İNŞİKAK SURESİ

Bu sûre, yirmibeş ayet olup, Mekkî'dir.

Göğün Yarılması

1

Gök yarıldığı ve Rabbini dinleyip boyun eğdiği zaman ki gök zaten buna uygun olarak yaratılmış yine yeryüzü uzatıldığı içinde ne varsa atıp bomboş kaldığı ve Rabbini dinleyip boyun eğdiği zaman ki yerde zaten buna uygun olarak yaratılmıştır.

Göğün “inşikak”ının ne demek olduğu Kur'an'ın pek çok yerinde geçti. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, gökyüzünün, sarsıntıdan ötürü inşikak ettiğini (yarıldığını) söylediği rivayet edilmiştir.

2

Ayetteki “Ve ezinet lirabbihâ” ifadesi “Rabbini dinleyip boyun eğdiği zaman” manasındadır.Çünkü “Ezine lehu” fiili “ona itaat etti, onu dinledi” manasınadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın “Allah, peygamberi Kur'an'ı teganni ile (güzel sesle) okuduğu zaman o peygamberi dinlediği gibi, hiçbirşeyi dinlememiştir.” Buhari, tevhid; 32, 52; Müslim, Müsafirin, 232-234 (1/545-546).hadisindeki bu kelime de yine bu manaya varıp dayanır. Ebu Ubeyde, Müberred ve Zeccac da, Ka'neb'in şu beytini buna delil getirirler:

“Onlar, sen bir hayır söylediğinde adeta sağır gibi davranırlar. Ama yanlarında bir şer (kötü şey) söyleyecek olsak, hemen kulak kesilirler.”

Buna göre ayet, “Göğün kütlesinde, Allah'ı o göğü paramparça edebilme kudretine karşı koyabilecek bir gücü yoktur. Demek ki gök, bu etkiyi kabul edişde, tıpkı sahibi tarafından kendisine emir verildiğinde, onu dinleyen, onu dinleyip, onu iyice anlamaya çalışan ve emirden imtina etmeyen itaatkar bir köle gibidir. Binaenaleyh Hak teâlâ'nın “O yer ile gök, (Ey Allahımız) Sana itaat ediciler olarak geldik (emret) derler.”(Fussilet, 41/11) ayeti de Cenab-ı Hakk'ın var etme ve yaratmadaki kudretinin, kesinlikle hiçbir engelle karşılaşmaksızın geçerliliğine delâlet eder. Binaenaleyh bu ayetteki, “Ve ezinet lirabbihâ” deyimi de Cenab-ı Hakk'ın kudretinin o gökleri darmadağınık edişinde ve yok edişinde, hiçbir engel ve karşı koymayla karşılaşmayacağına delalet eder.

Ve Hukkat

Ayetteki “Ve hukkat” kelimesi, senin, “Falanca şuna müstehaktır, o buna layıktır ve bu onun hakkıdır.” manasında söylediğin, “Huve hakikka bihi” ve “Huve mahmahkukka bikezâ” deyimlerindendir, yani “O gök boyun eğmeye, karşı koymaya layıktır, bu onun hakkıdır, ona yakışan budur.”demektir. Çünkü gök bir cisimdir. Her cisim zatı gereği mümkin (varlık) varlıktır. Zatı gereği her mümkin varlığın kendi yapısına nisbetle varlığı da yokluğu da eşittir. Böyle olan herşeyin ise varlığının yokluğuna, veya yokluğunun varlığına tercih edilmesi mutlaka bir vacibü'l-vücud zatın tercih ve tesiriyle olur. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın kudretinin tesiri o “mümkin” varlığın, var ve yok edilişinde, asla kendisine karşı konulma olmaksızın, geçerli olur. “Mümkin” varlığın ise, bu tesiri kabul etmekten ve buna uygun olmaktan başka özelliği yoktur. İşte bu gibi varlıklar, bir vacibü'l-vücudun bazan var edişini bazan da yok edişini kabul etmeye uygundur.

Yerin Uzatılması

3

Cenab-ı Hakk'ın, “Yeryüzü uzatıldığı zaman ...” ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılır:

Bu ifade Arapların “Medde'ş-şey'u feemtedde” “Falan şu yeyi uzattı, o da uzandı” deyimlerinden alınmadır. Bu dağlarının kökünden sökülmesi suretiyle yeryüzünün yok edilmesi manasınadır. Nitekim Hak teâlâ “Sana dağları sorarlar. De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak...” (Taha, 20/105) buyurmuştur. Böylece Cenab-ı Hak, yeryüzünü dümdüz bir hale getirir. Yine bu tıpkı, (Allah dağların) yerlerini dümdüz bir toprak halinde bırakacak” (Taha, 20/106) ayetinde beyan edildiği gibidir. İbn Abbas'ın (radıyallahü anh) bu ayete, “Yeryüzü ip ile gerilmiş deri gibi, çekilip-uzatılır-gerilir” manasını verdiği rivayet edilmiştir. Çünkü deri böyle gerildiği zaman, hiçbir girintisi-çıkıntısı kalmaz, dümdüz hale gelir

Ayetteki bu kelime “Emeddehu” “onu uzattı” manasına gelen “Meddehu” kelimesindendir. Yani “O yeryüzünün alanı, mahlukatın hesap vermek üzere üzerinde durabilmesi için alabildiğine uzatılır...” demektir.

Bil ki, bu kelime ister “tef'il” den olsun, isterse “if'al” sığasından olsun, yeryüzünün her halukarda, mutlaka artırılması gereklidir. Çünkü canlıların en başından en sonuna kadar tümü, kıyamet gününde o yeryüzünün üzerinde duracakları için, onun, enine ve boyuna arttırılması gerilmesi gerekir.

Arz İçindekileri Çıkaracak

4

Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinde ne varsa atıp..." ifadesine gelince, bu, "Yeryüzü böylesine gerilip uzatıldığında, içindeki ölüleri ve hazineleri çıkarıp atar" demek olup, bu manasıyla bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Yeryüzü ağırlıklarını çıkardığında..." (Zilzal, 99/2), "Kabirler savrulduğunda..." (İnfitar, 82/4), "Kabirlerde bulunanlar savrulduğunda..." (Adiyat, 100/9) ve "Biz yeryüzünü, canlılar ve dirileri toplayan bir yer kılmadık mı?" (Mürselat, 77/25) ayetleri gibi olmuş olur.

"Bomboş Kaldığı..." İfadesi Hakkında

Ayetteki, "bomboş kaldığı..." ifadesine gelince bu, "içinde hiçbir şey kalmayacak bir biçimde alabildiğince boşaldığında..." demek olup, bu manasıyla bu kelime, "Yeryüzü, bu boşalma işinde, gücünü ve takatini son noktasına kadar kullanmıştır.." anlamındadır. Bu tıpkı, "Cömertlik ve merhamet hususunda, güçlerinin son noktasına çaba sarfedip, kendi tabiatlarında mevcut olanın üstünde bir gayret ve çaba arzetme külfetine girdiklerinde, “Tekerreme'l-kerimu, teharreme'r-rahimu” denilmesi gibidir. Bil ki, gerçek şu ki, Cenâb-ı Hak, bu nesneleri yeryüzünün içinden dışına çıkaracaktır. Ancak ne var ki, bu çıkarma işi, yeryüzüne, mecazi manada isnad edilmiştir.

