İNFİTAR SÛRESİ

Bu sûre, ondokuz ayet olup, Mekkî'dir.

Kıyamet Manzaraları

1

Âyetin tefsiri için bak:5

2

Âyetin tefsiri için bak:5

3

Âyetin tefsiri için bak:5

4

Âyetin tefsiri için bak:5

5

"Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman, denizler fışkırtıldığı zaman, kabirler alt-üst edildiği zaman, her can önden ne yolladıysa, geriye ne bıraktıysa, artık bilmiştir".

Bil ki ayetin anlatmak istediği mana, "Kıyametin alametleri demek olan bu hadiseler meydana geldiğinde, işte o esnada "haşr ve neşr" de tahakkuk eder" şeklindedir.

Ayetin tefsiri hususunda şöyle bir kaç mukaddime vardır:

Birinci Mukaddime: Bu, kıyametin alametleri olan o hadiselerin herbirinin izahı hakkındadır. Bunlar burada, ikisi ulvî-semâvî, ikisi de süflî yeryüzüne ait olmak üzere dört hadisedir.

Gök Yarıldığı Zaman

Birincisi: "Gökyarıldığı zaman... "ayetinin ifade ettiği husustur. Ayetteki "Infitar", inşikâk (yarılma) manasına olup, dolayısıyla bu ayet, "Gök bulutlarla yarıldığı gün... "(Furkan,25), "Gök şâk şâk olduğu zaman... "(inşikak,1) "Gök yarılıp da, kırmızı sahtiyan gibi bir gül görünümünde olduğu zaman... "(Rahman, 37); "Gök açılıp da kapı kapı olduğunda..." (Nebe, 19) ve "Artık gök yarılmıştır.." (Mûzzemmil, 18) ayetleri gibidir. Halil b. Ahmed şöyle der: (Müzzemmil, 18) ayetinde, "Infitâr" kelimesi, fiiline göre gelmemiş, aksine Arapların haid (hayızlı) ve (emzikli) kelimeleri gibidir. Eğer fiili üzere gelmiş olsaydı, ayetinde olduğu gibi şeklinde olurdu.

İkincisi: "Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman..." ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ne demek olduğu açıktır. Çünkü gökyüzünün yapısı ve düzeni bozulduğunda, yıldızlar da ister istemez yeryüzüne (doğru) düşecektir.

Bil ki önceki surelerin birinde, felsefecilerin, göklerin yarılmasını ve biribiriyle kaynaşmasını kabul etmediklerini anlatmıştık. Bunun mümkün oluşuna dair bizim delilimiz ise şudur: Maddeler, madde oluşları açısından birbirinin mislidirler. Binâenaleyh bundan biri için doğru olan şey, diğeri için de doğrudur. Biz, maddelerin birbirinin misli olduklarını söyledik. Çünkü maddeleri, göğe ait yere ait diye iki kısma ayırmak mümkündür. Böyle kısımlara ayırmaya sebep olan şey ise, bu iki kısım arasında müşterek (ortak) olan husustur. Binâenaleyh göğe ait ve yere ait maddelerin hepsi, madde olma bakımından müşterektirler. Biz, "Her zaman böyle olursa, mesela, göğe ait olanlar için doğru olan (düşünülebilecek) şeyin, yere ait olanlar için de doğru olması gerekir" dedik. Çünkü birbirinin dengi-misli olan şeylerin hükmü de aynıdır. Binâenaleyh her ne zaman bunlardan biri için bir hüküm doğru olursa, diğerleri için de bu hükmün doğru olması gerekir.

Süfli, yani yeryüzüne ait diğer iki hadiseye gelince,

Denizler Fışkırtıldığı Zaman

Birincisi: "Denizler fışkırtıldığı zaman..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bununla ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

1) Denizlerin her biri, Hak teâlâ'nın aralarına koyduğu engeller kaldırılmak suretiyle, biribirlerine akar-geçerler. Böylece de hepsi toptan tek birdeniz haline gelir. Aradaki engeller ise, yeryüzünün sarsılmasından ve dağılmasından ötürü ortadan kalkmış olur.

2) Şu anda denizlerin suyu durgun ve sabit haldedir. Binâenaleyh fışkırtıldığında, parçalanır ve suları gider.

3) Hasan el-Basrî, "Bu, "suları kuruduğu zaman" manasınadır" demiştir. Bil ki bu üç izaha göre, ayetten kastedilen mana, denizlerin asli şekillerinin ve hallerinin değişeceğidir. Bu ise, yeryüzünün, "Yeryüzünün başka bir yeryüzü haline getirildiği gün..."(İbrahim,48) ayetinde bahsedildiği gibi, şeklinin değişmesi ve "De ki: Rabbim onlan attıkça atar ve yerlerini dümdüz bir toprak halinde bırakır" (Taha. 105-106) ayetinde anlatılan, dağların şeklinin değişmesi gibidir.

4) Bazıları, fiili şeddesiz olarak (......) şeklinde okurlarken; Mücâhid, bunu malum ve şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuştur ki o, bunu "Aralarında bir engel vardır, dolayısıyla birbirlerine geçmez, kanşmazlar" (Rahman, 20) ayetini nazarı dikkate alarak, "Aradaki bu engel kalkınca, birbirlerine geçerler" manasında, manasında olmak üzere böyle okumuştur. Çünkü "bağy" ve "fucûr" aynı manayadırlar.

Kabirler Diriltildiği Zaman

İkincisi: "Kabirler alt üst edildiği zaman..." ayetinin ifâde ettiği husustur. Bil ki ve aynı manaya olup, kendilerine bir zammeli rfl eklenen, " ba's" ve "bahs" kökünden elde edilmişlerdir. Buna göre ayetin manası, "kabirler sürülüp, altı üstüne getirilip, içi-dışına çevrildiği zaman..." şeklinde olur. Bununla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Kabirlerin içindeki ölüler, diri olarak çıkartılmak suretiyle, altı-üstüne getirilir. Nitekim Hak teâlâ, "Yeryüzü ağırlıklarını (ölülerini) çıkarıp ortaya attığı zaman..." (zilzal, 2) buyurmuştur.

b) Kabirler, içinde mevcut olan altın ve gümüşlerin ortaya çıkartılması için, altı-üstüne çevrilir. Bu böyledir, zira yeryüzünün, içinde sakladığı altın ve gümüş madenlerini ortaya atması da kıyametin alametlerindendir. İşte bu alametin meydana gelmesinden sonra, ölüler çıkıp dirilecektir. Bu iki manadan birincisi, doğruya daha yakındır. Çünkü ayetteki "kabirler" kelimesi, birinci manaya daha fazla delalet etmektedir.

İkinci Mukaddime: Bu da, ayetteki bu sıralamanın hikmet ve manası hakkındadır. Bil ki bu ayetlerden kastedilen, bütün kainatın tahrip edileceği, dünyanın yok olacağı ve mükellefiyet zamanının artık o zaman sona ereceğini anlatmadır. Gök, çatı; yeryüzü de bir bina (yapı) gibidir. Binâenaleyh bir binayı yıkmak isteyen kimse, Önce onun çatısını-tavanını yıkmakla işe başlar. İşte bu husus, "Gökyarıldığı zaman..."ayetiyle anlatılmaktadır. Göğün, yani tavanın yıkılması neticesinde, oradaki kandiller, yani yıldızlar dökülüp saçılır. İşte bu da, "Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman..." ayetinin ifade ettiği husustur. Daha sonra Hak teâlâ, gökyüzünü ve yıldızları harap edişinden sonra, yeryüzünde bulunan herşeyi harap edecektir. Bu da, "Denizler fışkırtıldığı zaman..." ayetinden anlaşılmaktadır. İşin sonunda da, bir bina mesabesinde olan yeryüzünü tahrip edecektir. Bu da, "Kabirler alt-üst edildiği zaman..." ayetinden anlaşılan husustur ki bu ifade aynı zamanda yeryüzünün içinin dışa, dışının içe döndürüleceğine bir işarettir.

