuncusu: Cenâb-ı Hakk'ın,

11

"Gök koparıldığı zaman..."

ayetinin ifade ettiği husus. Yani, "Gök, açılıp da, üst taraftan, yani cennet ve arşullah cihetinden koparıldığı zaman..." demektir ki, bu tıpkı, kesilmiş hayvanın derisinin ya da bir şeyin yüzünün astarının sökülmesi gibidir. İbn Mes'ûd ise, (......) şeklinde okumuştur. (......) ile gafın birbirlerinin yerine kullanılması çokça cari olan bir şeydir. Meselâ, "Tiridi karşıtırdım..." denildiği gibi, (......)da denilir; (......) denildiği gibi (......) da denilir. Ferrâ ise (......) kelimesinin anlamının, sökülüp de dürüldüğünde..." şeklinde olduğunu söylemiştir.

11. Cehennem Kızıştırılacak

Onbirincisi:Cenâb-ı Hakk'ın

12

"O alevli ateş, iyice kızıştırıldığı, tutuşturulduğu zaman..."

ayetinin ifade ettiği husus. Yani, "İyice, şiddetli bir biçimde tutuşturduğunda, yapıldığında..." demektir. Bu kelime, mübalağa için, şedde ile, (......) şeklinde okunmuştur. Onu, Allah'ın gazabı ile insanoğlunun günahlarının tutuşturduğu söylenilmiştir. Cehennemin şu anda yaratılmamış olduğunu iddia edenler, bu ayetle istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Çünkü bu ifade, bu ateşin tutuşturulmasın, kıyamet günüyle mukayyed olduğuna delalet etmektedir."

12. Cennet Yaklaştırılacak

Onikincisi: Cenâb-ı Hakk'ın,

13

"Cennet yaklaştırıldığı zaman..."

ayetinin ifade ettiği husustur. Yani, "Cennet, muttakilere yaklaştırıldığında..." demektir ki, bu, "Cennet muttakilere yaklaştırıldığında... "(Şuara, 90) ayeti gibidir.

Cenâb-ı Hak, bu oniki şeyi zikredince, bundan sonra, bütün bunların toplamından ibaret olan şart ifadelerine terettüp eden cezayı beyan etmiş ve

14

"Her nefs, ne hazırlamışsa (onu) bilmiştir..."

buyurmuştur. Malumdur ki, amelin, fiilin ihzar edilmesi, dermeyan olunması, mümkün değildir. O halde bundan murad, kulun muhasebe ve amellerinin tadılması sırasında, o amelin netice ve eserlerinden olmak üzere, sahifelerde dermeyan ettiği, hazırladığı şeylerdir. Veya bundan murad, her nefsin, kendisi için hazırlamış olduğu, cenneti ya da cehennemi hak etme hususudur.

İmdi, şayet, "Her nefis, işlemiş olduğu hayrı hazır olarak bulacaktır..." (Âl-i İmran, 30) ayetinin ifade ettiği üzere, her bir nefs, hazırlamış olduğu şeyleri bilir. O halde daha, "her nefs ... bilmiştir..." (Tekvir, 14) demenin manası nedir?" denilirse, buna iki bakımdan cevap verilirse, buna iki bakımdan cevap verilebilir:

a) Bu ifade, Arabların, her ne kadar lafız azlığı ifade etmek için vaz olunmuş bile olsa, kendisiyle aşırılığı ve mübalağayı kastetmiş oldukları sözleri (maksadın aksini söyleme) kabilindendir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "O küfredenler zaman zaman temenni ederler ki.."(Hicr, 2) ayeti de bu kabildendir. Bu tıpkı bir kimsenin alim bir kimseye açık bir mesele sorarken, "Bu konuda diyeceğiniz bir şeyler olur mu?" Onun da cevaben: "Belki de söyleyecek bir şeyler hatırıma gelir" demesi gibidir. Halbuki bu zat böyle derken bundan maksadı: "Bu konuda benim söyleyecek öyle sözlerim var ki benden başka hiç bir yerde bulamazsınız" demektir. İşte burda da böyledir.

b) Belki de kafirler, (dünyada) taat olduğuna inandıkları şeyler hususunda kendilerini yoruyorlardı... Ama kıyamet gününde, bunun tersi çıkmıştır... İşte, bu ayetten kastedilen de budur.

