BURUC SURESİ

Yirmi ayet olup, Mekkî'dir.

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"Andolsun burçlar sahibi göğe ve o va'd edilen güne ve şahid ile meşhuda...".

Sûrenin Hedefi

Bil ki bu surenin maksadı, kafirlerin eziyetlerine karşı, hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, hem de ashabını teselli etmektir. Bu tesellinin nasıl olduğu ise şöyledir: Allahü teâlâ, mesela Ashab-ı Uhdûd, Firavun ve Semûd gibi önceki ümmetlerin de böyle olduklarını beyan etmiş ve bu işi, bütün kafirlerin bir yalanlama içinde olduklarını bildirerek noktalamış. Sonra da bunun peşinden, "Allah onların etrafını kuşatmıştır" (Buruc, 85/20) buyurmuş. Böylece bir üçüncü beyanda daha bulunmuştur ki bu beyan da, bu işin Levh-i Mahfuz'da yazılı-çizili olduğunu, değişmesinin imkansız olduğunu belirtmesidir. Bu manayı veren ifade de, "Doğrusu o, çok şerefli bir Kur'ân'dır" (Buruc, 21) ayetidir. İşte sûrenin tertibi bundan ibarettir.

Büruc

Bilki "bürûc'un ne demek olduğu hususunda şu üç görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu on iki burçtur. En meşhur görüş budur. Cenâb-ı Hakk'ırı bu; burçlardaki enteresan durumlardan ötürü, bunlara yemin edişi, güzel ve yerinde olmuştur. Çünkü güneş, bu burçlarda hareket etmektedir ve süflî alemdeki (yeryüzündeki) birçok menfaatın, güneşin hareketine bağlı olduğunda ise şüphe yoktur. Böylece bu, o burçların hakim bir yaratıcısının olduğuna delalet eder. Cübbâî ise, "Burçlara yemin, en yakın göğe (dünya semasına) yapılmış bir yemindir. Çünkü burçlar, bu semadadır" demiştir. Fakat bu bir hatadır. Biz bu hatanın nasıl olduğunu, "Biz, en yakın semayı yıldız süsleriyle süsledik" (Saffat, 37/6) ayetinin tefsirinde izah ettik.

2) Burçlar, ayın menzilleridir. Ayın hareket ve gidişatında çok enteresan işler yapıldığı için, ona bu şekilde yemin etmek güzel ve yerinde olmuştur.

3) Bürûc, büyük yıldızlar manasınadır. Bunlar, görülebildikleri için "bürûç" denilmiştir.

Yevm-i Mev'ûd

Ayetteki, "Va'dedilen gün" ifadesiyle kıyamet günü kastedilmiştir. Bunun böyle olduğunu, Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'nin rivayetine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) söylemiştir. Kaffâl "Göğün yarılıp, parçalanıp son bulmasının ve artık burçlarının yok olmasının "va'dedildiği gün" manası da kastedilmiş olabilir" der.

Şahid ve Meşhud

Ayetteki, "şâhid" ile "meşhûd"un ne demek olduğu hususunda, müfessirlerin birbirinden farklı görüşleri vardır. Fakat Kaffâl, bu konuda en güzel izahı yapandır. O şöyle der: "Şâhid, şu iki şey için kullanılır:

1) Sayesinde, davaların ve hakların belirlendiği kimse (tanık)...

2) Mevcud olan, orada hazır bulunan (müşahid) demektir. Bu tıpkı, Hak teâlâ'nın, "âlimu'l-gaybi ve'ş-şehâde..." (Haşr, 59/22) ayetindeki kelime gibidir. Arapça'da, "Falan şahid, falan gaibtir" denilir. Ayeti bu ikinci manaya hamletmek daha evladır. Çünkü "şâhid" kelimesiyle, eğer birinci mana kastedilmiş olsaydı, "meşhud"un peşisıra ya "aleyhi" yahut "lehu" gelmeliydi. Bu durumda da ya meşhud aleyhi (aleyhine şahidlik edilen), yahut da meşhud lehû (lehine şahidlik edilen) denilirdi. Binâenaleyh açık olan bu görüştür. "Meşhud" sözü ile, "meşhud aleyh" manasının kastedilmiş olması da mümkündür. Nitekim Hak teâlâ da, "mes'ûlen anh" (kendisinden sorulan) yerine, sadece "mes'ûl" (İsra, 17/34) buyurmuştur.

Meşhud: Kıyamet Günü

Bu mukaddimeyi iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki, bu ayetteki "şuhûd"u, mevcut olma, orada bulunma manasına alırsak, bu ifade hakkında şu izahlar yapılabilir:

1) Meşhud, kıyamet günüdür; şâhid de, o günde, orada bulunan topluluktur. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Dahhâk'dan rivayet edilmiştir. Bu ihtimalin doğruluğunun delilleri şunlardır:

a) Bundan daha büyük bir topluluk yoktur. Çünkü Allahü teâlâ orada, meleklerin, peygamberlerin, cin ve insin, evvelini ve ahirini toplayıp bir araya getirmiştir. Binâenaleyh lafzı, ifade ettiği en geniş ve mükemmel manaya almak evladır.

b) Allahü teâlâ, va'dedilen o günden bahsetmiştir ki o gün, kıyamet günüdür. Bunun peşinden de, "ve şahid ile meşhuda" demiştir ki bu "şahid" ile, o günde mevcut olan mahlukatın; "meşhud" ile de, o gün müşahede edilecek olan enteresan şeylerin kastedilmiş olması en uygun manadır.

c) Allahü teâlâ, kıyamet gününü, "Kafirlere, bir büyük günün seyrinden dolayı, yazıklar olsun.." (Meryem, 19/37), "Bu gün için insanlar toplanır ve bu, seyredilen bir gündür" (Hud, 11/103), "O gün, (Allah) sizi çağırır, siz de O'na hamdi ile birlikte icabet edersiniz" (İsra, 17/52) ve "O, tek bir sayhadan ibarettir. O anda hepsi, katımızda hazır edilmişlerdir" (Yasin, 36/53) ayetlerinde, "meşhûd" (görülen, yaşanan) bir şey olarak tavsif edilmiştir. Şâhid ile Meşhudun her ikisinin de nekire getirilmelerinin sebebi, ya (Tekvir, 81/14) ayetinde bahsettiğimiz husustur. Buna göre sanki, "Şahidin ve meşhudun ne kadar çok olduğunu bildiriyorum" denilmek istenmiştir. Yahut bu iki hususu kapalılıkla tavsif etmektir. Buna göre sanki, "Vasıflarını ve künhünü sadece Benim bilebileceğim bir şahid ve meşhud..." denilmek istenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın ona kudretinin yeteceğine dikkat çekmek için, kıyamete yemin etmesi güzel ve yerinde olmuştur. Çünkü o gün, hem bir fasl (hüküm) ve ceza günü, hem de mülkiyetin ve hükmün sadece Allah'a mahsus olduğu bir gündür. Bu görüş, İbn Abbas (radıyallahü anh), Mücâhid, İkrime, Hazret-i Hasan b. Ali (radıyallahü anh), İbnu'l-Museyyeb, Dahhâk, en-Nehâî ve es-Sevrî'nin tercihi olan görüştür.

Meşhûd: Cuma Günü

2) "Ayetteki "meşhûd" ile cuma günü kastedilmiştir. Bu, İbn Ömer (radıyallahü anh) ile İbn Zübeyr (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Bu böyledir, çünkü cuma günü, bütün müslümanların, namaz için ve Allah'ı zikretmek için toplandıkları (meşhûd oldukları) bir gündür. Şu iki hadis de, cuma gününe "meşhûd" dendiğine delalet etmektedir:

a) Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh)'nın rivayetine göre, Hazret-i  Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cuma günü bana çokça salat-u selâm getirin. Çünkü bu gün, meleklerin kendisini müşahede ettiği, hazır bulunduğu meşhud bir gündür." İbn, Mace, Cenaiz, 65 (1/524).

b) Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Melekler, cuma günü, camilerin kapılarında hazır bulunurlar ve (girenlerin) adlarını yazarlar. İmam mimbere çıkınca, bu sahifeler dürülür-kapatılır." Bu özellik, sadece bu günde mevcuttur. Dolayısıyla bundan ötürü, bu güne, "meşhûd" denebilir. Nitekim Hak teâlâ, "Sabah namazı meşhûddur" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre, gece ve gündüz melekleri sabah namazı vaktinde orada hazır bulunurlar Buhari, Cuma, 31; Müslim, Cuma, 24-25 (2/587). (görev devir-teslimi yaparlar). Dolayısıyla bu namaz, meleklerin ona şahid oluşundan ötürü "meşhûd" diye adlandırılmıştır. İşte cuma günü de böyledir.

