7

"Tutuşturucu o ateş hendeklerinin sahipleri gebersin! O zaman onlar, onun etrafında oturucu idiler. Onlar, iman edenlere yapacakları (işkenceler) hususunda şahitlik edeceklerdi...".

Kasem ve Cevabı

Bil ki, kasemin, mutlaka bir cevabı olması gerekir. Alimler, bu cevabın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişler ve şu izahları yapmışlardır:

1) Ahfeş'e göre kasemin cevabı, ayetteki, "... hendeklerinin sahipleri gebertilmiştir" ifadesi olup, kasemin cevabının başına gelmesi gerekli olan lâm ise mahzuftur. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, “Veşşemi ve duhaâ... kad efleha...” (Şems, 91/1-9) ayetinde olduğu gibidir. Zira “Kad efleha” aslında “Lekad efleha” takdirindedir. Ahfeş, sözüne devamla şöyle der: "İstersen ayette bir takdim-tehir bulunduğunu da söyleyebilirsin. Buna göre ayetin takdiri adeta, “Kutile ashabu'l-uhdudi ve's-semâi zâti'l-buruci...” şeklinde olur."

2) Zeccâc'a göre, kasemin cevabı “İnne betşe rabbike leşedid” (Burûc 85/12) cümlesidir. Bu, İbn Mes'ûd ve Katâde'nin görüşüdür.

3) Kasemin cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın “İnnellezine fetenu'l-mu'minine ve'l-mu'minat” (Burûc, 85/10) ayeti olup, bu tıpkı senin, “Vallahi inne zeyden lekâimun” "Allah'a andolsun ki, Zeyd ayaktadır" demen gibidir. Ancak ne var ki, kasem ile onun cevabı olan “İnnellezine fetenu” cümlesi arasına “Kutile ashabu'l-uhdudi...” ayetleri girmiştir.

4) Önceki alimlerden bir grup kimsenin görüşüne göre, kasemin cevabı mahzuftur. Bu görüş, Keşşaf sahibinin de tercih ettiği bir görüştür. Ancak ne var ki, mütekaddimûn ulemasına göre mahzuf olan cevap, "Amellere, yapılan işlere karşılık verme hususundaki va'd ve iş, haktır" şeklindedir. Keşşaf sahibine göreyse, kasemin cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ashâb-ı Uhdud gebersin!" cümlesinin delalet ettiği şeydir. Buna göre adeta, "Ashâb-ı Uhdûd'a lanet olunduğu gibi, Kureyş kafirlerinin de melun oldukları hususunda işte bu şeylere yemin ederim" denilmek istenmiştir. Bu böyledir, zira bu sûre, mü'minleri, Mekke müşriklerinin eziyyetlerine karşı sabit kadem kılmak, onlara cesaret vermek ve imanlarından dolayı geçmiş kavimler arasındaki mü'minlerin katlandıkları sıkıntıları onlara anlatmak için varid olmuştur. Böylece, mü'minler de onlara uysunlar, kendi kavimlerinin eziyetlerine katlansınlar, Allah katında Mekke kafirlerinin geçmiş milletler içinde yer alan ve iman eden kimseleri ateşle yakan o kafir kimseler gibi olduklarını ve bunlar hakkında da, "Kahrolsun ashâb-ı uhdud" denildiği gibi, "Kahrolsun Kureyş kafirleri" denilmesine müstehak olduklarını bilsinler diye.

Nüzul Kıssası: Büyücü ve Çırağı

Alimler, Ashâb-ı Uhdûd kıssası hususunda farklı farklı görüşler beyan etmişlerdir. Biz bunlardan şu üç tanesini zikredeceğiz:

1) Rivayet olunduğuna göre, krallardan birisinin bir sihirbazı var idi. O yaşlanınca, kendisine büyü öğretmek üzere, yanına bir çocuk verdi. Çocuğun gidip geldiği yol üzerinde ise, bir rahip bulunuyordu. Derken, çocuğun kalbi, bu rahibe meyletti. Bir gün o çocuk yolu üzerinde insanlara geçit vermeyen bir yılan gördü. Eline bir taş aldı ve "Ey Allah'ım, eğer o rahip sana o büyücüden daha sevimli ise, bu taşı atarak o yılanı öldürme hususunda bana kuvvet ver" dedi; taşı attı, derken yılanı öldürdü. İşte bu, çocuğun o büyücüden yüz çevirmesine, rahibin yanına gidip gelmesine sebep oldu. Derken, anadan doğma körleri, alaca hastalığını iyileştirecek ve çeşitli hastalıkları tedavi edecek seviyeye çıktı. Derken bir gün, melikin yanına gidip gelen maiyyetinden birisi kör olur. Bunun üzerine bu genç, onu iyileştirir; kral, kör olan o adamın iyileştiğini görünce,

"Seni kim tedavi etti?" diye sorar. Bu şahıs da, "Rabbim" cevabını verince, kral kızar, buna işkence etmeye başlar.

