TARIK SURESİ

Bu, on yedi ayet olup Mekki'dir ve mebde (ilk yaratılış) ve me'ad (ahiret) bilgilerini öğrenmeye teşvik eden bir sûredir.

1

Âyetin tefsiri için bak:4

2

Âyetin tefsiri için bak:4

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Andolsun o göğe ve tarıka ki -"Tarık"ın ne olduğunu sen nereden bileceksin ki? O, delen yıldızdır.- herkes üzerinde muhakkak bir gözeten vardır".

Herkesin Üzerindeki Bekçi

Bil ki Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de, gökten, güneşden ve aydan çokça bahsetmiştir. Zira bunların gerek şekilleri, gerek hareketleri, gerekse doğup-batışlarında gösterdikleri haller çok enteresandır.

Tarık Kelimesi

"Târık", ister yıldız, ister başka birşey olsun, geceleyin gelip seni bulan herşeye denir. Binâenaleyh târik, "gündüz" manasına gelmez. Bunun delili, ehl-i imanın, dua ederken, "Gecenin tarıklarından Allah'a sığınırız" demeleridir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kişinin evine, ailesine târik yani gece geç vakit gelmesini yasaklamıştır. Araplar, bu kelimeyi "düşünce ve hayal mahsulü olan şey" manasında kullanırlar. Çünkü hayal ve düşünce, daha çok geceleri olur.

Târik Nedir?

Hak teâlâ, “Ve't-tariku” buyurunca, bu, dinleyenin, kendisini mutlaka bilmek isteyeceği şeyler cümlesinden olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bunun peşisıra “Vemâ edrâke me't-tariku” "Tarık'ın ne olduğunu sana hangi şey bildirdi?" demiştir. Süfyan b. Uyeyne, "Kur'ân'da “Vemâ edrâke” şeklinde gelen her şeyi, Cenâb-ı Hak, peygamberine haber vermiş, ne olduğunu bildirmiş; ama “Mâ yudrike” şeklinde gelenleri ise, haber vermemiş, cevabının ne olduğunu bildirmemiştir. Meselâ, “Vemâ yudrike lealle's-sâate karibun” (Şura, 17) ayetinde olduğu gibidir" demiştir.

Sakıb

Cenâb-ı Hak şu sebeplerden ötürü bu yıldızı, "sâkıb" (delen) diye tavsif etmiştir:

1) Işığı ile karanlığı delip, karanlığa nüfuz ettiği için.

2) Havada tıpkı birşeyi delen birşey gibi, doğudan nüfuz edici olarak doğduğu için.

3) Sayesinde şeytanın görüldüğü ve vurulduğu, yani delindiği yakıldığı bir şey (şihâb) olduğu için, ona bu sıfat verilmiştir.

4) Ferrâ şöyle der: Bu ifade, "diğer yıldızların üzerine çıkan, hepsinin üstüne yükselen yıldız" manasınadır. Çünkü Araplar, gökyüzünün çok yücelerine çıkan bir kuşa, "Göğü delip gidiyor" manasında, “Kad sekabe't-tairu” derler.

Yıldızın Tarik İsmini Almasının Sebebi

Cenâb-ı Hak, geceleyin gözüktüğü için yıldızı, "târik" diye tavsif etmiştir. Sen bunun, bu yüzden, "târik" ismini aldığını, yahut da cinleri çarptığı için bu ismi aldığını bilirsin.

"en-Necmû's-Sâkıb" İfadesi İle Neyin Kastedildiği

Alimler, ayetteki "en-necmû's-sâkıb" ifadesiyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri bununla, bir gurub yıldıza işaret edildiğini, dolayısıyla ayette, marife olarak "et-târık" denildiğini ve bunun tıpkı, "Şüphesiz insan, hüsran içindedir" (Asr, 103/2) ayetindeki "el-İnsan" kelimesi gibi olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri ise, bu ifade ile, belli bir yıldızın kastedildiğini söylemişlerdir. Bu cümleden olarak mesela İbn Zeyd, bunun "Süreyya Yıldızı" olduğunu söylerken; Ferrâ, ışığı, yedi kat göğü delip geçtiği için, "Zuhal Yıldızı" olduğunu söylemiş; diğer bazıları da, "O (şeytanı) delici bir şihâb izler" (Hicr, 15/18) ayetinden ötürü, bunun, kendisiyle şeytanların gökten taşlanıp kovalandığı şihablar olduğunu söylemişlerdir.

Nüzul Sebebi

Rivayet olunduğuna göre, Ebû Tâlib, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelir, Hazret-i Peygamber de ona, ekmek ve süt ikram eder. Tam o bunları yerken, gökten bir yıldız kayar, Önce su, sonra da ateşle dopdolu olur. Ebû Tâlib bundan son derece korkar ve "Bu ne?" diye sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu kendisiyle şeytanların taşlandığı bir yıldız olup, Allah'ın ayetlerinden bir ayettir" der. Ebû Tâlib buna şaşınca, bu sûre nazil olur.