Herkes Eserini Önünde Bulacaktır

Üçüncü Mukaddime: Bu, Hak teâlâ'nın,"Her can önden ne yolladıysa, geriye ne bıraktıysa, artık bilmiştir" ayetinin tefsiri hususundadır. Bununla ilgili şöyle iki mana muhtemeldir:

1) Bunlarla anlatılmak istenen kıyamet gününü hatırlatmaktır. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) En doğru görüşe göre, kıyametten bahsetmenin maksadı, kişileri günahlardan çekindirip, taatlara teşvik etmektir, yani, "O gün herkes sunup kusur etmediği; sunmayıp kusur ettiği şeyleri anlar" demektir. Çünkü ayetteki, "önden ne yolladıysa" ifadesi birşeyin yapıldığını; "geriye ne bıraktıysa" ifâdesi de birşeyin yapılmadığını göstermektedir. Binâenaleyh bu ayet, bir takım şeylerin tam olarak yapıldığını, bir takım şeylerin de yapılmayıp kusur edildiğini anlatmaktadır. Şimdi eğer, kişinin yapıp sunduğu şeyler, günahlar, yapmadığı şeyler de amel-i salih ise, onun yeri cehennemdir. Yok eğer kişinin yapıp sunduğu şeyler; salih ameller; yapmadığı şeyler büyük günahlar ise, bunun da yeri cennettir.

b) Bu ifade, kişinin kendinden sonra iyi veya kötü olsun, yol olarak takib edilen, yaptığı ve yapmadığı amelleri kastedilmiştir.

c) Dahhâk, "önden yollanan" ile, yaptığı farzlar; "geriye bırakılan" ile de, kişinin yapmadığı farzlar kastedilmiştir" der.

d) Ebû Müslim de, "önden yollanan" ile, kişinin ömrünün başlarında (gençliğinde) yaptığı şeyler, "geriye bırakılan" ile de, ömrünün sonuna bırakıp da yapamadığı şeyter kastedilmiştir" der. İmdi, eğer, "Kişi bunu kıyametin hangi durağında anlayacaktır?" denilirse, biz deriz ki: Bu husustaki, mücmel (kısa) bilgiyi, hasrın ilk anından itibaren anlamaya başlayacaktır. Çünkü işin ta başından itibaren itaatkar olan, saadetinin eserlerini, asi olan da şekavetinin neticelerini görmeye başlayacaktır. Ama tafsilatlı bilgi, amel defterlerinin verilip okunmaya ve hesaba çekilmeye başlandığında elde edilecektir.

2) Bununla, kıyametin kopmasından önceki, yani kıyamet alametleri ortaya çıkıp da mükellefiyetin sona erdiği ve artık amel ile imanın fayda veremediği zaman kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Daha önce iman etmemiş veya imanında hiçbir hayır kazanmamış hiç bir cana (o gün) artık iman etmesi fayda vermez" (En'am, 156) ayetinde beyan edildiği gibidir. Dolayısıyla, işte bu noktaya kadar insanın yaptığı şeyler, amellerinin ilki ve sonu olur. Zira artık bundan sonra insanoğlu için, amel söz konusu değildir. Bu, Kaffal'ın görüşüdür.

İnsanı Rabbine Karşı Aldatan Ne Olabilir?

6

Âyetin tefsiri için bak:8

7

Âyetin tefsiri için bak:8

8

"Ey insan, o keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne? Ki seni yaratan, sana salim uzuvlar veren ve sana şu nizam ve itidali bahşeden O'dur. Seni, dilediği surette terkib eden de O'dur".

Haşrin Bazı Delilleri

Bil ki Hak teâlâ önceki ayetlerde hasrın ve neşrin meydana geleceğinden bahsedince, bu ayetinde de, bunların aklen mümkin oluşlarına veya bil-fiil vuku bulacaklarına delil olacak şeyleri zikretmiştir. Bu, şu iki yöndendir.

1) Keremi (cömertliği) gereği, günahkarlardan bile, nimet saflarını kesmeyen o kerîm ilahın, zulme uğramış kimselerin haklarını, zulmedenlerden almasını, onun keremi açısından nasıl düşünülebilir?

2) İnsanın önce bu bünyesini yaratıp, sonra da onu düzene koyan, dengeleyen O yüce Kâdir'in, bu bünyeyi, ya bir hikmetle, yahut hikmetsiz olarak yarattığı söylenebilir. Eğer O, bu bünyeyi, hikmetsiz olarak yaratmış ise, bu abes olur ve hakîm bir zata yakışmaz. Eğer O, bu bünyeyi bir hikmetten ötürü yaratmış ise, bu hikmet ya Allah'a (Kendisine) yöneliktir, yahut da kula yöneliktir. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın, başka şeylerle Kendisini tamamlaması düşünülemez. O, başka şeylerden istifade etmekten münezzehtir. Şu halde ikinci ihtimal kesinleşmiş olur ki bu da, O'nun yarattığı şeyleri, kula yönelik bir hikmetten ötürü yaratmış olmasıdır. Şimdi bu hikmet, ya dünyada, ya da dünyadan başka bir yurtta ortaya çıkar. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü dünya, aslında bir istifade ve mükafaat yurdu değil, aksine bir bela ve imtihan yurdudur. Bütün bunlar batıl olunca, bu dünyadan sonra bir başka hayatın mutlaka bulunması gerektiği sabit olur. Böylece, yaratmaya, düzene koymaya ve şekil vermeye kadir, kerîm bir ilahın varlığını kabullenmenin, aktı olan için, Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın ölüleri, yeniden diriltip, onları hasredeceğine kesin hüküm vermeyi yüklediği sabit olur. Bu da, hasrın ve neşrin olmamasını kabullenmeye manidir. İşte bu istidlal, Hak teâlâ'nın, Tîn Sûresi'ndeki istidlalin aynısıdır. Çünkü Hak teâlâ, "Andolsun ki Biz, insanı en güzel bir biçimde yarattık... Artık bundan sonra seni, din gününü yalanlamaya sevkeden şey nedir?" (Tîn, 4-7) buyurmuştur. İşte bu, bir yaratıcıyı kabullenen, ama öldükten sonra dirilmeyi inkar eden müşrik araplara karşı getirilen en uygun delil olduğu gibi, ilk yaratılışı ve yeniden yaratılışı inkar edenlere de uygun olan bir istidlaldir. Çünkü nizam ve itidal ile yaratma işi, bir yaratıcının varlığına delildir. Bu sayede bu, hasrın ve neşrin olabileceğine delalet etmiş olur.

Allah'ın Hikmet Vasfı

Buna göre şayet, "Bu istidlal Hak teâlâ'nın "Hakim" oluşuna dayanır. Bundan dolayı, Hak teâlâ, Tîn Sûresi'ndeki o istidlalinin peşinden, "Allah, ahkemü'l-hâkimîn değil midir?" (Tin, 8) buyurmuştur. Bu sûrede de, "O hakîm Rabbine karşı seni aldatan ne?" demesi gerekmez miydi?

