MUTAFFİFÎN SÛRESİ

Bu sûre otuz altı ayet olup, Mekki'dir.

Alışverişte Haksızlık

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, insanlardan ölçekle aldıkları zaman, tastamam alırlar; onlara ölçekle yahut tartıyla verdikleri zaman ise, eksik verirler".

Bu Sûrenin Bir Önceki Sure İle Münasebeti

Bil ki bu sûrenin başının önceki sûrenin sonuyla ilgi ve münasebeti açıktır. Çünkü Allahü teâlâ, onun sonunda kıyamet gününün özelliklerinden birinin de, o gün hiçbir kimsenin, hiçbir kimse için Nçbirşaye sahip olmayıp, o gün herşeyin Allah'a ait olduğunu belirtmiştir. Bu ise, günahkarlar ve asiler için büyük bir tehdidi ifade eder. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, bunun peşinden, "Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline!" buyurmuştur ki maksadı, "tatfif'den menetmektir. Tatfîf ise, ölçü ve tartıda gizlice, çaktırmadan, azıcık eksik vermek demektir. Bu böyledir, çünkü çok eksiltse gözükür ve engellenir, azına da, farkedilirse mani olunur. Böylece, "tatfîf "in ölçme ve tartmada, gizli bir şekilde az bir şey noksanlaştırma manasına olduğunu anlıyoruz. Burada şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Veyl (yazıklar olsun) kelimesi, bir bela esnasında söylenir. Nitekim Arapça'da, ( yazıklar olsun sana) denilir.

Mutaffif Ne Demektir?

"Mutaffifîn" kelimesinin iştikakı (türemesi) konusunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bir şeyin "taff "ı, o şeyin kenarı-tarafı demektir. Nitekim Arapça'da, içinde bulunan şey, o şeyin kenarına kadar çıktığı, ama dopdolu olmadığı zaman "Vadi veya kap, neredeyse doldu" denilir. Yine, dolmaya yaklaşıp, henüz dolmadığı zaman denilir. İşte bundan ötürü, kötü ölçüp, ölçüyü tastamam yapmayana, "kenarına vardırdı, ama tam doldurmadt" manasında, "mutaffif" denilmiştir.

b) Zeccâc'ın görüşüne göre, ölçü ve tartıda çok fazla olmayan birşey çaldığı için, ölçme ve tartmayı noksan yapana "mutaffif" denilmiştir.

Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:

Birinci Soru: Tıpkı "lttizâ"nın, "tartarak alma" anlamına gelmesi gibi, "iktiyal" da keyl ile, yani ölçerek alma manasınadır, ama dilde normal olarak ciâti denilir, diye kullanılmaz. Şu halde bunun izahı nasıldır? Buna şu iki bakımdan cevap verilir: .

a) Onların insanlardan ölçüp almaları, karşı tarafa zarar vermenin ve karşı tarafın hakkını vebalini yüklenme bulunan bir ölçme şeklinde olunca, burada yerine, bu manaya delalet eden edatı kullanılmıştır.

b) Ferrâ şöyle der: "Burada kastedilen manasıdır. Burada ve birbirinin yerine geçen manalardadırlar. Çünkü bu şekilde ölçme, o kimse aleyhinde olan bir haktır. Zira birisi, dediği zaman, sanki, "Senin aleyhine olarak aldım" demiş olur; dediği zaman ise, tıpkı bir kimsenin, "Senden tastamam aldım" demesi gibi olur."

İkinci Soru: Normalde, Arapça'da ve diye, harf-i cer ile kullanılır; ama ve denilmez. Öyleyse, ayette, bu şekilde (harf-i cersiz) gelişi nasıl izah edebiliriz?

Buna şu birkaç şekilde cevap verilir:

a) Ayetteki ifâdeleri ile, manaları kastedilmiştir. Dolayısıyla harf-i cer hazfedilmiş, böylece fiile "îsâl"da bulunulmuştur (yani "hazf ve îsâl yapılmlıştır). Kisâî ve Ferrâ, "bu ifade şekli, Hicazlılarla, onlara yakın olanların kullanım şeklidir. Çünkü onlar, ve "Benim için şunu tart, ölç" derler. Yine bunlar, ve "Seni engelledim" "Senin için kazandım" derler. Binâenaleyh ayetteki, (......) kelimelerindeki zamirleri, nasb (mef'ûl) mahallindedir.

b) Bu, muzafın hazfedilip, muzafun ileyhin onun yerine ikame edilmesine göredir, Buna göre kelamın takdiri, şeklindedir.

Resmu'l-Mushaf

c) İsâ b. Ömer ile Hamza'nın, bu iki (......) zamirini, fiillerdeki fail zamirinden te'kid sayarak, vâv'ların üzerinde, bu tekid manasını ortaya koymak için vakf ettikleri rivayet edilmiştir. Ferrâ ve Zeccâc ise, bunun caiz olmayacağını, zira manasında olmuş olsaydı, o zaman mushafta, (......)'den önce yazılmış bir elif olacağını söylemişlerdir. Keşşaf sahibi bu delile itiraz ederek, "Mushafın hattında pek çok yerde, hat ilminde ıstılah olan, örf haline gelmiş hususlara riayet edilmemiştir" demiştir.. Ona şöyle cevap verilir: "Bu elifin yazılması, eğer sebebe zamanında alışılmış bir üslub olmasaydı, diğer asırlarda yazılması gerekirdi. Çünkü bir sonrakilerin bu hususta, yani yazıda ileri gittiklerini bilmekteyiz. Binâenaleyh bu elifin yazılmasının, ta sahabe zamanında bile mutad olduğu sabit olur. Dolayısıyla mushafta yazılması gerekli olmuştur."

Üçüncü Soru: Peki, Cenâb-ı Hakk'ın ayette, "Ölçtüklerinde eksik yapanlara veyl olsun" buyurup, ayrıca (......) buyurmadığı halde, peşinden (......) buyurmasını nasıl izah ederiz?

Cevap: Alış-veriş ölçü ve tartıyla olur. Dolayısıyla bunlardan biri, diğerine delalet eder.

Dördüncü Soru: Mutâd olan kullanım, (......) şeklidir, yani, bu fiilin sülasisidir. Öyle ise ayette, bunun rubaisinin, yani (......) şeklinin kullanılmasının sebebi nedir?

Cevap: Zeccâc, Arapça'da "Noksanlaştırdım, noksan ettim, eksik verdim" manasında, hem hem fiillerinin aynı şekilde-eşit olarak kullanıldıklarını söylemiştir. Müerric'den de, (......)'nin Kureyş lehçesine göre, bu manaya kullanıldığı rivayet edilmiştir.

Nüzul Ortamı

İkrime'nin rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'ye geldiğinde, Medineliler, ölçü-tartıda en fazla noksan verenler olduğunu gördü. Bunun üzerine Hak teâlâ bu ayeti indirdi. Onlar, artık bundan sonra, dosdoğru ölçüp tartmaya başladılar." Yine Medinelilerin noksan ölçüp tartan tüccarlar olduğu, alış-verişlerinin, münabeze, mülamese, muhatare şeklinde olduğu için bu ayetin nazil olduğunu; derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çıkıp bunu onlara okuduğunu ve "Beş şeye mukabil, beş şey vardır" dediğini, bunun üzerine, "Beş şeye mukabil beş şey ne demektir?" denilince de "Bir toplum, ahdini bozarsa, Allah onlara düşmanlarını musallat eder; Allah'ın indirdiği şeylerden başkasıyla hükmederse, o kavimde fakirlik yayılır; fuhuş yaygınlaştığı zaman, ölüm yaygınlaşır; ölçü ve tartıda noksanlaştırdıklarında, bitkiler bitmez ve onlar kıtlıkla başbaşa bırakılırlar, zekatlarını vermezlerse, yağmurları kesilir" Benzer Hadis, Kenzü'l-Ummal, 16/43943. buyurmuştur.

Dördüncü Mesele

Bu zemm (kınama) hem fazla almaları, hem de noksan vermelerinden dolayı yapılmıştır. Alimler bu hususta değişik izahlar yapmışlardır. Kimileri, 'Bu ayet, bir vaîd (ilahî tehdid) ihtiva etmektedir. Binâenaleyh eksik ölçüp-tartma fazla olduğunda, hırsızlık nisabı miktarında, yani çalınan miktar el kesme cezasını gerektirecek kadar olduğunda, bu vald onu içine alır" derken, diğer bazıları da, "Hayır. Bu, az-cok her türlü eksik ölçüp tartmayı içine alır. Fakat bu vaîd, tevbe etmeme şartına bağlıdır. Tevbeden daha büyük taat da yoktur" demişlerdir ki, daha doğru olan görüş budur.

Beşinci Mesele

Ashabu'l-Vaîd yani Mu'tezile, bu ayetin genel ifadesini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu ayet, kafirler hakkında değil, ehl-i kıble hakkındadır. Delili ise şu iki şeydir:

a) Eğer, bununla kastedilen, kafirler olsaydı, bu veyl'e, eksik ölçüp-tartmasının buna bir tesiri kalmazdı. Fakat ayet, bu veyli gerektiren şeyin, eksik ölçüp-tartma olduğuna delalet etmektedir.

b) Allahü teâlâ, bu ayetle kendisine hitab edilen kimselere, "Sahiden onlar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifîn, 4) buyurmuştur ve adeta eksik ölçüp-tartanları kıyamet gününün azabıyla tehdid etmiştir. Bu şekilde tehdid ise, ancak mü'min kimseye yapılır. Böylece, işte bu iki şey sebebiyle ayetin ifade ettiği vaîdin, ehl-i kıble (bütün mü'minler) için olduğu sabit olmuş olur." Bunların cevabı daha önce defalarca geçti. Ayetteki va'îdin, bu işi yapanı da, buna niyetleneni de içine alacağı hususu, bu meselenin eklerindendir. Çünkü bunu yapmaya niyetlenmek de büyük günahlardandır.