“Lemmâ” Edatının Kıraatı Hakkında

Bil ki Allahü teâlâ adına yemin ettiği şeyleri zikredince, yemin ettiği hususu da zikrederek, "Herkes üzerinde muhakkak bir gözeten vardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak bir kaç mesele vardır:

Ayetteki, “Lemmâ” ifadesi iki şekilde okunmuştur:

1) İbn Kesir, Ebû Amr, Nâfî ve Kisâî, bunu, şeddesiz mîm ile “Lemâ” şeklinde;

2) Âsım, Hamza ve Nehâî ise, şeddeli mîm ile “Lemm┺eklinde okumuşlardır. Ebû Ali el-Fârisî şöyle der: "Bunu şeddesiz okuyanlara göre, ayetin başındaki “İn” edatı, şeddeli “İnne”den hafifletilmiş “İn” olur ve “Lemmâ”daki lâm, bu “İn” edatını, in-i nâfiyeden seçebilmene yardımcı olan bir emare olur. “Mâ” da, tıpkı “Febimâ rahmetin minallahi” (Al-i imrân, 3/159) ve “Ammâ kalil” (Mü'minûn, 23/40) ayetlerindeki “Mâ”lar gibi zâid olur. Bu durumda, “İnne” şeddeli olarak kasem ile kullanılabildiği gibi, şeddesiz olarak da kasemle kullanılmış olur. Fakat bu ifadeyi şeddeli olarak “Lemmâ” şeklinde okuyanlara göre, ayetin başındaki “İn” edatı, tıpkı “Mâ en mekkennâkum” (Ahkâf, 46/26) ayetinde olduğu gibi in-i nâfiye olur. “Lemmâ” da “illâ” manasına olmuş olur. “Lemmâ” şu iki yerde “İllâ” manasına kullanılır:

a) Burada,

b) Kasemle kullanıldığı yerde... Nitekim mesela, “Seeltuke billahi lemmâ fealte” dersin ki bu “Lemma”, “İllâ” manasınadır. Ahfeş, Kisâî ve Ebû Ubeyde'nin”Lemmâ”nın “İllâ” manasına kullanıldığı görülmemiştir" dediği rivayet edilmiştir. İbn Avn da, "İbn Sîrîn'in yanında bunu şeddeli olarak “Lemmâ” şeklinde okudum. O, bu okuyuşumu yadırgamayarak, "Sübhânellâh, Sübhânellâh" dedi. el-Utbî de “Mâ” manasına olan “İn” ile birlikte kullanılan “Lemmâ”nın, Huzeyl lehçesine göre olduğunu iddia etmiştir.

Gözeten ve Gözettiği Şeyler

Ayette, bu gözetenin kim olduğu beyan edilmediği gibi, insanı nelerden koruduğunun beyanı da yer almamıştır:

Hafız Kimdir?

Birinci husus ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Müfessirlerden bazılarına göre, bu gözeten ve koruyan, Hak Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Gerçekte de böyledir. Çünkü Allah'ın dışında kalan her varlık, "mümkin"dir. Mümkin olan her varlığın, varlığı yokluğuna ancak bir tercih eden sayesinde tercih edilmiştir. Bu da, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan bir varlığa varıp dayanır ki bu varlık, kendisinin muhafazası ve öyle bırakması sayesinde varlıkların kalabildikleri ve devam edebildikleri, Kayyûm Hak teâlâ'dır. Hak teâlâ, "Allah gökleri ve yeri, zail olmasınlar diye tutar" (Fatır, 35/41) ayetinde, genel olarak, gökler ve yer hakkında durumun böyle olduğunu, bu ayette de, özel olarak insan hakkında bunun böyle olduğunu beyan etmiştir.

Söz gerçekte, Hak teâlâ'nın Kendisi dışında kalan herşey için yemin ettiğine varıp dayanır. Çünkü kendisi dışında varlıklar, mümkinü'l-vücud olup, muhdesdirler, muhtaçtırlar, mahlukturlar, terbiye edilip geliştirilmişlerdir. Ayetteki "nefs" kelimesini, mutlak "zat" manasına aldığımızda, bu sözkonusudur. Ama "nefs" kelimesini, teneffüs eden nefis, yani canlı manasına aldığımızda, Hak teâlâ'nın bu "nefs"in "gözeteni" olması ile, onun hallerini bilen, ona tüm faydaları ulaştıran ve ondan tüm zararları bertaraf eden bir zat olmuş olur.

2) Ayetteki bu "hafız" (gözeten-koruyan), meleklerdir. Nitekim Allahü teâlâ, "O, sizin üzerinize muhafız melekler gönderir" (En'âm, 6/61), "Sağda ve solda bir oturan (bekçi) vardır. O (insan) her ne söz söylese, mutlaka yanında bir gözeten muhafız vardır" (Kâf, 50/17-18), "Şüphesiz sizin üzerinizde, şerefli kâtibler olan hafız (koruyucu gözetici melekler) vardır" (İnfitar, 82/10-11) ve "O (insanın) önünden ve aralarından onu izleyen (melekler) vardır. Onlar onu, Allah'ın emriyle gözetirler" (Ra'd, 13/11) buyurmuştur.

İkinci husus, yani, bu gözetip koruyanın o canı nelerden koruduğu hususuyla ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

1) O hafız (gözetip-koruyan), kişinin yaptığı işlerin açığını da gizlisini de, küçüğünü de büyüğünü de yazarlar. Böylece kıyamet gününde, kişinin önüne, yazılmış, çizilmiş bir kitab açıp korlar.