Cevap: "Kerîm'in, Hakîm olması gerekir. Çünkü, bir başkasına nimet verme işi, şayet hikmet sebebine dayalı olmazsa, bu kerem değil, saçıp savurma olur. Ama, hikmet sebebine dayalı ise, işte bu durumda bu, kerem adını alır. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın Kerîm olması, az önce de anlattığımız gibi o iki bakımdan haşrin vukuuna delalet eder.. Ama, Allah'ın Hakîm olması ise, hasrın vukuuna o İkinci bakımdan delalet eder. Binâenaleyh burada, (tefsirini yaptığımız yerde) "kerîm" kelimesinin zikredilmesi, "hakîm" sözünün zikredilmesinden daha evla olmuş olur. Bu ifadelerin münasebetleri hususunda sözümüzün tamamı bundan ibarettir. Şimdi biz tefsire dönelim.

"Ey İnsan" Hitabından Maksad

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey insan..." ifadesine gelince, bu hususta şu iki görüş ileri sürülebilir:

Birinci Görüş: Buradaki "insan" sözü ile, kafir olan insan kastedilmiş olup, delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, daha sonra gelen, "Hayır, tam aksine siz din gününü yalanlıyorsunuz..."(infitar,9) ayetidir. Atd'nın rivayetine göre İbn Abbas, "Bu ayet, Velid ibn Muğîre hakkında nazil olmuştur" derken, Kelbi ve Mukatil, bu ayetin, İbnu'l-Esed İbn Kelde ibn Useyd hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Zira bu kimse, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vurmuş, Cenâb-ı Hak da bu kimsenin cezasını hemen vermemiş ve bu ayetini indirmiştir.

İkinci Görüş: Ayetteki "insan" sözü, bütün asi kimseleri içine alan bir sözcüktür. Doğruya en yakın olan da budur; zira, sebebin hususî olması, lafzın umûmî olmasına, (herkesi kapsamasına) mani değildir.

İnsanın Aldanma Sebebi

Cenâb-ı Hakk'ın o keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" hitabına gelince bu, "Hangi şey seni tuzağa düşürdü ve sana batılı süslü gösterdi de, böylece sen, sana emredilenleri yapmayıp yasakları yapıverdin?!" demek olup, bu da, "Seni, O'nun cezasından emin kılan, sana güvence veren şey nedir?" demektir. Nitekim Arapça'da, emin olunmayan birisi olduğu halde, onun tarafından gelen sakıncalı şeyler konusunda, birisi kendisini emniyette hissettiğinde bu durumu ifâde için, "Falanca falanca hakkında aldandı" denilir. O halde bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "O çok aldatan, sizi Allah hakkında aldatmasın..." (Fatır, 5) ayeti gibi olmuş olur. Bu mana, ayetteki "insan" sözünü, "bütün asiler" manasına aldığınız zaman verilecek olan bir manadır. Ama, ayetteki "insan" sözünü "kâfir insan" manasına aldığınızda ise mana, "Ey kafir insan, seni küfrüne, peygamberleri, haşri ve neşri inkar etmeye sürükleyen nedir?" şeklinde olur. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:

Kerem Vasfına Aldanma

Birinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın "Kerîm" olması, insanın, O'nun kereminden dolayı aldanmış olduğunu gerektirir; iktiza eder. Bunun delili ise, hem aklî hem de naklîdir. Aklî olanı şöyledir: Cömertlik, bir karşılık olmaksızın, olması gerekli olanı yapmayı ifade eder. Cenâb-ı Hak da mutlak anlamda cömert olunca, bir karşılık beklemez. Bu böyle olunca da, O'nun katında itaatta bulunanların taatı ile günahkar olanların isyanı denk olur. Bu ise, işte aldanmayı gerektiren bir husustur. Zira, ara yerde herhangi bir fayda temini yoksa, zenginin zayıfa elem vermeye yeltenmesi, akıldan uzak ihtimaldir. Nakli olanına gelince, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den şu rivayet edilmektedir: O, kölesine birkaç defa seslenmiş de, kölesi cevap vermemiş. Bunun üzerine başını kaldırınca, kapının yanında dikildiğini görmüş. Derken ona, "Niye bana cevap vermedin?" diye sorunca, o, "Senin sabrına, hilmine olan güveninden ve cezan hususundaki emniyet ve güveninden dolayı..." cevabını verir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de, kölenin bu cevabını yerinde bularak onu azad eder. Ve yine, "Bir kimsenin çocuğunun yaramaz olması, o adamın, keremi ve yumuşak huylu oluşundandır" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın kereminin, insanların aldanmasına yol açtığı sabit olduğuna göre, daha nasıl Cenâb-ı Hak bu ayette, keremini, keremiyle aldanmaya bir sebep kılmıştır? Bu soruya şu bakımlardan cevap verilebilir:

1) Ayetin manası, "Ey insan, sen, Allahü teâlâ'nın, mahlukatına karşı olan hilm ve sabrını görünce, bunun, bu dünya yurdu hariç ne bir hesap, ne de başka bir yurdun (ahiretin) bulunmaması sebebiyle olduğunu sandın.. Binâenaleyh, seni bu aldanışa götüren ve seni haşri ve neşri inkar etmeye çeken nedir? Çünkü, senin Rabbin kerimdir. Dolayısıyla da, bu demektir ki O, keremi yüzünden tevbe etmeye zaman tanımak ve insanların, çalışmalarının karşılığını elde edeceği o ahiret yurdunda insanları bir araya getirinceye değin vereceği cezayı ertelediği için, böylece cezayı hemen vermemiştir.." şeklindedir. Netice olarak diyebiliriz ki, hemen ceza vermeme işi, Allah'ın keremi yüzündendir, ama bu, bu dünyadan sonra başka bir dünya olmayacağı aldanış ve yanılgısına düşmeyi gerektirmez.

2) Allah'ın keremi, lütfunun sofrasını asi kimselerden esirgemeyecek bir noktada olunca, Allah, mazlumun ahım, zalimden haydi haydi alır. O halde, Allah'ın kerim olması, böyle bir düşünceden korkmayı, günahlara yeltenmemeyi ve aldanmamayı gerektirir.

3) Keremin çokluğu, hizmette ciddiyet ve gayreti, aldanmadan ve gerçek davranmadan dolayı da utanmayı gerektirir.

4) Bazı kimseler de şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hak, "Keremi bol olan Rabbin hakkında..." buyurdu; ki bu, bu soruya bir cevap teşkil etsin, böylece de insan, "Beni, senin keremin aldattı. Şayet senin keremin olmasaydı, bunu yapmazdım... Çünkü sen, gördün, ama cezalandırmayıp örttün. Kadirdin, ama erteledin.." desin diye.. Bu cevap, ancak, ayetteki "insan" sözü ile, kafir kimse kasteditmediği zaman yerinde ve doğru bir cevap olmuş olur.

Aldanma Sebepleri

Müfessirlerin, bu aldanışın sebebi hususunda ileri sürdükleri şey nedir? Biz deriz ki, bunlar şunlardır:

a) Katade, "İnsanoğlunun aldanış sebebi, şeytanın (günahları) ona süslemesi, allayıp pullamasıdır" demiştir.

b) Hasan el-Basrî, "Onun ahmaklığı ve cehaletidir" derken,

c) Mukatil, "Allah'ın, ta işin başında ona hak ettiği cezayı vermediği için, onu af edişidir" demiştir. Bu cümleden olarak Fudayl ibn İyaz'a, "Allah seni kıyamet gününde, karşısına alıp da, sana, "Keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" derse, sen ne dersin?" denildiğinde o, "Beni, salıverilmiş perdelerin (müsamahaların, hoşgörülerin) aldattı..." derim.." demiştir.