Tekrar Meselesi

5

Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbini dinleyip boyun eğdiği zaman..." ifadesine gelince, bunun ne demek olduğu biraz önce açıklanmıştı. Ancak ne var ki, birinci ifade, semâ; bu ifade ise, yeryüzü hakkındadır. Kelamın kullanıldığı konular farklı farklı olunca, bu bir tekrar sayılmaz.

Rabbe Vasıl Olma Çilesi

6

"Ey insan, sen Rabbine kavuşuncaya kadar durmayıp didinceksin, nihayet O'na ulaşacaksın..."

Şartların Cevabı

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, bu sûrenin başından buraya kadar olan ifadeleri, bir şart cümlesi (cümleleri)dir. Binâenaleyh, bunların mutlaka bir cezası, cevabı olması gerekir. Alimler bu cevabın ne olduğu hususunda ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır.

1) Keşşaf sahibi şöyle der: "Burada, “İzâ” edatının cevabı, anlayan herkesin (hayal gücünü çalıştırarak) her şeyi anlayabilmesi için hazfedilmiştir. Böylece de bu, daha fazla korkutucu ve ürkütücü olmuştur."

2) Ferrâ ise şöyle der: "Burada bu şartın cevabı getirilmemiştir. Zira, şartın cevabının ne olacağı malumdur. Zira, bunun manası, Kur'ân'ın diğer ayetlerinde de defaatla geçmiştir. Dolayısıyla da maruf ve malum olmuştur. Ki, bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, “İnnâ enzelnâhu fi leyleti'l-Kadri” (Kadr, 97/1) ifadesidir. Burada “Huve” zamirinin mercii olan Kur'ân kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü, bu zamirin merciinin Kur'ân olduğu diğer yerlerde açık bir biçimde geçmektedir."

3) Bazı muhakkikler de şöyle demişlerdir. Bu şartın cevabı, “Femulakihi” ifâdesi olup, aradaki “Yâ eyyuhe'l-insânu inneke kâdihun” ifadesi ise, itiraziyye cümlesidir. Ve bu tıpkı, bir kimsenin "Şöyle şöyle olduğunda, ey insan, bu esnada yaptığın iyi ve kötü şeyleri görürsün..." demesi gibidir. İşte burada da böyledir. Buna göre kelamın takdiri, "Kıyamet günü olduğu zaman, insan ameliyle baş başa kalır" şeklindedir.

4) Ayette, bir takdim-tehir vardır. Buna göre adeta sanki, "Ey insan, sen, Rabbine doğru didineceksin. Derken, gök parça parça olduğunda, yarıldığında ve kıyamet koptuğunda ise, O'nunla karşılaşacaksın.." denilmek istenmiştir.

5) Kisâî, bu cevabın, “Feemmâ men utiye kitabehu(İnşikâk, 84/7) ifâdesi olduğunu; “Yâ eyyuhe'l-insânu inneke kâdihun” ifadesinin ise, araya giren bir cümle-i mu'tariza olduğunu, buna göre, kelamın takdiri manasının, "Gök yarıldığında ve şöyle şöyle ... olduğunda, kime de kitabı sağdan verilirse, şöyle şöyle; kime de kitabı arkasından verilirse şöyle olur..." şeklindedir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet benden size bir hidayet rehberi gelir de, kim de benim hidayetime tabi olursa, onlara korku yoktur..." (Bakara, 2/38) ayetidir.

6) Kâdî şöyle demiştir: "Şartın cevabı, “İnneke kâdihun” ifâdesinin delalet ettiği şeydir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey insan, yaptığını görüyorsun. Binâenaleyh, ahirette nimetler elde etmen için, bu gün için çalış çabala, didin" demek istemiştir."

"Ey insan" Hitabından Maksad

Cenâb-ı Hakk'ın “Yâ eyyuhe'l-insânu” "Ey insan..." hitabı hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu hitap ile bütün insanlar kastedilmiş olup, bu, bütün erkekler kastedilerek “Eyyuhe'r-raculu” "Ey adam..." denilmesi gibidir. Burada da böyledir. Böylece Cenâb-ı Hak adeta, bu hitabı, insanlığın her bir ferdine tahsis etmiş gibidir. Kaffâl böylesi ifadenin, lafzın, "umûm" oluşundan daha beliğ olacağını, zira, bu ifadenin, herbir ferde bizatihi hitap edilmişcesine bir tahsisin yerine geçeceğini, ama umûm ifade eden lafzın ise böyle olamayacağını söylemiştir.

2) Bu ifade ile, beli bir adam kastedilmiştir. Böyle olması halinde burada şu iki görüş ileri sürülebilir:

a) Bu ifade ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmiştir. Buna göre mana, "Ey Muhammed, sen, Allah'ın risaletini, sana yüklediği görevleri tebliğ hususunda O'nun kullarını irşad etmede ve (bu hususta) kafirlerden kaynaklanan zararları göğüslemede çalış çabala... Müjdeler olsun, sen işte bu amelinle, Allah'ın huzuruna çıkacaksın ve bu amelin O'nun katında zayi olmayacaktır.." şeklinde olur.

b) İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre bu ifadeyle, Ubeyy İbn Halef kastedilmiş olup, onun didinmesi ise, dünyayı elde etmede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyyet etmede ve küfründe ısrar etmesindeki çaba ve gayret göstermesi kastedilmiştir. Ama, doğru olanı ise, ayetteki bu ifadenin, genel (cins) manasına alınmasıdır. Çünkü bu manada alınması, daha çok mana temin eder. Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kime kitabı sağından verilirse..." ifadesiyle, "Kime kitabı arkasından verilirse..." ifadesi, o cinsin iki türü gibidirler. Bu ise, o ifadenin cins olması durumunda tam ve mükemmel olur.

"El-Kedhu" Kelimesi Hakkında

Ayetteki, “İnneke Kâdihun” hitabına gelince, bil ki, "el-kedhu" kelimesi, insanların, bir iş konusunda iyice çaba sarfetmesi ve bu gayretinin, o işte tesirini göstermesi anlamında olup, bu kullanılış, "Cildini tahriş etti.." manasında kullanılan, “kedeha cildehu” deyimindendir.

“İlâ Rabbike” "Rabbine Kadar" İfadesi Hakkında

Ayetteki, "Rabbine kadar" ifadesine gelince, bu hususta üç izah yapılabilir:

1) "Sen, Rabbine kavuşuncaya, yani ölünceye değin..." demektir. Bu da, "Bu çalışıp çabalaman, işte bu zamana kadar sürüp devam edecektir" demektir. Ben derim ki, bu açıklamada şöyle bir incelik vardır: Bu böyledir, zira, bu durum, insanın dünya hayatının ta başından sonuna kadar böyle zorluk, meşakkat ve yorgunluktan başını alamayacağını gösterir. Binâenaleyh, buradaki “İlâ” kelimesi, intihâ-i gaye (mesafenin sonunu bildiren) ve manaya geldiği için, bu, bu zorluğun ve güçlüğün, sürünme ve çabanın, dünya hayatının son bulmasıyla son bulacağına; bundan sonra ise, sırf saadet ve rahmet olan bir hayatın meydana geleceğine delalet eder ki, bu makuldür.

Çünkü, ahiretin dünyaya nisbeti, dünyanın, annenin rahmine olan nisbeti gibidir. Şimdi, "Ey cenin, sen, annenin rahminden ayrılıncaya değin çalışıp çabalayacaksın...” denilebileceği gibi, annenin rahminden ayrılıdıktan sonraki hal bundan önceki duruma nisbet edildiğinde, çalışıp çabalamadan o karanlıktan kurtulmuş ve beri olmuş olur. Binaenaleyh biz ölümünüzden sonra da, durumunuzun, böyle olmasını, Allah'ın lütfundan ötürü umarız..