2) Her canlı (kişi) üzerinde, onun amellerini, rızıklarını ve ecelini koruyan-gözeten bir "hafız" (bekçi) vardır. Binâenaleyh insan ömrünü ve rızkını tamamladığı zaman, onu tutup Rabbine götürürler. Bu mananın neticesi, kâfirleri tehdid, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tesellidir. Bu tıpkı, "Sen onlara karşı (azab istemekte) acele etme. Biz ancak onların (günlerini ve nefeslerini) sayıyoruz" (Meryem, 19/84) yani “sonra onlar bu kısa zamanda ahirete gelirler ve hakettikleri şeyi görürler" ayeti gibi olmuş olur.

3) Her kişi üzerinde, onu bozulmaktan, kırılmaktan, ölümden koruyan bir muhafız vardır. Binâenaleyh o cana, ancak Allah'ın takdir ettiği şeyler isabet eder.

4) Ferrâ da şöyle der: Her can üzerinde, onu kabre teslim edene kadar onu koruyan bir muhafız vardır. Bu, Kelbî'nin görüşüdür.

Ayetler Arası Tenasüp

Bil ki Allahü teâlâ her canın bir gözeticisi, amellerin bir kaydedici muhafızı bulunduğuna yemin ettiğine göre, herkesin, işlerin en önemlisini yapıp, elde etmeye gayret göstermesi gerekir. Halbuki hem şer'î, hem de aklî deliller, işlerin en mühiminin, mebde' ile me'âd'ın bilinmesi olduğu hususunda mutabıktırlar. Alimler, mebde' bilgisinin, me'âd bilgisinden önce geldiği hususunda müttefiktirler. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, mebde' (yaratılışın başlangıcına) delalet eden şeyle söze başlayarak şöyle buyurmuştur:

Nutfeden Yaratılan İnsan

5

Âyetin tefsiri için bak:7

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"Şimdi insan, hangi şeyden yaratıldığına bir baksın. O, atılarak dökülen bir sudan yaratılmıştır. (O su), (erkeğin) sulb ile teraib arasından çıkar".

Bu ayetlerle ilgili olarak birkaç mesele var:

Dafık Kelimesi

"Difk", suyu dökmek demektir. Nitekim "Ben suyu döktüm, o da döküldü" manasında, “Defektu'l-mâe fehuve medfukun” denilir. Dökülmüş manasında, "mündefik" denilir. Su "dökülmüş' olunca, âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın bunu niçin "dâfik" (döken) diye tavsif ettiği hususunda şu değişik izahları yapmışlardır:

1) Zeccâc, bunun “Zu difakin” (Dökülme özelliğinde) takdirinde olduğunu ve Arapça der, zırh (dir'), feres (at), nebl (atıcı), leben (süt), temr (hurma) kelimeleri yerine, ism-i failleri olan, dâr', fâris, nâbil, lâbin ve tâmir kelimelerinin kullanılışı gibi olduğunu söylemiştir. Zeccâc, Sibeveyh'in de bu fikri benimsediğini nakleder.

2) Araplar, ism-i mef'ûlü bazan ism-i fail kalıbı ile ifade ederler. Ferrâ şöyle der: "Hicazlılar, "ef'âle" ism-i tafdîl veznini, bu manada kullanırlar. Mesela, ism-i mef'ûlu, sıfat olduğu zaman, ism-i fail sigasına sokarlar. Bundan dolayı mesela, "gizlenmiş sır" manasında, "sırrun kâtimun", "ortaya çıkıp dikilmiş düşünce" manasında "hemmün nâsıbun" ve uyunmuş gece manasında, "leylün nâimun" derler. Bu tıpkı “Fi ışetin radiyetin” (Kâria, 7) ayetinde, "râdiye" kelimesinin "merdiyye" (razı olunan) manasına olması gibidir.

3) Halil, kendisine nisbet edilen kitabında şunları yazar: "Su bir kerede döküldüğünde, “Dufika'l-mâu, defkân, dufuken” testi bir kerede döküldüğünde, “İndefeka'l-kuzu” denilir. Yine, testi ve benzerleri (kendiliğinden) döküldüğünde, bunda uğur var sayılarak, "dâfıkun hayrun" (hayırlı dökülüş) derler. Kutrub'un kitabında da, su döküldüğünde “Dufika'l-mâu, yudfeku” denildiği yazılmıştır.

4) Suyun sahibi "dâfik" (döken) olunca, bu isim mecazi olarak dökülen su için de kullanılmıştır.

“Sulb” Kelimesinin Kıraatı

Ayetteki "sulb" kelimesi, iki fetha ile, “Essalebi” Ve iki dammeyle “Essulebi” şeklinde de okunmuştur. Bu kelime şu dört değişik şekilde okunur: Salebu, sulubu, sulbu ve sâlibu.

“Terâib” Kelimesi Hakkında

Kadının "terâib'i, gerdanlığının bulunduğu göğüs kemikleri demektir. Bu bölgenin her bir kemiğine de, "terîbe" denilir ki bu bütün dilcilerin görüşüdür. Nitekim İmriu'l-Kays şöyle demiştir: "Göğüs kemikleri, tıpkı ayna gibi parlak..."

Ayetin Tefsiri Hususundaki Görüşler

Bu ayetin tefsiri hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) Çocuk, erkeğin sulbünden (arka kemiğinden) kadının da göğüs kemiklerinden çıkan sudan yaratılmıştır.