Üçüncü Soru: Said ibn Cübeyrin, bu kelimeyi (......) şeklinde okuyuşunun anlamı nedir? Biz deriz ki, o bunu, ya bir teaccüb sigası olarak böyle okumuştur, yahut da istifham olarak böyle okumuştur. Ve bu ifade yine senin, birisi gaflet ettiği zaman kullandığın, "Adam aldandı, o aldanmıştır" sözünden olabileceği gibi, yine senin, "Onlar gafil iken, düşmanları onlara geceleyin baskın yaptı, tuzak kurdu..." sözünden gelmektedir. Yine bu söz, "onu mağdur kıldı" anlamında, ifâdesinden alınmadır. Cenâb-ı Hakk'ın "ki seni yaratan..." ifadesine gelince, bil ki, Allah Kendisini, kerim diye niteleyince, o kerimin tahakkukuna delalet edercesine de, şu üç şeyi zikretmiştir:

a) Yaratmak... Bu ayetteki ifâdesinden anlaşılan husustur. Allah'ın kerem ve cömert olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, varlık, yokluktan; hayat da ölümder daha hayırlı olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizler ölüler olduğunuz halde O sizi diriltmişken, .. daha nasıl Allah'ı inkar edersiniz?.."(Bakara,28) ayetinde ifade hususun ta kendisidir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana salim uzuvlar veren" ayetinin ifâde husus. Yani, "Seni, sağlam uzuvlarla donatan..." demek olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni topraktan, sonra nutfeden yaratıp sonra da, sapasağlam bir adam haline getiren Rabbini mi inkar ediyorsun?" (Kehf, 37) ayeti gibidir. Zünnûn el-Mısrî, ayetteki ifâdesine, "Yaratılmışların tümünü senr emrine veren, fakat seni, onlardan hiçbirinin emrine vermeyen; dilini zikir ile, kalbin akıl ile, ruhunu marifetullah ile donatan, imanınla da seni mesrur kılan, emir ve yasakları ile seni şereflendiren ve seni, yarattığı pekçok şeyden üstün kılan manasını vermiştir.

Ta'dil Fiili

c) Cenâb-ı Hakk'ın, 'Ve sana şu nizam ve intizamı bahşeden... " ayetinin ifade ettiği husus. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Mukatil, "Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle, "iki gözünü, iki kulağını, iki elini ve iki ayağını dengeli yaratıp da, meselâ iki elinden birini diğerinden daha uzun ve iki gözünden birini diğerinden daha büyük kılmadı.." manasını kastetmiştir ki, bu ayet bu yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın, "Evet, biz parmak uçlarını bile düzenleyip iade etmeye kadiriz..."(Kıyame.4) ayeti gibidir" demiştir. Ki, bunun ayrıntılı izahı, teşrik (anatomi) ilminde iyice bilinen şeylerdir. Cenâb-ı Hak, bu bedenin iki tarafını eşit bir biçimde meydana getirmiş. Öyle ki, iki yarı arasında ne kemik, ne şekil ne delikler, ne atar-toplar damarlar, ne de buralara girip çıkan sinirler bakımından bir farklılık yoktur. Bu hususu tafsilatlı olarak anlatmak, tefsir ilminin konusu değildir. Ata'nın rivayetine göre, İbn Abbas bu kelimeye, "Seni, uygun ve düzenli; şekli şemaili güzel bir biçimde yaratıp da, başaşağı olup, dört ayağı üzerinde yürüyen hayvan gibi yaratmamıştır.." manasını verirken, Ebu Ali el-Farisî, "Senin yaratılışını mutedil, dengeli kılan; böylece seni en güzel bir biçimde çıkaran, yaratan ve bu, mutedillik sebebiyle de seni, aklı, kudreti ve fikri kabul eder bir hale getiren ve bu sebeple de, seni bütün canlılara ve bitkilere hükümran, bu kemalin sebebiyle de bu alemdeki varlıklardan hiç birinin erişemeyeceği mükemmelliğe ulaşan bir varlık kılan" manasını vermiştir.

Kıraat Farkı

İkinci Bahis: Küfe ktraat imamları, şeddesiz olarak, (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Ebû Ali el-Farisî, "Mana, "Uzuvlarını denkleştirdi, böylece sen de mutedil oluverdin..." şeklindedir" derken,

b) Ferra, "Seni, dilediği herhangi bir surette yaratan..." manasını vermiş ve sözüne şunları eklemiştir: "Bu kelimeyi, şeddeli okumak, bu iki izahtan en güzeline uygun düşer. Çünkü sen, "Seni falan şeye çevirdim.." dediğin gibi, de dersin... Ama, (......) diyemediğin gibi, (......) de diyemezsin.. Binâenaleyh, birinci kıraata göre, deki fiiline taalluk eder. Ki bu, güzeldir. Ama, ikinci kıraatta bunu, yani (......)'ye Ali 'ye taalluk ettirmek ise, zayıftır.

Bil ki kurrâ'nın itirazı, bu ikinci şekle, izaha yöneliktir. Ama, Ebû Ali el-Farisî'nin ileri sürdüğü birinci manaya yönelik değildir.

c) Kaffâl, bazı kimselerin bu iki kullanış şeklinin aynı manada iki lehçe olduğunu söylediklerini nakletmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni dilediği surette terkib eden de O'dur.." ayetine gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:

Herhangi Bir Mahluk Suretinde Yaratabilirdi

Birinci Görüş: Bu, ziyade değil, tam aksine, şart ve cezanın manası, içine dahil olan bir kelimedir. Buna göre mana, "Seni, terkib etmeyi dilediği şekillerden herhangi birinde terkib eden..." şeklinde olur. Bu izaha binaendir ki, Ebû Salih ve Mukatil, bu ayetin manasının, "İsteseydi O, seni, meselâ köpek veya eşek, veya domuz veya maymun biçimleri gibi, insan şeklinin dışındaki bir biçimde yaratırdı.." şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Her İnsana Mahsus Suret Veren

İkinci Görüş: Bu, zâiddir, ama manayı pekiştiren bir ifadedir. Buna göre mana, Meşîetinin ve hikmetinin gerektirdiği, muhtelif şekillerden bir şekil ile..." şeklindedir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, seni bu şekilde de terkib edebilirdi. Bu görüşe göre, ayet -akkında muhtemel izahlar yapılabilir.

a) Bu muhtelif şekiller ile, ana-babaya veya babanın akrabalarına veya annenin yakınlarına benzeme manası kastedilmiştir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hak seni, bunların şekillerine göre terkib eder.." şeklinde olur. Bu mananın doğruluğuna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu mananın topluluğuna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu ayet hakkında söylediği şu hadis de de alet etmektedir: "O nutfe o rahimde yerleşti mi, Allah, o nutfe ile Hazret-i Adem arasındaki bütün soyunu o nutfenin başında hazır eder (de, o bunlardan birisinin şeklini alır)." Müsned, 3/297.