Derken o adam, o çocuğu işaret eder. Bunun üzerine de kral, çocuğa da işkence etmeye başlayınca, çocuk da o rahibi gösterir. Bunun üzerine o rahip, kralın huzuruna çıkarılır. Kral, rahibe, dininden vaz geçmesini söyler. Ama rahip, kralın sözünü kabul etmez. Bunun üzerine de kral, onu, testere ile doğratır. Daha sonra da, kralın tebaası, o çocuğu, tepesinden aşağı atmak için, bir dağın başına çıkarırlar. Çocuk, Allah'a dua eder, yalvarır, böylece de o topluluk helak olur, çocuksa kurtulur. Bunun üzerine kralın tebaası, onu alıp bir gemiye götürürler. Ve, onu boğmaları için de, gemiyi denizin ortasına sürerler. Bunun üzerine çocuk yine Allah'a yalvarıp yakarır; gemi de, onları alabora eder; gemidekiler boğulurken, çocuk kurtulur.

En sonunda, bu çocuk o krala, "Sen beni öldüremezsin. Ta ki, insanları bir meydanda toplayıp, beni çarmıha gerip; benim ok sadağımdan bir ok alıp ve "Bu çocuğun Rabbi olan Allah'ın adıyla" deyip, sonra da o oku bana atmadıkça (beni öldüremezsin)" der. Bunun üzerine kral da, çocuğun dediklerini uygular. Ona ok atar, derken, ok, onun şakağına saplanır, bunun üzerine çocuk, elini şakağına koyar ve ölür.

Neticede oradaki halk, "Biz bu çocuğun Rabbine iman ettik" derler. Bunun üzerine krala, "korktuğun başına geldi" denilir. Bunun üzerine de kral, yol ağızlarına hendekler kazılmasını ve içlerinde ateşler yakılmasını emreder. Kim dininden dönmezse, o onu oraya atar. Derken, yanında çocuğu olan bir kadıncağız gelir. Bu kuyulara atılmaktan irkilir de geri durur. Bunun üzerine o çocuk, "Ey anneciğim, sabret, zira sen hak üzeresin" der; kadın da, buna sabreder (ateşe atılmaya razı olur).

2) Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: O dönemdeki insanlar, mecusilerin hükmü hususunda ihtilaf edince, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle der: "Onlar, ehl-i kitabtandırlar. Kendi kitablarına bağlı idiler. İçki onlara helal kılınmıştır. Derken, krallarından birisi içki içip sarhoş oldu. Bu arada da, kız kardeşiyle cinsî münasebette bulundu. Kendine gelince, pişman oldu ve bir çıkış yolu aradı. Bunun üzerine kız kardeşi ona, bu işin çıkış yolunun, insanlara bir konuşma yaparak önce Allahü teâlâ'nın, kız kardeşlerin nikahını helal kıldığını söyleyip, bir müddet sonra da, onlara yine bir hutbe irad ederek, Cenâb-ı Hakk'ın bu nikahı haram kıldığını söylemesini telkin etti. Bunun üzerine kral da, böyle bir nutuk irad etti, ama halk bunu kabul etmedi. Bunun üzerine kız kardeş krala, "onları, kamçıla" dedi, fakat onlar bunu yine kabul etmediler. Derken kız kardeşi, "onları kılıçtan geçir" dedi, ama halk, yine kabul etmedi. Bunun üzerine kız kardeş, o krala, hendekler kızdırmasını, içinde ateşler yaktırmasını ve Cenâb-ı Hakk'ın “Kutile ashabu'l-uhdudi” beyanıyla kastettiği kimselerin oraya atılmasını söyledi.