2) Çocuk, erkeğin sulbü (bel kemiği) ile, yine erkeğin göğüs kemiğinden yaratılmıştır.

İkinci görüşü savunanlar, iki delil ileri sürerler:

a) Erkeğin suyu (menisi), sadece sulbundan çıkar. Kadının suyu, sadece teraibden (göğüs kemiklerinden) çıkar. Bu durumda ise, (çocuğun meydana gelişinde), erkeğin sulbü ile, "terâib" (göğüs kemiği) arasından çıkan bir su, söz konusu olmaz. Bu ise, ayetin aksine olmuş olur.

b) Allahü teâlâ, insanın, fışkıran (atılan) bir sudan yaratıldığını beyan etmiştir. Böyle tavsif edilebilecek olan ise, erkeğin suyudur. Hak teâlâ daha sonra, bu suyu "çıkar" diye tavsif ederek, bu "atılma"ya atfetmiştir, yani o atılan (fışkıran) suyun, sulb ile teraib arasından çıktığını belirtmiştir. Bu, o çocuğun sadece erkeğin suyundan yaratıldığını gösterir.

Birinci görüşü savunanlar, bunların birinci delillerine şu şekilde cevap verirler: Farklı-ayrı iki şey hakkında "Bu iki şey arasından pek çok hayır çıkar" denilebilir. Bir de, erkekle kadın birleştiklerinde, o ikisi adeta tek bir vücud haline gelirler. Binâenaleyh, bu lafzın burada kullanılması, güzel ve yerinde olmuştur. Onların ikinci delillerine de şu şekilde cevap verirler: "Bu, bir bütünün parçasının, bütününün tümünü ifade için kullanılması türünden birşeydir. Binâenaleyh, çocuğu meydana getiren suyun (meninin) iki tarafından biri atılma (fışkırma) özelliğine sahip olunca, bu özellik her iki taraf için kullanılmıştır." Birinci görüşte olan bu kimseler sözlerine şöyle devam ederler: Bunun böyle olduğunun delillerinden birisi de şudur: "Çocuk, her iki sudan yaratılmıştır. Çünkü, sadece erkeğin suyu azdır, bu hususta yeterli olmaz. Bir de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Erkeğin (kocanın) suyu (menisi) fazla olduğunda, doğacak çocuk erkek olur ve babasına, babasının akrabalarına benzer. Ama kadının suyu fazla olduğunda, çocuk kadına ve kadının akrabalarına benzer" Müslim, Hayz, 33 (1/251). buyurmuştur, ki bu, birinci görüşün doğruluğunu gerektirir."

Ayeti Yanlış Yorumlamak Olmaz

Bil ki dinsizler bu ayet hakkında ileri geri konuşarak şöyle demektedirler: "Eğer Allah'ın "(O su), (erkeğin) sulb ile teraib arasından çıkar" ifadesinden, meninin bu bölgelerden ayrılıp çıktığı kastediliyor ise, durum hiç de böyle değildir. Zira meni, ancak dördüncü hazmın, yani sindirimin fazlalarından oluşur. Böylece de, her uzvun karakter ve özelliğini taşıyabilmesi ve bu meniden o uzuvlar gibi uzuvların meydana gelebilmesine müsait olabilmesi için, bedenin bütün parçalarından ve her tarafından kopup gelir. İşte bundan ötürü, aşırı cima yapanların, bütün uzuvlarına bir zayıflama hakim olur.

Yok eğer bu ifadeyle, meniyi oluşturan parçalarının büyük kısmının bu kemiklerden oluştuğu kastediliyor ise, bu görüş de zayıftır. Çünkü aksine meniyi oluşturan cüzlerin çoğu, beyinde oluşur. Delili ise, meninin şeklinin, beyine benzemesidir. Bir de cima işini çokça yapanların, önce gözlerinde zayıflama başlar. Yok eğer, ayetteki bu ifadeyle, meninin karar (yerleşme, toplanma) yerinin buralar olduğu kastediliyor ise, bu da zayıftır. Çünkü meninin karargahı, meni kesecikleridir. Bunlar da, yumurtaların yapımda, içice girmiş girift damarlardır. Yok eğer bu ifadeyle, meninin çıkış yerinin buralar olduğu kastediliyor ise, bu da zayıftır. Çünkü müşahede bunun böyle olmadığını göstermekledir. "Bunlara şöyle cevap verilir: Meninin oluşmasında en büyük desteği sağlayan şeyin ve buna yardımcı uzuvların en büyüğünün beyin olduğunda şüphe yoktur. Fakat beynin de halifesi (vekili) vardır. Bu da, omurgaların içinde, beyne kadar uzanan sinirlerdir. Bunlar, arka kemiği (sulb) içinde yer alırlar. Bunun, bedenin başlangıcına doğru uzanan pek çok kolları vardır ki işte bunlar "terîbe" (teraib)dir. işte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, özellikle bu iki yeri zikretmiştir. Kaldı ki, sizin sözünüz, meninin nasıl oluştuğu hususundadır. Uzuvların, meniden nasıl oluştuğu meselesi ise, sırf bir vehimdir ve zayıf bir zandır. Halbuki, kabule uygun olan ise, Cenâb-ı Hakk'ın kelamıdır.