Yıldızlarla Kasem: Hunnet

Cenâb-ı Hak,

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

(Ey kafirler, sizin dediğiniz gibi değil!. Andederim (geceleri) o geri dönen, akıp akıp yuvalarına giden (yıldız)lara..."

buyurmuştur, (......) ifâdesi hakkındaki açıklama, (Kıyamet, 1) ayetinde geçmişti. Buradaki ifâdesine gelince, bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Meşhur ve açık olan bu görüşe göre, "bunlar yıldızlardır. (el-hunnes) kelimesi, (......) kelimesinin çoğulu olup, "el-hunûs" da, yumulmak, gizlenmek anlamına gelir. Nitekim sen, "Toplum arasında gizlendi, gizli kaldı" anlamında, dersin. Hadis-i şerifte de şöyle gelmiştir: "Şeytan, kula vesvese verir.. Kul Allah'ı andığızamanda ise, kaçıp gizlenir" Benzeri Hadis, Müsned, 2/331. yani, "yumulup kaçar, saklanır.' İşte bu sebeple de şeytan, el-hannâs, "Sinmiş, saklanmış, böylece fırsat kollayan..." diye isimlendirilmiştir.

Künnes

Künnes kelimesi ise, (......) ve (......) kelimelerinin çoğulu olup, Arapça'da, yuvasına girdiği zaman bir şey (hayvan) hakkında, denilir. Mesela bu anlamda, "Ceylan yuvasına girdi denilir. Yine, ceylanın yuvasına girmesine benzetilerek, "Kadın hevdecine girdi.." anlamında denilir. Alimler, yıldızların gizlenip yuvalarına girmeleri hususunda şu üç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:

1) En kuvvetli görüş olan bu görüşe göre, bu, gezegen olan beş yıldızın geri dönmelerine ve istikametlerine bir işarettir. Onların (yörüngelerinde) geri dönmeleri, onların hunnes isimleriyle alakalıdır. Kunnes oluşları ise, onların güneşin ışığı altına gizlenmiş olmaları, görünmemeleri ile alakalıdır. Hiç şüphe yok ki bu, hayranlık verici bir durum olup, bunda hayranlık veren pek büyük sırlar bulunmaktadır.

2) Hazret-i Ali'den, Atâ'dan, Mukâtil'den ve Katâde'den rivayet olunduğuna göre, bunlar, bütün yıldızlardır. Onların gizlenmesi hunnes, onların gündüzün, gözlerden nihan olması, gizlenmesi, görünmemesinden ibarettir. Yuvalarına girmesi kunnes ise, geceleyin görülmesinden ibarettir. Yani onlar, tıpkı yuvasındaki vahşi hayvanlar gibi, geceleyin yerlerinde görülürler.

3)Yedi gezegen yıldızın doğuş ve batış yerleri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Doğuların ve batıların Rabbine andolsun..."(Mearic,40) buyurduğu veçhile farklı farklıdır. Şüphesiz ki onların, bir doğuş yeri, bir de batış yerleri vardır ki, bunlar, bize en yakın doğuş ve batış yerleridir. Sonra yıldızlar, bütün sene boyunca, o doğuş yerinden başka bir doğuş yerine doğru uzaklaşmaya başlarlar... Sonra, yeniden oraya dönerler. İşte onun gizlenmesi (el-hunnes), o ilk doğuşun yerinden uzaklaşmasından ibarettir. Yuvalarına dönmesi (kunnes) ise, yeniden oraya dönmelerinden ibarettir. İşte bu, muhtemel bir izahtır. Birinci görüşe göre, yemin, beş gezegen yıldıza edilmiş olur. İkincisine göre, bütün yıldızlara edilmiş olur. Zikrettiğim bu son görüşe göre de, yedi gezegen yıldıza yemin edilmiş olur. Allah, neyi murad ettiğini daha iyi bilir.