Meşhûd: Arafat Günü

3) "Meşhûd" kelimesinin, arafe günü; "şâhid" kelimesinin de, Arafat'ta hazır bulunan hacılar manasına alınması ve "Hacc'ın büyük ve önemli bir ibadet olduğunu belirtmek için, bunlara yemin edilmiş olması da uygun ve güzeldir. Rivayet olunduğuna göre, "Allahü teâlâ, arafe günü meleklerine, "Şu saçı-başı dağınık, toz-toprağa bulanmış, bir uzak beldeden benim için gelmiş kullarıma bakın. Onları bağışladığıma sizi şahid tutuyorum" der. Tam o sırada İblis, gördüğü bu şeyden ötürü çığlık atar ve başına topraklar saçar." Arafe gününün "meşhûd" diye adlandırıldığının delili ise, Hak teâlâ'nın, "Gerek yaya, gerek her uzak yoldan gelecek ank develerin üstünde (binitli) olarak sana gelsinler. Böylece kendilerine ait olan menfaatlere şahit olsunlar" (Hacc, 22/27-28) ayetidir.

Meşhûd: Kurban Bayramı

4) Ayetteki "meşhûd" ile, Kurban Bayramı günü kastedilmiştir. Çünkü bu gün, dünyada insanların bir araya gelip toplandıkları en büyük gündür. Zira o günde Minâ ve Müzdelife'de doğu ve batıdan birçok insanların biraraya geldiği bir gündür ve bu gün, müslümanların bayramıdır. Buna yemin etmesinin gayesi ise, yine "hacc"ın büyük ve önemli bir iş olduğunu ortaya koymaktır.

5) "Meşhûd" kelimesini, cuma, arafe ve Kurban Bayramı günlerinin hepsine birden hamletmek mümkündür. Çünkü bu günler büyük günlerdir. Dolayısıyla da Hak teâlâ'nın, "On geceye, çifte, teke" (Fecr, 89/2-3) yemin etmesi gibi, bu günlere de yemin etmiştir.

"Belki de bu ayet dünyâ günlerinin büyük olan her gününü ve dünyevi makamların her bir yüce makamını bunun yanısıra da kıyamet gününü içine alan genel bir ifadedir. Çünkü kıyamet günü de, Hak teâlâ'nın, "İnsanların, alemlerin Rabbi'nin huzuruna çıkmak için kalkacağı büyük bir gün..." (Mutaffifin, 83/5-6) ve "Kafirlere, şahit olunan büyük bir günden ötürü, yazıklar olsun" (Meryem, 19/37) ayetlerinde olduğu gibi, büyük bir gündür. Bu tefsirin doğruluğuna, hem "şâhid", hem de "meşhûd" lafzının nekire olarak getirilmesi de delalet eder. Böylece, bizatihi belirlenmiş muayyen bir günün kastedilmediği, dolayısıyla da marife getirilmesine mahal olmadığı manasına gelebileceği anlaşılmış olur.

Şahid ve Meşhud

Ayetteki "şâhid"; birinci manaya, almamız halinde şu izahlar yapılır:

1) Şâhid, Allahü teâlâ"dır. Zira Hak teâlâ, "Allah kendisinden başka ilah bulunmadığına şehadet eder" (Al-i İmran, 3/18) "De ki: Allah'dan daha büyük şâhid kimdir?" De ki "Allah" (En'am; 6/19) "Herşeye şâhid olarak Rabbin yetmez mi?" (Fussilet, 41/53) buyurmuştur. Meşhûd (şehadet edilen şey) ise, ya "Allah, Kendisinden başka ilah bulunmadığına şehadet eder" (Al-i imran, 3/18) ayetinden ötürü, Allah'ın tevhidi (birliği)dir; yahut da, "De ki: Benimle sizin aranızda şâhid olarak Allah yeter." (Ra'd, 13/43) ayetinden ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetidir.

2) Şâhid, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir, "meşhûd" ise, "Ya Biz, her ümmetten bir şâhid, seni de o şâhidler üzerine bir şâhid olarak getirdiğimizde (durumları) nice olur?" (Nisa, 4/41) ve "Biz seni bir şahid olarak gönderdik” (Ahzab, 33/45) ayetlerinden ötürü diğer peygamberlerdir.

3) Şâhid, bütün peygamberler;, "meşhûd" da, "Her ümmetten bir şahid... getirdiğimizde..." (Nisa, 4/41) ayetinden ötürü, onların ümmetleridir.

4) Şâhid, bütün mümkinat ve mahlukat alemidir. Meşhûd (kendisi için şehadet edilen ise), vâcibü'l-vücûd olan Allahü teâlâ'dır. Bu, usûl (kelâm) alimlerinin, "Bu istidlal şâhidden (görünenden) hareketle görünmeyen için yapılan bir istidlaldir" şeklindeki sözlerinden çıkardığım bir manadır. Buna göre, ayetteki yemin, hem Halika, hem mahluka, hem O yüce sanatkara, hem de sanatına yapılmış bir yemin olur.

5) Şâhid, Hak teâlâ'nın, "Her nefis, bir sevkedici ve bir şâhidle birlikte gelir" (Kâf, 50/21) ayetinden ötürü, melektir; meşhûd ise, bu meleklerin şâhid olduğu mükelleflerdir.

6) Şâhid, meşhûd ise, "O gün onların aleyhine dilleri elleri ve ayakları şâhidlik eder" (Nûr,24/24) ve "Onlar, derilerine, "Niçin bizim aleyhimize şâhidlik ettiniz" derler" (Fussilet, 41/21) ayetlerinden ötürü, kıyamet günü aleyhine uzuvlarının şâhidlik ettiği insandır. Bu, Atâ el-Horasânî'nin görüşüdür.

Bu konuda üçüncü izah şekli de, kelimelerin iştikakına değil de, rivayetlere dayanan şu görüşlerdir:

1) Şâhid cuma günü; meşhûd, arafe günüdür. Ebû Musa el-Eş'arî (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Va'dolunan gön, kıyamet günü; şâhid, cuma günü, meşhûd, arafe günüdür. Cuma günü, bizim için Allah'ın bir daposudur" Müsned, 2/233.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'den merfu olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Meşhûd, arafe günü, şâhid ise cuma günüdür. Güneş, cuma gününden daha faziletli bir gün için ne doğmuştur, ne batmıştır. O gün bir saat var ki, mü'min bir kul, tam o saatte Allah'tan bir hayır istese, Allah mutlaka onun duasına icabet eder, yine tam o saatte bir şerden kul Allah'a sığmsa, mutlaka onu, o şerden korur"

Said b. Müseyyeb'den mürsel olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Günlerin efendisi, cuma günüdür. O, şâhiddir. Meşhûd ise, arafe günüdür." Ibn. Mace, ikâme, 79 (1/344).

Bu, ehl-i ilimden, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Ebû Hureyre (radıyallahü anh), İbnu'l-Müseyyeb, Hasan el-Basrî ve Rebî b. Enes gibi bir çoklarının görüşüdür. Katâde, "Şâhid ve meşhûd, Allah'ın kendilerini büyük saydığı iki dünya günüdür. Nitekim "şâhid"in cuma günü, "meşhûd'un da, arafe günü olduğu rivayet edilmiştir.." der.

2) Şâhid, arafe günü, meşhûd ise Kurban Bayramı günüdür. Bu böyledir, çünkü bu iki gün, Allahü teâlâ'nın büyük saydığı, kıymet verdiği ve hac günlerinin önemlilerinden kıldığı iki gündür. Binâenaleyh bu iki gün, kendinde bulunan kimselerin, mü'min olduklarına ve ilahi rahmete müstehak olduklarına şehadet eder. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), iki tane koç kesmiş; bunlardan birisi hakkında, "Bu, benim tebliğ görevini yerine getirdiğime şehadet edecek olan şeylerdendir" demiştir. Binâenaleyh, işte bundan dolayı, kurban bayramı gününün, bu habere binaen, kendisinde kurban kesen kimselere ve o günde bulunanlara şehadet etmesi muhtemeldir.

3) "Şâhid", Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinden "Sen onlara şahid oldun (ey Allahım!)" (Maide, 5/117) şeklinde naklettiği ifadesinden dolayı, İsâ (aleyhisselâm)'dır.

4) "Şâhid", Allah; "meşhûd" ise, kıyamet günüdür. Çünkü Cenâb-ı Hak, 'Vay halimize Bizi uykumuzdan kim uyandırdı? Bu, Rahman'ın va'dettiği, peygamberlerin de kendisi hakkında doğru söylediği şeydir" (Yasin, 36/52) ve "Sonra onlara, ne yaptıklarını haber verir..." (Mücadele, 58/7) buyurmuştur.