Yaratılışın Halık'a Delaleti

Biz, bu kitabımızın pekçok yerinde, şu sebeplerden dolayı, insanın bir nutfeden meydana gelişinin, hür İrade sahibi bir yaratıcının varlığına delalet etmesinin apaçık delillerden olduğunu beyan etmiştik:

1) İnsan bedenindeki enteresan oluşumlar, pek çoktur. Binâenaleyh, insanın bedeninin basit bir maddeden oluşup meydana gelmesi, hür ve irade sahibi bir varlığa daha fazla delalet eder.

2) İnsanın, kendisinin hallerine muttali olması ve onları bilmesi, başkasının hallerine muttali olmasından daha çok ve daha mükemmeldir. Binâenaleyh, hiç şüphesiz bu delalet daha tam ve daha mükemmel olmuştur.

3) İnsanın, bu halleri, hem kendi çocuklarında, hem de diğer canlıların yavrularında görüp müşahede etmesi süreklidir. Dolayısıyla hür irade sahibi bir yaratıcının varlığına, bunlardan yola çıkarak istidlal etmek, daha güçlü olur.

Yaratılışın Haşre Delaleti

4) Bu tür istidlaller, hakîm ve hür irade sahibi bir yaratıcının varlığına kesinkes delalet ettiği gibi, öldükten sonra dirilmenin, haşrin ve neşrin olacağına da kesinlikle delalet eder. Bu böyledir, zira insanın meydana geldiği, ana-babasının bedeninde, ayrı ayrı yerlerde bulunan parçaların, hatta bütün alnındaki parçaların bir araya getirilmesi iledir. Binâenaleyh, o yaratıcı, bu ayrı ayrı parçaları bir araya getirip, böylece ondan sapasağlam bir insan yaratmaya kadir olduğuna göre, o insanın ölümünden ve herbir parçasının her bir tarafa dağılmasından sonra da, o Yaratıcının mutlaka o parçaları bir araya getirebileceğinin ve ta başlangıçta olduğu gibi sapasağlam ve düzgün bir mahluk haline koyabileceğinin söylenilmesi gerekir.

Yaratan Diriltmeye de Kadir

İşte bu sırdan dolayı, Cenâb-ı Hak, insanın yaratılışının başlangıcına dair olan delilleri beyan buyurunca, buna, "ahiret"in olabileceğinin delillerini de dayandırmak üzere

8

"Şüphe yok ki (Allah) onu (yeniden diriltip) döndürmeye elbette kadirdir"

buyurmuştur.

“İnnehu” daki “Huve” Zamiri Hakkında

“İnnehu” daki “Huve” zamiri, mercii daha önce geçmese bile, Yaratıcı'ya raci olan bir zamirdir. Delili ise şu iki şeydir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın yaratıcı olmasının, kendisinin halife oluşuna delâlet etmesidir. Buna göre mana, "Yaratan bu zat, o insanı yeniden yaratmaya kadirdir" şeklinde olur.

2) Bu merci, her ne kadar lafzan daha önce geçmese dahi, zamirin merciinin Cenâb-ı Hak olduğuna delalet eden şeyler, daha önce geçmişti. Akıl, bu tasarrufa kadir olan zatın, Cenâb-ı Hak olduğuna açıkça delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu husus son derece açık ve net olunca, bu, daha önce zikredilmiş gibi olmuştur.

“Alâ Rac'ihi” İfadesindeki Zamir Neye Racidir?

“Er-rac'” kelimesi, bir şeye tekrar döndüğünü ifade etmek için kullandığın, “Raca'tu'ş-şey'e” ifâdesinin masdarıdır. O halde, “Alâ rac'ihi” ifadesindeki zamir neye racidir? Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

1) Doğruya en yakın olan görüşe göre bu zamir, "insan"a raci olup, buna göre mana, "insanın direkt olarak yaratmaya kadir olan zâtın, ölümünden sonra o insanı yeniden, canlı olarak iade etmeye, yaratmaya kadir olması gerekir" şeklinde olur. Ki bu manaya göre bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "De ki, o insanları, onları ibtidâen yaratan diriltecektir..." (Yasin, 36/79) ayetiyle "Bu (ikinci yaratış), O'na daha kolaydır" (Rum, 30/27) ayeti gibi olmuş olur.

2) Bu zamir, "insan"a raci değildir. Mücâhid, bu ifadeye, "O, erkeğin cinsiyet uzvuna meniyi, suyu yeniden döndürmeye kadirdir" manasını verirken, İkrime ve Dahhâk, "O suyu, sulbe (yani bel kemiğine) döndürmeye kadirdir" manasını vermişlerdir. Dahhâk'ın bu ifâdeye, "O, insanı, başlangıçtaki gibi bir su haline döndürmeye kadirdir" şeklinde de bir mana verdiği rivayet edilmiştir.

Mukâtil ibn Hayyan ise, bu ifadeye, "İstersem, onu, yaşlılıktan gençliğe, gençlikten çocukluğa, çocukluktan da nutfe haline dönüştürebilirim" manasını vermiştir. Bil ki, birinci görüş daha doğrudur ve Cenâb-ı Hakk'ın, "O günde ki, sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır" (Tarık, 86/9) ifadesi de bunun böyle olduğunu gösterir. Binâenaleyh, ayetin manası, "O, insanı, kıyamet gününde yeniden diriltmeye kadirdir" şeklinde olur.