b) Bu, Ferrâ ve Zeccâc'ın ileri sürdüğü açıklama olup, ayette bahsedilen, "muhtelif, Allah'ın dilediği suretler.." mefhumu ile, uzunluk-kısalık, güzellik-çirkinlik, erkeklik-dişilik gibi farklılıklar kastedilmiştir. Bu hallerin, kadir bir yaratıcıya delaletleri ise son derece açıktır. Çünkü nutfe, kendisini meydana getiren parçalar birbirine benzeyen bir madde olup, ana ve babanın o nutfedeki tesirleri denktir. Binâenaleyh birbirine benzeyen mef'ulde (nesnede) karakteri gereği müessir olan fail, ancak tek bir iş yapar. Dolayısıyla o nutfedeki (o cenindeki) tesirler ve sıfatlar farklı farklı olunca, bu farklılık, müdebbir olan zatın, o kadir ve hür irade sahibi varlık olduğuna delalet eder. Kaffal şöyle demektedir: "Yaratılışın ve renklerin farklılık arzetmesi, zengin-fakir ve sıhhat-hastalık gibi şeylerdeki hallerin farklılığı gibidir. Binâenaleyh nasıl ki biz, Hak teâlâ'nın, künhünü sadece kendisinin bilebileceği üstün bir hikmetle zenginlik-fakirlik ve uzun ömürlülük-kısa ömürlülük gibi hususlarda, insanları birbirinden farklı yarattığına kesin olarak hükmediyorsak, aynen bunun gibi yine üstün hikmeti gereği, yaratılış ve renkleri bakımından da insanları biribirinden farklı kıldığını da bilmekteyiz. Bu böyledir. Çünkü işte bu farklılık sebebiyle, iyi kötüden; iteatkâr, asiden ve akraba olan da, yabancıdan ayrılır." Kaffâl, sözüne devamla şöyle der: "Biz, Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın, görünüm ve şekil bakımından, biribirleri arasında fark görmediğine, kendisinde şüphe olmayan bir biçimde şehadet ederiz. Aksi halde, hernekadar kulun faydasına olan şeyin ne olduğunu bilmesek bile, Allah'ın bunda kulun faydasına (salahına) olduğunu bildiği birşeyden ötürü böyle yapmıştır."

İtaatkar Veya Âsî Suretinde

Üçüncü Görüş: Vâsitî şöyle demiştir: "Bundan murat, itaatkarların ve âsîlerin suretidir. Binâenaleyh Allah'ın velayet (dostluk) sureti üzere terkib ettiği, yaptığı kimse, adavet (düşmanlık) sureti (şekli) üzere terkib ettiği kimse gibi değildir.." Diğer alimler de, "Bu, ruhların saflığına (sefasına) ve zulmetine (karanlığına) bir işarettir" demişlerdir. Hasan el-Basrî ise, "Allah onlardan kimini, sırf Kendisi için suretlendirmiş, kimini de başkasıyla meşgul etmek (oyalamak) için suretlendirmiştir. Birincisinin misali şudur: O, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'i, ona, iyiliklerinin lutuflarını vermek, kadrini yüceltmek cemal ve celali arasından ruhunu ortaya çıkarmak, keramet (şeref) tacını ona nasib etmek ve onu, celal ve heybet ridasıyla (elbisesiyle) süslemek için yaratmıştır" demiştir.

Hesap Gününü İnkar

9

"Hayır, aksine dini yalan sayıyorsunuz".

Bil ki Allahü teâlâ, diriliş ve toplanışın gerçek olduğuna dair genel olarak akı delilleri beyan edince, buna ilave olarak, bununla ilgili hallerin tafsilatını da şöyle anlatmıştır. Bunlar, birkaç çeşittir:

Birinci Çeşit: Hak teâlâ, "kellâ" (hayır, hayır) diyerek, onları bu aldanıştan menetmiştir. Buradaki (aksine), idrabı, yani daha önce geçmiş ve aksi tahakkuk etmiş birşeyi nefyetmek için konulmuş bir edattır. Şüphesiz müfessirler, "kellâ" kelimesinin tefsiri hususunda, çeşitli izahlar zikretmişlerdir.

1) Kâdî, "bunun manası, "Sizler, nimetlerimi size vermeme ve irşadımı sizin için göndermeme karşılık müstakim olmuyor, aksine kıyamet gününü yalanlıyorsunuz" şeklindedir" demiştir.

2) Bu, "Allah'ın keremine karşı aldanmaktan dönünüz (vazgeçiniz)" demektir. Daha sonra Hak teâlâ, adeta şöyle demektedir: "Ama siz bundan dönmüyor, aksine aslında dini (kıyameti) yalanlıyorsunuz" demiştir.

3) Keffal, "kellâ", "iş sizin dediğiniz gibi değil, yani ba's ve nüşûrun olmaması şeklinde de değil. Çünkü böyle olması, Allah'ın mahlukatı boş yere abes olarak yaratmış olması anlamına gelir. Halbuki Allah, abesden (saçma iş yapmaktan) münezzehtir" manasınadır. Hak teâlâ bundan sonra da sanki, "Siz, bizim bu açıklamamızdan faydalanmıyor, aksine dini yalanlıyorsunuz" demek istemiştir" der.

Ayetteki, "Dini yalan sayıyorsunuz" ifadesiyle ilgili iki izah yapılmıştır:

1) Bu dinden murad, İslâm dinidir ve mana, "Siz, islâm dininden dolayı olacak olan o ceza ve mükafaatı yalan sayıyorsunuz" şeklindedir.

2) Bu dinden murad, hesaptır ve mana, "Siz, hesab günün (kıyameti) yalanlıyorsunuz" şeklindedir.

İnsandan Denetçiler Ayrılmayan

İkinci Çeşit: Hak teâlâ'nın şu ayetleriyle beyan ettiği husustur:

10

Âyetin tefsiri için bak:12

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"Halbuki sizin üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar var. Onlar, ne yaparsanız bilirler".

Bu, onların haline şaşma manasınadır. Hak teâlâ sanki şöyle demektedir: "Siz, din gününü yalanlıyorsunuz. Halbuki o, hesab ve ceza (karşılık verme) günüdür ve sizinle vazifeli melekler, o kıyamet gününde, ona göre hesaba çekilesiniz diye yaptığınız herşeyi yazıyorlar." Bunun bir benzeri de, "Hem sağında, hem solunda oturan, onun amellerini tesbit etmekte olan İki de melek vardır. O bir söz söylediğinde, mutlaka yanında hazır (bunu duyan ve yazan) bir gözcü vardır" (Kaf, 17-16) ve "O (Allah), kulları üzerinde kahirdir (hükümrandır) ve sizin üzerinize hafaza (meleklerini) gönderir" (En'âm, 61) ayetleridir.

Sonra burada bir kaç bahis var:

Bekçi Meleklerin Varlığına İtiraz Edenlere Reddiye

Birinci Bahis: Kirâmen kâtibin (meleklerinin) hazır bulunması konusunda, bazı kimseler, bir kaç bakımdan tenkidde bulunmuşlardır:

a) Bu melekler, ya hava, ateş ve rüzgar gibi latif cisimlerden, yahut da galîz (katı) cisimlerden mürekkebtirler. Eğer latif cisimlerden mürekkeb iseler, şiddetli bir rüzgarın esmesi, eli hareket ettirme, elbise, kolunu hızla sallama veya mesela kamçı saltama gibi en ufak bir sebeb ile, bünyelerinin bozulması gerekir. Eğer katı cisimlerden mürekkeb iseler, onları görmemiz gerekir. Çünkü eğer onlar hazır (yanımızda) olduğu halde, bizim onları görmememiz mümkün oluyor ise, bizim yanımızda kendilerini görmediğimiz ve seslerini duymadığımız güneşlerin, ayların, fiillerin ve borazanların olması da mümkündür. Böyle iddia etmek ise tecahüldür, göz göre göre cehalete girmektir. O meleklerin sahifelerini (defterlerini), zatlarını ve kalemlerini inkar da böyledir.

b) Eğer bu yazdırma işi, faydasız ise, abes bir iştir. Abes ise, Allah için mümkin değildir. Yok eğer bunda bir fayda var ise, bu fayda ya Allah'ın kendisi için olan bir faydadır, ya da kul için olan bir faydadır. Birincisi imkansızdır. Çünkü Allahü teâlâ, fayda ve zarardan yücedir (O'nun için bunlar söz konusu olamaz). Bu izah ile, Allahü teâlâ'nın, unuturum veya hata ederim korkusu ile bu amelleri yazdırdığını söyleyen kimsenin görüşünün batıl olduğu ortaya çıkmaktadır.