İkinci Görüş: İbn Mes'ûd ve en-Nehâînin olan bu görüşe göre, el-Hunnes el-Cevârî el-Kunnes, vahşi sığırlardır.

Said ibn Cübeyr ise, bunların, aslanlar olduğunu söylemiştir. Buna göre el-hunnes, bunda gizli ve saklı kalan şey olup, bu da, burunlarda bulunan derinlik, derin oluş yüzün gerisinde bulunma halidir. Çünkü sığır ve ceylanların burunları böyledir. Kunnes ise, (......) kelimesinin çoğulu olup, yuvasına giren demektir. Muteber görüş birincisidir.

Şu iki şey de buna delalet eder:

1) Cenâb-ı Hak bundan sonra,

17

"Karanlığa yöneldiği dem geceye..."

buyurmuştur. Bu durum ise, vahşi sığırdan daha ziyade yıldızlarla alakalı olmaya daha münasiptir.

2) Allahü teâlâ'nın kendisine kasem ettiği şeyin mahallinin daha büyük ve yüce olmasının, daha uygun olacağıdır. Yıldızların vahşi sığırlardan daha yüce ve muazzam olduklarında ise şüphe yoktur! Üçüncü bir izaha göre el hunnes, el-humûs kelimesinden gelen (el-hânisu) kelimesinin çoğuludur. Yahut da (......) kelimesinin çoğuludur. Bu da, hans kökünden olur. Bu kök de, fiilinin köküdür. Halbuki, şedde ile el-hunnes, ancak, bu kelime vahşi hayvanlar hakkında kullanıldığında söylenilir. Bu durumda bu kelime yine humus kökünden olur ki, humus kelimesi de, vahşi hayvanların gözlerinden kaybolup, kendi yuvalarına girmesi ve saklanmaları demektir.

As'ase

Cenâb-ı Hak

18

"Karanlığa yöneldiği zaman geceye, teneffüs ettiği dem sabaha kasem olsun..."

buyurmuştur. Dil alimleri (......)'nin "ezdad"dan olduğunu söylemişlerdir. Nitekim, gece geldiği zaman ifadesi kullanılır, gittiği zaman da bu ifade kullanılır. Dilciler, bu kelimenin, "gitme..." manasına geldiği hususunda, el Accâc'ın şu beytini delil olarak getirmişlerdir.

"Derken, onun sabahı açılıp da, ortaya çıktığında ve gecesinin karanlığı sıyrılıp da çekip gittiğinde..."

Ebû Ubeyde de, bu kelimenin, "geldi" anlamında kullanıldığına dair şu beyti delil olarak getirmiştir: "Yönelip geldiği zaman, gecenin yollan ve vasıtaları..."

Sonra o dilcilerden kimileri, ayette geçen (......) kelimesi ile, "gece geldi" manasının kastedildiğini; zira, böyle olması halinde, yeminin, gecenin gelişine olduğunu, bunun da, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinden anlaşıldığını söyledikleri gibi, gecenin gitmesine de kasem edildiğini, bunun da ayet-i kerimedeki ifadesinden anlaşıldığını söylemişlerdir.

Kimileri de, "Hayır, ayetteki ifadesiyle, "gitti..." manası kastedilmiştir. Ayetteki,cümlesinin manası ise, "sabahın ışığı uzayıp, kemale erdiğinde..." demektir" demişlerdir. O halde bu tefsire göre tabiri, sabah vaktinin ilk doğuşuna bir işaret olup, bu tıpkı ayetlerinin anlattığı gibi olmuş olur. ifâdesi de sabahın en mükemmel biçimde tulü edişine bir işaret olmuş olur. Dolayısıyla da, burada bir tekrar bulunmamış olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesindeki anlamında olup, böylece bu ifade de tıpkı (Muddesir, 34) ifâdesi gibi olmuş olur.