Bil ki ölçüp-tartma işi önemli bir şeydir. Çünkü insanların hepsi, alış-veriş yapma ihtiyacını duyarlar. Bu ise, ölcüp-tartmaya varıp dayanır. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bunun önemli bir iş olduğunu belirtmek için, "Göğü o kaldırdı ve ölçüyü koydu ölçüde haddi aşmayasıniz (haksızlık yapmayasınız), ölçüyü adaletle yerine getiresiniz ve ölçüde noksanlık yapmayasınız diye..." (Rahman, 8-9) ve "Andolsun ki Biz peygamberlerimizi açıklamalar (ve mucizelerle) gönderdik ve onlarla birlikte, insanlar adaleti yerine getirsinler diye kitab ve mizanı indirdik" (Hadid, 25) buyurmuştur. Katâde'den, "Ey insanoğlu, senin için tastamam verilmesini, ölçülüp-tartılmasını istiyorsan, ölçüp-tartarak verirken de aynı şekilde tastamam ver. Kendine karşı nasıl adil olunmasını istiyorsan, aynı şekilde sen de adil ol" dediği rivayet edilmiştir. Fudayl de, "eksik tartma ve ölçme, kıyamet günü yüz karasıdır" derken, bir bedevi Arap, Abdülmelik b. Mervan'a, "Allahü teâlâ'nın mutaffifler hakkında ne dediğini duydun!" demiş ve bu sözüyle "ufacık bir şey kaçırması yüzünden böylesine bir tehdid, eksik tartanlara yöneltildiğine göre, hiç ölçüp-tartmadan pek çok şeyi gasbedip, müslümanların malını alırken, kendin için ne düşünüyorsun" demek istemiştir.

Dirilip Hesap Vereceğini Düşünmezler Mi?

4

Âyetin tefsiri için bak:6

5

Âyetin tefsiri için bak:6

6

"Sahiden onlar, büyük bir günde, Âlemlerin Rabbi için insanların kalkacağı günde diriltileceklerini sanmıyorlar mı?".

Bil ki Allahü teâlâ "mutaffifîn" olanları kınayarak, "Bu eksik ölçüp tartanlar, büyük bir günde, yani kıyamet gününde diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" demiştir. Buradaki zann, yani "sanma" ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu zan ile, ilim (bilme) manası kastedilmiştir. Buna göre, kendilerine bu şekilde hitab edilenlerin, öldükten sonra dirilişi kabul edenlerden olması muhtemel oduğu gibi, buna inanmayanlardan olması da muhtemeldir.

Birinci ihtimale gelince bu, rivayet olunduğuna göre, Medineli müslümanlar, yani Evs ve Hazrec kabileleri idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edip geldiğinde, bu eksik ölçüp-tartma adeti onlar içinde yaygındı. Bunlar ise, Öldükten sonra dirilişi, haşrı-neşri kabul ediyorlardı. Dolayısıyla bu onlara bir öğüt olarak söylendi. Ama bu ayetle hitab olunanların, öldükten sonra dirilmeye inanmayan, fakat iyilikte ve kötülükte bulunana, yaptıklarının karşılığının verileceğine, yahut da kesin olmasa bile mümkün (muhtemel) olması aklın gereği birşey olduğu için, bu hususta istidlal edebilenler olduğunu söyleyebiliriz. Bu ise, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlere de söylenebilecek şeyler türünden olup, buna göre mana, "Onlar, kendilerinin öldükten sonra diriltileceklerini anlayabilmek için tefekkür etmezler mi? Heyhat, fakat onlar tefekkürden yüz çevirmişler ve kendilerini bu tefekkür zahmetinden uzak tutarak, rahata çekmişlerdir. İstidlal ile elde edilen bilgi, "zann" (sanma) kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü istidlali bilgilerin çoğu, genelde tefekküre dayanır. Dolayısıyla da kendisinde her iki taraf dengeli olan, şekk (şüphe) gibi değildir. İşte bu yüzden, buna "zann" denmiştir.

2) Buradaki "zann" ile, ilim değil, "zannetme" manası kastedilmiştir. Buna göre ayet, "O mutaffifler, farzedelim ki öldükten sonra dirilmeye kesin gözüyle bakmıyorlar. Fakat en azından bu hususta bir zanlan vardır. Çünkü Allah'ın hikmet ve rahmetine ve yarattıklarının menfaatlerine riayetine en uygun olan, öldükten sonra onları tamamen ihmal etmemesi ve onların haşrı-neşridir. Dolayısıyla böyle bir korkunun oluşması için, bu zann bile yeterlidir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Farzet ki bunlar, buna kesinkes inanmasalar bile, hiç olmazsa böyle olabileceğini sanmazlar mı, buna hiç ihtimal vermezler mi?" demek istemiştir.

Rabbu'l-Âlemin'in Huzuruna Duruş

Ayetteki, "Alemlerin Rabbi için insanların kalkacağı günde..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Bunun başındaki "yevm" kelimesi, hem mansûb (fethalı), hem de mecrur (kesreli) okunmuştur. Mansub olarak okunmasına gelince, Zeccâc, bunun, ayetteki, "meb'ûs" ism-i mef'ulü (zarfı) olarak mansub olduğunu ve mananın, "Onlar, kıyamet gününde ba's olunacaklarını sanmazlar mı?" şeklinde olduğunu söylerken; Ferra da, bu kelimenin bazan mecrûr olabileceğini, fakat fiile muzaaf kılındığı için, mansub olduğunu söylemiştir. Bu, (infitar, 19) ayetinde yaptığımız izah gibidir."Yevm" kelimesinin mecrur okunuşu ise, kendinden önceki "yevmin azîmin"den bedel sayılısından dolayıdır.

Bu Kıyamın Şekli

Ayette bahsedilen bu "kıyam" (kalkışı) Hak teâlâ şu sıfatlarla anlatmıştır;

Birinci Sıfat: Bu kıyamın sebebidir. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) En doğru izaha göre, insanlar, "Alemlerin Rabbi için " yani O'na hesab vermek için kalkarlar. Böylece orada, insanın dünyada iken önemsiz saydığı bu eksik ölçüp-tartmalar karşısına çıkar ve orada bunların bir yekûn oluşturduğunu ve böylece kocaman birşey olduğunu anlar. Hak teâlâ'nın, "Rabbinin makamı için, yani O'ndan korkanlar için iki cennet vardır" (Rahman, 46) ayeti de, buna yakın bir ayettir.

2) Hak Sübhanehû ve Teâlâ, ruhları bedenlerine tekrar verir. Böylece bedenler, kabirlerinden kalkarlar. İşte,"Alemlerin Rabbi için kıyam"dan bu kastedilmiştir.

3) Ebû Müslim, insanların kıyamını, tıpkı Hak teâlâ'nın "itaatkar olarak Allah için kalkın"(Bakara, 238) ayetindeki gibi olduğunu ve manasının, "Allah'a ibadet için kalkınız" olduğunu; dolayısıyla da, ayetinin, "Başka birşey için değil, sırf Allah'ın emri ve taatı için insanların kalktıkları gün..." manasında olduğunu söylemiştir ki bu husus, "İş o gün Allah'a aittir" (İnfitar, 19) ayetinde anlattığı husustur.

İkinci Sıfat: Bu, "kıyâm"ın nasıl olacağıdır. İbn Ömer (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peypamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu ayet hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O gün herbiriniz, kulaklarının ortasına kadar ter içinde kalkar. Buhari, rikak, 47.

Yine İbn Ömer (radıyallahü anh)'in, bu sûreyi okuduğu, ayetine geldiği zaman, bundan gerisini okumaya artık takati kalmayacak kadar sesli sesli ağladığı rivayet edilmiştir.

Üçüncü Sıfat: Bu kıyamın ne kadar (müddet) olduğudur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın “İnsanlar, dünya seneleri gibi üçyüz sene kıyamda durur, beklerler (Bu müddet) zarfında, onlar için hiçbirşey emrolunmaz, (söylenmez, yapılmaz)" dediği rivayet edilmiştir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'dan da, "Onlar kırk yıl beklerler, sonra onlara hitab olunur (konuşulur)" dediği rivayet edilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu müddet, mü'minler için, bir namaz kılım zamanı kadardır" demiştir.

Bil ki Allah Sübhanehû ve Teâlâ, bu ayetlerde, çeşitli tehdidleri birarada söylemiştir.

Birinci olarak, "Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline..." (Mutaffifin, 1) buyurmuştur ki buradaki veyl (vay haline, yazıklar olsun) kelimesi, başa bir bela geldiği zaman söylenir. Sonra, İkinci olarak, "Sahiden onlar, diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin, 4) buyurmuştur ki bu, inkârî manada bir istifhamdır. Sonra Üçüncü olarak, "büyük bir günde..."(Mutaffifin, 5) buyurmuştur ki Allahü teâlâ'nın "büyük" saydığı bir şeyin, son derece büyük ve önemli olduğunda şüphe yoktur, Hak teâlâ, Dördüncü olarak, "Alemlerin Rabbi için insanların kalkacağı günde..."(Mutaffifin,6) buyurmuştur. Bu ifade, iki çeşit tehdid-i ilahî vardır.

Birincisi, İnsanların o günde, son derece korku, zillet ve ümitsizlik içinde kalkacak olmalarıdır. İkincisi de, Allahü teâlâ'nın bu ayette, kendisini "Alemlerin Rabbi" olarak nitelemesidir.

Allah Haşirde Hükmetmeye Neden Lüzum Görsün?

Burada, şu şekilde bir soru söz konusudur: Sanki birisi, "(Ey Allahım), son derece azametli olmana rağmen, önemsiz, kıymetsiz, azıcık eksik ölçüp-tartma gibi şeyler için bu büyük kıyamet mahfilini (meclisini) hazırlamak, sana nasıl yakışır?" diye sormuştur. Cenâb-ı Hak ona, adeta "Tanrının azameti, kudret ve hikmetteki azameti ile tam ve mükemmel olur. Kudretimin azameti, Alemlerin Rabbi olmam ile ortaya çıkar-görünür. Fakat hikmetimin azameti, ancak bu değersiz (gibi görünen) azıcık eksik ölçüp tartmayla zulmedenden, mazlumun (haksızlığa uğrayanın) hakkını almasıyla ortaya çıkar. Çünkü birşey ne kadar küçük ve değersiz olursa, ona ulaşan bilgi, o derece büyük ve mükemmel olmuş olur. Binâenaleyh hikmetimin azametini ortaya koymak için, kıyamet meclisinde, bütün evvelki ve sonraki mahlukatı hazır edeceğim ve eksik ölçüp tartanı (bile), bu azıcık eksik ölçüp-tartmadan dolayı hesaba çekeceğim" diyerek cevap vermiştir. Üstad Ebû'l-Kâsım el-Kuşeyrî "Mutaffif" kelimesi, hem ölçme, hem tartmada malın hem aybını gösterme, hem gizlemede, hem insaflı olmayı istemede, hem hakkı almada eksik yapmayı içine alır. işitir ki: "Kendisi için hoşlanmadığı bir şeyi, müslüman kardeşi için arzu eden kimse, insaflı' değildir. Muaşeret ve sohbet (dostluk) da bu cümledendir. İnsanların kusurlarını görüp, kendi kuc. unu görmemek de bu cümledendir. Kendi hakkını insanlardan isterken, bu hakkı kendisi için istediği gibi, insanların hakkını vermemek de yine bu cümledendir. Delikanlı (yiğit) olan, insanların haklarını verip, kendisi için hiç kimseden hak taleb etmeyendir."