İkinci ihtimal de imkansızdır. Çünkü bu konuda söylenebilecek en ileri şey, bu yazdırmanın, kıyamet günü insanlar aleyhine şahidlik ve hüccetler olacağıdır. Fakat bu fayda da zayıftır. Çünkü Allah'ın zulüm ve haksızlık etmeyeceğini bilen kul için, böyle hüccet ortaya koymaya ihtiyaç duyulmaz. Allah'ın zalim olmadığını bilmeyen için ise, "Allahü teâlâ meleklere bu şeyleri haksız yere kul aleyhine yazmayı emretmiş olabilir" diye düşünebileceği için, bu hüccetler fayda vermez.

c) Kalbin fiilleri görülemez ve hissedilemez. Binâenaleyh bunlar, gaybî şeyler babından olmuş olurlar. Gaybı ise, "Gaybın anahtan O'nun yanındadır. Onları ancak O bilir" (En'âm, 59) ayetinde de buyurduğu gibi, ancak Allahü teâlâ bilir. Bu fiiller meleklerce bilinemediğine göre, bu fiilleri yazmaları imkansızdır. Halbuki ayet, onların ister kalb fiillerimiz olsun ister başka fiillerimiz, yaptığımız herşeyi yazdıklarını ifade etmektedir.

Birinci iddialarına şöyle cevap verilir: Bu şüphe ancak, iki esas prensibe binaen, biz (ehl-i sünnet) mezhebine göre giderilir:

1) Bize göre, hayatın olması için bir varlıkta bünyenin olması şart değildir.

2) Duyular sağlam olup, görülecek varlık hazır olduğu ve diğer şartlar mevcut olduğu zaman, mutlaka o varlığın idrak edilmesi (görülmesi) gerekmez. Çünkü birinci prensibe göre, meleklerin, parçalandığı-dağıldığı halde hayatiyyetini sürdürebilen latif cisimler olmaları mümkündür. İkinci prensibe göre de, kesif cisimler oldukları halde kendilerini göremediğimiz varlıklar kabilinden olmaları da mümkündür.

İkinci iddialarının cevabı da şöyledir: Allahü teâlâ, kullarıyla ilgili işlerini, kullarına kendi aralarında alışkın oldukları şekilde icra eder, anlatır. Çünkü bu, mananın onlar tarafından anlaşılmasında daha beliğ bir yoldur. Kullar nazarında hesaba çekmenin en beliği, şahidlerie birlikte bir kitab (yazılı belge) ortaya çıkarmak olduğu için, kıyamet gününde hesaba çekilecekleri şeyler için de, böyle bir şeyle muhatab olacaklardır. Dolayısıyla onlar için, yayılan dağıtılan kitablar çıkarılacak, aynen padişahın adil şahitlerinin, ona asi olup, emrine muhalefet edenler aleyhine şahidlik edip ona, "Padişah sana şunu şunu verdi; sana şöyle şöyle (iyilikler) yaptı. Sen ise ona muhalefet edip, şöyle şöyle yaptın" demeleri gibi, orada da melekler hazır olacak ve o insanlar aleyhine şahidlik yapacaklardır. Bunun hakikatini en iyi Allah bilir.

Üçüncü iddialarına da söyle cevap verilir: Bu konudaki söylenebilecek en son söz, ayetteki bu umûmî ifadenin, azalarımızın fiilleriyle ilgili olduğunu söylemektir. Bunun bu manada olması da imkansız değildir.

İkinci Bahis: Hak teâlâ'nın, "Üzerlerinizde hakiki bekçiler var" buyruğu, hernekadar mevcut olanlara bir hitab ise de, ümmet, bu hükmün, bütün mükellefler -ıakkında umumi olduğunda icma etmiştir. Burada bir kaç ihtimal söz konusudur:

1) Bekçi meleklerden bir kısmının mevcut olması ve her birî, beni âdemden bir kişiye has olmamak üzere, bu melek gurubunun bütün benî adem için koruyucu olmaları.

2) Her bir insan için, başka insanla görevli olmayan bir meleğin görevli olması. Hem sonra insanoğlundan herbiri için, meleklerden birinin görevli olması muhtemeldir. Çünkü Allahü teâlâ, çoğula mukabil çoğulu zikretmiştir. Bu, o çoğuldan bir ferdin, bu çoğuldan bir ferde tekabül etmesini gerektirir. Keza, insanlardan herbiri için, meleklerden bir gurubun görevlendirilmiş olması da muhtemeldir. Nitekim, "iki melek gece, iki melek gündüz görevlidir" denilmiştir. Yine, "(Bir insan için görevli) melekler, beş tanedir" denilmiştir.

Denetçi Meleklerin Vasıfları

Üçüncü Bahis: Allahü teâlâ, bu melekleri bazı sıfatlarla nitelemiştir:

1) Onlar hafız (yani koruyucu-bekçi)dirler;

2) Ne yaparsanız bilirler.

3) Kâtibîn, yani yazıcıdırlar.

4) Ne yaparsanız bilirler. Bu son sıfatla ilgili iki izah yapılmıştır:

a) Onlar bu fiilleri bilirler ve bu onlara bunları yazma imkanı verir. Bu, insan için, ancak bildikten sonra şahidliğinin caiz olacağı hususunda bir ikazdır.

b) Onlar, bu amelleri yazarlar ve böylece, şahidlik yaparlarken bunları bilmiş oturlar.

Bil ki Allahü teâlâ onları bu beş sıfatla tavsif edince, bu, Allah'ın onları medh-ü sena ettiğine, şanlarının yüceliğini bildirdiğine ve onların büyüklüğünü anlatmadan, kıyamet işinin büyüklüğünün yattığına ve Allahü teâlâ'nın katında ahiretin en büyük ve önemli işlerden olduğuna, eğer o kıyamet olmasaydı, hesaba çekilmek için olan bu şeylerin yazılmasıyla o yüce ve şerefli melekleri görevlendirmeyeceğine delalet eder. Ebû Osman şöyle demiştir: "Allah'ın, murakabe etmesi, kendisini günahlardan uzaklaştırmayan kimseyi, kirâmen kâtibîn meleklerinin amelleri yazması nasıl günahlardan men edebilir ki?"

Müttakiler Nimetlerde

Haşr meselesinin neticelerinden olan üçüncü çeşit de, Cenâb-ı Hakk'ın,

13

Âyetin tefsiri için bak:16

14

Âyetin tefsiri için bak:16

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"İyiler hiç şüphesiz Naîm (cennetin)de, kötüler ise muhakkak alevli ateştedirler. Din günü oraya gireceklerdir. Ve onlar bundan ayrılacak olanlar da değillerdir"

ayetidir.

Bil ki, Allahü teâlâ, kulların amellerini yazan kirâmen kâtibîn meleklerini tavsif edince, bundan sonra amel eden kimselerin halini zikretti de, "İyiler hiç şüphesiz Naîm'de; kötüler ise, muhakkak alevli ateştedirler" buyurdu ki, bunlar, Nafm cenneti ile, cehennem ateşidir. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır.