Sırların Ortaya Çıkacağı Gün

Cenâb-ı Hak, öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin gerçekliğine dair deliller getirince, insanın o gündeki halini nitelemek üzere,

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"O günde ki (bütün) sırlar yoklanıp, meydana çıkarılacaktır. Artık onun için ne bir kudret, ne,de bir yardımcı vardır..."

buyurmuştur.

İ'rab

Ayetin başındaki “Yevme” kelimesi, “Rac'ihi” ifâdesi ile mansubtur. Binâenaleyh, bu ifadedeki "hüve" zamirini, "su, meni"ye raci kılıp, bunu, o suyun "sulb" ile "terâib"den çıkması manasına ya da ilk hal manasına alanlara göre, bu zarf (Yevm) “Femâ lehu min kuvvetin” ifadesiyle mansub olmuş olur ki, buna göre mana, "O günde o kimsenin kuvveti yoktur" şeklinde olur.

“İbtila”nın Manası

Ayetteki “Tublâ” kelimesi, "sınanır, imtihan edilir, yoklanır" manasındadır. "Serâir" de, kalblerde saklı tutulan, inançlar, niyetler ile yapılan gizli işlerdir. Bu imtihan ve denemenin keyfiyeti hususunda şöyle birkaç görüş ileri sürülmüştür:

1) Kaffâl'ın ileri sürdüğüne göre, buradaki "imtihan" şudur: Kıyamet gününde insanın amelleri, kendisine sunulur ve söylenilenlerin yapılanlara uygun mudur değil midir bilinebilmesi için, meleklerin, kişinin amellerini ayrıntılı bir biçimde yazdıkları o sahifelere de bakılır. İşte kıyamet günündeki muhasebe, bu tarz üzere cereyan. edeceği için, buna "ibtilâ ve imtihan" denilebilir. Cenâb-ı Hak hernekadar, o insanların yaptıklarının ve yapmadıklarının tafsilatını biliyor ise de, kulları açısından bu işlem bir imtihan olarak görüleceği için, bu işe bu adın verilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

2) Bu işlere, kendilerinden dolayı, sahiplerinin mükafaat veya cezaya müstehak olmaları sebebiyle, bu adın verilmiş olması da mümkündür. Çünkü, nice fiil vardır ki, dışı güzel, içi ise, çirkindir. Bunun aksine olanlar da vardır. Binâenaleyh, bu fiillerin denenip gözden geçirilmesi, racih olanın ne, mercuh olanın ne olduğunun anlaşılabilmesi için, bu birbiriyle çelişen durumlarla tercihe medar olan şeylerin bulunup ortaya konulmasıdır.

3) Ebû Müslim şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, “Veneblu ehbarakum” (Muhammed, 47/31) ve “Velenebluvennekum” (Muhammed, 47/31) ifadelerinde olduğu gibi, hem bir şeyi ortaya koymak için, hem de imtihan etmek için kullanılır."

Öte yandan müfessirler şöyle demektedirler: "Allah'la kulu arasında olan bu sırlar, kıyamet gününde, iyisi kötüsünden, bunları yapan yapmayandan ayırdedilip ortaya konulsun, denir.." Bu, İbn Ömer (radıyallahü anh)'in, "Allahü teâlâ kıyamet gününde, o amellerden yapılan her gizli şeyi ortaya kor. Böylece de bu, kimi yüzlerde bir güzellik meydana getirirken, kimi yüzlerde de bir leke meydana getirir. Yani, bu işleri güzel bir biçimde yapan kimselerin yüzleri aydınlık; zayi eden kimselerin ise yüzleri, bulanık, siyah olur" şeklindeki sözünün manasıdır.

Kulun Kudretinin Olmayacağı Gün

Bu ayet, o günde kulun herhangi bir kudretinin olmayacağına delalet etmektedir. Çünkü, insanın kuvveti, ya kendisinden kaynaklanır, yahut başka bir şeyden. Birincisi, ayetteki, "Artık onun için ne bir kötülük... vardır" İkincisi de, "ne de bir yardımcısı vardır..." ifadesiyle nefyedilmiştir. Buna göre mana, "İnsanın, sayesinde, başına gelecek o azapları kendisinden uzaklaştırabileceği bir kudreti olamayacağı gibi, bunu savuşturma hususunda kendisine yardım eden bir yardımcısı da olmayacaktır" şeklinde olur. Ayetin ifadesinin bir zecr, kınama, men olduğunda ise şüphe yoktur, “Min kuvvetin” ifadesinin başına, "olumsuz bir siyakta “Min” harf-i cerrinin gelmesinin manası, kuvvetin azının da çoğunun da bulunmayacağını ifade etmek için olup, buna göre adeta, "İnsan için, o günde, hiçbir kuvvet, hiçbir yardımcı yoktur" denilmek istenmiştir.

Şefaatin Olmayacağı Gün

"Şefaatin olmayacağı hususunda, bu ayetin de delil olarak getirilmesi mümkündür. Bu yönüyle bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Hiçbir nefsin, hiçbir kimseye, hiçbir surette fayda vermeyeceği... o günde" Bakara, 2/123) ayeti gibi olmuş olur" denilirse, bunun cevabı daha önce geçmişti.