İnkarcıların Hali

7

Âyetin tefsiri için bak:17

8

Âyetin tefsiri için bak:17

9

Âyetin tefsiri için bak:17

10

Âyetin tefsiri için bak:17

11

Âyetin tefsiri için bak:17

12

Âyetin tefsiri için bak:17

13

Âyetin tefsiri için bak:17

14

Âyetin tefsiri için bak:17

15

Âyetin tefsiri için bak:17

16

Âyetin tefsiri için bak:17

17

"Hayır, hayır. Çünkü kötülerin kitabı, muhakkak ki "siccîn"dedir. Siccîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin? O yazılmış bir kitabtır. Yalanlayanların o gün vay haline. Ki onlar, o din gününü yalanlayanlardır. Halbuki onu, her haddi aşkın ve taşkın, günaha düşkün olandan başkası"yalanlamaz. Onun karşısında ayetlerimiz okununca, "(Bunlar) evvelkilerin masallarıdır" der. Hayır, hayır. Bilakis onların kazanmakta oldukları şeyler, kalblerini paslandırmıştır. Hayır, hayır. Şüphesiz ki onlar o gün Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir. Hem sonra onlar, muhakkak ve muhakkak o alevli cehenneme gireceklerdir. Sonra da (onlara), "işte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz şey" denilecek".

Bil ki, Cenâb-ı Hak, bu günahın büyük bir günah olduğunu beyan edince, bunun peşinden eklerini ve bunların hükümlerini getirmiştir.

Kellâ Kelimesi

Bunlardan birincisi, ayetteki lafzın ifade ettiği husustur. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) Bu, bir caydırma ve tenbih için olup, "Durum, onların, üzerinde bulundukları eksik ölçüp eksik tartma ve öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilmekden, gaflet etme değildir. Binâenaleyh onlar bu halden vaz geçsinler.." anlamındadır. Buna göre, söz burada tamamlanmaktadır.

b) Ebû Hatime şöyle demektedir: "gerçekten" manasında olup, kendisinden sonra gelenlerle ilgili olan bir başlangıç cümlesidir. Buna göre mana, "Gerçek şu ki, kafirlerin kitabı siccîndedir" şeklinde olur. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür.

Kâfirlerin Defterleri Siccîndedir

İkincisi, Allahü teâlâ, onları hafife alırcasına, facirlerin kitabını bayağılık ve önemsizlikle tavsif etmiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:

Birinci Soru: es-Siccîn, belli bir şeyin 'alem (özel) ismi mi, yoksa manası olan müştak bir isim midir? Biz deriz ki, bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Siccin

Birinci Görüş: Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu kelime, belli bir şeyin 'alem (özel) ismidir. Bu görüşü benimseyenler de kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunların ekserisi, es-Siccîn'in, yerin alt tabakasının, yani yedinci katın ismi olduğu kanaatindedirler. Bu, Atfl, Katâde, Mücâhid, Dahhâk ve İbn Abbas'ın görüşüdür. Berrâ da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Siccîn, yerin yedi kat tabakasının en aşağısının adıdır" Deylemi, 2/337. buyurmuştur. Ata el-Horasanî de, bu söze, "... İblis ve zürriyeti de oradadır" sözünü ilave etmiştir. Ebû Hureyre'nin rivayetine göreyse Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Siccin, cehennemde bir kuyunun adıdır" demiştir. Kelbi ve Mücâhid ise, "Siccin, yedinci kat yerin altında bulunan bir kaya parçasının adıdır" demişlerdir.

İkinci Görüş: Bu kelime, müştak bir isimdir. Buna göre siccîn, vezninde olup, hapsetmek, darlaştırmak anlamlarına gelen sicn kökündendir. Ve tıpkı, "fısk" kökünden olan fıssîk denilmesi gibidir. Bu, Ebû Ubeyde, Müberred ve Zeccac'ın görüşüdür. Vahidî şöyle demektedir: "Bu görüş zayıf bir görüştür. Siccîn kelimesinin, Arapların tanımadığı kelimelerden oluşunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Siccîn'in ne olduğunu sen nereden biteceksin?" hitabı olup, bu da, "Bu, senin ve kavminin bildiği şeyler cümlesinden değildir" demektir." Ben de derim ki, Vahidinin yapmış olduğu izah zayıftır. Belki de Cenâb-ı Hakk'ı, Siccîn'in durumunun büyüklüğünü belirtmek için, "Siccîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin" buyurmuştur. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Din gönünün ne olduğunu sen nereden bileceksin?" (İnfitar, 17) ayetinde olduğu gibidir.

Keşşaf sahibi ise şöyle demektedir: "Doğru olan ise şudur: Siccîn kelimesi, vezninde olup, sicn kelimesinden türemiştir. Ama bu kelime burada, tıpkı (......) kelimesi gibi, sıfatlıktan nakledilmiş bir 'alem isim olup, munsarıf bir kelimedir. Çünkü bu kelimede, (gayr-i munsarıf olmanın sebeplerinden) sadece bir tanesi bulunup bu da onun 'alem oluşudur.

İlliyyîn İle Siccîn'in Mukayesesi

Bunu iyice kavradığına göre biz diyoruz ki: Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk'ın, bir takım şeyleri, kullarının kendileri ile, büyükleri (önderleri) arasındaki malum muamele tarzı üzerine getirdiğini ve anlattığını dile getirmiştir. Binâenaleyh, cennet, yükseklik, saflık, genişlik ve mukarreb meleklerin orada bulunmasıyla tavsif edilirken, siccîn ise, süflîlik (aşağılık), karanlık olup, darlık ve melun şeytanların orada bulunmasıyla nitelenmiştir. Yüksekliğin, saflığın, genişliğin ve orada mukarreb meleklerin orada yer almasının, kemal ve izzet sıfatları zincirinden olduğunda bir şüphe yoktur. Bunların zıdlarının da, noksanlık ve zillet sıfatları halkasından olduğunda şüphe yoktur. Şimdi, kafirler ve onların kitabları (amel defterleri), millet ve aşağılık ile tavsif edilmek istenince, onların ve onların amel defterlerinin süfli, karanlık, dar ve şeytanların mevcut olduğu bir yerde bulunduğu; iyilerin kitabları da izzet ve kemal ile tavsif edilmek istenince de, bunların "ıllıyyîn"de bulundukları, mukarreb meleklerin de buna şahit oldukları ifade edilmiştir.

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, facirlerin amel defterlerinin siccîn'de olduğunu haber vermiş, daha sonra da "siccîn"i, "O yazılmış bir kitabtır" ifadesiyle tefsir etmiştir. Binâenleyh, buna göre adeta, "Facirlerin kitabları, yazılmış bir kitabtadır.." denilmek istenmiştir. Peki, bu ne demektir? Kaffâl bu soruyu cevaplar ve şöyle der: "Ayetteki (......) kelimesi, "siccîn" kelimesinin bir tefsiri değildir. Tam aksine kelamın takdiri, "Hayır, facirlerin kitabı, siccîn'dedir. Şüphesziz ki, facirlerin kitabı, yazılmış (merkum) bir kitabtır" şeklindedir. Bu izaha göre, ayetteki bu ifade, facirlerin kitabının şu iki sıfatla tavsif edildiğini gösterir:

a) Bu kitabın siccîn'de olması;

b) Yazılmış (merkum) olması... Bu iki sıfat araşma giren ifâdesi ise, cümle-i mu'tariza ara cümlesidir. Allah en iyisini bilendir." Evlâ olanı, şöyle denilmesidir: Bu, iki kitabtan birinin diğerinde mevcut olduğunu söylemede imkânsız görülecek bir husus yoktur. Bu ya, facirlerin kitabının, şakî kimselerin hallerinin detayı hususunda kendisine müracaat edilen o temel ve aslî olan kitaba konulması suretiyle olur yahut da, facirlerin kitabında yazılı olanların siccîn adını alan o kitaba nakledilmesiyle olur.

Burada şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: "Kitâb" sözü ile, "kitabet, yazmak" kastedilmiş olabilir. Buna göre bu ifade, manaca, "Facirlerin kitabeti, siccîn'dedir" şeklinde olur ki, bu da, "Onların amellerini yazım işlemleri, siccîn'de yapılmaktadır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "siccîn"i, facirlerin tüm alevlerinin kendisinde yazılmış olduğu bir kitab olarak nitelemesitir.

Kitabun Merkum

Üçüncü Soru: ne demektir? Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) "Onların amellerinin içinde yazılmış olduğu bir kitab..."

b) Bunun manası, "Cehenneme girmelerinin gerekli olduğu yazıldı" şeklindedir.

c) Kaffâl şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, tıpkı, facirin, elbiselerin kıymetini belirten etiketler vurması gibi, o kitabı etiketlemiş olduğu manasını kastetmiş olması da muhtemeldir. Binâenaleyh, aynen bunun gibi, facirin kitabı da, şakavetine (bedbahtlığına) delalet eden bir işaretle işaretlenmiştir.

d) Buradaki (......) kelimesinin anlamı, mühürlenmiş, damgalanmış demektir. Vahidi, "Bu doğrudur, çünkü (......) kelimesi, alamet ve damga anlamına gelir. Dolayısıyla, (......) kelimesine "damgalanmış" manası verilebilir" demiştir.

e) Mana, tpıkı, damganın bezden silinmemesi gibi, "Onlar için yazılmış ve çizilmiş bir kitabtır.." şeklindedir.

Dini Yalan Sayanların O gün Vay Haline!