5) "Şâhid", insan; "meşhûd" da, Cenâb-ı Hakk'ın birliğidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye, onları kendilerine şahit tuttu. Onlar da, "Evet, Rabbimizsin" dediler" (A'râf, 7/172) buyurmuştur.

6) "Şâhid", insan; "meşhûd" ise, kıyamet günüdür. İnsanın şâhid olmasına gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Evet, Rabbimizsin. Şahit olduk" dediler" (A'râf, 7/172) ayetinden dolayıdır. Kıyamet gününün "meşhûd" olması da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kıyamet gününde sizler, "Biz, bundan gafildik" demeyesiniz diye..." (A'râf, 7/172) ayetinden dolayıdır. İşte bu konuda özetle sunduğum izahlar bundan ibarettir. Kur'ân'ın hakikatlerini en iyi bilense, Allah'tır.

Ashab-ı Uhdud

4

Âyetin tefsiri için bak:7

5

Âyetin tefsiri için bak:7

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"Tutuşturucu o ateş hendeklerinin sahipleri gebersin! O zaman onlar, onun etrafında oturucu idiler. Onlar, iman edenlere yapacakları (işkenceler) hususunda şahitlik edeceklerdi...".

Kasem ve Cevabı

Bil ki, kasemin, mutlaka bir cevabı olması gerekir. Alimler, bu cevabın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişler ve şu izahları yapmışlardır:

1) Ahfeş'e göre kasemin cevabı, ayetteki, "... hendeklerinin sahipleri gebertilmiştir" ifadesi olup, kasemin cevabının başına gelmesi gerekli olan lâm ise mahzuftur. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, “Veşşemi ve duhaâ... kad efleha...” (Şems, 91/1-9) ayetinde olduğu gibidir. Zira “Kad efleha” aslında “Lekad efleha” takdirindedir. Ahfeş, sözüne devamla şöyle der: "İstersen ayette bir takdim-tehir bulunduğunu da söyleyebilirsin. Buna göre ayetin takdiri adeta, “Kutile ashabu'l-uhdudi ve's-semâi zâti'l-buruci...” şeklinde olur."

2) Zeccâc'a göre, kasemin cevabı “İnne betşe rabbike leşedid” (Burûc 85/12) cümlesidir. Bu, İbn Mes'ûd ve Katâde'nin görüşüdür.

3) Kasemin cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın “İnnellezine fetenu'l-mu'minine ve'l-mu'minat” (Burûc, 85/10) ayeti olup, bu tıpkı senin, “Vallahi inne zeyden lekâimun” "Allah'a andolsun ki, Zeyd ayaktadır" demen gibidir. Ancak ne var ki, kasem ile onun cevabı olan “İnnellezine fetenu” cümlesi arasına “Kutile ashabu'l-uhdudi...” ayetleri girmiştir.

4) Önceki alimlerden bir grup kimsenin görüşüne göre, kasemin cevabı mahzuftur. Bu görüş, Keşşaf sahibinin de tercih ettiği bir görüştür. Ancak ne var ki, mütekaddimûn ulemasına göre mahzuf olan cevap, "Amellere, yapılan işlere karşılık verme hususundaki va'd ve iş, haktır" şeklindedir. Keşşaf sahibine göreyse, kasemin cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ashâb-ı Uhdud gebersin!" cümlesinin delalet ettiği şeydir. Buna göre adeta, "Ashâb-ı Uhdûd'a lanet olunduğu gibi, Kureyş kafirlerinin de melun oldukları hususunda işte bu şeylere yemin ederim" denilmek istenmiştir. Bu böyledir, zira bu sûre, mü'minleri, Mekke müşriklerinin eziyyetlerine karşı sabit kadem kılmak, onlara cesaret vermek ve imanlarından dolayı geçmiş kavimler arasındaki mü'minlerin katlandıkları sıkıntıları onlara anlatmak için varid olmuştur. Böylece, mü'minler de onlara uysunlar, kendi kavimlerinin eziyetlerine katlansınlar, Allah katında Mekke kafirlerinin geçmiş milletler içinde yer alan ve iman eden kimseleri ateşle yakan o kafir kimseler gibi olduklarını ve bunlar hakkında da, "Kahrolsun ashâb-ı uhdud" denildiği gibi, "Kahrolsun Kureyş kafirleri" denilmesine müstehak olduklarını bilsinler diye.

Nüzul Kıssası: Büyücü ve Çırağı

Alimler, Ashâb-ı Uhdûd kıssası hususunda farklı farklı görüşler beyan etmişlerdir. Biz bunlardan şu üç tanesini zikredeceğiz:

1) Rivayet olunduğuna göre, krallardan birisinin bir sihirbazı var idi. O yaşlanınca, kendisine büyü öğretmek üzere, yanına bir çocuk verdi. Çocuğun gidip geldiği yol üzerinde ise, bir rahip bulunuyordu. Derken, çocuğun kalbi, bu rahibe meyletti. Bir gün o çocuk yolu üzerinde insanlara geçit vermeyen bir yılan gördü. Eline bir taş aldı ve "Ey Allah'ım, eğer o rahip sana o büyücüden daha sevimli ise, bu taşı atarak o yılanı öldürme hususunda bana kuvvet ver" dedi; taşı attı, derken yılanı öldürdü. İşte bu, çocuğun o büyücüden yüz çevirmesine, rahibin yanına gidip gelmesine sebep oldu. Derken, anadan doğma körleri, alaca hastalığını iyileştirecek ve çeşitli hastalıkları tedavi edecek seviyeye çıktı. Derken bir gün, melikin yanına gidip gelen maiyyetinden birisi kör olur. Bunun üzerine bu genç, onu iyileştirir; kral, kör olan o adamın iyileştiğini görünce,

"Seni kim tedavi etti?" diye sorar. Bu şahıs da, "Rabbim" cevabını verince, kral kızar, buna işkence etmeye başlar.

Derken o adam, o çocuğu işaret eder. Bunun üzerine de kral, çocuğa da işkence etmeye başlayınca, çocuk da o rahibi gösterir. Bunun üzerine o rahip, kralın huzuruna çıkarılır. Kral, rahibe, dininden vaz geçmesini söyler. Ama rahip, kralın sözünü kabul etmez. Bunun üzerine de kral, onu, testere ile doğratır. Daha sonra da, kralın tebaası, o çocuğu, tepesinden aşağı atmak için, bir dağın başına çıkarırlar. Çocuk, Allah'a dua eder, yalvarır, böylece de o topluluk helak olur, çocuksa kurtulur. Bunun üzerine kralın tebaası, onu alıp bir gemiye götürürler. Ve, onu boğmaları için de, gemiyi denizin ortasına sürerler. Bunun üzerine çocuk yine Allah'a yalvarıp yakarır; gemi de, onları alabora eder; gemidekiler boğulurken, çocuk kurtulur.

En sonunda, bu çocuk o krala, "Sen beni öldüremezsin. Ta ki, insanları bir meydanda toplayıp, beni çarmıha gerip; benim ok sadağımdan bir ok alıp ve "Bu çocuğun Rabbi olan Allah'ın adıyla" deyip, sonra da o oku bana atmadıkça (beni öldüremezsin)" der. Bunun üzerine kral da, çocuğun dediklerini uygular. Ona ok atar, derken, ok, onun şakağına saplanır, bunun üzerine çocuk, elini şakağına koyar ve ölür.

Neticede oradaki halk, "Biz bu çocuğun Rabbine iman ettik" derler. Bunun üzerine krala, "korktuğun başına geldi" denilir. Bunun üzerine de kral, yol ağızlarına hendekler kazılmasını ve içlerinde ateşler yakılmasını emreder. Kim dininden dönmezse, o onu oraya atar. Derken, yanında çocuğu olan bir kadıncağız gelir. Bu kuyulara atılmaktan irkilir de geri durur. Bunun üzerine o çocuk, "Ey anneciğim, sabret, zira sen hak üzeresin" der; kadın da, buna sabreder (ateşe atılmaya razı olur).

2) Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: O dönemdeki insanlar, mecusilerin hükmü hususunda ihtilaf edince, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle der: "Onlar, ehl-i kitabtandırlar. Kendi kitablarına bağlı idiler. İçki onlara helal kılınmıştır. Derken, krallarından birisi içki içip sarhoş oldu. Bu arada da, kız kardeşiyle cinsî münasebette bulundu. Kendine gelince, pişman oldu ve bir çıkış yolu aradı. Bunun üzerine kız kardeşi ona, bu işin çıkış yolunun, insanlara bir konuşma yaparak önce Allahü teâlâ'nın, kız kardeşlerin nikahını helal kıldığını söyleyip, bir müddet sonra da, onlara yine bir hutbe irad ederek, Cenâb-ı Hakk'ın bu nikahı haram kıldığını söylemesini telkin etti. Bunun üzerine kral da, böyle bir nutuk irad etti, ama halk bunu kabul etmedi. Bunun üzerine kız kardeş krala, "onları, kamçıla" dedi, fakat onlar bunu yine kabul etmediler. Derken kız kardeşi, "onları kılıçtan geçir" dedi, ama halk, yine kabul etmedi. Bunun üzerine kız kardeş, o krala, hendekler kızdırmasını, içinde ateşler yaktırmasını ve Cenâb-ı Hakk'ın “Kutile ashabu'l-uhdudi” beyanıyla kastettiği kimselerin oraya atılmasını söyledi.

3) Necrân'a, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nındinini benimsemiş olan bir adam gelir. Derken bu adam, onları bu dine davet eder. Bunlar da, onun bu davetine icabet ederler. Derken, bu topluluğa yahudi olan Zû Nuvâs, Himyerlilerden oluşan bir ordu ile mukabele eder. Ve bu kimseleri, ateşte yanma ile yahudi dinine girme arasında muhayyer bırakır, tercihte bulunmalarını ister. Bunun üzerine bunlar yahudiliğe girmemek için diretirler. Bunun üzerine o Zû Nuvâs, o kimselerden oniki bin kişiyi o hendeklerde yakar. Bunun, yetmişbin kişi olduğu da söylenmiştir. Zikredildiğine göre, hendeklerin uzunluğu kırk "zira" (arşın), eni ise, oniki arşın idi.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle yaptığı rivayet edilmiştir: "O, Ashab-ı Uhdûd'dan bahsedildiği zaman, ileri derecedeki belalardan Allah'a sığınır, istiâze yapardı."

Buna göre şayet, "Bu rivayetlerin birbiriyle çelişmesi, bunların yalan ve uydurma olduklarına delalet eder" denilirse, biz deriz ki, bu rivayetler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bunların, üç ayrı zamanda, üç ayrı cemaat hakkında meydana geldiği; birisinin Yemen'de, birisinin Irak'da, diğerinin de Şam'da meydana geldiği ileri sürülmüştür. "el-Uhdûd" kelimesi, her ne kadar tekil ise de, ancak ne var ki, bu ifadeyle çoğul manası kastedilmiştir. Müfret kelimelerle çoğul manasının katedilmesi, Kur'ân'da pekçoktur. Kaffâl de şöyle der: "Alimler, ashâb-ı uhdûd kıssası hakkında, pekçok değişik rivayetler zikretmişlerdir. Bunların hiçbiri doğru değildir; ancak ne var ki bu rivayetler, Ashâb-ı Uhdûd'un, kavimlerine yahut da kâfir ve kendilerine hükümran olan bir krala karşı çıkan mü'min bir cemaat oldukları hususunda ittifak etmektedirler. Buna göre bu kafir kral, bu mü'min kimseleri, bir takım hendeklere ve onlar için kazdırılmış olan kuyulara attırır." O, sözüne devamla şöyle der: "Öyle sanıyorum ki, bu hadise, Kureyş nezdinde, meşhur ve malum idi. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, dinleri uğrunda kendilerine isabet eden şeylere sabretmek, sıkıntılara katlanmak gerektiğine dikkatlerini çekmek için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabına, bu kıssayı hatırlattı. Çünkü, Kureyş müşrikleri, hadislerde de yaygın bir şekilde anlatıldığı gibi, meselâ Ammâr ibn Yasir, Bilal... gibi zevata, şiddetli işkenceler yapıyorlardı.

Uhdud Kelimesi

"el-uhdûd", yerde, uzunlamasına açılan yarıklar manasına gelip, çoğulu ehâdîd olup, masdarı ise, "yarmak" demek olan hadd kelimesidir. Çünkü Arapça'da, “Hadde fi'l-erdi hadden” "Yerde, kanal, hendek açtı" denildiği gibi, tıpkı, yarıklar gibi, kişinin bedeninde (hastalık ya da işkenceden dolayı) böyle yarıklar açıldığında, “Tehaddede lahmuhu” denilir.

Ashab-ı Uhdûd (Mazlumlar)

"Ashâb-ı Uhdûd" ifadesi ile, öldürenler kastedildiği, öldürülenler de kastedilmiş olabilir. Meşhur olan rivayete göre, öldürülenler mü'min olan kimselerdir. Yine, bu öldürülenlerin zorbalar, zalimler olduğu da rivayet edilmiştir. Çünkü bu zorba krallar, mü'minleri o ateşin içine atınca, o ateş, kafirlerin üzerine dönmüş, onları yakmış, derken Allahü teâlâ, mü'minleri o ateşten sapasağlam kurtarmıştır.

Bu görüşü, Rebî ibn Enes ile Vahidî benimsemişler, Cenâb-ı Hakk'ın “Onlar için cehennem azabı ve yakıcı azab vardır.” (Burüc, 85/10) ayetini de, "Bunlar için ahirette "cehennem" azabı, dünyada da, çok yakıcı olan Harîk azabı vardır" diye yorumlamışlardır. Bu mukaddimeyi iyice anladığına göre, şimdi biz şöyle diyebiliriz:

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, “...hendeklerinin sahipleri gebertilmiştir" ifadesinin tefsiri hususunda üç izah yapmışlardır. Bu böyledir, zira biz, ayetin bu ifadesini, ya katiller yahut da maktuller manasına alabiliriz. Birinci manaya alınması halinde, bu hususta şu iki yorum yapılabilir:

1) Bu ifade, onlar hakkında bir beddua olup, "Ashâb-ı Uhdûd'a lanet olsun" manasına olmuş olur ki, bu ifadenin bir benzeri de, "Kahrolası insan, ne kadar da nankör..." (Abese, 80/17) ve "Yalancılar ve tahminciler kahrolsun!" (Zariyat, 51/10) ayetleridir.

2) Ayetten biraz önce de bahsettiğimiz gibi, "O zorba krallar, mü'minleri ateşle öldürmek isteyince, ateş onlara dönmüş ve onları öldürmüştür" şeklinde bir mana kastedilmiştir. Ama biz, ayetin bu ifadesini maktullere atfedersek, o zaman mana, "O mü'minler, ateşte yakılmak suretiyle öldürüldüler" şeklinde olur. Bu durumda da, ayetin bu ifadesi, bir beddua değil, bir haber cümlesi olmuş olur. Bu ifade, şedde ile “Kuttile” şeklinde olmuş olur.

“Zati'l-vekud” Hakkında

Ateş, orada yanan şey düz veya başka bir şey olduğunda büyük olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, “El-vekud” "Yakıtı, insanlar ve taşlardır" (Bakara, 2/24) ifadesinde de anlaşıldığı üzere, o yakıtın adıdır. “Zatu'l-vekudi” ifadesinden, o hendeklerde bulunan odunların çok olduğu anlaşılmaktadır.

İ'rab:

Ebû Ali, “Zati'l-vekud” ifadesinin, terkib bakımından "bedel-i iştimal" olduğunu ve bunun, senin tıpkı,"Zeyd soyuldu, yani elbisesi.." demek gibi olduğunu; zira, “Uhdud” ifadesinin ateşi kapsadığını söylemiştir.

Kıraat:

Bu kelime, damme ile (el-vukûdu) şeklinde de okunmuştur.

İ'rab:

Bu ifadenin başındaki “İz” edatının amili, “Kutile” kelimesi olup, buna göre mana, "Onlar, o ateşin yanıbaşında oturup, mü'minlere azab ettikleri o vakitte, lanete duçar oldular" şeklinde olur.