3) Necrân'a, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nındinini benimsemiş olan bir adam gelir. Derken bu adam, onları bu dine davet eder. Bunlar da, onun bu davetine icabet ederler. Derken, bu topluluğa yahudi olan Zû Nuvâs, Himyerlilerden oluşan bir ordu ile mukabele eder. Ve bu kimseleri, ateşte yanma ile yahudi dinine girme arasında muhayyer bırakır, tercihte bulunmalarını ister. Bunun üzerine bunlar yahudiliğe girmemek için diretirler. Bunun üzerine o Zû Nuvâs, o kimselerden oniki bin kişiyi o hendeklerde yakar. Bunun, yetmişbin kişi olduğu da söylenmiştir. Zikredildiğine göre, hendeklerin uzunluğu kırk "zira" (arşın), eni ise, oniki arşın idi.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle yaptığı rivayet edilmiştir: "O, Ashab-ı Uhdûd'dan bahsedildiği zaman, ileri derecedeki belalardan Allah'a sığınır, istiâze yapardı."

Buna göre şayet, "Bu rivayetlerin birbiriyle çelişmesi, bunların yalan ve uydurma olduklarına delalet eder" denilirse, biz deriz ki, bu rivayetler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bunların, üç ayrı zamanda, üç ayrı cemaat hakkında meydana geldiği; birisinin Yemen'de, birisinin Irak'da, diğerinin de Şam'da meydana geldiği ileri sürülmüştür. "el-Uhdûd" kelimesi, her ne kadar tekil ise de, ancak ne var ki, bu ifadeyle çoğul manası kastedilmiştir. Müfret kelimelerle çoğul manasının katedilmesi, Kur'ân'da pekçoktur. Kaffâl de şöyle der: "Alimler, ashâb-ı uhdûd kıssası hakkında, pekçok değişik rivayetler zikretmişlerdir. Bunların hiçbiri doğru değildir; ancak ne var ki bu rivayetler, Ashâb-ı Uhdûd'un, kavimlerine yahut da kâfir ve kendilerine hükümran olan bir krala karşı çıkan mü'min bir cemaat oldukları hususunda ittifak etmektedirler. Buna göre bu kafir kral, bu mü'min kimseleri, bir takım hendeklere ve onlar için kazdırılmış olan kuyulara attırır." O, sözüne devamla şöyle der: "Öyle sanıyorum ki, bu hadise, Kureyş nezdinde, meşhur ve malum idi. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, dinleri uğrunda kendilerine isabet eden şeylere sabretmek, sıkıntılara katlanmak gerektiğine dikkatlerini çekmek için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabına, bu kıssayı hatırlattı. Çünkü, Kureyş müşrikleri, hadislerde de yaygın bir şekilde anlatıldığı gibi, meselâ Ammâr ibn Yasir, Bilal... gibi zevata, şiddetli işkenceler yapıyorlardı.

Uhdud Kelimesi

"el-uhdûd", yerde, uzunlamasına açılan yarıklar manasına gelip, çoğulu ehâdîd olup, masdarı ise, "yarmak" demek olan hadd kelimesidir. Çünkü Arapça'da, “Hadde fi'l-erdi hadden” "Yerde, kanal, hendek açtı" denildiği gibi, tıpkı, yarıklar gibi, kişinin bedeninde (hastalık ya da işkenceden dolayı) böyle yarıklar açıldığında, “Tehaddede lahmuhu” denilir.

Ashab-ı Uhdûd (Mazlumlar)

"Ashâb-ı Uhdûd" ifadesi ile, öldürenler kastedildiği, öldürülenler de kastedilmiş olabilir. Meşhur olan rivayete göre, öldürülenler mü'min olan kimselerdir. Yine, bu öldürülenlerin zorbalar, zalimler olduğu da rivayet edilmiştir. Çünkü bu zorba krallar, mü'minleri o ateşin içine atınca, o ateş, kafirlerin üzerine dönmüş, onları yakmış, derken Allahü teâlâ, mü'minleri o ateşten sapasağlam kurtarmıştır.

Bu görüşü, Rebî ibn Enes ile Vahidî benimsemişler, Cenâb-ı Hakk'ın “Onlar için cehennem azabı ve yakıcı azab vardır.” (Burüc, 85/10) ayetini de, "Bunlar için ahirette "cehennem" azabı, dünyada da, çok yakıcı olan Harîk azabı vardır" diye yorumlamışlardır. Bu mukaddimeyi iyice anladığına göre, şimdi biz şöyle diyebiliriz:

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, “...hendeklerinin sahipleri gebertilmiştir" ifadesinin tefsiri hususunda üç izah yapmışlardır. Bu böyledir, zira biz, ayetin bu ifadesini, ya katiller yahut da maktuller manasına alabiliriz. Birinci manaya alınması halinde, bu hususta şu iki yorum yapılabilir:

1) Bu ifade, onlar hakkında bir beddua olup, "Ashâb-ı Uhdûd'a lanet olsun" manasına olmuş olur ki, bu ifadenin bir benzeri de, "Kahrolası insan, ne kadar da nankör..." (Abese, 80/17) ve "Yalancılar ve tahminciler kahrolsun!" (Zariyat, 51/10) ayetleridir.