"Yalanlayanların o gün vay haline..." ayetine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, (Mutaffifin, 5) ayeti ile ilgili bir ifade olup, mana, "İnsanların, Alemlerin Rabbi için kalktığı günde, Allah'ın haberlerini yalanlayanların vay haline..." şeklinde olur.

b) Ayetteki, (......) kelimesinin manası, "Kıyamet gününde kişinin şakavetine işaret eden bir işaretle işaretlenmiş bir kitabtır" şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Yalanlayanların o gün vay haline?" buyurmuştur ki, bu, işte o günde o kitabtan dolayı vay o kimselerin haline..." demektir.

Yalanlayanın Üç Özelliği

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o günü yalanlayanların niteliklerinden de bahsederek, "Ki onlar, o din gününü yalanlayanlardır. Halbuki onu, her haddi aşkın ve taşkm, günaha düşkün olandan başkası yalanlamaz..." buyurmuştur. Bu, "O günü ancak, bu üç sıfatı taşıyan kimseler yalanlar" demektir.

a) Bu kimsenin, haddi aşan olması...,hak olan yoldan sapmak, dışarı çıkmak, demektir.

b) Esîm, günaha düşkün olması.. (......) kelimesi, alabildiğine günah ve isyanda bulunan kimse anlamındadır. Ben derim ki, insanın şöyle iki kuvvesi vardır:

1) Kuvve-i nazariyye, ki bunun doruk noktası, Hakkı zâtı gereği tanımakta yatmaktadır.

2) Kuvve-i ameliyye... Ki, bunun da doruk noktası, hayrı, sırf onu yapmak, işlemek için tanımada yatmaktadır. Birincisinin zıddı, kişinin Allahü teâlâ'yı, tavsif edilmesi caiz olmayan şeylerle tavsif etmektir. Zira, öldükten sonra dirilme, kıyamet... gibi şeylerin imkansız olduğunu söyleyen herkes, buna, Allah'ın ilmini ya, külliyyât ve cüz'iyyât namına ne varsa tümüne taalluk ettiğini bilmemesinden, yahut da, Allah'ın kudretinin bütün mümkin varlıklara taalluk ettiğini bilmemesinden dolayı karşı çıkmıştır. Binâenaleyh, işte kuvvetin zıddı demek olan bu "İ'tida", kişnin şehevî ve gadabî hisleriyle meşgul olmasıdır. Ki, böyle olan kimse de, "esînm"dir. Bu böyledir, zira "şehevî' ve "gadabr kuvveleriyle meşgul olan kimse, nadiren ibadet ve taate vakit bulabilir. Böylece de bu, çoğu kez bu kimsenin, kıyamete (bihakkın) iman etmesine mani olur. Din gününü yalanlayanların üçüncü sıfatı ise, "Onun karşısında ayetlerimiz okununca, "(Bunlar) evvelkilerin masallarıdır..." derler" ayetinin ifade ettiği husus olup, bununla, nübüvveti inkar edenler kastedilmiştir. Buna göre mana, "Ona Kur'ân okunduğu zaman, o, "Bu, evvelkilerin masallarıdır, düzmeceleridir" der" şeklinde olur.

Esatir

Ayetteki, (......) kelimesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) "Evvelkilerin yalanları..."

b) "Evvelkilerin haberleri ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kur'ân'ı, öncekilerden almış olması." Yani, bu kimse, Kur'ân'ı, Allah katından olmasını, işte bu yolla zedelemek ister.

Burada, şöyle bir diğer inceleme de yapılabilir: Bu üç sıfat ile, belli şahıslar mı kastedilmiştir, yoksa böyle bir şey yok mudur? Bu hususta da şöyle iki husus ileri sürülmüştür.

1) Kelbi'ye göre, ayetteki bu ifadelerle Velîd İbnu'l-Muğîre kastedilmiştir. Diğerlerine göre ise, bu ifadelerle, Nadr ibnu'l-Hâris kastedilmiştir. Velîd'in kastedildiğini söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın Kalem Sûresi'ndeki, diye başlayan (Kalem, 10-15) bölümü ile istidlal etmişlerdir. Bu sebeple, buradaki şahsın Velîd ibnu'l-Muğîre olduğunu söylemişlerdir. Böyle olması halinde, ayetteki mana, "Kureyş'ten veya senin kavminden, din gününü ancak, haddi aşan ve günaha düşkün olanlar... yalanlar ki, işte bu da, o malum şahıstır" şeklinde olur.

2) Ayetteki bu ifade, bu sıfatları taşıyan herkes hakkında umumi ve genel bir ifadedir.

Kalbin Paslanması

"Bilakis onların kazanmakta oldukları şeyler, kalblerini paslandırmıştır..." ayetine gelince bu, "Durum, onların, "Bu, evvelkilerin masallarıdır.." şeklinde söylemeleri gibi değildir. Tam aksine, onların geçmiş fiilleri, bu manevî kirin, pasın, onların kalblerinde meydana gelmesine sebep olmuştur" manasındadır. Hem dilciler, hem de tefsirciler, ayette bulunan (......) kelimesinin ne demek olduğu hususunda çeşitli izahlar yapmışlardır:

Reyn

Dilcilere gelince, meselâ Ebû Ubeyde şöyle demektedir: "Bir şey, bir kimsenin kalbine galebe çaldığında "Onların kalblerini istila etti"; içki, sarhoşun aklını bürüdüğünde, ye ölüm, ölen kimseye galip gelip de onu alıp götürdüğünde, denilir." Leys de şöyle demektedir: "Uyku ve içki, başta kökleştiğinde, denilir. Hazret-i Ömer'in, Cüheyneli Useyfî hakkında, borcu ona baskın çıktığı zaman söylemiş olduğu "Borcu onu istila eder oldu" sözü de bu anlamdadır.

Ebû Zeyd ise şöyle demektedir: "Bir kimse, içinden çıkamayacağı bir duruma düştüğünde, denilir.." Ebû Muaz en-Nahvî de şöyle demektedir: "Reyn" kalbin günahlardan dolayı kararması; "tab' ", kalbin mühürlenmesi olup, bu, "reyn"den, "akfâl" da, "tab' "dan daha ileri olup, bu da, kalbin kilitlenmesi, kılıflar içine gömülmesi demektir."

Zeccâc ise, şöyle der: "Arapça'da, "Kalblerini bürüdü, sardı, istila etti" anlamında, denilir. Nitekim "Günah kalbi bürüdü..." anlamında denilir. "Reyd" de, tıpkı pas gibi, kalbi bürüyen şeydir. Ki, bunun bir benzeri de, ğayn (dumanlanmak) kelimesidir. Tefsircilere gelince, bunlar da bu konuda şu izahları yapmışlardır: Hasan el-Baarî ve Mücâhid, "Reyn, günah üstüne günah işlemek, böylece de günahların kalbi kuşatarak onu bürüyüp, neticede de kalbin manen ölmesi demektir" demişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Küçük ve önemsiz addedilen günahlardan sakının. Çünkü, günah üstüne günah işlemek onlan işleyenin üzerinde kocaman bir ateş tutuşturur" Kenzu'l-Ummal, 4/10203-10204 (Benzer Hadis). (Kişinin cehenneme girmesine sebep olur). Mücâhidin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kişinin kalbi, avucunun içi gibidir. Binâenaleyh kişi, bir günah işlediğinde, o orada kalır. Bir başka günah işleyince, bu da orada kalır. Derken, kalb bu karaktere bürünür. Ki, işte "reyn" budur." Diğer bazı zevat da şöyle demektedir: İnsan her ne zaman günah işlerse, o kimsenin kalbinde siyah lekeler meydana gelir. Derken, bir gün kalbin tamamı siyahlaşır. Bu, Ebû Hureyre'nin hadisi olarak, merfu biçimde rivayet edilen hadistir.

Günaha Alışkanlığın Küfre Götürmesi

Ben de derim ki: Bir şeyin tekrar tekrar yapılması, insanın önüne yerleşmiş bir melekenin meydana gelmesine sebep olur. Çünkü, mesela yazı yazmayı öğrenmek isteyen bir kimse, her ne zaman yazma işini çokça yaparsa, onun bu husustaki yeteneği de o nisbette gelişir. Derken bu iş, kişinin, yazmak İşini, artık hiç düşünmeksizin yapabileceği bir noktaya ulaşır. Binâenaleyh, bu manevi yetenekler bir şeyi çokça yapmaktan kaynaklanınca, o yapılan işlerin herbirinin, bu yeteneğin meydana gelmesinde bir tesiri vardır.

Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: İnsan, bazı günahları yapmaya devam ettiğinde, onun kalbinde, özünde bu günahları yapmaya karşı ruhani bir meleke oluşur. İşte günahın manası da, senin Allah'tan başkasıyla meşgul olmandır. Senin, Allah'tan başka, kendisiyle meşgul olduğun her şey İse, zulmettir, kara bir lekedir. Çünkü, günahların tümü, kara ve siyah lekelerdir. Bu melekeleri meydana getiren bu bayağı, aşağı ve süflî amellerin herbirinin, o melekenin meydana gelmesinde bir tesir ve katkısı bulunmaktadır, işte insanların, "İnsan, her ne zaman bir günah işlerse, onun kalbinde siyah bir leke oluşur. Derken, bir gün kalbinin tamamı kararır" şeklindeki sözlerinden kastedilen de budur. Bu melekelerin dereceleri, kuvvetli ve zayıf olma bakımından farkiı farklı olunca, hiç şüphesiz, bu lekelerin ve karanlıkların derece ve miktarları da farklı farklı olur. Böylece de bunların bir kısmı "reyn", bir kısmı "tab' ", bir kısmı da, "akfâl - kilitler" olur.

Kadi şöyle der: "Ayetteki, "reyn" ile onların kalblerinin değiştiği ve o kalbte bir engelin meydana geldiği manası kastedilmemiştir. Tam aksine, kastedilen şey, bu kimselerin zaman zaman, günaha girme cesaretini göstermeleri ve kalblerindeki duyguların tevbeyi terketme ve o günahları söküp atmama istikametinde kuvvet kazanması, böylece bu işi sürdürmeleri, derken bir gün bu işten dönmelerinin kendilerine zor gelmesi kastedilmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu manevi pasın sebebinin, onların kendi "kesb"leri olduğunu beyan etmiştir. Halbuki, onların çokça günah işlemelerinin, onların bu günahların kirini ve pasını kalblerinden atmalarına ve tevbe etmelerine mani olmadığı ise malumdur."