Ayetteki Müşkilat:

Bu ayette şöyle bir müşkilât söz konusudur. Ayetteki “Hum” ifadesi, "Ashab-ı Uhdûd'a raci olan bir zamirdir. Çünkü, bu ifade, zamire en yakın olan kelimedir; “Aleyhâ” ifâdesindeki zamir ise, "ateş"e racidir. Binâenaleyh, ayetin bu ifadesi, Ashab-ı uhdûdun, ateşin üzerinde (alâ üzerinde olmayı ifade eder) bulunmuş ve oturmuş oldukları iktiza eder. Halbuki, durumun böyle olmadığı malumdur (ne dersin)? Buna şu birkaç yönden cevap verebiliriz:

a) Buradaki “Hum” zamiri, "Ashab-ı Uhdûd'a racidir. Ancak ne var ki, burada, Ashab-ı Uhdûd'dan kastedilen katiller değil, maktullerdir. Bu durumda mana, "Mü'minler, ateşin üzerinde oturmuşlar, yanıyorlar ve ateşe atılmışlar..," şeklinde olmuş olur.

b) “Aleyhâ”daki “Hâ” zamiri, "ateşin kenarı ve kendisine oturulması mümkün olan yerler ifadesine raci olabilir. Çünkü “Alâ” lafzı, bunu hissettirmektedir. Zira sen, oraya yakın bir mekanın üzerine çıktığını kastederek, “Merertu aleyhâ” "oraya uğradım, kenarına kadar vardım" diyebilirsin. O halde bu demektir ki, o katiller, o kuyuların kenarlarında oturuyor, mü'minleri ateşe atıyorlardı. Derken, dininden dönen kimseleri serbest bırakıyor, dininde sebat gösteren kimseleri ise ateşe atıyorlardı.

c) Farzedelim ki biz, “Hum” zamiri, katiller manası kastedilen "Ashâb-ı Uhdûd'a râci, “Aleyhâ” daki zamir de, ateşe raci olsun. Peki, "o katiller ateşin içinde idiler" niçin denilemesin ki?! Çünkü biz, az önce şöyle bir açıklamada bulunmuştuk: O katiller mü'minleri o ateşe atmak isteyince, o ateş, onlara doğru yükselmiş, böylece de bu katiller, başkalarını helak etmek için hazırladıkları bu şey ile, bizzat kendileri helak olmuşlardır. Bu durumda da ayet, onların bu halde iken mel'un olduklarına delalet etmiş olur. Mana da, "Onlar, hem dünyada, hem de ahirette, zarara ve ziyana uğramışlardır" şeklinde olur.

d) Buradaki “Alâ, indi” "nezdinde, yanında" manasında olup, bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, “Velehu alâ zenbi” (Şuâra, 26/14) ifadesindeki “Alâ”nın “İndi” manasına geldiğinin söylenilmesi gibi olmuş olur.

Müminlere Göz Göre Göre İşkence

Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar iman edenlere yapacakları (işkenceler) hususunda şahitlik edeceklerdi..." beyanındaki “Şuhudun” kelimesi ile, orada bulunma, mevcut olma manası kast edilebileceği gibi, yaptıkları şehadet ile davaların tesbit edildiği şahitler manasının da kastedilmiş olması muhtemeldir.

Birinci duruma göre mana, "O katil zorbalar, bu işlem yapılırken, oradaydılar ve onlar bunu, bilfiil müşahede ediyorlardı.." şeklinde olur ki, bunun böyle olduğunu belirtmenin gayesi de şu üç şey olabilir:

1) Onları, katı kalblilik ve kalplerin kararması ile nitelemek. Çünkü onlar, o ateşle yapılan azab ve işkence esnasında oradaydılar ve bunu, bilfiil müşahede ediyorlardı.

2) Bu katil zorbaları, küfür ve batıl inançlarını yerleştirme ve savunma hususunda ciddiyet ve kararlılıkla nitelemek... Çünkü onlar, bu nefret ettirici yerlerde ve ürkütücü fiillerin yapıldığı mekanlarda hazır olmuşlardır.

3) Yahut da, o öldürülen mü'minleri; dinleri hususunda gösterdikleri ciddiyet ve hak davaları konusunda kararlılık ve sebat göstermekle nitelemek... Çünkü, o zorba kafirler, orada, o kuyuların başında, bu mü'minlerin, kendilerine bakmaları halinde onların orada bulunuşundan dolayı kuşkuya kapılacakları, ona muhalefetten geri duracaklarını umdukları için, bu beklenti içinde orada bulunuyorlardı. Ama o mü'minler ise, onların orada bulunuşlarına hiç aldırış etmemişler, hak olan dinlerinde ısrar ve kararlılığa devam etmişlerdir.

İmdi, şayet, "Eğer, ayetteki “Şuhudun” kelimesinden kastedilen mana bu ise, ayetteki ifadenin “Vehum alâ mâ yef'alune... şuhud” şeklinde değil de, “... lemâ yef'alune... şuhud” şeklinde olması gerekirdi" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadedeki “Alâ” "Onlar bu mü'minlere bu denli çirkin işlerde bulunmalarına, yani onları o ateşle yakmalarına rağmen, bu çirkin fiillerini görüp müşahede etmek için orada bulunuyorlardı.

İkinci duruma, yani, ayetteki bu ifadeyle, kendisi sebebiyle, davanın sabit olduğu şehadette bulunma manasının kastedilmesine göre, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Onlar, görevlilerden hiçbirinin kendilerine emredilen ve kendilerine bırakılan o azab etme hususunda hiç kusurda bulunmadıklarını tesbit için, o kralın yanında birbirlerine şehadet edecek şakiler bulunduruyorlardı.

2) Bunlar, o zorbaların o mü'minlere yaptıkları şeylere dair hazır olan birer şahittirler. Bunlar, bu şehadetlerini, kıyamet gününde yapacaklardır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "O gün, kişilerin aleyhine dilleri, elleri ve ayaklan, ne yaptıklarına dair şehadette bulunacak" (Nûr, 24/24) buyurmuştur.

3) O kafirler, mü'minlere yapılan o ateşle yakma muamelesini görüyorlardı. Öyle ki, bu işlem, mü'minlere başkaları tarafından yapılmış olsaydı, onlar bu konuda pekâlâ şahit olabilirlerdi. Ama buna rağmen, onları bu konuda ne bir acıma tutmuş, ne de kalblerinde bir meyil ve şefkat, merhamet meydana gelmiştir.

Sırf İmanları Sebebiyle İşkence

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"Onlar, o mü'minleri sırf mutlak galib, her hamde layık Allah'a iman etmeleri sebebiyle işkence etmişlerdi. (O Allah ki), göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Allah her şeye hakkıyla şahiddir".

Bu ifadenin manası, "Onlar onları ancak... den dolayı ayıplayıp, imana gelmeyi inkar ettiler" şeklinde olur. Bu tıpkı şairin şu ifadesi gibi olur:

"Onlarda, düşman bölükleriyle çarpışmaktan dolayı kılıçlarında meydana gelmiş olan kırık ve çatlaklıklardan başka, (ki bu şayet bir kusur ise) bir ayıp yoktur!!"

Bunun bir benzeri de, "Sizler bizden, ancak Allah'a iman etmiş olmanızı ... yadırgıyorsunuz" (Maide, 5/59) ayetidir. Cenâb-ı Hak, “İllâ en yu'minu” buyurmuştur. Çünkü azab etme işi, ilerde yapılan imana göre meydana gelecektir. Şimdi eğer, ilerde küfredeceklerine göre, geçmiştekine mukabil azab olunmazlar. Buna göre adeta, "imanlarına devam etmeleri sebebiyle..." denilmek istenmiştir.

“Nekamu” Kelimesinin Kıraatı:

Ebu Hayve, kâf'in kesresiyle "nakimû" şeklinde okumuştur, ama fasîh olanı, fethalı olanıdır.

el-Azîzu'l-Hamîd

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisi sebebiyle, "ilâh"ın, tasdik olunmaya ve ibadet edilmeye müstehak olduğu vasıfları dile getirmiştir.

Birincisi, O'nun, el-Azîz oluşudur. Aziz, asla mağlub olunamayan, kadir, muktedir; savuşturulamayan kahir (hakim) olmasıdır. Netice olarak bu ism-i şerif, Cenâb-ı Hakk'ın tam bir kudrete sahip olduğuna bir işarettir.

İkincisi, O'nun el-Hamîd olması. el-Hamîd de, mü'min kullarının lisanında, hamde ve övgüye layık ve müstehak olan zat, anlamındadır. Bazı nesneler, her ne kadar Allah'ı, lisanı ile övüp hamdedemese dahi, bizzat bu nesnelerin kendisi, gerçekte hamde layık olan zatın O olduğuna şehadet ederler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Her şey lisân-ı hal ile O'nu hamde koyulmuştur..." (İsrâ, 17/44) buyurmuştur. Ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın ilmine bir işarettir. Zira, nesnelerin neticelerini bilmeyen kimsenin, övgüye ve hamde layık, değer fiillerde bulunması mümkün değildir. O halde, işte bu açıdan el-Hamîd, Cenâb-ı Hakk'ın ilminin tam ve mükemmel olduğuna delalet eder.