2) Kaffâl şöyle demektedir: Ayetteki kelamın takdiri "Sen, dünyada, kendisi sebebiyle Rabbine ulaşacağın bir çaba ile çaba sarfetmektesin.." şeklindedir. Mananın böyle olması halinde, burada “İlâ” harfinin kullanılması güzel ve yerinde olmuş olur.

Buradaki “İlâ” kelimesi, "kedh.."ın, "sa'y" manasına olmasından dolayı gelmiş olması muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sen amelinle, Rabbine koşuyorsun..." demek istemiştir.

Rabbe Kavuşma

Ayetteki, “Femulâkihi” "Nihayet O'na kavuşacaksın..." ifadesi hakkında şu iki görüş ileri sürülebilir:

1) Zeccâc, "Rabbine mülakisin" ifadesi, "O'nun hükmüne ulaşacaksın, bundan kaçış yok.." anlamındadır" derken, diğerleri buradaki "hî" zamirini, "el-kadhu" ifadesine raci kılmışlardır. Ama ne var ki "kedh", sürekli olmayan, geçici bir amel ve iş demektir. Binâenaleyh, onunla mülaki olmak imkansızdır. Bundan dolayı, bunlara göre kastedilen mana, "içinde bu amellerin dökümü bulunan kitap ile, yani amel defteriyle karşılaşacaksın.." şeklinde olmalıdır. Bu açıklama, Cenâb-ı Hakk'ın, hemen bunun peşinden getirdiği, "Kime kitabı sağdan verilirse..." ifadesiyle de pekişmektedir.

Defteri Sağdan Verilenler

7

Âyetin tefsiri için bak:9

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"O vakit kitabı sağ eline verilen kimseye gelince, o kolayca bir hesab ile muhasebe edilecek. Ehline de sevinçle dönecek,.".

Bu, "Kime, amel defteri sağından verilirse, o, kolayca sigaya çekilecektir" demektir.

Sevfe Edatı Hakkında:

Bizzat Allah'ın kullandığı “Sevfe” edatı, vücub ifade eder. Ve bu, bir kimsenin tıpkı, "Bana tabi ol, sen hayır bulacaksın.." deyip de, bu sözüyle şekki değil, kelamı yumuşatmayı istemiş olmasına benzer.

"Hisâb-ı Yesîr" İfadesi Hakkında:

"Hisâb-ı yesîr" ise, kişiye, amellerinin arzedilmesi, böylece de kişinin o amellerinden, şunların taat şunların da masiyet olduğunu görmesi, sonra da kişiye taatlarından dolayı mükafaat verilmesi, günahlarının bağışlanmasıdır. İşte "hisâb-ı yesîr" budur. Çünkü, artık bu amel defterinin sahibine sıkıntı yoktur; bu işin münakaşası yapılmaz. Ona, "niçin yaptın?" denilmez, ondan bu konuda mazeret getirmesi, bunu delillendirmesi istenmez. Çünkü, bu kimseden bunlar istenince, o bir mazeret ve bir hüccet bulamaz da, böylece o perişan olur...

Ehl Kelimesi Hakkında:

Ama, işte o bu kolay muhasebeden sonra, ailesine, sevinçli ve mükafaat elde etmiş; ilahi azabtan da emin olmuş olan birisi olarak döner ki, buradaki, "ehl" ifadesiyle, cennetteki huri îynler ile, eğer mü'min iseler, eşleri ve çocukları kastedilmiştir. Böylece bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, hem cennetteki olan bu kimseye, hem de cennetteki ehline yakışan ve layık olan mükafaatları hazırladığına delalet etmektedir.

Konu İle İlgili Hadis Rivayetleri:

Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah'ın Resulünün, "Ey Allahım, beni kolay biçimde hesaba çek.." dediğini duydum, bunun üzerine ben,

"Kolay hesap nedir?" deyince, Hazret-i Peygamber,

"Kişinin kitabına bakılıp, günahlarının afvedilmesidir. Ama, bir kimsenin hesabı sıkı (ciddî) şekilde yapılırsa, bu kimse de helak olmuştur" demiştir.

Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Allah'ın Resulü,

"Hesabı ciddî şekilde yapılan kimse, helak olmuştur" buyurdu. Bunun üzerine ben,

"Ey Allah'ın Resulü, Allah, "Kime amel defteri sağdan verilirse, o kimse kolay biçimde muhasebe edilir" buyuruyor" dedim. O,

"Bu sadece bir arzdan ibarettir. Fakat sıkı şekilde hesaba çekilen kimseye azabolunur" buyurdular.

“Yuhâsibu” "Muhasebe Edilecek" Kelimesi Hakkında:

Ayetteki, “Yuhâsibu” "muhasebe edilecek" kelimesi ile ilgili bir müşkil vardır: "Çünkü "muhasebe" en az iki kişi arasında olur. Oysa kıyamet günü insanın, Rabbine karşı isteyeceği bir hakkı yoktur ki bir taraf olarak O'ndan hesap istesin? Buna şu şekilde cevap verilir: Kul "Allahım ben falanca günahı işledim" der. Böylece bu, Rabbi ile kulu arasında bir muhasebe olmuş olur. Bunun delili ise, Allahü teâlâ'nın kıyamette özellikle kafirlerle konuşmayacağını belirtmiş olmasıdır. Böylece bu, Hak teâlâ'nın, kendisine itaat edenlerle, itaatkar kulun da O'nunla konuşacağına delalet etmiş olur. Dolayısıyla da bu karşılıklı konuşma, bir muhasebe olmuş olur.

Defteri Arkadan Verilenler

10

Âyetin tefsiri için bak:11

11

"Ama kitabı arkasından verilen kimse, derhal helakini temennî edecek".

Müfessirlerin bu hususta şu izahları var:

Kelbî şöyle der: "Kitabın bu şekilde arkadan verilmesinin sebebi, bu kimsenin sağ elinin boynuna kelepçelenip, sol elinin de, arkasına çevrilmiş olmasıdır."

Mücâhid, "Bu kimsenin sol eli yerinden alınır ve arkasında kılınır" demiştir.

Bazı kimseler de şöyle derler: "Bu kimsenin yönü, ense tarafına çevrilir. O, kitabını bu halde alır."

Bu kimsenin kitabı, arka tarafından sol eline verilir. Çünkü bu kimse, o amel defterini, mü'minler gibi sağ tarafından almaya çabalayınca, bundan menedilir ve kitabı arkasından sol eline verilir.

Defteri Soldan ve Arkadan Verilenler:

İmdi, eğer, "Cenâb-ı Hak, Hakka Sûresi'nde, "Kime kitabı sol tarafından verilirse..." (Hakka, 69/25) buyurup, bu ayette "arkasından" demiştir?.." denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verilebilir:

1) Bu, biraz önce Kelbî'den de yaptığımız nakle göre, o kimseye amel defterinin, arka tarafından sol eline verilmesi manasına gelebilir:

2) Bunların bir kısmının amel defterleri solundan, bir kısmınınki de arkadan verilecektir.