Ayetteki bu mecazın keyfiyeti hususunda ise şu iki izah yapılmıştır:

a) Sabah vakti geldiğinde, onun gelmesiyle bir rahatlık, bir huzur, bir sürür gelir. Bu da mecazen, onun nefesi, onun canı kabul edilmiştir de, böylece de, "sabah teneffüs ettiğinde..." denilmiştir.

b) Bu karanlık gece, hiç hareket etmeden ve kalbi hüzünle dopdolu olan belaya duçar ve hüzünlü birisine benzetilmiştir. Binâenaleyh bu kimse bir nefes aldığında bir rahatlık hissedecektir. İşte ayette de, sabah vakti olunca, böylece gece sanki bu kederden, bu hüzünden kurtulmuş da, dolayısıyla onun bu hali, nefes alma tabiri ile ifade edilmiştir. Ayetteki bu istiare, çok hoş olan bir istiaredir.

Kasemin Konuları

Bil ki, Allahü teâlâ, kendisine kasem edilenlerden bahsedilince, bunun peşinden "muksemun aleyhi", yani hakkında kasem edileni de getirerek,

19

Âyetin tefsiri için bak:21

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"Şüphesiz, muhakkak o (Kur'ân), çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır. Çetin bir kudrete maliktir. Arşın sahibi (olan Allah) nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir"

buyurmuştur. Bu ayetlerle ilgili iki görüş vardır:

Cebrail'in Kelamı Meselesi

Birinci Görüş: Meşhur olan bu görüşe göre, bu ifade ile, Kur'ân'ı, Cibril (aleyhisselâm)'in indirmesi kastedilmiştir. Buna göre şayet, "Burada, karşımıza, şöyle bir müşkil çıkmaktadır: Allahü teâlâ, Kur'ân'ın, Cebrail (aleyhisselâm)'in sözü olduğuna yemin etmiştir. Binâenaleyh, bu hususta bizim, Cenâb-ı Hakk'ı tasdik etmemiz gerekir, vacib olur. Şimdi biz eğer, ayetin bu lafızlarını zahiri manaya hamletmenin vacib oluşuna kesinkes hükmetmesek bile, en azından, böyle bir ihtimal vardır. Durum böyle olunca da, bu Kur'ân'ın, Allah'ın kelamı değil de, Cebrail (aleyhisselâm)'in kelamı olması ihtimali de sabit olur. Cebrail (aleyhisselâm)'in kelamı olması durumunda ise, Cebrail (aleyhisselâm)'in onu, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'e, haşa saptırmak için onu vermesi ihtimali bulunduğu için, mucîz olmaktan çıkar. Bu soruya "Cebrail, saptırmaz ve masumdur" diye cevap da verilemez. Çünkü onun masum olduğunun bilgisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğundan elde edilir. Peygamberin doğruluğu da, Kur'ân'ın muciz oluşuna dayanır. Kur'ân'ın muciz oluşu da, Cebrail (aleyhisselâm)'in masum oluşuna dayanır. Böylece de devr-i fasit ortaya çıkar. Halbuki devr-i fasit imkansızdır" denilirse, buna şu şekilde cevap verilir: Kur'ân'ın, benzeri getirilemez bir muciz kelam olduğunu söyleyenler, işte bu sorudan kaçmak için, yani böyle bir soru sorulmasın diye, bu fikri benimsemişlerdir. Çünkü bu fikre göre, Kur'ân'ın mucizliği (icazı), fesahatinde değil, aksine o ilimlerin ve o ilimleri çağrıştıran şeylerin, insanın kalbinden selbinde (alınmasında) yatmaktadır. Selb ise, Allah'dan başka hiç kimsenin kadir olamayacağı türden bir şeydir.

Cebrail (aleyhisselâm)'in Altı Sıfatı

İkinci Görüş: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu sûrede de bahsedildiği üzere, size haber verdiği o kıyamet bir kehanet, bir zan ve bir "yaptım - oldu" meselesi değil, aksine bu, Cebrail (aleyhisselâm)'in, Allah'ın katından bir vahiy olarak getirip ona verdiği bir sözdür. Bil ki Allahü teâlâ burada Cebrail (aleyhisselâm)'i şu altı safatla tavsif etmiştir.