Üçüncüsü, göklerin ve yerin mülkiyeti kendisine ait olan zat olması. Bu böyledir, zira onların maliki O'dur ve bunların ayakta durması, O'nun sayesindedir. Dilemesi halinde, bunları yok edebilir. Bu da, O'nun mülk ve hükümranlığının tam ve mükemmel oluşuna bir işarettir. Bu sıfatı, ilk ikisinden sonra getirmiştir. Çünkü, tam bir mülk ve hükümranlık, ancak, kudret ve ilim bakımından tam bir mükemmellik söz konusu olduğunda düşünülebilir. Böylece, bu sıfatları taşıyan kimsenin, Kendisine iman edilmeye müstehak ve layık olduğu sabit olmuş olur. O'ndan başkaları ise, buna, kesinlikle müstehak değillerdir. Daha nasıl olur da, bu cahil kafirler, böylesi imanın günah olduğuna hükmedebilirler. Bil ki, Allahü teâlâ, Kendisinin Azîz olduğunu bildirmek suretiyle, dileyip istemesi halinde, o zorba kralların bu mü'minlere azab edişlerine mani olabileceğine, ateşlerini söndürüp, onları oracıkta hemencecik öldüreceğine; Hamîd oluşu ile de, Cenâb-ı Hakk'ın katında nazar-ı dikkate alınan şeyin, işlerin (kendileri değil) neticeleri olduğuna işaret etmek istemiştir. Binâenaleyh, bu demektir ki O, mühlet verse bile, asla, ihmal etmeyecektir. Çünkü, O, o mü'minlere, hak ettikleri mükafaatı, o kafirlere de, hak ettikleri cezayı verecek olan zattır. Ancak ne var ki, O, bu hususta acele etmez. Zira O, hep, ya meşîetine, yahut da lutfu gereği kullarının menfaatine göre hareket eder. İşte bu sebeple, "Allah her şeye hakkıyla şahiddir" buyurmuştur ki, bu, Kendisine taatta bulunanlar için, büyük bir vaad; günahkarlar için ileri derecede bir tehdittir.

Mü'minlere İşkence Edenlerin Cezası

10

"Erkek mü'minlerle kadın mü'minleri belaya uğratanlar, sonra da tevbe etmeyenler (yok mu)? Onlar için cehennem azabı vardır, onlar için bir de yangın azabı" .

Tenasüb:

Bil ki Cenâb-ı Hak, ashâb-ı uhdûd kıssasından bahsedince, bunun peşinden bu kıssaya dayalı olarak, mükafaat ve ceza ehlinin hükümlerini de getirerek, "Erkek mü'minlerle ... belaya uğratanlar (yok mu)" buyurmuştur.

Erkek Ve Kadn Mü'minlere İşkence Yapanlar Kimlerdi?

Bundan, sadece "ashâb-ı uhdûd"un kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, yine bundan, bunu yapan herkesin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu daha evladır; çünkü lafız umûmî olup, hüküm de umûmîdir. Yapılacak bir tahsis ise, delilsiz olarak zahiri terketmek olur.

Fitne'nin Manası

"el-fitne" kelimesinin asıl anlamı, "sınamak" ve "denemek"tir. Bu böyledir, çünkü o kafirler, o mü'minleri sınamışlar ve onları ateşe tutarak yakmışlardır. Kimi müfessir de, "fitne"nin, o ateşle yakmak olduğunu söylemiştir. İbn Abbas ve Mukatil ise, "Erkek mü'minlerle ... belâya uğratanlar" yani, "Onları ateşte yakanlar..." demişlerdir. Zeccâc da şöyle demiştir: "Arapça'da, "onu yaktım" anlamında, “Fetentu'ş-şey'e” denilir. Fiten ise, sanki yanmışcasına siyah olan taşlar anlamına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, "(O gün) kendilerinin ateş üzerinde azaba uğratılacakları gündür" (Zâriyat, 51/13) ayeti de bu anlamdadır.

Allah Tevbeleri Kabul Eder

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra da tevbe etmediler..." ifadesi, onların, şayet tevbe etselerdi bu tehdid ve vaîdin kapsamından çıkacak olduklarına delalet etmektedir. Bu da, Allahü teâlâ'nın tevbeleri kabul etmesinin kesin olduğuna; yine, İbn Abbas'tan rivayet edilenin aksine, bilerek katil olanın tevbesinin makbul olacağına delalet eder.

İki Azab

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için cehennem azabı vardır, onlar için bir de yangın azabı..." ifadesi hakkında iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Her iki azab da, ahirette meydana gelecektir. Ancak ne var ki, küfürleri sebebiyle olan azab, cehennem azabıdır; yangın azabı ise, mü'minleri yakmış olmaları sebebiyle, küfürden ötürü olan azaba ilave edilen bir azabtır. Birinci azabın "serinlik ve soğukluk azabı"; ikinci azabın da, yangın azabı olması; yine, birincisinin yangın azabı, yangın azabına ilave edilenin de yine yangın ve yakmak olması da muhtemeldir. Ancak ne var ki, ilk azab sanki, ikinciye nisbetle, "yangın" olarak isimlendirilmemiştir. Çünkü ikinci azabta, yakmanın iki nevi birden bir arada bulunmuş, böylece de, cidden tam ve mükemmel bir hale gelmiştir. O zaman, birincisi zayıf olmuş olduğundan, "yangın" diye isimlendirilmemiştir.

İkinci Görüş: Cenâb-ı Hakk'ın, “Felehum azâbu cehenneme” ifâdesi, ahiret azabına; “Velehum azabu'l-hariki” ifadesi de, daha önce zikrettiğimiz üzere, hendeklerin ateşinin, o kafirlerin üzerine yürüyüp de onları yakması şeklindeki yangın ve yakmak azabına bir işarettirler.

Mü'minlerin Mükafaâtı

11

"îman edip de güzel güzel amel edenlere gelince, altlarından ırmaklar akan cennetler de onlarındır. Büyük kurtuluş da, budur".

Tenasüb:

Bil ki, Cenâb-ı Hak günahkarlarla ilgili tehdit ve vaîdi zikredince, bunun peşinden mü'minlerin va'dini zikretmiştir ki, bu gayet açıktır.

İ'rab

Cenâb-ı Hak, “Zâlike'l-fevzu” ".. Kurtuluş da budur" buyurmuş, ama, çok ince bir nükteden dolayı “Tilke” buyurmamıştır. Bu nükte de şudur: “Zâlike” kelimesi Cenâb-ı Hakk'ın bu cennetlerin meydana gelmiş olduğunu haber verdiğine işaret etmektedir. “Tilke” ise, cennetlere işaret etmektedir. Allahü teâlâ'nın bundan haber vermesi ise, O'nun razı olduğuna; fevz-i kebîr (büyük kurtuluş), (büyük mailiyet)in de cennetin hasıl olması değil de, "Allah'ın rızası" olduğuna delalet eder.

Azimet ve Ruhsat

Ashâb-ı uhdûd kıssası ve bilhassa bu ayet-i kerime, büyük bir azab ile tehdit edilerek küfre zorlanan kimse hakkında en uygun olanın, bu korkuya direnmesi olduğuna; küfür kelimesini izhar etmeninse, bu hususta bir ruhsat ve cevaz gibi olacağına... delalet etmektedir.

Hasan el-Basrînin rivayet ettiğine göre, Müseylime, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabından iki adamı yakalar ve onlardan birisine, "Benim, Allah'ın Resulü olduğuma şehadet ediyor musun?" der. O da, "Evet" deyince, onu salıverir. Ötekine de aynı şeyi sorar; o, "Hayır, bilakis sen, yalancı ve kezzabın tekisin" diye cevap verince, onu öldürür. (Haberi duyduğunda) Hazret-i Peygamber, "Salıverilene gelince, o ruhsata tutundu; binâenaleyh, o muaheze edilmez. Öldürülene gelince, o da, faziletli olana sarıldı... Ona ne mutlu; müjdeler olsun!" buyurur.

Rabbin Çarpmasındaki Dehşet

12

Âyetin tefsiri için bak:16

13

Âyetin tefsiri için bak:16

14

Âyetin tefsiri için bak:16

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Hakikat, Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı pek çetindir. Çünkü O, ilkin var edenin de, ölümden sonra diriltecek olanın da kendisidir. O, çok affeden, çok sevendir. Arşın sahibidir. Pek yücedir. Ne dilerse hakkıyla yapandır".