2) Ayetten biraz önce de bahsettiğimiz gibi, "O zorba krallar, mü'minleri ateşle öldürmek isteyince, ateş onlara dönmüş ve onları öldürmüştür" şeklinde bir mana kastedilmiştir. Ama biz, ayetin bu ifadesini maktullere atfedersek, o zaman mana, "O mü'minler, ateşte yakılmak suretiyle öldürüldüler" şeklinde olur. Bu durumda da, ayetin bu ifadesi, bir beddua değil, bir haber cümlesi olmuş olur. Bu ifade, şedde ile “Kuttile” şeklinde olmuş olur.

“Zati'l-vekud” Hakkında

Ateş, orada yanan şey düz veya başka bir şey olduğunda büyük olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, “El-vekud” "Yakıtı, insanlar ve taşlardır" (Bakara, 2/24) ifadesinde de anlaşıldığı üzere, o yakıtın adıdır. “Zatu'l-vekudi” ifadesinden, o hendeklerde bulunan odunların çok olduğu anlaşılmaktadır.

İ'rab:

Ebû Ali, “Zati'l-vekud” ifadesinin, terkib bakımından "bedel-i iştimal" olduğunu ve bunun, senin tıpkı,"Zeyd soyuldu, yani elbisesi.." demek gibi olduğunu; zira, “Uhdud” ifadesinin ateşi kapsadığını söylemiştir.

Kıraat:

Bu kelime, damme ile (el-vukûdu) şeklinde de okunmuştur.

İ'rab:

Bu ifadenin başındaki “İz” edatının amili, “Kutile” kelimesi olup, buna göre mana, "Onlar, o ateşin yanıbaşında oturup, mü'minlere azab ettikleri o vakitte, lanete duçar oldular" şeklinde olur.

Ayetteki Müşkilat:

Bu ayette şöyle bir müşkilât söz konusudur. Ayetteki “Hum” ifadesi, "Ashab-ı Uhdûd'a raci olan bir zamirdir. Çünkü, bu ifade, zamire en yakın olan kelimedir; “Aleyhâ” ifâdesindeki zamir ise, "ateş"e racidir. Binâenaleyh, ayetin bu ifadesi, Ashab-ı uhdûdun, ateşin üzerinde (alâ üzerinde olmayı ifade eder) bulunmuş ve oturmuş oldukları iktiza eder. Halbuki, durumun böyle olmadığı malumdur (ne dersin)? Buna şu birkaç yönden cevap verebiliriz:

a) Buradaki “Hum” zamiri, "Ashab-ı Uhdûd'a racidir. Ancak ne var ki, burada, Ashab-ı Uhdûd'dan kastedilen katiller değil, maktullerdir. Bu durumda mana, "Mü'minler, ateşin üzerinde oturmuşlar, yanıyorlar ve ateşe atılmışlar..," şeklinde olmuş olur.

b) “Aleyhâ”daki “Hâ” zamiri, "ateşin kenarı ve kendisine oturulması mümkün olan yerler ifadesine raci olabilir. Çünkü “Alâ” lafzı, bunu hissettirmektedir. Zira sen, oraya yakın bir mekanın üzerine çıktığını kastederek, “Merertu aleyhâ” "oraya uğradım, kenarına kadar vardım" diyebilirsin. O halde bu demektir ki, o katiller, o kuyuların kenarlarında oturuyor, mü'minleri ateşe atıyorlardı. Derken, dininden dönen kimseleri serbest bırakıyor, dininde sebat gösteren kimseleri ise ateşe atıyorlardı.