“Subur” Kelimesi Hakkında:

Hak teâlâ'nın "Derhal helakini temenni edecek" cümlesine gelince, bil ki "subûr", helak manasınadır. Buna göre mana, "Bu kimseye amel defteri sağından verilmeyince, kendisinin cehennemliklerden olduğunu anlar da, "Helak olduk, yandık" der. Ferrâ şöyle demektedir: "Araplar, birisi “Velehfâhu” dediği zaman, "Falanca ah-vah ediyor" derler." Burada şöyle bir diğer izah daha yapılabilir ki bunu Kaffâl söylemiştir: Buradaki "subûr" kelimesi, Arapça'daki "müsâbere alâ şey" deyiminden olup, bu da, "bir şeye devam etmek" manasındadır. İşte bundan dolayı, ayrılmayan, hep öyle olacak birşey olduğu için, ahiret helakine "subûr" ismi verilmiştir. Bu tıpkı, "Şüphesiz o (cehennemin) azabı, daimi bir helaktir" (Furkan, 25/65) ayeti gibidir. Çünkü bu ayetteki "garâm'ın asıl manası, ayrılmamak, helak etmektir.

Ateşe Girecek

12

"O şiddetli ateşe girecek".

Bu ayetle ilgili olarak iki mesele vardır:

Saliye Kelimesi Hakkında

Arapça'da “Saliye'l-Kâfiru'n-nâra” "Kafir ateşe girdi" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, “Veseyeslevne seirâ” "Onlar, o ateşe girecekler" (Nisa, 4/10); “Nuslihi cehenneme” "Onu cehenneme sokacağız" (Nisa, 4/115); “ İllâ men huve sâli'l-cehimi” "Ancak cehenneme girecek olan müstesna" (Sâffât, 37/163) ve "O cehenneme ancak, tekzib edip yüz çeviren şakiler girer" “Yeslâ” (Leyl, 92/15-16) buyurmuştur. Buna göre mana şöyledir: "Kitabı arka tarafından sol eline verildiği zaman, o kişi, "Helak oldum, yandım" diye bağırır. Sonra da cehenneme atılır ve orada da yine, "Yandık, helak olduk" diye bağırmaya başlar. Çünkü Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "Onlar orada, subûr (helak) diye bağırırlar" (Furkan, 25/13) buyurmuştur." Çünkü bu ayetler, birbirlerine zıt değildirler. Bu iki ayet birlikte ele alınır. Buna göre, bu kimseler cehenneme girmezden önce de, girdikten sonra da böyle çağırır. Hem cehennemden, hem de cehenneme yaklaştıran söz ve fiillerden Allah'a sığınır.

Kıraat Farkı

Asım, Hamza ve Ebû Amr, fiili, yâ'nın dammesiyle ve şeddesiz olarak, “Yuslâ” "sokulur" sekilinde okumuşlardır ki bu tıpkı “Ve nuslihi cehenneme” (Nisa, 4/115) ayetinde olduğu gibidir.

Bu da meşhur kıraata uygundur. Çünkü cehennemlik cehenneme sokulduğunda, oraya girmiş olur. İbn-i Amir, Nâfî ve Kisâî de, bunu, yâ'nın dammesiyle ve şeddeli olarak, “Yusallâ” "sokulur" şeklinde okumuşlardır. Buna göre bu, “tesliyete cahimin” "cehenneme sokuluş..." (Vâkıa, 56/94) ve “Summe'l-cehime sallu” "Sonra da cehenneme sokun onu" (Hakka, 69/31) ayetlerinde olduğu gibidir.

Dünyada Sevinçli İdi

13

"Çünkü o, ailesi içinde bir şımankdı" .

Kaffâl bu hususta şu iki izahı yapmıştır:

1) Bu, "O, ibadetleri edâ etmeden ve namaz, oruç, cihad gibi farzların sıkıntılarına katlanmadan ötürü meydana gelen yorgunluklardan azade, nimetlere garkolmuş, isyanlara dalmış, hesab-mükafaat ve cezadan kendisini uzak hissetmiş, Allah'tan korkmayan ve Allah'la karşılaşacağına hiç ihtimal vermeyen biri idi. Ama Allahü teâlâ, onun bu geçici sevinç ve şımarıklığını, hiç kesilmeyen bir kedere çevirmiştir. Kendisine amel defteri sağ tarafından verilen mü'min ise, günahlardan sakınan, kendisini ilahi azabtan emin hissetmeyen, dünyada iken ailesi içinde mesrur (sevinçli) olmayan kimse idi. Allahü teâlâ bu kimseyi ise, ahirette sevinçli kılmış, o geçici-dünyevî keder ve üzüntülerine karşılık, ardı arkası kesilmeyen sevinçler vermiştir" demektir.

2) Ayetin bu ifadesi, "Ailelerine döndükleri vakit, zevk duyarak dönerlerdi" (Mutaffifîn, 83/31) ayeti gibi olup, "Onlar, dünyada iken çeşitli nimetlere garkolmuşlardı ve sürdürdükleri küfürleri beğeniyorlardı" demektir. Aynen bunun gibi, bu ayette de mananın şu şekilde olması mümkündür: "O kimseler, üzerlerinde bulunup-sürdürdükleri, küfür, dirilişi inkar gibi haller ile, ailesi arasında mesrur idi. Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye iman edip de hesab gününü tasdik edenlerle alay edip duruyorlardı." Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Dünya mü'minin hasiphanesi, kafirin ise cennetidir" Keşfü'l -Hafa, 1/411. buyurduğu rivayet edilmiştir.

Kafir Dirilmeyeceğini Sanır

14

Âyetin tefsiri için bak:15

15

"Çünkü o, asla dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır hayır. Çünkü Rabbi onu çok iyi görendir"

Bil ki “Hurun” kelimesi, “dönmek” demek olup, “mehar” da, merci ve masir (dönüş) manasınadır. İbn Abbas'ın (radıyallahü anh), Ben bir bedevi kadının kızına, “Dön” manasında “Huri” dediğini duyana kadar, bu kelimenin manasını bilemiyordum” dediği rivayet edilmiştir. Kaffal da, bazı kimselerin, "Hûr"un, kişinin üzerinde bulunduğu halden dönmesi manasına geldiğini söylediklerini nakletmiştir. Bu tıpkı Arapların, biraraya gelip, ittifak ettikten sonra, "Bu ittifaktan geri dönmekten, ahde vefasızlıktan Allah'a sığınırız" manasında “Neuzu billahi mine'l-havri ba'de'l-kevri” demeleri gibidir. Binâenaleyh birinci izaha göre ayetin manası, "Bu kimse ahirete dönmeyeceğini, yani öldükten sonra kesinlikle diriltilmeyeceğini sanıyordu" şeklinde olur. Mukâtil ve İbn Abbas (radıyallahü anh) bu kelimeye "O, Allah'a döndürülmeyeceğini zannediyordu" manasını vermişlerdir. İkinci izaha göre ise, ayetin manası "Bu kimse, dünyada iken içinde bulunduğu bu sevinç ve nimetlerin, aksine bir duruma döndürülmeyeceğini sanıyordu" şeklinde olur.

“Belâ” İfadesi Hakkında:

Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Belâ” "Hayır, hayır" demiştir ki bu, "O kimse elbette, öldükten sonra yeniden diriltilecek" demektir. Önceki ifadenin ikinci izahına göre ise bu, "Allahü teâlâ o kimsenin sevincini, kesilmeyen bir üzüntüye; nimetini de sonsuz bir belaya çevirecektir" demek olur.