Tenasüb:

Bil ki, Allahü teâlâ, önce, erkek mü'minlerle kadın mü'minleri belaya uğratan kimselerle ilgili vaidi, ikinci sırada da, iman edip salih amel işleyenlerin va'd ve mükafaatını zikredince, bu vaîd ve va'din peşinden de, tekid ve takviye ifade eden ayeti getirmiş ve "Hakikat, Rabbimin kıskıvrak tutup yakalayışı pek çetindir" buyurmuştur.

el-Betş Kelimesi Hakkında:

el-Betş, kıskıvrak, şiddetle yakalamak, anlamına gelir. Bu kelime bir de "şiddet" ile nitelenince, manası daha da artmış ve fazlalaşmış olur.

Bunun bir benzeri de, "O'nun yakalaması acı vericidir, şiddetlidir" (Hûd, 11/102) ayetidir.

Allah'ın Mühlet Vermesi

Bütün bunlardan sonra, böylesi kadir olan Allah'ın mühlet vermesi, ihmal etmek için olmaz. Bu ancak, ya hükm-i meşîet, ya da hükm-i maslahata ve bu işin kıyamet gününe ertelenmesine göre, Hakîm olması sebebiyle olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, ilkin var edenin de, ölümden sonra diriltecek olanın da ta kendisidir" buyurmuştur. Yani, "Allah, mahlûkatını yaratır, sonra onları yok eder; daha sonra kıyamet gününde de, karşılıklarını vermek için, yeniden diriltir.. Bu mühlet tanıma bundan dolayıdır; yoksa, ihmal edilmiş olmaları sebebiyle değil" demektir. İbn Abbas şöyle demiştir: "Cehennem ehlini ateş yer, (yakar). Öyle ki onlar kömür haline gelirler. Sonra onları yeniden yaratır. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, “İnnehu huve yubdiu ve yuid” ifadesinden kastedilen de budur.

Gafur Vasfı

Sonra, Cenâb-ı Hak, va'dini te'kid etmek üzere “Vehuve'l-Ğafuru'l-Vedud” "O, çok affeden, çok sevendir" buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, celâl ve azametinin beş vasfını zikretmiştir:

1) O'nun çok bağışlayıcı olması (el-Gafûr). Mu'tezile, "Allah, tevbe eden için gafurdur" derken, bizim (ehl-i sünnet) ulemamız da, "Allah, ister tevbe etsin, isterse etmesin, herkes için, mutlak anlamda gafurdur. Çünkü O, "Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki (günahları) ise, dilediği kimseler hakkında affeder" (Nisa, 4/48) buyurmuştur. Bir de, tevbe edenin bağışlanması vacibtir. Vacib olanı yapmak ise, medholunmayı gerektirmez. Ayetse, medhi meyanında zikredilmiştir" demişlerdir.

Vedûd Vasfı

2) Onun çok sevmesi (el-Vedûd). Bu hususta da birkaç görüş bulunmaktadır:

a) el-Vedûd, el-Muhib (seven, muhabbet duyan) anlamındadır. Ekseri müfessirin görüşü budur. Bu, aklî delillere de mutabıktır. Çünkü hayır, bizatihi gerekir, şer ise ârızî olarak.. O halde, şerrin hayırdan daha az olması gerekir. Buna göre, galib ve baskın olan da mutlaka hayırdır. O halde o, bizzat mahbub, sevilmiştir.

b) Kelbî şöyle demiştir: "el-Vedûd", bağışlamak ve mükafaatlandırmak suretiyle dostlarına karşı çok sevgi besleyen., anlamındadır. Ama, esas olan görüş birincisidir."

c) Ezherî ise şöyle der: "Bazı dil alimleri, Vedûd kelimesinin, tıpkı (binilmiş) “hakûb” (sağılmış) kelimelerinde olduğu gibi, ism-i mef'ûl anlamında olabileceğini de söylemişlerdir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hakk'ın salih kulları, Allah'ın zatı, sıfatları ve fiilleri açısından mükemmel bir varlık olduğunu bildikleri için, O'nu sever, O'na muhabbet duyarlar" şeklinde olur." O, sözüne devamla şöyle der: "Bu iki sıfatın ikisi de medh sıfatıdır. Zira, zikri yüce olan Allah, itaatkâr olan kullarını sevdiğinde, bu, O'nun bir lütfü olmuş olur. Ama, arif olan kulları O'nu sevdiğinde ise, bu sevmek işi, onlar nezdinde, Cenâb-ı Hakk'ın kereminin ve ihsanının anlaşılmış ve bilinmiş olmasından dolayı olmuş olur.

d) Kaffâl şöyle demektedir: "Vedûd'un "Halîm-sabırlı" manasına gelebileceği de ileri sürülmüş olup, bu kelime bu manasıyla, Arapların “Dabbetun vedudun” deyimlerine varıp dayanır ki, bu da "Ne tarafa yöneltirsen, o tarafa yönelen, itaatkar hayvan..." demektir. Nitekim Kutrub "Harb için ben, yönetimi gayet kolay, atılgan ve son derece uysal olan hafif ve hızlı binek hayvanları hazırladım..." beytini nakletmiştir.

Zu'l-Arş Vasfı

3) Cenâb-ı Hakk'ın, Arş'ın sahibi olması.. (Zü'l-Arş).. Kaffâl, bu ifadenin manasının, "Mülk ve hükümranlık sahibi" anlamına geldiğini, nitekim Arapça'da da, bilfiil, divanı ve tahtı üzerinde bulunmasa dahi, "Falanca, mülkünün tahtı üzerindedir" ve yine, hükümranlığı kaybolup gittiğinde, helak olduğunda, “Fulânun alâ seriri mülkihi” "Falancanın tahtı gitti" denilebildiğini söylemiştir. Ki bu, doğruluğunda ittifak edilen bir manadır. Çünkü, "Arş" ile "taht" manası kastedilmiş olabilir. Ve, şanı yüce olan Allah'ın da, azametini ancak O'nunla, bir de O'nu görüp, O'na muttali olandan başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir şekilde semada son derece büyük ve son derece yüce bir "taht-Arş" yaratmış olması mümkündür.

Mecîd Vasfı

4) el-Mecîd olması.. Bu ifade şu iki şekilde okunmuştur:

a) Merfû olarak “El-Mecidu” şeklinde... Bu durumda bu kelime, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı olmuş olur ki, bu, kıraat imamlarıyla müfessirlerin ekserisinin tercih ettiği kıraat şeklidir. Çünkü el-Mecd, ululuk ve celâl sıfatlarındandır. Bu ise ancak, Cenâb-ı Hakk'a uygun düşer. Nahivde, sıfatla mevsuf arasına fasılanın ve itiraziyye cümlelerinin girmesi imkansız değildir.

b) Mecrûr olarak “El-Mecidi” şeklinde... Bu da, Hamza ve Kisâî'nin kıraatidir. Bu durumda bu kelime el-Arş kelimesinin sıfatı olmuş olur. Kelimeyi bu şekilde okuyanlar şöyle demişlerdir: Kur'ân, Allah'dan başkasının da "mecîd-ulu" ile tavsif edilebileceğine delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak meselâ, "Bilakis o, yüce bir Kur'ân'dır..." (Burûc, 85/21-22) buyurmuştur. Ve biz de, Allahü teâlâ'nın, "Arş"ı "kerim" oluşla tavsif ettiğini görmekteyiz. Binâenaleyh, "Arş"ı, "mecîd" olma ile de tavsif edebilir." Bunlar sözüne devamla şöyle demektedirler: "Hem, Allah'ın mecdi, ululuğu, zatının vâcibü'l-vücûd; kudret, hikmet ve ilminin mükemmel olması sebebiyle, O'nun ululuğunu, yüceliğini belirtmektir. Arşın ululuğu da, cihet bakımından en üstte olmasında, mikdarının azametinde, kütle ve terkibinin güzel olmasında yatmaktadır. Çünkü, "Arş, hem terkib, hem de şekil bakımından" maddelerin en güzelidir" denilmiştir.

Fa'âlun Limâ Yurîd Vasfı

5) O'nun bir dilediğini yapması. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

İ'rab

“Fa'âlun” mahzuf mübtedanın haberidir. Nahivcilerden, “Vehuve” ifadesinin, bir mübteda ve iki haberden meydana geldiğini söyleyenler vardır, ama bu zayıftır. Çünkü, mübtedaya isnatda bulunmaktan maksat, ya bu iki haberin ikisinin birden isnadıdır, yahut da bunlardan herbirinin teker teker isnadıdır. Şimdi, eğer birincisi ise, haber iki değil, bir olur. Eğer ikincisi ise, kaziyye (hüküm), tek değil, tam aksine iki olur.