c) Farzedelim ki biz, “Hum” zamiri, katiller manası kastedilen "Ashâb-ı Uhdûd'a râci, “Aleyhâ” daki zamir de, ateşe raci olsun. Peki, "o katiller ateşin içinde idiler" niçin denilemesin ki?! Çünkü biz, az önce şöyle bir açıklamada bulunmuştuk: O katiller mü'minleri o ateşe atmak isteyince, o ateş, onlara doğru yükselmiş, böylece de bu katiller, başkalarını helak etmek için hazırladıkları bu şey ile, bizzat kendileri helak olmuşlardır. Bu durumda da ayet, onların bu halde iken mel'un olduklarına delalet etmiş olur. Mana da, "Onlar, hem dünyada, hem de ahirette, zarara ve ziyana uğramışlardır" şeklinde olur.

d) Buradaki “Alâ, indi” "nezdinde, yanında" manasında olup, bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, “Velehu alâ zenbi” (Şuâra, 26/14) ifadesindeki “Alâ”nın “İndi” manasına geldiğinin söylenilmesi gibi olmuş olur.

Müminlere Göz Göre Göre İşkence

Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar iman edenlere yapacakları (işkenceler) hususunda şahitlik edeceklerdi..." beyanındaki “Şuhudun” kelimesi ile, orada bulunma, mevcut olma manası kast edilebileceği gibi, yaptıkları şehadet ile davaların tesbit edildiği şahitler manasının da kastedilmiş olması muhtemeldir.

Birinci duruma göre mana, "O katil zorbalar, bu işlem yapılırken, oradaydılar ve onlar bunu, bilfiil müşahede ediyorlardı.." şeklinde olur ki, bunun böyle olduğunu belirtmenin gayesi de şu üç şey olabilir:

1) Onları, katı kalblilik ve kalplerin kararması ile nitelemek. Çünkü onlar, o ateşle yapılan azab ve işkence esnasında oradaydılar ve bunu, bilfiil müşahede ediyorlardı.

2) Bu katil zorbaları, küfür ve batıl inançlarını yerleştirme ve savunma hususunda ciddiyet ve kararlılıkla nitelemek... Çünkü onlar, bu nefret ettirici yerlerde ve ürkütücü fiillerin yapıldığı mekanlarda hazır olmuşlardır.

3) Yahut da, o öldürülen mü'minleri; dinleri hususunda gösterdikleri ciddiyet ve hak davaları konusunda kararlılık ve sebat göstermekle nitelemek... Çünkü, o zorba kafirler, orada, o kuyuların başında, bu mü'minlerin, kendilerine bakmaları halinde onların orada bulunuşundan dolayı kuşkuya kapılacakları, ona muhalefetten geri duracaklarını umdukları için, bu beklenti içinde orada bulunuyorlardı. Ama o mü'minler ise, onların orada bulunuşlarına hiç aldırış etmemişler, hak olan dinlerinde ısrar ve kararlılığa devam etmişlerdir.

İmdi, şayet, "Eğer, ayetteki “Şuhudun” kelimesinden kastedilen mana bu ise, ayetteki ifadenin “Vehum alâ mâ yef'alune... şuhud” şeklinde değil de, “... lemâ yef'alune... şuhud” şeklinde olması gerekirdi" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadedeki “Alâ” "Onlar bu mü'minlere bu denli çirkin işlerde bulunmalarına, yani onları o ateşle yakmalarına rağmen, bu çirkin fiillerini görüp müşahede etmek için orada bulunuyorlardı.

İkinci duruma, yani, ayetteki bu ifadeyle, kendisi sebebiyle, davanın sabit olduğu şehadette bulunma manasının kastedilmesine göre, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Onlar, görevlilerden hiçbirinin kendilerine emredilen ve kendilerine bırakılan o azab etme hususunda hiç kusurda bulunmadıklarını tesbit için, o kralın yanında birbirlerine şehadet edecek şakiler bulunduruyorlardı.

2) Bunlar, o zorbaların o mü'minlere yaptıkları şeylere dair hazır olan birer şahittirler. Bunlar, bu şehadetlerini, kıyamet gününde yapacaklardır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "O gün, kişilerin aleyhine dilleri, elleri ve ayaklan, ne yaptıklarına dair şehadette bulunacak" (Nûr, 24/24) buyurmuştur.

3) O kafirler, mü'minlere yapılan o ateşle yakma muamelesini görüyorlardı. Öyle ki, bu işlem, mü'minlere başkaları tarafından yapılmış olsaydı, onlar bu konuda pekâlâ şahit olabilirlerdi. Ama buna rağmen, onları bu konuda ne bir acıma tutmuş, ne de kalblerinde bir meyil ve şefkat, merhamet meydana gelmiştir.

Sırf İmanları Sebebiyle İşkence

7 ﴿