1. Risalet

Birinci Sıfat: Onun bir resul (elçi) oluşudur. Onun, peygamberlere Allah'ın bir elçisi olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh o bir resul, bütün peygamberler de onun ümmetidir. İşte bu husus, Hak teâlâ'nın "Allah melekleri, o Rûh'la birlikte, dilediği kullarına, emrinden dolayı indirir" (Nahl, 2) ve "Onu senin kalbine Rûhu'l-Emîn indirci" (şuâra, 193-194) ayetlerinden kastedilen husustur.

2. Kerem

İkinci Sıfat: Cebrail (aleyhisselâm)'in "kerîm" oluşudur. Hediyelerin en kıymetlisi olan, marifetullah, hidayet ve irşadı getirip vermesi, onun kerim (cömert ve şerefli) oluşundan dolayıdır.

3. Kuvvet

Üçüncü Sıfat: Onun "kuvvetli" oluşudur. Kimileri bu sıfatı, "şiddetli-çetın" manasına hamletmişlerdir. Nitekim rivayet olunduğna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail (aleyhisselâm)'e, "Allah senin kuvvetinden bahsediyor. Kuvvetin ne kadar?" diye sormuş, o da, "Lût kavminin dört şehrini kanatlarımın üzerine alıp, göktekiler o şehirlerdeki köpeklerin havlamasını ve horozlarının ötüşlerini duyacakları yüksekliğe kadar kaldırdım, ve yere çaldım" demiştir. Mukâtil de şöyle demektedir: "Kendisine "Ebyaz" denilen ve peygamberlere musallat olan bir şeytan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de şaşırtmak istemiş, ama Cebrail (aleyhisselâm) o şeytanı hafif bir dokunuşla, Mekke'den Hindistan'ın ta öbür ucuna atıvermiştir." Kimileri de, "kuvvetli" sıfatını, "yaratıldığı ilk andan, mükellefiyetinin son bulacağı zamana kadar, Allah'a itaatta devamda bunda kusur etmemede, marifetullah ile celâlullahı mütalaadaki kuvvetine hamletmişlerdir.

4. Çok Muteber

Dördüncü Sıfat: "Arşın sahibi nezdinde çok itibarlı" oluşudur. Buradaki, "indiyyet" (nezdinde oluş) nasıl, "O'nun indinde olanlar, O'na ibadetten tekebbür etmezler"(Enbiya, 19) ayetinde mekan manasına değilse, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, kalblerikırık olanların yanındayım" hadis-i kudsisinin delaletiyle, "yanında" manasında olmayıp, aksine ikram, izzet, şeref ve saygı verme manasında bir "indiyyeftir. Ayetteki "mekîn" hakkında da Kisâî şöyle der: "Arapça'da, "Falanca, falancanın yanında, bir mekana (yere) sahip" denilir ve bu manadaki fiil, kâfin dammesiyle şeklinde kullanılır." Bu izaha göre mekân" ile, istediği her şeyi elde edebilecek bir makam ve itibara sahip manası kastedilmiştir.

5. Sözü Tutulan

Beşinci Sıfat: "Orada kendisine itaat olunandır" ayetinin beyan ettiği husustur. Bil ki ayetteki semme "orada" kelimesi, "Arşın sahibi nezdinde" ifadesindeki, "nezdinde"ye bir işarettir. Buna göre mana, "Cebrail, Allah yanında, mukarreb melekler arasında, kendisine itaat olunan, mukarreb meleklerin emrine göre hareket edip, fikrine baş vurdukları itibarlı bir melektir" şeklinde olur. (......) kelimesi, Cebrail (aleyhisselâm)'in "emîn" olduğunun büyüklüğünü göstermek ve sayılan sıfatlarının en efdalinin "emin oluşu" olduğunu anlatmak için, "Hem sonra emindir de..." şeklinde de okunmuştur.