Ben derim ki, bir şeyi yapmaya veya yapmamaya götüren sebeplerin eşit olması halinde, o şeyin, o kişiden sudur etmesinin mümkin varlığın müreccih olmaksızın meydana gelmesi imkansız olduğu için, imkansız olduğunu İse daha önce beyan etmiştik. Binâenaleyh, o şeyin "mercûh - terkedilen, yapılmayan" olması halinde ise, bu işin olmaması daha uygun ve evladır. Kadt, onların geçmiş fiilleri sebebiyle racih olduklarını kabul edince, bu durumda bu günahların kirinin ve pasının kalbten sökülüp atılma işleminin imkansız olması gerekir. Bu sözün tamamı bu kitabta defalarca geçmiştir.

Rablerini Göremeyecek Olanlar

Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır hayır, şüphesiz ki onk o gün Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir" ayetine gelince, bil ki, alimler bu ifâdesinin başındaki hususunda da şu izahları yapmışlardır:

1) Keşşaf sahibi, buradaki, (......)'nın, o kalblerde hükümran olan ve pas yapan o fiilden men etme manasında olduğunu söylemiştir.

2) Kaffal şöyle der: "Allahü teâlâ, diğer sûrelerde, bu haddi asan günahkarın şöyle dediğini nakletmiştir: "Eğer ahiret gerçekten var ise, Allah orada da bana mal ve evlat verir." Daha sonra da Cenâb-ı Hak bu kimseyi, bu sözü hususunda yalanlayarak, "Gayba mı muttali oldu, yoksa Allah katından (bu hususta) bir akid mi aldı?" (Meryem,78) ve "Ben kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Andolsun ki, şayet (muhal farz) Rabbime döndürûlürsem, muhakkak ki onun katında benim için cennet vardır" (Fussilet, 50) buyurmuştur. Bu, Kur'ân'da bahsi geçen şeylerden bir husus olunca, artık Allahü teâlâ bunu burada zikretmemiş ve buyurmuştur ki bu; "Durum, onların, "Ahirette kendileri için cennet vardır..." dedikleri gibi değildir. Tam aksine onlar, o gün, Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir" demektir.

3) Bu ifade tekrardır ve ayetinde geçen (......)'nın aynısıdır.

İtirazı Ruyetullah Hakkında Mu'tezile'nin

Ayetteki "Hayır hayır, şüphesiz ki onlar, o gün Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir" cümlesine gelince, alimlerimiz bu ifadeye dayanarak, mü'minlerin. Allah'ı görecekleri hususunu dile getirmiş ve şöyle demişlerdir: Eğer böyle olmasaydı, ayetteki tahsisin bir manası olmazdı. Bu husustaki diğer bir izah da şöyledir: Allahü teâlâ, buradaki perdelenme işini, kafirlere bir tehdit ve bir vaid sadedinde getirmiştir. Binâenaleyh, kafirler için bir tehdit ve bir vaid olarak ileri sürülen şeyin ise, mü'minler hakkında düşünülmesi caiz değildir. Bu sebeple, mü'minler hakkında böyle bir perdelenmenin olmaması gerekir. Mu'tezile buna şu bakımlardan cevap verir:

1) Cübbâî şöyle der: "Ayetteki bu ifade, "Onlar, Rablerinin rahmetinden perdelenmişlerdir. Yani, men edilmişlerdir" şeklinde olup, bu tıpkı feraizde, "Kardeşler, anneyi, üç'de bir'den hacbederler, engel olurlar" denilmesi gibidir. Eve girmeye mani olan kimseye de, "Hâcib-bekçi, kapıcı, mani olucu" denilmesi de böyledir. Çünkü, bu kimse, içerdekinin görülmesine mani olur.

2) Ebû Müslim şöyle demektedir: "Ayetteki (......) kelimesi, "Mukarreb yakınlaştırılmışlar değillerdir" anlamındadır. Çünkü "hicâb" reddetmek demek olup, bu ise, kabul etmenin zıddıdır. Buna göre mana, "Öldükten sonra dirilmeyi inkar eden bu kimseler, Allah'ın huzuruna kabul edilmeyip, Allah'ın nezdinde makbul kimseler değillerdir" şeklinde olup, bu da, "Allah, kıyamet gününde onlarla konuşmaz, onlara rahmet nazariyle bakmaz; onları tezkiye etmez..." (Al-i Imran, 77) ayetinden anlaşılan husustur."

3) Kabî de şöyle der: "Hicâp", "görmeme" demek değildir. Çünkü Arapça'da bazan bir kimse emiri uzaktan görse bile, "Falanca, emirden perdelendi" denilir. "Hicap", "görmeme"den İbaret olmayınca, bu istidlal sakıt olur, tam aksine, ayetin bu ifadesinin, kişinin, Allah'ın rahmetini bulmaktan men edilmiş olduğu anlamına hamledilmesi gerekir.

4) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Onların bundan perdelenmeleri, onları hafife alıp, yardımsız ve çaresiz bırakarak aşağılamayı temsil etmektir. Çünkü, hükümdarların huzuruna girmeye ancak, onlar nezdinde kerim olan kimselere izin verilir; onların yanına girmekten de ancak, onlar nezdinde hor ve hakir olanlar menedilir." Buna şöyle cevap verilir: Bir şeyi görmekten menedilen kimse hakkında, onun, ondan perdelendiği, men olunduğunun söylenebileceği hususunda hiç şüphe yoktur. Aynı şekilde, emirin huzuruna girmekten men olunan kimse için de, "O ondan perdelendi.." ifadesi kullankılır. Ve yine "Anne, kardeşler sebebiyle, (mirâsda), sülüsü (üçte bir hisseyi) almaktan hacbolundu (men olundu) denilir. İşte biz kelimenin böylesi kullanışları olduğunu görünce, lafzî müşterekliği savuşturmak için, lafzın, bu yerler arasında müşterek bir mefhum hususunda hakiki manaya alınması gerekli olur. Ki bu da, men etmek anlamındadır. Birinci durumda men etmek, görmekten men etme şeklinde varid olmuştur. İkincide, hükümdarın yanına yaklaşmaktan; üçüncüde, sülüsü hak etmekten men etme şeklinde meydana gelmiştir.

Bu durumda ayetin takdiri şöyle olur: "Hayır, onlar o zaman Rablerinden men olunmuşlardır." Men olunma ise ancak, Allah'a nisbet edildiğinde kul için sabit ve caiz olan şeye göre tahakkuk eder. Bu ise, ya İlimdir, ya da görme... Bunu ilim manasına almak mümkün değildir; çünkü, bunun, kafirler için bulunduğu ittifakla sabittir. O zaman bunu, görmek manasına hamletmek vacib olur. Bunu rahmet manasına hamletmeye gelince, bu, delil olmaksızın zahir manadan sapmak olur. İşte, Keşşaf sahibinin söylediği şey de, delilsiz olarak zahiri terketmektir.

Öte yandan, bizim görüşümüzü teyit eden başka bir husus ta müfessirlerin açıklamalarıdır. Mukâtil, "Ayetin manası şu şekildedir: Onlar, arzolunma ve hesaba çekilmeden sonra Rablerini göremezler. Mü'minler ise Rablerini görürler.." derken, Kelbî, "Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Onlar, Rablerini görmekten ve O'na bakmaktan men olunurlar. Mü'min ise Rabbine bakmaktan men olunmaz.." demiştir.

Mâlik ibn Enes'e bu ayet hakkında sorulduğunda, o şöyle demiştir: "Allah düşmanları men olunup da O'nu göremeyince, şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk'ın, Kendi dostlarına tecelli edip, onların O'nu görmeleri gerekir." Şafiî'den de, "Bir topluluk gazâb-ı Manî'den dolayı bundan men olununca, bu, başka bir topluluğun ilahi rıza vesilesiyle O'nu göreceğine delalet eder" dediği rivayet edilmiştir. Cenab-ı Hakk'ın, "Hem sonra onlar, muhakkak ve muhakk, o alevli cehenneme gireceklerdir" ifadesine gelince, bunun manası şudur: "Onlar, kıyamet meydanında, ya bizim görüşümüze göre Allah'ı görmekten, ya da Mu'tezile'nin kavline göre Allah'ın rahmetinden perdelenince, işte o zaman onların ateşe götürülmeleri emrolunur. Sonra, ateşe girdiklerinde de ölümden sonra dirilme ve cezayı yalanladıkları için kınanırlar ve böylece de onlara, "işte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz şey..." Şimdi onu apaçık biçimde gördünüz. Tadın bakalım onu..." denilir.

Ebrarın Defterleri

18

Âyetin tefsiri için bak:21

19

Âyetin tefsiri için bak:21

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"Hayır hayır... iyilerin kitabı, hiç şüphesiz t'illiyyîn"dedir. "illiyyîh"in ne olduğunu sen nereden bileceksin ki? (O), yazılmış bir kitabtır. Ki, huzurunda mukaneb melekler bulunur...".

Bil ki, Cenâb-ı Hak hile yapan günahkarların durumunu zikredince, bunun peşinden hile yapmayan iyi kulların durumunu zikretmiş ve "Hayır, hayır" buyurmuştur. Yani, "Durum, Ölümden sonra dirilmeyi inkar eden ve Allah'ın kitabının öncekilerin masalları olduğunu öne süren bu facir ve kafirlerin zannettiği gibi değildir.." demektir. Şunu bil ki, dil alimlerinin, (......) kelimesi hakkında muhtelif görüşleri bulunmakta, aynı şekilde müfessirlerin de değişik açıklamaları bulunmaktadır.

Dil alimlerine gelince, Ebu'l-Feth el-Mevsulî şunu demiştir: "Bu kelime, "İlliyyûn" kelimesinin çoğulu olup, bu lafız da, uluvv kökünden veznindedir.." Zeccâc, "Bu kelimenin irabı, cemi kelimelerin irabı gibidir. Çünkü bu kelime çoğul bir lafız üzere bulunur. Nitekim sen "Bunlar yaşlı adamlardır" "Yaşlı adamlar gördüm..." dersin.

Müfessirlere gelince, İbn-i Abbas'ın, bunun dördüncü kat sema; bir başka rivayete göre de, bunun, yedinci kat sema olduğunu söylediği rivayet olunmuştur.