"Çünkü Rabbi Onu Çok İyi Görendir" İfadesi Hakkında:

Hak teâlâ'nın "Çünkü Rabbi onu çok iyi görendir" ifadesine, Kelbî, "Hak teâlâ bu kimseyi, yarattığı tâ ilk günden, öldükten sonra diriltileceği güne kadar, görür-bilir" manasını verirken, Atâ, "O, tâ levh-i mahfuz'da bu kişinin şakî (bedbaht) olduğunu biliyordu" manasını vermiştir. Mukatil ise, "Kendisinin bunu öldükten sonra ne zaman diriltileceğini biliyordu" manasını vermiştir. Zeccâc da buna, "Allah, bu kimsenin dönüp-dolaşıp neticede Kendisine (huzuruna) geleceğini biliyordu" manasını vermişlerdir. Fakat bu manalarda, tam bir mana yoktur.

Manası olan ise, Kaffâl'ın ileri sürdüğü şu iki manadadır:

1) "Rabbi, onu ileride cezalandıracağını biliyordu."

2) "Rabbi, onun küfür ve isyanlarda bulunacağını biliyordu. Binâenaleyh hikmeti gereği, bu kimseyi ihmal edip de kötü amellerine karşılık ceza vermemesi caiz değildir." İşte bu mana, bütün mükellefleri, her türlü günahı işlemekten alıkoyan ve caydıran bir manadır.

Halden Hale Geçeceksiniz

16

"İşte yemin olsun o şafağa ve o geceye ve onun derleyip topladığı şeye, toplu bir hale geldiği zaman aya yemin olsun ki, siz hiç şüphesiz o halden bu hale bineceksiniz. Öyle ise onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar".

Kasemin İzahı

Ayetteki, “İşte yemin olsun o şafağa” ifadesiyle ilgili şöyle birkaç mesele var:

“Lâ” Edatı Hakkında

Bu bir yemindir. Başındaki “Lâ” edatı ile ilgili izahı, Kıyame sûresi, 1. ayetin tefsirinde ele aldık. Orada bahsedilen izahlardan birisi de, bu edatın, ne bir nefiy (olumsuzluk edatî), ne de kasem (yemin)den önce gelmiş-geçmiş bir söze, bir iddiaya verilen bir cevap oluşudur. Bu izahın, bu ayetteki durumu açıktır. Çünkü Allahü teâlâ bu ayetten önce, müşriklerin öldükten sonra dîrilmeyeceklerini sandıklarından bahsetmiştir. Binâenaleyh bu ayetin başındaki “Lâ” edatı, o görüşe verilen bir cevaptır ve böyle bir zannın geçersizliğini ortaya koymaktadır. Hak teâlâ, bundan sonra söze, "Yemin olsun o şafağa..." diye başlamıştır.

Yemin Edilen Şey

Daha önceden, bu nesnelere mi, yoksa bu nesneleri yaratana mı yemin edildiği konusunda alimlerin ihtilafını ve kelamcıların, burada aslında, şafağa değil, mahzuf olarak, şafâğın Rabbine yemin edildiğini iddia ettiklerini biliyoruz. Zira, insanın, Allah'tan başkasına yemin etmesi hususunda yasak bulunduğu malumdur.

Şafak ve İşfak Kelimeleri Hakkında

Bu mesele “şafak” lafzının terkibi hususunda olup, bu kelime Arapça'da, aslında, bir şeyin İnceliğini, ince oluşunu ifade için kullanılır. Mesela, dokunulamayacak derecede ince olan bir elbise için, “Sevb şefak” denildiği gbi, bayağı ve değersiz şeyler için de, aynen, “Şefak” ifâdesi kullanılır. Yine, birisi birisine acıyıp, onun hakkında kalbi rikkate geldiği zaman, “Eşfeka aleyhi” deyimi kullanıldığı gibi, kalbin rikkati manasında da, "şefkat" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra ulema, bu kelimenin, güneşin batımından sonra, güneşin ufukta kalan izine bir ad olarak verildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne var ki, nakledildiğine göre Mücâhid, bu kelimeye, "gündüz" manası vermiştir. Belki de Mücâhid, bu fikre, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeye "leyl-gece" kelimesini atfetmesi, dolayısıyla, önce zikredilenin de "gündüz" olması gerektiğine inandığı için varmıştır. O halde, bu izaha göre bu demektir ki, buradaki "kasem" biri insanlar için geçim zamanı, diğeri de istirahat zamanı olan ve alemin işlerinin kendileri sayesinde meydana geldiği gece ve gündüze yapılmış olur. Derken, bundan sonra ulema, kendi arasında, ihtilaf etmiştir. Bu cümleden olarak, hemen hemen ulemanın tümü, şafağın (ufuktaki) kırmızılık olduğu, kanaatipe varmışlardır ki, bu, İbn Abbas, Kelbî ve Mukâtil'in görüşü olup, dilcilerden de Leys, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşüdür. Keşşaf sahibi, "Ebû Hanife'nin iki rivayetinden birinde kendisinden rivayet edilen görüşü hariç, bu, bütün alimlerin görüşüdür. Zira, Ebû Hanife'den rivayet edilen diğer görüşe göre, "şafak", "kırmızılık" değil, "beyazlık"tır. Ama, Esed ibn Amr, Ebû Hanife'nin bu görüşünden vaz geçtiğini rivayet eder" der. Alimler, bu kelimenin, ufuktaki kırmızılık anlamına geldiği hususunda şu delilleri zikretmişlerdir:

1) Ferrâ şöyle der: "Bir Arabtan, şöyle dediğini duydum. Falancanın üzerinde, boyanmış bir elbise vardı. Bu adetâ, şafak gibiydi ve kıpkırmızıydı." O sözüne devarnla, "İşte bu, "şafak" kelimesinin "kırmızılık" manasına geldiğine delalet eder" der.

2) Cenâb-ı Hak, şafağı, yatsının son vakti kılmıştır Binâenâleyh burada nazar-ı dikkate alınmış olan şeyin, "beyazlık" değil, "kırmızılık" olması gerekir. Çünkü, beyazlığın müddeti uzar ve şafakta kalışı da uzun sürer. Ama "kırmızılık" güneşin, ufukta kalan izi ve ışığı olduğuna göre, güneş ufuktan uzaklaşınca, bu kırmızılık hemen gidiverir.

3) "Şafak" kelimesinin iştikakı, "incelik" kökünden olup, güneşin batmasını müteakip, ışığın da incelmeye ve zayıflamaya başladığında şüphe olmadığına göre, ufuktaki o kırmızılık, "şafak" olmuş olur.

Geceye Kasem

Cenâb-ı Hakk'ın,

17

"O geceye ve onun derlenip toparlandığı şeye ... yemin olsun"

ifadesine gelince,

“Veseka” Kelimesi Hakkında:

Dilciler şöyle demektedirler: “Veseka” kelimesi, "topladı" anlamındadır. Ölçülen tartılan ve bir araya getirilmiş olan yiyeceklere, vesk denilmesi de bu anlamdadır. Daha sonra bu kelime, "yük"e verilen ad olmuştur. Daha sonra, "bir araya gelip toplandı" anlamında, “İstevsekati'l-ibilu” "Çoban o develeri topladı" anlamında da “Er-rai yesikuha” ifâdeleri kullanılır. Keşşaf sahibi şöyle der: Arapça'da, “Vesekahu, Fetteseka, Vestevseka” kelimeleri kullanılır ki, "ifte'ale ve istef'ale" babının mutavaat olarak kullanılması hususunda bu fiilin bir benzeri de “İttesea vestevsea” "genişledi" ifadesidir.