6. Emanet (Güvenilir)

Altıncı Sıfat: "emin" sıfatıdır. Bu, "Allah'ın vahyi ve risaleti (elçiliği) konusunda, hainlikten ve hatalardan koruyup muhafaza ettiği, güvenilir bir elçidir" demektir.

Resulünüz Vahy Konusunda Zanlı Değil

22

Âyetin tefsiri için bak:24

23

Âyetin tefsiri için bak:24

24

"Sizin arkadaşınız bir mecnun değil. Yemin olsun ki o, onu apaçık ufukta görmüştür. O, gayb hususunda itham altında da değildir".

Cebrail (aleyhisselâm)'in, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha faziletli (efdal) olduğunu söyleyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz muhakkak o, çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır..." ayetleri ile, "Sizin arkadaşınız bir mecnun değil" ayetleri arasında bir mukayese yapacak olsan, aradaki büyük fark ortaya çıkar." Ayetteki, "Yemin olsun ki o, onu apaçık ufukta gördü" ifadesi, bütün alimlere göre, "Onu, güneşin doğduğu yerde gördü" manasınadır. Bu husus, Necm Sûresinde izah edilmiştir.

Ayetteki, cümlesi, "Muhammed gayb konusunda da müttehem değildir" demektir. Bu "gayb" ile, Kur'ân ve Kur'ân'da yer alan, kıssa ve haberler (yani gaybî bilgiler) kastedilmiştir. "Zanîn", müttehem (töhmet altında) olan demektir. Arapça'da, "Onu itham ettim" manasında, denilir. Buradaki fiili, iki mef'ul alan "zann" kökünden değildir. Buna göre mana, "Muhammed Kur'ân konusunda da müttehem değildir. Aksine o, Allah adına söylediği her sözde güvenilir bir zattır" şeklindedir. Bu kelimeyi "dat" ile danîn şeklinde okuyanlara göre, bu kelime "cimri, kıskanan, vermeyen" manasına gelir. Nitekim Arapça'da, "cimrilik yaptım" manasında, denilir. Buna göre ayet, "O, Allah'ın kendisine vahyettiği şeyler hususunda cimri değildi, (hiçbir şeyi gizlemedi)" manasına gelir. Ferrâ, "Ona göğün gaybî bilgileri geliyordu. Bunlar son derece kıymetli şeyler olmasına rağmen, hiçbirini size bildirme konusunda cimrilik etmedi" manasını verirken; Ebû Ali el-Farisîde şu manayı vermiştir: "O, gaybı haber veriyor ve onu, kahinlerin kendilerine saklamaları gibi, kendine saklamıyor, hepsini açıklıyor ve bu açıklamalardan dolayı ücret almak için, kâhinlerin yaptığı gibi, gaybî bilgiler haber vermekten kaçınmıyor."

Ebû Ubeyde, şu iki sebepten ötürü birinci kıraati, yani şeklini tercih etmiştir:

a) Kafirler, onu zaten cimri bulmuyorlar, fakat töhmet altında tutuyortardı. Binâenaleyh burada, onun töhmete müstehak olmadığını söylemek, cimri olmadığını söylemekten daha evladır.

b) Ayetteki ifadenin şeklinde oluşu da bunu gerektirir. Eğer bu kelimeyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in cimri olmadığı anlatılmak işlenseydi, ifadenin şeklinde olması gerekirdi. Çünkü genelde hep bu manada denilir, nadiren tîs" ifadesi kullanılır.

Vahy Şeytan İşi Değil!

25

"O, taşlanmış bir şeytanın sözü değil".