Katâde ve Mukâtil ise, bunun yedinci kat semanın üstündeki Arşın sağ direği olduğunu söylemişlerdir. Dahhâk'a göre ise bu, Sidre-i Münteha'dır. Ferra ise, "Cenâb-ı Hak bununla, nihayeti olmayan, kat kat yükseklikleri murad etmiştir..." demektedir. Zeccâc'a göre ise bu, en yüksek mekandır. Diğer bazı alimler ise, bunun, celâl-i ilâhî ile korunmuş olan yüce mertebeler olduğunu, Allah'ın bu mertebeleri tazim edip, yücelttiğini söylerken, diğer bazıları ise bunun anlamının, "Meleklerin amellerinin yazıldığı kitabın yanındadır..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân'ın zahiri de bu sonuncu görüşe delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, aslında bunun onun tarafından bilindiğine, pek yakında da bunu anlayacağına dikkat çekmek üzere, "Illiyyîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin ki?" demiştir. Böylece, bu iyi kulların kitabının, huzurunda mukarreb melekler bulunan bu mühürlü ve yazılı kitab içinde olduğunu beyan etmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, nasıl ki o meleklere Levh-i Mahfuz'un korunmasını havale etmişse, aynı şekilde onları, iyi kulların kitablarını da, onu tazim ve tebcil için, kitabın anası olan o kitabın (Levh-i Mahfuz'un) yanında muhafaza etmekle görevlendirmiştir. Yine, hafaza melekleri iyi kulların amel defterlerini yukarı yükselttiklerinde, bunları bu mukarreb meleklere teslim edip, onların da bu kitabtarı, tıpkı kendi öz kitaplarını muhafaza ettikleri gibi koruyup gözetmeleri; ya da, hafaza meleklerinin o sahifelerde bulunan şeyleri, korumakla mukarreb meleklerin görevlendirilmiş olduğu o kitaba aktarmaları., da imkansız değildir. Böylece, onların bunu bilmeleri, o iyi kullar için lehte şehadet olmuş olur. Böylece de kolay bir şekilde hesaba çekilirler. Çünkü bu mukarreb melekler iyi kullar için, hafızalarında olan amellere göre şahitlik eder. İşte bu kitab da semada bulununca, illiyyînin yedinci kat semada olduğunu söyleyen kimsenin görüşü doğru olmuş, böylece de bu husustaki görüşler birbirine yaklaşmış olur. O halde, bizim zikrettiğimiz görüş daha evla olmuş olur. Bil ki, bu ayetin tefsiri hususunda en muteber şey, bizim daha önce beyan etmiş olduğumuz şu açıklamadır: Yükseklik, yücelik, genişlik, ziya ve taharet gibi nitelikler, mutluluk alametlerindendir. Aşağılık, süflilik, darlık, zulmet ise, şekavet alametlerindendir. Facirlerin kitabının aşağıların en aşağısına; en dar yere konulmasından amaç, onları hor ve zelil kılmak olunca, iyi kulların kitabının da yücelerin en yücesine konulmasından ve meleklerin de onlara şahitlik yapmasından kastedilen de, onları yüceltmek, kadr ü kıymetlerini ortaya koymaktır. Ayette bir başka izah tarzı daha vardır ki, buna göre, el-Kitab'dan maksat, kitabettir, yazmaktır. O halde mana şöyle olur: "İyi kulların amellerinin yazılışı, illiyyîn'edir." Daha sonra ise, illiyyîn'in, yazılı bir kitab olduğu içinde de iyi kulların amellerinin bir arada getirilmiş bulunduğu dile getirilmiştir. Bu, Ebû Müslim'in görüşüdür.

Kitâbun Merkum

Ayet-i kerimedeki hakkında iki görüş vardır

1) Kitâb-ı merkum ile kastedilen, onların amellerinin yazıldığı kitabtır.

2) Bu, illiyyîn'e konulmuş olan bir kitab olup, bunda, Cenâb-ı Hakk'ın iyi kullar için hazırlanmış olduğu ikramlar ve mükâfaatlar yazılıdır. Ulemâ bu "kitab" hakkında ihtilafa düşmüştür. Bu cümleden olmak üzere Mukâtil, "O şeyler, o iyi kullar için, Arş'ın ayağına yazılmıştır" derken, İbn Abbas'tan da, onun, Arş'ın altına asılı, zebercedden bir levhaya yazılı olduğu nakledilmiştir. Diğer alimler ise, bunun, onların neşe ve sevinçlerini arttıracak bir biçimde yazılmış olan bir kitab olduğunu; bunun da, kitabları, hoşlarına gitmeyecek şeylerle yazılmış olan facirlerin kitabının zıddı bir durum ile meydana geleceğini söylemişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ki huzurunda mukarreb melekler bulunur" ifadesi de bu manaya delalet eder. Bunun anlamı, "illıyyîn'de bulunan melekler yazılı olan şeyin yanında bulunur ve ona şahitlik yaparlar" şeklindedir. Bunun, amellerin yazılı olduğu kitab anlamına geldiğini söyleyen kimse ise, bunun manasının, "Hafaza meleği bu kitabı illiyyîn'e çıkardığı vakit, mukarreb melekler, mü'mine ikram ve izzet olsun diye bu kitabın yanında dururlar..." şeklinde olduğunu söyler.

Ebrar Naîm Cennetlerindedir

22

Âyetin tefsiri için bak:28

23

Âyetin tefsiri için bak:28

24

Âyetin tefsiri için bak:28

25

Âyetin tefsiri için bak:28

26

Âyetin tefsiri için bak:28

27

Âyetin tefsiri için bak:28

28

"Şüphesiz o iyiler nimet içinde, tahtlar üzerinde (nimetleri) temaşa edeceklerdir. Öyle ki sen o nimetin güzelliğini yüzlerinde tanırsın. Onlara mühürlü halis bir şarabtan içirilecek. Ki onun sonu bir misktir. O halde, nefaset isteyenler bunu arzu etmeliler. (O içeceğin) katkısı tesnîmdendir. (O), bir pınardır ki, mukarrebler onu içerler...".

Bil ki, Cenâb-ı Hak önceki ayette onların kitablarını tazim edip yüceltince, bu ayetle de onların mertebelerini tebcil edip övdü ve "Şüphesiz o iyiler nimet içindedir" buyurdu. Daha sonra da, bu nimetin nasıl olacağını şu üç şekilde beyan etti:

Cenâb-ı Hakk'ın, "Tahtlar üzerinde (nimetleri) temaşa edeceklerdir" ayetinin ifade ettiği husus. Kaffâl "el-erâik"in, divan ve koltuklar anlamına geldiğini söylemiştir. Onlara göre, oturulan şey böyle olduğu zaman ancak "erîke-erâik" diye isimlendirilir. Rivayet olunduğuna göre Hasan el-Basrî şöyle demiştir: Biz, "erike"nin ne olduğunu bilmiyorduk. Derken, Yemenli birisine rastladık da, o bize, kendileri yanında, "erîke"nin bu anlama geldiğini söyledi.

"Nazar Etme"nin Buradaki Manası

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesine gelince, bu konuda şu üç izah yapılabilir:

a) Onlar, cennette, huriler, hizmetçi, gılman, çeşitli yiyecek içecek, giyecek, binit vb. türden muhtelif nimetlere bakarlar. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü'min şöyle durup düşünür de, Allah'ın kendisine verdiği her şeyi, kuşatıcı bir biçimde görür... Bir de bakar ki, onun için, dünyanın genişliği (kadar büyük) gözükür".

b) Mukâtil de bu ifadeye, "Cehennemde azab çeken düşmanlarına bakarlar" manasını vermiştir.

c) Bu, "Onlar, herhangi bir şeyi arzuladıklarında, ona bakarlar da, bu şey o anda, onların önünde hazır olur" demektir.

Bil ki, bu üç izahın üçü de, tek bir cinsin türleri kabilinden olup, bu tek cins de, bunların bakılabilen şeyler cümlesinden olmasıdır. Binâenaleyh, ayetin lafzını bunların tümüne hamletmek gerekir.

Ama, bunların tümünden, daha kıymetli olan ve benim de şu anda hatırıma gelen bir dördüncü tefsir de şudur: Ayetin manası, "Onlar Rablerine bakarlar" şeklindedir. Bu tefsir, Cenâb-ı Hakk'ın daha sonra beyan buyurduğu, "Öyleki sen o nimetin güzelliğini yüzlerinde tanırsın" (Mutaffîfin, 23) ifadesiyle de güç kazanır. Çünkü, "güzellik"le içice olan bakış da, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün bir takım yüzler vardır ki, güleçtir. Rablerine bakmaktadır"(Kıyame, 22-23) buyurduğu gibi, Allah'ı görmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, ahiretteki lezzet veren şeylerin en büyüğü ile işe başlamış olması da bunu teyit eder. Bu lezzetlerin en büyüğü de, Allah'ı görmekten başka bir şey değildir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyleki sen, o nimetin güzelliğini yüzlerinde tanırsın..." ayetinin beyan ettiği husus olup, bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, "Sen onları gördüğünde, yüzünde buna delalet eden emareler sebebiyle, onların nimet ehli olduklarını anlarsın.." demektir. Sonra bu emarelerin ne olduğu hususunda da şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın da, "O gün bazı yüzler vardır ki, aydınlık, güleç ve sevinçlidir..." (Abese. 38-39) buyurduğu gibi, onların yüzlerinde müşahede edilen güleçlik ve parlaklıktır.

b) Atâ şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, onların yüzlerindeki nuru, güzelliği, parlaklığı ve beyazlığı, hiç kimsenin anlatamayacağı bir biçimde artırır." "Nadra"nın ne demek olduğu ise, Kıyame Sûresi 23. ayetin tefsirinde geçti.

İkinci Mesele

Meçhul olarak ve şeklinde merfu olarak da okunmuştur.

Rahik-i Mahtum

3) Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara mühürlü halis bir şarabtan içirilecek" ayetinin ifade ettiği husus... Bununla ilgili olarak iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, "rahîk" kelimesinin ne demek olduğu hususundadır. Leys, "Rahîk", içki manasınadır" der ve Hassân'ın şubeytini delil getirir: "(Adeta) içimi hoş, lezzetli bir içkiyle doldurulmakta olan Beredâ ırmağı..." Ebû Ubeyde ve Zeccâc ise, "rahîk"in, içinde, onu bozacak herhangi bir şey bulunmayan halis bir içki olduğunu söylemişlerdir. Belki de bu, Hak teâlâ'nın, "Onda sarhoş etme özelliği yok" (Saffat, 47) diye anlattığı içkidir.