Birinci Mesele

Büyük günah işleyenlerin mutlaka ceza göreceğini söyleyenler bu ayete tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Büyük günah işleyen kimse, facirdir. Facirlerin hepsi ise, cehennemdedir. Çünkü cahîm "alevli ateş" lafzının başına elif-lâm geldiğ zaman bu, istiğrak (şümul ve kapsamlılık) ifade eder." Biz bu mesele hakkında söylenebilecek olan şeyleri, Bakara Sûresinde genişçe anlatmıştık. Burada ise, mutlaka zikredilmeleri gereken bazı nükte ve incelikler vardır:

Vaidiyye (Mu'tezile)nin İddiası

Vaîdiyye (Mu'tezile) şöyle demiştir: "Bu ayette, vaîd ve cezanın devamlılığına delalet eden bazı hususlar mevcuttur:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Din günü oraya gireceklerdir" ifadesi... Din günü, ceza günüdür. Bütün vakitler, bu "gün" kapsamına dahildirler. Nitekim sen, "Dünya günü, ahiret günü" dersin.

2) Cübbdî şöyle demiştir: "Şayet biz, "kötüler ise muhakkak alevli ateştedirler.." ifadesini tahsis etseydik, o zaman bazı facirler cennete giderlerdi. Onlar şayet cennete girerlerse, ebrârdan, iyi kullardan olmuş olurlar. Bu ise, facirlerin iyi kullardan ayrılmamış olmasını gerektirir. Bu ise, yanlış ve batıldır. Çünkü Cenâb-ı Hak iki şeyi birbirinden ayırd etmiştir. O halde, nasıl ki ebrâr (iyi halliler) cehenneme girmeyeceklerse, facirlerin de cennete girmemeleri gerekir."

3) Allahü teâlâ, buyurmuştur ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar oradan çıkıcı değillerdir" (Maide,37) ayeti gibidir. O halde, cehennemde bir ölüm ya da oradan çıkış, gayb oluş bulunmayınca, geriye o halde, cehennemde ebedî olarak sonsuza değin kalmak kalır.. Şu halde "facir" ismi, hem kafiri, hem de, büyük günah işlemiş olan müslümanı kapsayınca, büyük günah sahibinin ebedi olarak cehennemde kalacağı; şefaatin de, büyük günah sahipleri için değil, itaat eden kimseler için olduğu sabit olmuş olur." Buna şöyle cevap verilir: Biz daha önce şunu açıklamıştık: Umûm ifade eden lafızların istiğrak ve şümule delalet etmeleri hususu, zannî bir delalet olup, zayıftır. Mesele ise, katî deliller gerektiren bir husustur. Katî delil gerektiren bir hususta zannî delile sarılmak ise, caiz değildir. Bilakis burada bizim görüşümüze delalet eden hususlar vardır. Çünkü, elif-lam ile mahfe kılınmış olan çoğul bir kelimenin, daha önce geçmiş olan bilinen bir şey hakkında kullanıldığı, dilde, maruf ve yaygın olan bir şeydir. O halde, buradaki lafzın daha önce zikredilmiş bulunan o din gününü yalanlayan kafirlere raci olması muhtemeldir, bu husustaki söz ise, geniş bir biçimde daha önce geçmiş idi. Biz, umumiliğin katiyyet ifade ettiğini kabul etsek bile, ancak ne var ki, büyük günah sahibinin facir olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, facir olan kafirlerin ta kendileridir..."(Abese,42) ayetidir. Binâenaleyh burada, ya, "facir cinsinden olan kafirlerin ta kendileridir..." manasının ya da, "Onlar, kafirlerin ta kendileridir; ve onlar facirlerin de ta kendileridir" manasının kastedilmiş olması muhtemeldir. Birincisi batıldır, zira her kafirin, aynı zamanda facir de olduğu icma ile sabittir. O halde kafiri, facirler cinsinden olan kafir manasıyla sınırlamak ve takyit etmek, abesle iştigaldir. Bu birinci kısım batıl olunca da, geriye ikinci kısım kalır. Bu ktsım da, hasr ifade eder. O zaman, bu ayet, kafirlerin, başkası değil de facirlerin ta kendileri olduğuna delalet edince, büyük günah sahibinin mutlak anlamda facir olmadığı kesinlik kazanır. Biz, "facirler kelimesinin şümulüne hem kafirin hem de facirin girdiğini kabul etsek bile, ancak ne var ki, ayetteki (......) cümlesinin manası "Facirlerin tamamı ve topu, oradan ayrılamazlar..." şeklindedir. Biz, bunun gereğini söylüyoruz. Çünkü, o facirlerin, kafirlerin oluşturduğu iki türünden birisi oradan asla ayrılmazlar. Bu böyle olunca, müslümanların da ayrılamayacaklarını söylemenin doğru olmasına gerek yoktur. Bunu kabul ettik, fakat ne var ki, ifâdesi, onların şu anda cehennemde bulunmalarını iktiza eder ki, bu, doğru değildir. Dolayısıyla ifadeyi, zahirinden çevirmek gerekir. Mu'tezile bu ifadeyi, "Füccar cehenneme girdikten sonra, onlar için ifadesinin manası doğru olur.." manasına hamlederken. biz de şu manaya hamlederiz: "Onlar şu anda, cehennemde olmayı hak etme durumunda gaib ve uzak değillerdir. Ancak ne var ki, cezayı hak etmek, affa da aykırı değildir.." Biz (bu) sizin dediğinizi kabul etsek bile, ancak ne var ki bu, ve büyük günah sahiplerinin şefaata mazhar olabileceklerine delalet eden delillerle çelişir. Tercih ise, bu taraftan (ehl-i sünnet) yanadır. Çünkü Mu'tezile'nin delilinin, bütün vakitlerdeki bütün facirleri içine alması gerekir. Aksi halde, onların maksat ve gayeleri gerçekleşmez.. Bizim (ehl-i sünnet) delilimizin doğruluğunun sahih olması içinse, ifadenin, bazı vakitlerdeki bazı facirleri (günahkar mü'minleri) içine alma' yeterlidir. Şu halde, onların delillerinin 'amm (umûmî) olması gerekir. Hâss olan hükümse, daima 'amm olan hükme tercih ve takdim edilir. Allah en iyisini bilendir.

Halife Süleyman b. Abdülmalik'in Kıssası

Bu ayette, asiler için büyük bir tehdit bulunmaktadır. Rivayet olunduğuna göre, Süleyman Ibn Abdülmelik, Mekke'ye gitmek üzere, Medine'ye uğrar. Derken, Ebî Hâzım'a, yarın Allah'a nasıl gidilecek, nasıl gideceğiz?" der. O da "iyi olan kula gelince, o tıpkı, yolculuktan ailesinin yanına dönen gaib kimse gibidir. Günahkara gelince, o da efendisinin yanına dönen kaçmış köle gibidir..." der. Bunun üzerine o ağlar ve şöyle der: "Ah, benim için Allah katında ne olduğumu bir bilebilsem!.." Ebû Hazım ona, "Amelini, Allah'ın kitabına vur, ona arzet" deyince, o, "bunu, Allah'ın kitabının neresinden çıkarıyorsun.." diye sorar. O da, "İyiler hiç şüphesiz Naim (cennetin)de, kötüler ise muhakkak alevli ateştedirler" ayetinde.." diye cevap verir. Cafer es-Sâdık (radıyallahü anh)'da, "Naîm, marifetullah ve (Allah'ın cemalini, nimetlerini) müşahede etmektir. Cahîm ise, şehvet ve tutkuların zulumâtı, karanlıklarıdır" demiştir. Naîm'in, kanaat; cahîm'in ise tamahkarlık ve hırs; naîm'in, tevekkül; cahîm'in de, ihtiras ve tutku, aç gözlülük; naîm'in, Allah ile meşgul olmak; cahîm'inse, Allah'tan başkasıyla meşgul olmak vb. olduğu da söylenmiştir.