Mekkeliler, "Bu Kur'ân'ı o (Muhammed'e) şeytan getiriyor ve onu diline, o ilkâ ediyor" diyorlardı. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, bunun böyle olmadığını bildirdi. Buna göre eğer, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğu, böyle bir ihtimalin olmamasına dayanır. Binâenaleyh bu ihtimale, daha nasıl yine naklî delil ile reddedilebilir?" denilirse, deriz ki: Biz daha önce açıkladık ki, Sarfe görüşünü benimseyenlere göre nübüvvetin doğruluğu, bu ihtimalin bulunmayışına bağlı değildir. Böyle olunca da, pek yerinde olarak, bu ihtimalin olmadığını, naklî bir delil ile söylemek mümkündür.

Siz Ne Yanlış Bir Yoldasınız!

26

"O halde nereye gidiyorsunuz".

Bu, o kâfirlerin sapık olduklarını anlatmaktır. Nitekim doğru yoldan zorla sapan kimseye, "Nereye gidiyorsun?" denilir. O kafirlerin halleri, hakkı terketmeleri, hakdan batıla dönmeleri hususundaki halleri, işte böyle doğru yoldan, göz göre göre sapan kimsenin haline benzetilmiştir. Buna göre mana, "Girdiğiniz şu yol dışında tutacağınız her yol, bu yolunuzdan daha isabetlidir" şeklinde olur. Ferra şöyle der: "Araplar, hem hem de derler. Sen de, (Şam'a gittim) ve "Çarşıya gittim" dersin." Mutezile bu ayetle istidlal etmiştir, ama onlara verilecek cevap açıktır.

Kur'ân Gerçeği Dileyenlerin Rehberi

Hak teâlâ, daha sonra Kur'ân'ın ne olduğunu anlatmak üzere şöyle buyurmuştur:

27

Âyetin tefsiri için bak:28

28

"Bu, alemler için yani sizden doğru yolu tutmak isteyenlet için bir zikirden başka birşey değildir".

Yani "Bu Kur'ân, bütün halk için, bir açıklama ve bir hidayet vesilesidir." Ayetteki, ifâdesi, den bedeldir. Buna göre, takdiri mana, "Bu, sizden gerçeğin peşinde olan herkes için bir öğüttür" şeklinde olur. Bunu bu şekilde "bedel" saymanın faydası şudur: İslâm'a girmek suretiyle istikamet sahibi olmak isteyenler, işte bu zikir olan Kur'ân'dan istifade eden kimselerdir. Buna göre sanki, bu kimseler dışındakiler, Kur'ân'dan öğüt almamış olurlar ki bu da, "Kur'ân'dan ancak, istikamet sahibi olmak İsteyenler istifade edebilir" demektir.

Hidayet Yalnız İstemekle Olmaz

Daha sonra Hak teâlâ istikamet sahibi olmanın, hidayete varmanın Allah'ın meşietine varıp dayandığını beyan buyurarak şöyle demiştir:

29

"Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz".

Bu, "Ancak Allah, o meşieti (dileme gücünü) size vermeyi dilerse, bu müstesna" demektir. Çünkü meşîet (dileme) fiili, sonradan meydana gelen, yaratılan bir sıfattır. Binâenaleyh onun meydana gelmesi için, mutlaka başka bir meşiete ihtiyaç vardır. Velhasıl bu ayetlerin toplamından, istikamet (hidayet) fiilinin, istikameti istemeye; bu stemenin de, Allahü teâlâ'nın vermesine bağlı olduğu neticesi ortaya çıkmaktadır. Birşeye bağlı olan birşey ise, ancak o şeye dayanır.Binâenaleyh kulların fiilleri, olumlu da olsa, olumsuz da olsa, Allah'ın meşîetine varıp dayanır. Bu, ehl-i sünnet âlimlerimizin izahıdır. Bazı Mu'tezile ise şöyle der: "Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın kahrı ve mecbur etmeyi dilemesiyle ilgili bir ayettir." Bu görüş zayıftır Çünkü ihtiyari olan bir dilemenin, sonradan olan bir şey olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh bunun mutlaka bir var edicisi olması gerekir. Öyle ise bu dilemenin var olması, onu var edecek olanın, var etmesini dilemesine varıp dayanır. İşte bu noktada, Mu'tezile için ilzam vardır. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır.

0 ﴿