Manaya gelince

Kaffâl şöyle demektedir: Müfessirlerin görüşlerinin tümü, onların, Cenâb-ı Hakk'ın “Vemâ veseka” ifadesini, "yıldız, canlılardan geri dönüşleri ve haşeratın yuvalarına rücu etmeleri gibi, gecenin toplayıp kapsadığı şeylerin tümünü ifade etmesi" manasına aldıklarına delalet eder. Sonra, ayetin bu ifadesi, gecenin bunları kapsayışından dolayı, tüm bu nesnelere işaret olmuş olması muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, bütün mahlukata yemin etmiş gibi olur. Ve bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, gördüğünüz ve görmediğiniz her şeye yemin ederim... " (Hakka, 69/38-39) ayeti gibi olmuş olur.

Said ibn Cübeyr ise, bu ifadeye, "geceleyin yapılanlar" manasını vermiştir. Bu sebeple, Kaffâl, "Bu ifadenin, Cenâb-ı Hakk'ın kullarının teheccüdleri olması muhtemeldir. Zira Allahü teâlâ, bununla, seher vaktinde istiğfarda bulunan kullarını medhetmiştir. Bu sebeple, Cenâb-ı Hakk'ın bunlara, bu kulların fiillerine yemin etmiş olması muhtemeldir" demiştir. Biz, gecenin bütün bunları içine aldığını söyledik. Zira gecenin karanlığı, dağları, denizleri, ağaçları ve bütün canlıları sarıp kuşatmaktadır. Bu sebeple pek yerinde olarak gece, bütün bunları içine almıştır" denilebilir.

Cenâb-ı Hakk'ın,

18

"Toplu bir hale geldiği zaman aya..."

ifadesine gelince, bil ki, kelime aslında, "bir araya gelip toplanmak" anlamlarına gelir. Zira, Arapça'da “Vasaltuhu fettesale” denildiği gibi, “Vesaktuhu fetteseka” da denilir. Ki, bunlar, "topladım, onlar da toplandı" demektir. Yine, "falancanın işleri yolundadır" manasında “Umuru fulanin mutsikatun” denilir ve bu tıpkı, "Falancanın işleri muntazamdır" denilmesi gibidir. Ehl-i meânî'ye gelince, İbn Abbas, “İza'tteseka” ifadesine, "düzgün olduğunda, bir araya geldiğinde, tamamlanıp tekamül ettiğinde, tam olduğunda, bedir haline geldiğinde (dolunay)..." manalarını vermiştir. Ki bu ayın onüçüncü geceden onaltıncı geceye dair olan halidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisine kasem edilenleri zikrettikten sonra, bunup peşinden hangi hakikate kasem ettiğini de dile getirerek,

19

"Siz hiç şüphesiz o halden bu hale bineceksiniz..."

buyurmuştur.

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

“Leterkebunne” Kelimesinin Kıraat Farkları

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey insan..." (İnşikak, 84/6) ifadesinde "insan"a bir hitap olmak üzere, bu ifade “Leterkebenne” "bineceksin" şeklinde de okunmuştur. Yine, insan cinsine hitap edilerek, damme ile, “Leterkebunne” "bineceksiniz" şeklinde de okunmuştur. Çünkü, Cehâb-ı Hakk'ın Inşikâk: 84/6. ayetteki "insan" sözü, cins ifade etmektedir. Kişinin nefsi muhatap alınarak, kesre ile “Leterkebinne” "ey nefs, gireceksin..." şeklinde okuduğu gibi, "insan" kabul edilerek, gaib sigasıyla, yâ ile, “Letirkebne” şeklinde de okunmuştur.

Tabak ve Tabaka Kelimeleri Hakkında

et-tabak, başka şeye uyan, mutabık olan demektir. Nitekim Arapça'da, "Bu ona uymuyor" anlamında “Mâ haza yetbeku kezâ” Yine, "örtüye", "tabak" denilmesi de, bunun gibidir. "Yer kürenin tabakaları" ifadeleri ise, "birbirine uyan, mutabık olan katlar, tabakalar" anlamındadır. Yine, başkasına uyan ve mutabık olan duruma, "et-tabak" ifadesi kullanılır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, “Tabakan an tabak” ifâdesi böyle olup, bu, "şiddet ve dehşette herbiri diğerine uygun olan hal üstüne hale gireceksiniz..." denilmesi de böyledir. Bu kelimelerin “Tabakaten” kelimesinin çoğulu olması da mümkündür.

"Tabaka" ise, derece manasına gelip, bu da Arapların, "O, üstün dereceler üstündedir..." demelerine varıp dayanır. Buna göre ayetin manası, "Ey insan, sizler, şiddet bakımından birbirinden daha büyük olan, üstüste gelen muhtelif hallere uğrayacak, bineceksiniz... Ki bu haller de, kişinin ölümü ile, ondan sonra gelecek olan kıyamet dehşetleridir" şeklindedir.

Biz şimdi, müfessirlerin bu konudaki görüşlerini ele alıyor ve şöyle diyoruz: Bu fiilin, bâ'nın ref'i ile okunması halinde bu, topluma hitap olup, bu hususta da şu muhtemel izahlar yapılabilir:

1) Mana, "Ey insan, (insanlar), sen (siz), bir halden sonra başka bir hale; bir durumdan sonra başka bir duruma; bir mertebeden sonra başka bir mertebeye gireceksiniz, bineceksiniz. Ta ki bu durum, cennet ya da cehennem gibi, insanın lehine ya da aleyhine olarak verilen bir hükmün karar kılmasına değin böyle sürecektir. Bu durumda, ya mükafaat yahut da ceza yurdunda devamlı ve sürekli kalış meydana gelir" demektir. Bu toplamın içine, insanın, nutfe halinden itibaren normal bir şahıs haline gelip, sonra ölüp, derken, "Berzah" alemine intikal edip, sonra hasredilip, derken de, ya cennete, ya da cehenneme nakledilmesine kadar geçen haller dahildir.

2) Ayetin manası şöyledir: "İnsanlar, kıyamet gününde, çeşitli hallerle, çeşitli sıkıntılarla karşılaşırlar. İşte bu sebeple, onlar sanki öldükten sonra dirilmeyi inkar etmişler de, bunun üzerine Allahü teâlâ, öldükten sonra dirilmenin olacağı, insanların, hesap verip de, derken herbirinin kendisi için hazırlanan cennete veya cehenneme geçişlerine değin, çeşitli sıkıntılarla, çeşitli güçlüklerle karşılaşacaklarına yemin etmiştir. Ki bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, Rabbime andolsun ki, siz mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da yaptığınız şeyler mutlaka size haber verilecektir" (Teğabün, 64/7) "İş kızıştığı gün..." (Müzzemmil, 73/17) ayetleri gibidir.

3) Ayetin manası şöyledir: İnsanların kıyamet günündeki halleri, dünyadakinin aksine olur. Binâenaleyh, dünyada iken kendisine kıymet verilmeyen kimseler ahirette üstün olur; kıymet verilenler ise alçalır. Dünyada iken (kâfir olduğu halde) nimetler içinde olan kimse, bedbaht; dünyada, mü'min olduğu halde bedbaht, fakir olan kimse de, ahirette nimetler içinde yüzer. Ve bu, bu yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı, "O gün, (kimilerini) alçaltır, (kimilerini de) yükseltir... " (Vâkıa, 56/3) ayeti gibi olmuş olur. Bu tefsir ve tevil, bu ayetten önceki ifadeye uygun düşer. Çünkü Allahü teâlâ, amel defteri arkasından verilenlerin durumunu, bu kimsenin dünyada iken kendi ehli içinde iken mesrur ve şımarık olduğunu; artık asla diriltilmeyeceğini sandığını belirtince, bu kimsenin, öldükten sonra diriltileceğini haber vermiş, sonra da, insanların ahirette, dünyadakinin aksine, çeşitli hallere sokulacaklarına yemin etmiştir.