Kıyamet Gününün Dehşeti

Hasrın mevcudiyetine dayanan şeylerin dördüncüsü de, kıyamet gününü tazim ve tebcil edip büyüklüğünü ortaya koymaktır ki, bu da şu ayeti kerimenin beyan ettiği husustur.

17

Âyetin tefsiri için bak:19

18

Âyetin tefsiri için bak:19

19

"O din günü nedir? Sonra, bilir misin nedir o din günü? O, öyle bir gündür ki, hiçbir kimse kimseye, hiçbir surette, hiçbir şeyle fayda vermeye muktedir olamayacaktır. O gün emir (yalnız) Allah'ındır".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Tekrardaki İncelik

Alimler,"... bilir misin..." ifadesindeki hitabın kendi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, "Bu, onları men etmek amacıyla kafirlere yöneltilmiş olan bir hitaptır" derken, ekseri ulema, "Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan bir hitabtır. Cenâb-ı Hak, böylece ona hitap etmiştir; çünkü o, bunu, vahiyden önce bilmiyordu.." demiştir.

İkinci Mesele

Cumhûr-u ulema, buradaki tekrarın, kıyamet gününün azametini ortaya koymak için olduğunu söyler. Cübbâi ise, "Bilakis bu, tekrar edilen her ifade ile birlikte yenilenen bir faydayı ifade etmektedir. Çünkü birinciden murad, cehennemlikler; ikinciden murad ise, cennetliklerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kıyamet gününde facirlere nasıl muamele edileceğini bilir misin? Sonra, ceza gününde, iyilere de nasıl muamele edileceğini bilir misin?" demek istemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, ceza gününde, o iki fırkaya yapacağı muamelenin önemini ortaya koymak için, "din günü" ifadesini tekrarlamıştır.

Kıraat Farkı

(......) ifadesi, merfu ve mansub olmak üzere iki şekilde okunmuştur. Merfu olarak okunması halinde, burada iki izah şekli olabilir:

a) (......) ifâdesindeki, dan bedel olması sebebiyle..

b) Zamir olan bir mübtedanın takdir edilmesiyle.. Buna göre mana, şeklinde olur. Yani, "Bu, öyle bir gündür ki (...)" demektir. Mansub okunması halinde ise birkaç izah şekli bulunur:

a) (Mansub olan (......) kelimesinin amili olarak) "cezalandırılırlar..." ifadesinin takdir edilmesiyle... Çünkü (......) kelimesi buna delalet eder.

b) "hatırlayınız..." ifadesinin takdir edilmesi.

c) Zeccâc'ın zikretmiş olduğu şu husus ki, buna göre, kelimenin ref mahallinde olması caizdir. Ancak ne var ki, kelime ifâdesine muzaf olduğu için, fetha üzere mebnî kılınır. Gayr-i mütekellim (irabda mahalli olmayan) bir ifadeye muzaf kılınan ifade, ref ya da cer makamında olsa bile, fetha üzere mebni olunur. Nitekim şair de şöyle demiştir:

"Meyveli "mukl" ağacının dallarına konmuş bir güvercinin seslenmesinden başkası onları içmekten alıkoymadı..." Lisânü'l-Arap (V-K-L mad.), XI/734.

"Burada, görüldüğü gibi, (......) kelimesi, (......) kelimesine muzaf kılındığı için fetha üzere mebni kılınmıştır. Vahidî şöyle demiştir: "Zeccac'ın, fetha üzerine mebni kılmamaya dair zikrettiği şey ancak Halil ve Sibeveyh nezdinde caiz olabilir. Meselâ,"Azarladığımda..." ifadesinde olduğu gibi, izafet mazi fiile olduğundadır bu. Ama izafet muzari fiile olduğunda, onlara göre fetha üzere mebnilik caiz olmaz. Ama, Kûfelilerin görüşüne göre ise, bu caiz olur. Biz bu meseleyi daha önce, (Maide-119) ayetinin tefsiri esnasında anlatmıştık.

d) Ebû Ali'nin zikrettiği husus ki, buna göre, (......) kelimesi çoğu kere zarf olarak bulunduğundan, bu ekser haldeki durumu (zarfiyyet) üzere bırakılır. Bunun delili ise, Kurrâ ile Arabların, Cenâb-ı Hakk'ın, (A'raf, 186) ayetinin okunuşu üzerindeki icmâ ve ittifaklarıdır. Buradaki (......) kelimesini hiç kimse merfû okumaz... Buradaki kıraatin mansub olacağını tekid eden diğer ifâdeler de, Cenâb-ı Hakk'ın, (Kâria, 4) (zâriyat, 13) ayetleridir. ifadesindeki mansub okunuş da bunun gibidir.

Şefaate Kübrâ Meselesi

(Mu'tezile), büyük günah işleyen asiler için şefaatin olmayacağı hususunda, Cenâb-ı Hakk'ın "O, öyle bir gündür ki, hiçbir kimse kimseye, hiçbir surette fayda vermeyecektir" ayetine tutunmuşlardır. Bu ayeti kerime, Cenâb-ı Hakk'ın, .. (Bakara, 48) ayeti gibi olup, bu husustaki cevap da Bakara Sûresi nde geçmişti.

Hakimiyetin Ahirete Tahsisinin Manası

Dünya ehli, mülke hükümran ve galib olup, kimi meselelerde, birbirlerine yardım ediyorlar, birbirlerini himaye ediyorlardı. Kıyamet günü geldiğindeyse, dünya ehlinin hükümranlığı sona erecek, liderlikleri de son bulacaktır. Böylece kimse kimseyi kollayamayacak, kimsenin kimseye faydası olmayacak, kimse kimseye zulmedemeyecektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün emir (yalnız) Allah'ındır"; "Din gününün mâliki.." (Fatiha, 3) ayetleridir, bu ifade, büyük bir tehdit ifade eder. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak onlara, dünyada kendilerine fayda ve yarar sağlayan mal, oğul, yardımcı ve şefaatçi gibi şeylerin hiçbir tesiri olmaksızın, ahirette onlara sadece iyilik ve taatın fayda vereceğini bildirmiştir. Vahidî şöyle demiştir: "Bunun manası şudur: Allahü teâlâ bu günde, dünyadaki durumun aksine, hiç kimseyi herhangi bir mülke hakim ve malik kılmaz." Vasıtî ise, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi hakkında, bunun, Allah'tan başka her şeyin, fâni olduğuna; orada, mesajların, kelimelerin, gaye ve amaçların yok olduğuna; dünyada durumu böyle olanın, dünyanın, ahiretinin böyle olacağına bir işaret olduğunu söylemiştir.

Mülk Allah'ındır

Cenâb-ı Hakk'ın "O gün emir (yalnız) Allah'ındır" ayetine gelince, bu, beka ve varlığın Allah'a ait olduğuna; emrin de bunun gibi, hem ezelde, hem bu gün, hem de ahirette Allah'ın olduğuna; bunun bir başka hale geçince değişmediği ve; farklılığın, bakan kimsenin durum ve halleri sebebiyle olduğuna, ama kendisine bakılan şeye nisbetle olmadığına; kamil kimselerin durumlarının ise, vakit ve hallerin değişmesiyle değişmeyeceğine, nitekim (bir arifin), "Şayet perde kaidırılsaydı, yakinin artmazdı.." dediğine... bir işarettir. Nitekim Harise de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında konuşurken,"Sanki görüyor gibiyim., sanki... sanki .." derdi. Allah (c.c) daha iyi bilendir. Hamd, alemlerin Rabbi'ne mahsustur.

0 ﴿