Fiillerin Yaratılması Meselesi

Alimlerimiz, fiillerin yaratılması meselesinde, bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ'nın, kişilerin iman etmelerini isteyip-dilediğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh, bu ayetin muktezasına göre, imanın failinin O olması gerekir. İmanın faili O olduğuna göre, ikisi arasında herhangi bir farkın olduğunu söyleyenin bulunmaması gerekçesiyle, kişinin küfrünün faili ve yaratıcısının da Allah olması gerekir. "Kâdî şöyle der: Allahü teâlâ'nın, kulunun taatını dilemesi halinde, bu işin mutlaka olacağına dair bu ayetle istidlal etmek mümkün değildir. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın “Fa'âlun limâ yurid” ifadesi, meydana geldiğinde, O'nun fiili olan şeyleri içine alır, ama meydana geldiğinde O'nun fiili olmayan şeyleri içine almaz." Kadî'nin ifadeleri bu olup, bunun zayıflığı ise, gayet açıktır.

Allah'ın Dilemesi

Alimlerimiz bu ayete dayanarak, Cenâb-ı Hak üzerinde, mükelleflerden hiçbirinin, hiçbir hususta hak sahibi olduğuna istidlal etmemişlerdir. Ama, bu manayı bu ayetten çıkarmak zayıftır. Çünkü bu ayet, Allahü teâlâ'nın, dilediğini yaptığına delalet etmektedir. O halde, sen daha ne hakla, "Allah, bu ayetle, mükafaat vermemeyi kastetmiştir" diyebiliyorsun?..

Allah Dilediğini Dilediği Şekilde Yapar

Kaffal ayetteki bu vasfa şu manayı verir; "Allah, dilediğini, dilediği şekilde yapandır. O'na itiraz edilemez ve hiçbir güç O'nu mağlub edemez. Binâenaleyh O, Kenrdi dostlarını cennete sokar ve buna kimse mani olamaz. Düşmanlarını cehennemine sokar, düşmanlarına, Allah'a rağmen kimse yardım edemez. Asi kimselere, cezalandıracağı vakte kadar, dilediği kadar mühlet verir; işlediğinde de, kimisini hemen cezalandırır, dolayısıyla da kimisine dünyada, kimisine de ahirette azab eder. Bütün bu şeyleri ve bunun dışında kalanları dilediği gibi yapar.

Firavun ve Semûd Kuvvetleri

17

Âyetin tefsiri için bak:22

18

Âyetin tefsiri için bak:22

19

Âyetin tefsiri için bak:22

20

Âyetin tefsiri için bak:22

21

Âyetin tefsiri için bak:22

22

"Sana o orduların, Firavun'un ve Semûd'un haberi geldi mi? Hayır, o kafirler bir yalanlama içindedirler. Halbuki Allah, onları arkalarından kuşatıcıdır. Daha doğrusu o, çok şerefîi bir Kur'ân'dır. Levh-i Mahfuz'dadir"

Tenasüb

Bil ki Allahü teâlâ, kafirlerin mü'minlere eziyet ettikleri hususunda, Ashab-ı Uhdûd'un halini ortaya koyunca, onlardan öncekilerin de böyle olduklarını beyan etmiştir.

Firavun ve Semud

Yine bil ki ayetteki, Firavun ve Semûd, "cunûd" (ordular)dan bedeldir. Hak teâlâ burada, "Firavun" kelimesi ile, hem Firavun'u, hem de kavmini kastetmiştir. Bu tıpkı, diğer ayetlerdeki, "Firavun ve mele-i" (Yunus, 10/83) ifadesi gibidir. Semûd ise, Arap beldelerinde yaşamış bir kavim olup, bunların kıssası, Araplarca meşhur idi.

Allah'ın "Muhit" Olması

Cenâb-ı Hak, bu konuda evvelkilerin uğradıkları halleri anlatmak suretiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini teselli edince, bundan sonra yine onun kalbini bir başka açıdan daha teselli ederek, "Halbuki Allah, onları arkalarından kuşatıcıdır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın bundan kastı, Kendisinin onlara her zaman, her yerde kadir olduğunu ve onların, O'nun elinin içinde olduklarını, arkalarından kuşatılmış, dolayısıyla yolları kesilmiş, kaçacak bir yer bulamayan bir şey gibi olduklarını belirtmektir. İşte bu sebeple adeta şöyle demek istemiştir: "Bunlar Benim avucumun içindedirler. Ben bunları yok etmeye ve seni yalanlamalarının cezasını hemen vermeye kadirim. Öyleyse seni yalanlamalarından ötürü sabırsızlık gösterme, onlardan intikam almak istediğimde elimden kurtulamazlar."

2) Ayette bahsedilen "kuşatma" ile, onların helaklerinin yakınlığı kastedilmiş olup, tıpkı, "Size, henüz güç yetiremediğiniz daha diğer (ganimetler) de (vermiştir). Allah bütün onları hakikaten kuşatmıştır" (Fetih, 48/21), "Hani biz sana, "Rabbin insanları kuşatmıştır" demiştik" (İsra, 17/60) ve "Kendilerinin kuşatılmış olduğunu sanırlar..." (Yunus, 10/22) ayetlerinde olduğu gibidir. Bütün bunlar, onların bir helâkla yüzyüze oluşlarını anlatan ifadelerdir. Hak teâlâ sanki, "Bunlar, seni yalanlamak suretiyle, kendilerini bir helâkla karşı karşıya getiriyorlar" demek istemiştir.

3) Bu ifadeyle, "Allah onların bütün yaptıklarını biliyor. Dolayısıyla da yaptıklarına karşılık ceza verme zamanını bekliyor" manasında olmak üzere, "Allah onların yaptıkları şeyleri (ilmiyle) çepeçevre kuşatmıştır" manası da kastedilmiş olabilir.

Kur'ân-ı Mecîd

Hak teâlâ, daha sonra peygamberini (aleyhisselâm) bir üçüncü hususla da teselli etmiştir ki bu da, "Daha doğrusu o, çok şerefli bir Kur'ân'dır" ifadesidir.

Tenasüb

Bu ayetin, kendinden önceki ayetlerle ilgi ve münasebeti şudur: "Kur'ân, değişiklikten ve bozulmadan korunmuş bir Kur'ân'dır. Binâenaleyh eğer bunda bir topluluğun mutlu, bir topluluğun mutsuz olacağına ve bir kavmin, diğer bir kavimden eziyet göreceğine dair bir hüküm yer almışsa, bunun değişmesi veya yalan çıkması imkansızdır. Binâenaleyh bu hükme rıza göstermek lazım." Dolayısıyla bunun en büyük bir teselli olacağında hiç şüphe yoktur.

Kıraat

İzafet ile, “Kur'anun mecidun” şeklinde de kıraat vardır ve bu, “Kur'anu rabbe mecidin” "Mecîd olan Rabbin Kur'ân'ı" takdirindedir.

Kıraat

Yahya b. Ya'mer, ayetteki "levh" kelimesini “Fi levhin” şeklinde okumuştur. "Lûh" ise, hava demektir, yani, "Kendisine Levh-i Mahfuz'un bulunduğu yedinci göğün üstündeki Lûh (hava)da" demektir. Ayetteki "mahfuz" kelimesi, Kur'ân'ın sıfatı olarak, ref ile “Mahfuzun” şeklinde de okunmuştur ki buna göre ayet, "Şüphesiz o zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik, şüphesiz onu biz muhafaza edeceğiz" (Hicr, 15/9) ayetinde yaptığımız tefsir manasında olmuş olur.

Levh-i Mahfuz

Hak teâlâ burada, "O, Levh-i Mahfuz'dadır" buyurmuş, bir başka ayette ise, "O meknûn (korunan) bir kitab, şerefli bir Kur'ân 'dır" (Vakıa, 56/77-78) buyurmuştur. Binâenaleyh "meknûn kitab" ile "levh-i mahfuz"un aynı şey olması muhtemeldir. Hem sonra Kur'ân'ın "mahfuz" (korunmuş) oluşu ile, Hak teâlâ'nın da, "Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir" (Vakıa, 56/79) ayetinde buyurduğu gibi, kendisine tertemiz olanların dışındakilerin dokunmasından mahfuz (korunmuş) olduğu manası kastedilebileceği gibi, mukarreb meleklerin dışında, herhangibir mahlukatın kendisine muttali olmaktan korunmuş olduğu manası da kastedilmiş olabilir. Yine bu ifadeyle, onda hiçbir tağyir ve tebdilin olamayacağı manası da kastedilmiş olabilir.

Kimi kelamcılar, "Levh"in, meleklerin görüp okuyabildiği birşey olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta, bazı rivayetler olduğuna göre, bunu kabul etmek vacibtir. Allahü teâlâ en iyi bilendir. Salât-u selâm, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına olsun (amin)!

0 ﴿