4) Ayeti kerimenin manası, "sizler, sizden önce geçmiş olan ümmetlerin nübüvvveti ve kıyameti yalanlamaları sebebiyle bunlara verilen cezalara duçar olacaksınız..." şeklindedir.

Bu fiilin, bâ'nın fethası ile “Leterkebenne” şeklinde okunması halinde, bu hususta şu iki görüş ileri sürülebilir:

Birinci Görüş: Bu görüşe göre, ayetteki bu ifade, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmış olan bir hitaptır. Böyle olması halinde, alimler şu iki izahı yapmışlardır:

1) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendisinin, öldükten sonra dirilmeyi inkar eden o müşriklere galip geleceğini ve üstün olacağı müjdesini vermektir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiştir: "Ey Muhammed, yemin ederim ki sen, halden hale, sıkıntıdan sıkıntıya düşeceksin. Derken bu iş, senin için güzel olan bir netice ile sonuçlanacak. Binâenaleyh, onların yalanlamaları ve küfürlerindeki bocalayıp duruşları, seni mahzun etmesin.

Buna yakın olan bir başka izah da şudur: "Hazret-i Peygamber, korku ve şiddet halinden sonra, zafer ve üstünlük haline çıkarılmıştır." Bu üçüncü ihtimale göre, mana, "Allahü teâlâ, müşriklerin yerine, sana müslüman yardımcılar verecektir." Bu mana, Arapların, “Tabakâtu'n-nâs” "İnsanların mertebe ve dereceleri" şeklindeki sözlerinin mecazi olan anlamına göredir. Bu tefsir ve tevil, bu ifadeyi, bâ'nın dammesi ile okuyanlara göre uygun olur. Buna göre bu ifade, müslümanlara, kafirler sebebiyle karşılaştıkları o sıkıntılı hallerden sonra, durumlarının değişeceğini ve düşmanlarına üstün geleceklerini bildirmek için yapılmış bir hitap olup, bu yönüyle bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Sizler muhakkak ki, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız..." (Al-i İmran, 3/186) ayeti gibi olmuştur.

2) Bunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, göklerin melekutunu müşahede etmesi ve meleklerin de göklerde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tazimde bulunması için, O'nun, göklere yükseltileceğinin bir müjdesi olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Ey Muhammed, sen, göklerin tüm katlarına bindirileceksin, yani gezdirileceksin..." şeklinde olur. Zira, Allah, göklerin yedi tabaka olduğunu belirtmiştir. Allahü teâlâ bu hususu, İsrâ (Mi'râc) gecesinde gerçekleştirmiştir; bu mana, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'dan mervidir.

3) "Ey Muhammed, sen, Allah'a yaklaşma hususunda, derece derece mertebe mertebe yükseltileceksin..." demektir.

İkinci Görüş: Bu görüş de, yine bâ harfinin fetha olmasına göredir. Bu ayet, gökler ve göklerin, bir halden başka bir hale gelişi hakkındadır. Buna göre mana, "Kıyamet gününde gökler, halden hale geçeceklerdir" demektir. Bu böyledir, zira gökler, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Semâ yarıldığmda..." (Inşikâk, 84/1) buyurduğu gibi önce yarılır; derken, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gök çatladığında..." (İnfitar, 82/1) buyurduğu gibi çatlar, daha sonra, "sahtiyan gibi bir gül..." (Rahman, 55/37) halini alır, daha sonra da, Kur'ân'ın pekçok ayetinde de bahsedildiği üzere, bir maden eriyiği gibi (Kehf, 18/29) olur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, bu sûrenin başında, göklerin yarıldığını belirtmiş, sonunda da, bir takım hallerden başka bir takım hallere geçeceklerine yemin etmiştir. Bu izah da, İbn Mes'ûd'dan mervidir.

“An Tabak” İfadesi Hakkında

Ayetteki “An tabak” ifâdesi, “Ba'de tabakin” demek olup, bu tıpkı şairin "Hiç durmadan bir pınardan diğerine (ya da bir konaktan diğerine) gittim... Derken, Abdulvâhid'in kapısını tıklattım..." ifadesinde olduğu gibidir. Bunun izahı şudur: İnsan bir halden başka bir hale geçince, ikinci hale, birincisinden sonra geçmiş olur. Binâenaleyh bu demektir ki, hem “Ba'de” hem de “An” edatları "takib"i ifade için kullanılabilir. Bir de “An” lafzı, bu'd (uzaklık) ve mücaveze (geçişi) ifade eder. Dolayısıyla da bu yönüyle “An” edatı, “Ba'de” edatına benzer olmuş olur.

Hak teâlâ'nın

20

"Öyleyse onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar"

ifadesi ile ilgili olarak iki mesele var:

Ayetin Açıklaması

Doğruya en yakın olan, bu ifadeyle, "Onlara da ne oluyor ki, öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin olacağına iman etmiyorlar" manasının kastedilmiş olmasıdır. Çünkü Allahü teâlâ, kafirlerin öldükten sonra dirilmenin olmayacağını düşündüklerini anlatmış, daha sonra da bunun kesin olarak olacağını bildirmiştir. Binâenaleyh bundan sonra, "Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar" buyurunca, bu, "Onlara da ne oluyor ki, öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin olacağına iman etmiyorlar" manasının kastedildiğine delalet etmiş olur.

"Bundan sonra bil ki Hak teâlâ'nın bu ifadesi, bir istifham-ı İnkaridir. Bir istifham-ı inkârinin ise, ancak deliller apaçık ortaya konulup bütün şüpheler bertaraf edildiği zaman kullanılması yerinde ve güzel olur. İşte buradaki durum da böyledir. Zira Hak teâlâ, göklerde ve yerde meydana gelen değişikliklere yemin etmiştir. Çünkü şafak, hem kendisinden önceki duruma yani gündüzün aydınlığına, hem de kendinden sonraki duruma, yani gecenin karanlığına ters bir durumdur. Hak teâlâ'nın, "O geceye ve onun derleyip topladığı şeye... " (Inşikâk, 84/17) ifadesi de böyledir. Çünkü bu, aydınlıktan sonra bir karanlığın peydah olduğuna ve canlıların uyanıklık halinden uyku haline geçtiklerine, yani bir değişikliğe delalet etmektedir. Keza Hak teâlâ'nın, "Toplu bir hale geldiği zaman aya..." (Inşikâk, 84/18) ifadesi de böyledir. Çünkü bu, bir noksanlıktan (incelişten) sonra, ayın dolunay haline gelişine yani bir değişikliğe delalet eder. Şimdi Allahü teâlâ bu değişen durumlara, mahlukatın hallerinin değişken oluşundan dolayı yemin etmiştir ki bu da, öldükten sonra dirilme inancının kesinkes doğru olduğuna delalet eder. Çünkü gerek ulvî (göksel) gerek süflî (yersel) kütleleri, kulların menfaati açısından, bir halden diğer bir hale, bir sıfattan diğer bir sıfata değiştirmeye kadir olanın, aslında, mutlaka ve mutlaka bütün mümkünata kadir ve bütün malumata âlim bir zat olması gerekir. Böyle olan zatın ise, hiç şüphesiz öldükten sonra diriltmeye ve kıyameti kopartmaya kadir olması gerekir. Binâenaleyh tefsir etmekte olduğumuz bu ayetten önceki ayetler, öldükten sonra dirilişin ve kıyametin olabilirliğine kesinkes delalet eden akli deliller gibi olunca, bu inkarın uzak bir iş olduğunu belirtmek için, "Öyleyse onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar" buyurulmuştur.