Kur'ân Kesin Hükümdür

11

Âyetin tefsiri için bak:17

12

Âyetin tefsiri için bak:17

13

Âyetin tefsiri için bak:17

14

Âyetin tefsiri için bak:17

15

Âyetin tefsiri için bak:17

16

Âyetin tefsiri için bak:17

17

"Andolsun, o dönen göğe, o yanlan yere ki, hakikaten o (Kur'ân) hak ile batılı ayırdeden katı bir kelamdır. O, bir şaka değildir. Doğrusu, onlar alabildiklerine hileler düzerler. Ben de onların hilelerini, ceza ile karşılarım. (Habibim), sen şimdilik kafirlere mühlet ver, onları biraz geciktir.".

Rec' Kelimesi

Bil ki, Cenâb-ı Hak, Kendisinin birliğinin ve ahiret gününün delillerini bitirince, bir başka biçimde yemin etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, “Ve's-semâi zâti'r-rac'i” ifâdesine gelince, biz deriz ki: Zeccâc şöyle demektedir: "Buradaki “Er-Rac'i” kelimesiyle, tekrar tekrar geldiği için, yağmur kastedilmiştir." Bil ki, Zeccâc'ın ve diğer dilcilerin, “Er-Rac'i” kelimesinin, ta baştan yağmur manasında vaz olunmuş bir isim olmadığı, tam aksine yağmura, mecazî olarak bu ismin verildiği hususu gayet açıktır. Bu mecazi ifadenin güzel ve yerinde olmasının sebepleri şunlardır:

1) Kaffâl şöyle der: Bu deyim, "tercîu's-savt" ifâdesinden olup, bu da, sesi tekrar tekrar iade edip, harfleri birbirine vasletmektir. Yağmur da tekrar tekrar yağdığı için "er-rec'" adını almıştır.

2) Araplar, bulutun bu suyu, yerdeki denizlerden alıp, sonra aynısını yere döndürdüğünü iddia etmişlerdir.

3) Onlar, bir tefe'ûl (uğur sezme) manasını kastetmiştir. Dolayısıyla da, yağmura, "Tekrar yağsın, yeniden dönsün" niyetiyle, "er-rec' " adını vermişlerdir.

4) Yağmur, her yıl yağdığı için bu ismi almıştır. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Bu hususta müfessirlerin görüşleri de şunlardır:

1) İbn Abbas, bu ifadeye, tekrar tekrar yağdığı için, "... yağmurlu göğe yemin olsun" anlamını vermiştir.

2) "Semâ'ın rec'ı" "kendisi tarafından zaman zaman, gelen hayırlar, hayır vermek..." anlamındadır. Yani, "o bunları defalarca verir..." demektir.

3) İbn Zeyd de şöyle demektedir: "Bu ifade, güneşin ve ayın batmasından sonra, tekrar geri dönüp gelmesinden dolayı, söylenmiş bir ifadedir. Ama, esas görüş, birincisidir.

Sad' Kelimesi Hakkında

Cenâb-ı Hakk'ın “ve'l-ardi zati's-sad” “ "o yanlan yere .." ifadesine gelince, bil ki, “es-sad'” yarılmak anlamında olup, “Yevmeizin yusaddiune” (Rum, 30/43) ayeti de böyledir. Yani, "ayrılırlar" demektir, Müfessirlerin bu husustaki görüşleri de şunlardır: İbn Abbas, bu ifadeye yerin, bitki ve ağaçlar sebebiyle yarılması manasını verirken, Mücâhid, ayetin bu ifadesine, "Aralarında yarıkların, geçitlerin, yolların bulunduğu dağlar sahibi yer..." manasını vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Biz o yer yüzünden gelmiş yollar, vadiler, yarattık..." (Enbiya, 21/31) buyurmuştur. Derken, Leys, "es-Sad' ", yeryüzünün bitkileridir. Zira, bitkiler yeryüzünü çatlatır da, böylece de yeryüzü çatlamış olur. İşte bu yüzden bitkiler yeryüzünü yardığı için, bitkilere es-sad'denilmiştir" demiştir.

Bil ki, Cenâb-ı Hak, mebde' ve meâd'ın bilinmesine, canlıların nasıl yaratıldıklarını delil olarak getirdiği gibi, bu kısımda da, bitkilerin nasıl yaratıldıklarına yer vermiştir. O halde bu demektir ki, yağmurlu gök, tıpkı bir baba; çatlak yer de, tıpkı bir ana gibidir. Ki işte bu ikisi de büyük nimetlerdendir. Zira, dünyanın nimet oluşu, tekrar tekrar gökten yağan yağmur ile, aynen bu şekilde yerden biten bitkilere varıp dayanmaktadır.

Ayetteki “Hu” Zamiri Hakkında

Buradaki zamir hakkında şu iki görüş ileri sürülebilir:

1) Kaffâl'ın dediğine göre mana, "Sırların kendisinde ortaya çıkarılacağı günde, sizi dirilteceğime dair, size haber verdiğim bu kudretim sayesinde hakkın batıldan seçildiği, ayırdedici ve hak olan bir şeydir" şeklindedir.