Bu Cennet Rahikinin (İçkisinin) özellikleri

Birinci Özellik: Onun "mahtûm" (mühürlü) oluşudur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır;

1) Kaffall şöyle der: "Ehl-i cennetin, dünya örfünde de, kıymetli şeylerin mühürlenip, ağzının sıkıca kapatılıp korunması gibi, korunmak suretiyle onlara bir ikram olsun diye, ağzı mühürlenmiş içkilerden içmeleri muhtemeldir. Hak teâlâ'nın da, "İçenler için bir lezzet olan içki nehirleri..." (Muhammed, 15) diye ifade ettiği gibi, cennette, akan başka içki ırmakları da vardır. Fakat bu mühürlü içkiler, o akan içkilerden daha kıymetlidir.

2) Ebu Ubeyde, Müberred ve Zeccâc, "mahtûm"un, kendisi için bir hitâm, yani netice bulunan şey olduğunu söylemişlerdir.

3) Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh)'den rivayet olunduğuna göre bu, "karışmış" manasınadır. Vahidî "Abdullah b. Mes'ud'un söylediği şey, mahtûm kelimesinin tefsiri değildir. Çünkü "hatm", karışma manasına gelmez. Fakat bu içkinin bir neticesi vardır. Bu da, onun misk gibi kokmasıdır. Bundan dolayı o, "mahtûm"u, "karışmış" manasına almıştır. Çünkü ona misk kokusu karışmamış olsaydı, onda misk kokusu bulunmazdı" demiştir.

4) Mücâhid, "mahtûm", çamurla (ağzı sıvanmış) manasını vermiştir. Vahidî şöyle der: "O içki (kaplarının) çamurla (ağzının) sıvanıp, ağzının iyice kapatılması ile kastedilen, iyi kimseler onun mührünü bozup ağzını açıncaya kadar, hiçbir elin ona dokunmamasıdır." Bu izahların en doğru olanı, Kaffal'ın yaptığı ilk izahtır.

2- Hitamı Misktir

İkinci Özellik: "Onun sonunun bir misk" olmasıdır. Bununla ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

a) Kaffal, "Bunun mapası şudur: "O içkinin bulunduğu şişenin başı misk ile mühürlenmiştir ve tıpkı (dünyada) içki şişelerinin başlarının tıpalanıp çamurla sıvanması gibidir. Binâenaleyh bu misk yaş olduğu için, kendine o mühür basılabilmiştir." Bu izah, ayetin tefsiri sadedinde, Kartal'dan naklettiğimiz, yukarıdaki izaha uygun bir izahtır.

b) Bundan maksad, o içkinin neticesinin misk olmasıdır, yani içen için bunun misk kokusuyla sona ermesidir. Bu izah da, ayetin tefsiri olarak yukarıda Ebû Ubeyde'den naklettiğimiz görüşe uygun bir izahtır. Buna göre Hak teâlâ sanki, "bu, kendisi için bir netice bulunan bir içkidir.." demiş ve sonra da o neticenin ne olduğunu açıklayarak, "O netice misktir, yani, kim onu içerse, bu içmesi misk kokusu ile neticelenir" demek istemiştir. Bu, Alkame, Dahhak, Saîd b. Cübeyr, Mukâtil ve Katade'nın görüşü olup, bunlar şöyle derler: "Bu içkiyi içen, ağzını son yudumundan ayırdığı zaman, içkinin kokusunu tıpkı misk gibi bulur."

Buna göre mana, bu kimse, içkisini bitirince, tadının hoşluğunun yanısıra, onun lezzetini ve en güzel kokusunu bulur. Çünkü "hitâm", herbirşeyin sonu demektir. Nitekim Arapça'da da, "Kur'ân'ı hatm ettim" ve "Ameller de hitamlarına göredir" denilir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin kıraati da bunun bu manada olduğunu te'kid eder. Kisâi de bunu tercih etmiştir. Çünkü o da, bu ayeti, Şimşeklinde okumuştur. Bu tıpkı, "hâtemu'n-nebiyyîn" denilmesi gibidir. Ferrâ bu iki ifadenin manaca birbirlerine yakın olduklarını; fakat "hâtem"in isim, "hitâm"ın ise masdar olduğunu; bunun tıpkı Arapların "O, karakteri iyi olandır" deyişlerindeki gibi olduğunu söylemiştir.

c) Bu "O İçkiye karıştırılmış olan şey misktir" manasındadır. Alimler, bu hususta "İçkiye misk karıştırınca, tadı ve kokusu güzelleşir" demişlerdir. Ben de derim ki: "Belki de kastedilen, bu güzel ve sıcak kokularla karıştırılmış bu içkinin, hazmı kolaylaştırdığını ve şehveti kuvvetlendirdiğini anlatmaktır. Belki bundan da maksad, ehl-i cennetin şehevi hislerinin kuvvetine ve bedenlerinin sağlamlığına işarettir. Bu görüşü, Sa'îd b. Cübeyr, Esved'den, Esved'de Hazret-i Âişe (radıyallahü anh)'den rivayet etmiştir. Buna göre Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Kadın tînî-mührü seçer." Ebu'd-Derdâ, bunun, tıpkı gümüşî renkte bir içki olduğunu, cennetliklerin içki âlemlerini bununla bitirdiklerini, eğer dünyada iken bir insan elini ona batırıp çıkaracak olsaydı, dünyadaki bütün canlıların onun kokusunu duyabileceklerini söylemiştir.

3- Ulaşmak İçin Yarışa Değer Olması

Üçüncü özellik: Hak teâlâ "O halde nefaset isteyenler bunu arzu etmeli, yarışanlar bunun için yarışmalı" ayetinin ifade ettiği husustur. Vahidî, "Birisi, birşey hususunda cimrilik edip bu şeyin bir başkasına geçmediği zaman, denilir. Buradaki "tenâfüs" de, bu kökten tefa'ul babında olup, iki şahıstan herbirinin adeta o şeyin kendir.de kalmasını istemesi manasınadır. Buna göre mana, "O içki için istekli olanlar, Allah'ın taatına üşüşmek-koşuşmak suretiyle isteklerini ortaya koysun, yarışsınlar" şeklindedir" demiştir. Bil ki Allahü teâlâ'nın buna alabildiğine teşvik edişi, bu içkinin son derece kıymetli olduğunu gösterir ve bunda, bulanık, hızlıca, sonbulan nimetler hususunda değil de böylesine kıymetli ve sürekli nimetler için yansıtması gerektiğine bir işaret vardır.

Tesnîm Mizaçlı

Dördüncü özellik: "Katkısı tesnîm'dendir" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili olarak birkaç mesele var:

Birinci Mesele

"Tesnîm", cennette bizzat bir çeşmenin özel ismidir. Ona bu ad, birşeyi yüceltme manasındaki, "tesnîm" kökünden verilmiştir. Çünkü bu çeşme, ya cennetteki İçeceklerin en kıymetlisi olduğu için, yahut, "Bu su yukarıdan akar, böylece onların kaplarına dökülür, dolar" diye rivayet edildiği üzere, yüksekten aktığı için; yahut da, doldurma özelliğinin kuvvetli ve hızlı oluşundan ötürü, herşeye yetip, hepsini doldurmasından ötürü; yahut da akarken, çağlayarak akışından ötürü, "tesnîm" diye isimlendirilmiştir. Çünkü böyle çağlayarak akışına da "tesnîm" denilir. Zira kelime aslında, yükseklik ve yücelik manasında kullanılır. Mesela, devenin hörgücü manasındaki, "senam" da bu köktendir. Yine duvarın üzerine çıktım" manasında, denilişi de böyledir. Müfessirlerin görüşüne gelince, Meymûn b. Mihran'ın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh), tesnim sorulunca o, "Bu, Allah'ın, "Hiç kimse, göz aydınlığı (müjde) olarak kendileri için nelerin gizlendiğini bilemez" (Secde, 17) ayetiyle bahsettiği şeylerdendir" demiştir. Hasan el-Basri'nin bu sözü de buna yakın bir manadadır: "Tesnîm, Allahü teâlâ'nın ehli cennet için saklı tuttuğu (sürpriz olarak hazırladığı) şeylerden biridir." Vahidî şöyle der: "Bu izaha göre, "tesnîm"in bir iştikakı yoktur, bu bir alem (özel) isimdir." İkrime'nin ise, "tesnîm"e "teşrîf" (kıymetli-şerefli) manası verdiği söylenmiştir.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, "tesnîm"in, mukarreb kulların içeceği bir cennet çeşmesi olduğunu belirtmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cennet ehlinin içeceklerinin en kıymetlisi, "tesnîm"dir. Çünkü bundan hâlis olarak, sadece mukarrebler içecek, ashab-ı yemîn (yani diğer cennetlikler) ise, bunu başka (içkilere) karışmış olarak içecekler" demiştir.

Bil ki Allahü teâlâ, Vakıa Sûresi'nde, mükelleflerin, "mukarrebler", "ashab-ı yemîn" ve "ashab-ı şimal" diye üçe ayırmıştır. Sonra Allahü teâlâ bu sûrede zikredilenlere, cennette ne tür ikramlarda bulunacağından bahsederken, bunların içkilerinin, mukarreblerin içkilerinden karıştırılmış içkiler olduğunu belirtince, bu tefsir ettiğimiz ayetlerde bahsedilenlerin, ashab-ı yemin olduğunu anlıyoruz. Ben derim ki: Bu, cennetteki çeşmelerin, fazilet bakımından farklı farklı olduklarına delalet eder. O halde, tesnîm, cennet çeşmelerinin en faziletlisi ve kıymetlisi, keza mukarrebler de ehl-i cennetin en faziletlileridir. Ruhani cennetler açısından tesnîm, marifetullah'tır. Bakışların en lezzetlisi, kerîm Allah'ın vechine bakmaktır. "Rahîk" de, mevcudat âlemini mütalaa etmekten duyulan sevinçtir. Buna göre, "mukarrebler, ancak tesnimden içerler" sözünün manası, "Onlar, Allah'ın kerim vechini mütalaa etmekle (marifetullah'la) meşgul olurlar; "Ashab-ı yemin'in içkileri katkılıdır" sözünün manası, "Onların bakışları bazan Allah'a, bazan da mahlûkatınadır" şeklindedir.