Kâdi'nin Ayet Hakkındaki Görüşü

Kâdî "Hakîm bir zatın iman etmekten aciz olan kimselere, "Onlara da ne oluyor ki iman etmiyorlar" demesi caiz değildir. Şu halde, Hak teâlâ böyle dediğine göre bu, iman edecek şahısların, imana kadir olduklarını gösterir ki bu da, "istitaa kable'l-fiil" yani bir işi yapmazdan önce, o işe dair güç ve kudretin kişilerde mevcut olduğunu, kişilerin kendi fiillerini yaratanlar olduğunu gösterir. Binâenaleyh bu ayet, kendisinde başka bir ihtimal (mana) bulunmayan, muhkem ayetlerdendir" demiştir. Buna cevab, daha önce defalarca verildi.

Kur'ân'ın Belağati Önünde Eğilme

21

"Kendilerine Kur'ân okunduğu zaman, secde etmiyorlar".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Allah (c.c.) Secde Etmeyen Müşrikleri Yadırgamıştır

Bu Araplar, fesahat ve belagat erbabı (edîb) kimselerdi. Binâenaleyh Kur'ân'ı dinlerlerken, mutlaka ve mutlaka onun bir mucize olduğunu bilmiş olmaları gerekir. Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğru olduğunu ve ilahi emir ve yasaklar konusunda ona boyun eğmenin vacib olduğunu bildiklerine göre, Allahü teâlâ, onların, Kur'ân'ı dinledikleri zaman, secde etmeyip, taatta bulunmayışlarını yadırgamıştır.

Ayetteki Secdeden Maksat:

İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Ata, Kabî ve Mukâtil, buradaki "secde" ile "namaz'ın kastedildiğini söylerlerken, Ebû Müslim, "boyun etmek ve itaat etmek" manasının kastedildiğini söylemiştir. Diğer bazıları da, "Tam aksine,bu ifadeyle, diğer (benzeri) ayetlerde olduğu gibi, bizzat secde etme manası kastedilmiştir. Nitekim bu da, secde ayetlerindendir" demişlerdir.

Nüzul Sebebi:

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir gün “Allah'a secde et ve yaklaş” (Alak, 96/19) ayetini okuyunca, hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem yanında olan mü'minler secde etmişlerdi. Kureyşliler ise, onların etrafında, el çırpıp ıslık çalmışlardı. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil olmuştur.

Tilavet Secdesi

Ebû Hanife, secdenin farz oluşuna, bu ayet ile şu iki bakımdan istidlalde bulunmuştur:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in fiili, tilâvet secdesinin farz olduğunu gösterir. Çünkü Hak teâlâ, "O (peygambere) uyun" (Araf, 7/158) buyurmuştur.

2) Allahü teâlâ secde ayetini dinleyip de secde etmeyenleri kınamıştır. Yapılmadığı zaman kınama sebebi olduğuna göre, bu durum, tilavet secdesinin farz olduğuna delalet eder.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kanaatına göre, mufassal sûrelerde hiçbir secde ayeti yoktur. Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'nin ise, bu ayet okunduğunda secde ettiği ve "Allah'a yemin olsun ki, ben bu ayet okunduğunda daha önce secde etmezdim. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu ayet okununca secde ettiğini gördükten sonra, ben de secde etmeye başladım" dediği rivayet edilmiştir. Yine Hazret-i Enes (radıyallahü anh)'in de, "Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman'ın arkalarında namaz kıldım. Hepsi bu ayette secde ediyordu" dediği rivayet edilmiştir. Hasan el-Basrî'den, bu ayette secdenin farz olmadığı rivayet edilmiştir.

Tekzibin Sebebi

22

"Bilakis o kafirler yalanlarlar" .

Bu, "İman etmeyi gerektiren deliller, çok net ve açık olmasına rağmen, kafirler atalarını taklit ettikleri için, yahut hasedlerinden dolayı yahut iman ettiklerini ortaya koyduklarında dünyevi bir takım makam ve menfaatlerin ellerinden çıkacağı endişesiyle (bile bile) bu delilleri yalanlamışlardır" demektir.

23

"Halbuki Allah onların gizledikleri şeyleri en iyi bilendir.”

Ayetteki, “Yuune” fiilinin aslı "viâ" (kap) kökündendir. Nitekim "onu kaba koyup, korudum" manasında, “Ev'aytu'ş-şey'u” denilir. Hak teâlâ da, “Vecemea feev'a” "Biriktirdi ve (kaplarda) muhafaza etti" (Mearic, 70/18) buyurmuştur. Allah, onların kalblerinde sakladıkları, şirk ve yalanlamalarını en iyi bilendir. Dolayısıyla da kalblerindeki bu inanç ve düşüncelere, hem dünyada, hem ahirette karşılık verendir.

24

"Binâenaleyh sen onları elem verici bir azabla müjdele!" .

Bu, "yalanlamalarına ve înkarlarına karşılık hak ettikleri elem verici bir azabı müjdele" demektir.

Mü'minlerin Bitmeyen Mükafaatı

25

"İman edip de salih ameller işleyenler müstesna... Onlar için bitip tükenmeyen kir mükafaat var".

Bu ayetle ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:

1) Keşşaf sahibi, buradaki "müstesna"nın, "müstesna-yı munkatı" olduğunu söylerlerken,

2) Ekseri alimler bu ayetteki mananın, "Onlardan tevbe edenler müstesna..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Her nekadar bunlar şu anda kafir iseler de, her nezaman tevbe ve iman edip, salih amellere dönerlerse, yine bunlar için de o ecir, yani büyük mükafaat vardır" (Dolayısıyla bu, müstesna-yı muttasıldır).

Gayr-ı Memnun

Ayetteki, “Gayr-ı memnun” ifadesinin manası hususunda da şu izahlar yapılmıştır: Bu mükafaat, onlara,

1) Başa kakılmaksızın ve eziyet edilmeksizin,

2) Kesintiye uğratmaksızın,

3) Boğaza takılmayacak şekilde,

4) Hiç bir noksanı olmayacak şekilde verilecektir. Ama evla olan, bu lafzın, bu manaların hepsine birden geldiğini söylemektir. Çünkü mükafaatın tam olması için, bunların hepsinin mevcut olması şarttır. Buna göre Hak teâlâ bu mü'minlere sanki, her türlü şaibeden (kusurdan) uzak, sürekli, kesintisiz, noksansız ve cimrilik yapılmayan bir mükafaat vaadetmiştir ki bu vaadin en doruk noktasıdır. Binâenaleyh öncekiler, Allah'a isyandan alıkoyan ifadeler olduğu gibi, bu da insanı ibadete teşvik eden bir ifade olmuş olur. En iyi bilen Hak Sübhanehû ve Teâlâ'dır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan O Allah'a mahsustur.

0 ﴿