Üçüncü Mesele

"Ayn" kelimesi, medh üzere mensubtur. Zeccac bunun, "hal" olarak mansub olduğunu söylemiştir. Ayetteki, ifadesi de, tıpkı ayeti gibi olup, bu ayetin tefsiri, Dehr 6. ayette geçti.

Mücrimlerin Ahirettekl Durumu

29

Âyetin tefsiri için bak:36

30

Âyetin tefsiri için bak:36

31

Âyetin tefsiri için bak:36

32

Âyetin tefsiri için bak:36

33

Âyetin tefsiri için bak:36

34

Âyetin tefsiri için bak:36

35

Âyetin tefsiri için bak:36

36

"Mücrimler, iman edenlere gülerlerdi; yanlarından geçerlerken, biribirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı. Ailelerine döndükleri vakit, (bu maskaralıklarından) zevk duyarak dönerlerdi. Onları gördükleri zaman, "Bunlar muhakkak ki sapıklar" derlerdi. Halbuki bunlar, onların üzerine gözcüler olarak gönderilmemişlerdi. Bugün ise, iman edenler o kafirlere gülüyorlar, tahtlar üzrinde onlara bakarak... O kafirler işleyegeldiklerinin cezasına çarpıldılar mı?".

Bil ki Hak Sübhanehû ve Teâlâ, iyi kimselere ahirette yapacağı ikramları dile getirince, bundan sonra o kafirlerin, iyilere dünyada iken yaptıkları muamelelerin kötülüklerinden, onlarla İstihza edip, onlara gülüşlerinden bahsetmiş, daha sonra da bu işin kafirler için tersine döneceğini beyan etmiştir. Bundan maksad, mü'minleri teselli etmek ve onların kalblerini güçlendirmektir.

Bu ayetlerle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:

Nüzul Ortamı

Müfessirler bunun sebebi nüzulü olarak şu iki şeyi zikretmişlerdir:

1) Ayetteki, "mücrimler" den, Ebû Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vâil es-Sehmî gibi kodaman müşrikler kastedilmiş olup, bunlar Ammar, Suheyb, Bildi (radıyallahü anh) gibi fakir müslümanlara gülüyor ve onlarla alay ediyorlardı.

2) Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bir müslüman cemaat ile geliyordu. Derken münafıklar, onlarla alay edip, üzerlerine güldüler, birbirlerine kaş-göz işaretlerinde bulundular. Sonra kendi eş ve dostlarının yanlarına döndüklerinde, "Biz bugün kelleri gördük" dediler ve buna hep beraber gülüştüler. İşte bu ayet, bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in daha yanına varmadan indi.

Kafirlerin Dört Vasfı

Allahü teâlâ, o kafirlerin, şu dört kötü muamelelerinden bahsetmiştir:

1) "Günah işleyenler, iman edenlere gülerlerdi" ayetinin ifade ettiği husus... Bu, "o kafirler, bunlarla ve bunların diniyle alay ediyorlar" demektir.

2) "Yanlarından geçerlerken, biribirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı" ayetinin ifâde ettiği husus... Buradaki "gamz" masdarından "tefftul" babındadır. "Gamz", ayıplama manasına da gelmektedir. Çünkü birisi birisini ayıpladığında, denilir, yine "kendisinde ayıplanacak birşey yok manasında"denilir. Buna göre ayet, "Onlar, mü'minlerle alay etmek ve onları ayıplamak için, kaş-göz işaretlerinde bulunuyor ve "Hele şunlara da bakın, nasıl kendilerini boş yere yoruyor, kendilerine bazı şeyleri yasaklıyor ve kesin olarak bilmedikleri bir mükafaat uğruna canlarını tehlikeye atıyorlar!" diyorlardı.

3) "Ailelerine döndükleri vakit, (bu maskaralıklarından) zevk duyarak dönerlerdi" ayetinin beyan ettiği husus... Bu, "içinde bulundukları şirklerini, günahlarını ve dünyevi nimetlerle nimetlenmiş oluşlarını beğenerek dönerlerdi" demektir, yahut da, "müslümanlan böyle kötü şekilde anmaktan zevk duyarlardı" manasınadır. Hafs'ın rivayetine göre Âsim, sadece bu ayette (......) kelimesini, elifsiz olarak, diğerleri ise elifle şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, hepsini şeklinde eliffi okumuşlardır. Bu iki kıraatin, kelimenin aynı manada iki değişik lehçe olduğu ileri sürüldüğü gibi, şeklinin, "nimete gark olmuş oldukları, içinde bulundukları küfür ve nimetlerle meşgul oldukları halde" manasına;"yaptıklarını beğenir oldukları halde" manasına geldiği de söylenmiştir.

4) "Onlar gördükleri zaman, "Bunlar muhakkak ki sapıklar" derlerdi" ayetinin ifade ettiği husus olup, bu da "Bu mü'minler, gerçekleşip-gerçekleşmeyeceği tam bilinmeyen bir mükafaat uğruna, şu hazır dünya nimetlerinden istifade etmedikleri için, sapıklık, bir yanlışlık içindedirler" demektir. Bu ifade, Hak teâlâ'nın burada, kafirlerden naklettiği hususların sonuncusudur.Daha sonra Hak teâlâ "Halbuki bunlar, onlan, üzerine gözcüler olarak gönderilmemişlerdir" buyurmuştur. Bu, "Allah, bu kafirleri, mü'minlerin hallerini araştıran, hak-batıl, yaptıkları bütün işleri inceleyen, böylece de onların inancını sapıklık diye addedip, onları ayıplayan gözcüler vazifeliler olarak göndermemiştir. Aksine bu kafirler de, kendilerini düzeltmekle emrolunmuş kimselerdir" demektir.

Mü'minlerin Rövanşı

Hak teâlâ'nın "Bugün ise, iman edenler o kafirlere gülüyorlar" ayetiyle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, "İşte amellerin bütün açıkladığı ortaya çıktığı ve herkesin, yaptığı şeylerden hesaba çekildiği bu günde, yani kıyamet gününde ise, mü'minler kafirlere gülerler" demektir. Bu gülüşün sebepleri hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Kafirler, dünyada iken mü'minlerin içine düştükleri sıkıntı ve darlıktan ötürü, onlara gülüyorlardı. Ahirette ise mü'minler, kafirlerin içine düştükleri çeşitli azab ve belalardan ötürü onlara gülecekler. Bir de mü'minler, dünyada iken kıymeti olmayan bir hayat içinde olduklarını, bu fani hayatı vererek, baki olan ahiret hayatını satın aldıklarını biliyor ve kendilerini ebedi nimetleri elde etmiş, ufacık bir gayret ve yorulma ile, ebedi rahatı elde ettiklerini, böylece cennete girip, o koltuklar-tahtlar üzere oturtulduklarını, oradan cehennemliklerin cehennemde nasıl azab edildikten ne, orada nasıl bağırıp, çağırdıklarına; bir değil binlerce ölümü istediklerine ve birbirlerine lanet okuyuşlarına bakıyor olarak buluyorlardı.

b) Ebû Salih şöyle demiştir: "Cehennemlikler, cehennemde İken onlara, "Haydi çıkın" denilecek ve cehennemin kapıları açılacak. Onlar kapıların açık olduğunu görünce, çıkmak için kapılara doğru koşacaklar. Tam kapılara vardıklarında, kapılar yüzlerine çarpılacak. Mü'minler işie tam bu sırada, cennette koltukları üzerinde bunları seyretmektedirler. Ayette bahsedilen gülüş, mü'minlerin bu esnada onlara gülmeleridir."

Koltuklarndan Manzarayı izleyenler

Ayetteki, "Tahtlar üzerinde onlara bakarak..." ifadesi "gülüyorlar" fiilinin failinden "hal" olup, cennetlikler, cehennemliklere ve cehennemliklerin, dünyada kendilerini yücelik ve büyüklük içinde görürken, şimdi böylesine alçaklık ve zillet içerisine düştüklerine bakarak gülüyorlar" demektir.

Kafirler Layıklarını Buldular

Daha sonra Hak teâlâ, "O kafirler işleyegeldiklerinin cezasına çarpıldılar mı?" byurmuştur. Buradaki (......) kelimesi, (......) manasına olup, "mükafaatlandırıldılar mı?" yani, "Allah onları mükafaatlandırdı mı?" demektir. Nitekim Evs şöyle demiştir: "Seni, ben ya da, yerime bir mükafaatlandırıcı ödüllendirecek. Ve sana, övülüp medhedilmen kafidir." Müberred de, bu kelimenin "serab" kökünden bir fiil olduğunu, "serâb"ın da, ister iyi, ister kötü olsun, insanın yaptığı şeyin karşılığı olarak kişiye dönen şey manasına olduğunu; dolayısıyla bu kökün, kötülüğün karşılığını (cezasını) verme manasına da kullanılabileceğini söyler ve buna, Ebû Ubeyde'nin şu beytini delil getirir: "Dikkat, Ebû Hasan'a bir elçi gönderiyorum. O halde sana ne oluyor da, neticeye gelmiyor (işi sonuçlandırmıyor)sun?" En uygun olan, ayetteki bu kelimeyi tehekküm (istihza) manasına almaktır. Buna göre mana, tıpkı, "Haydi tad (azabı). Hani sen (dünyada iken), aziz idin, kerim idin"(Duhân. 49) ayeti gibi olup, manası şöyledir: Hak teâlâ mü'minlere adeta, "Sizin o sâlih amellerinize karşılık verdiğimiz gibi, o kafirlerin amelleri zincirinden olarak yaptıkları size gülmeleri ve sizin yolunuzla-inancınızla alay etmelerine de karşılık vermedik mi?" demek İstemiştir. Hak Teâla'nın mü'minlere bu şekilde hitabı, onların sevinçlerini artırır. Çünkü bu mü'minleri alabildiğine yüceltmek, düşmanlarını da o nisbette hafife almak, alçaltmak demektir. Bu ayetlerin maksadı, kıyametin hallerini ortaya koymaktır. Allah en iyi bilendir.

0 ﴿