2) Bu zamir Kur'ân'a raci olup, mana, "Kur'ân, hak ile batılın arasını seçen bir kitabtır" şeklindedir ve bu tıpkı Kur'ân'a, "furkân" adının verilmesi gibi olur. Birinci görüş daha evladır. Çünkü zamirin kendinden önce geçen birşeye raci olması daha uygundur.

Kur'ân Şaka Değildir

Ayetteki, “Kavlun faslun” ifadesi, "kendisi ile hakkın batıldan ayırdedilip seçildiği bir hükümdür. "Faslu'l-husumât" ifadesi de böyle olup, "düşmanlıkları ve anlaşmazlıkları, verilen hükümle sona erdirmek" demektir. Yine münakaşayı, dedikoduyu ve sürtüşmeyi kesip sona erdiren söz manasında, "Bu, bir kavlü fasldır" denilir. Bazı müfessirler de, ayetteki bu ifadenin manasının, Hak teâlâ'nın, "O, bir şaka değildir" (Tarık, 86/14) ayetinden ötürü, "Bu, hak olan bir ciddiyettir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Buna göre bu, "Kur'ân, şaka ile değil, ciddiyetle indirilmiştir" demektir.

Kafirlerin Hileleri

Hak teâlâ daha sonra, "Hakikat onlar alabildiklerine hileler düzerler" buyurmuştur. Bu hileler şu şekillerde düşünülebilir:

1) Bir takım şüpheler ortaya atma şeklinde... Nitekim "Hayat, sadece dünya hayatımızdan ibarettir" (En'âm, 6/29), "Bu çürümüş kemikleri kim yeniden diriltecek" (Yasin, 36/78), "O (Peygamber), bir kaç ilahı, bir tek ilaha mı indiriyor" (Sâd, 38/5), "Bu Kur'ân, iki beldenin en büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhrûf, 43/31) ve "O (Kur'ân) sabah akşam ona yazdırılıyor" (Furkan, 25/5) gibi şüpheler ortaya atmışlardır.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sâhir, şâir ve mecnûn olduğunu ileri sürerek, Kur'ân'ı tenkid etme...

3) "Kafirler seni yakalamak, öldürmek, yahut da memleketinden sürüp çıkarmak için, sana tuzak kuruyorlardı" (Enfal,.8/30) ayetinde de belirtildiği üzere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürmeye yönelik hileler...

Allah'ın Keydi

Cenâb-ı Hak, daha sonra "Ben de bir hile yaparım" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ hakkında kullanılan, "hile yapma" fiili, şu manalara gelebilir:

1) Hak teâlâ'nın, kâfirlerin hile ve tuzaklarını, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bertaraf edip, bu tuzaklara karşı, ona yardım edip, dinini yüceltmekle karşılık vermesi manasına... Burada bu ifade, tıpkı "Kötülüğün cezası, dengi bir kötülüktür" (Şura, 42/40) ayetinde olduğu gibi, iki zıt şeyden birini, diğerinin adıyla adlandırmak suretiyle, böyle ifade edilmiştir. Nitekim şair de "Sakın ha, kimse bize karşı cahillikte bulunmasın. Aksi halde biz de, o cahillerin cehaletinden daha fazla bir cahillikle karşılık veririz" demiştir. Keza Hak teâlâ, "Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onlara kendilerini unutturdu" (Haşr, 59/19) ve "Onlar Allah'a tuzak kurdular, Allah da onlara tuzak kurar" (Nisa, 4/142) buyurmuştur.

2) Bu, Allahü teâlâ'nın onlara tuzak kurması, onları tam zamanında yakalamak için, onların küfürlerine mühlet vermesi demektir.

Kafirlere Mühlet

Hak teâlâ daha sonra, "(Habibim), sen şimdilik kafirlere mühlet ver" buyurmuştur ki bu, "Onların helaki için beddua etme ve bu hususta acele davranma" demektir.

Daha sonra da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onlar için zaman tanıyıp, haklarında acele etmemesini emredince, bu emredilen mühletin, kısa süreli olduğunu bildirerek, "Onları biraz geciktir (biraz mühlet ver)" buyurmuş ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i iyice teskin edip, sabrını temin için, bu müddet verme işini böylece tekrarlamış ve bu iki ifadeyi farklı bablardan (sigalardan) getirmiştir.

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Ruveyden Kelimesi Hakkında

Ebû Ubeyde şöyle der: "Ruveyden" ism-i tasgirinin, mükebberi (ism-i tasgir olmayan sigası), “Ruvdun”dur." Ebu Ubeyde, şu beyti de bu manaya delil getirmiştir:

Ebû Ali, isim fiiller bahsinde şunları zikreder: “Ruveyden zeyden ervidu zeyden” denilir. Bu, "Zeyd'e mühlet ver ve ona acı" demektir. Nahîvciler, arap dilinde, "ruveyden" kelimesinin şu üç şekilde kullanıldığını söylemişlerdir:

1) Emir manasında, isim fiil olarak... Nitekim sen, “Ervidu zeyden” manasında “Ruveyden zeyden” dersin ve bununla, "Zeyd'e mühlet ver, yani, onun yolunu boşalt Onu bırak, ona acı" manasını kastedersin. Bu manada, "ruveyden" kelimesi, "munsarıf" olmaz. Çünkü sonundaki tenvin, "tenvin-i temekkün" değildir.

2) Bu kelimenin de diğer masdarlar gibi bir masdar olarak, tıpkı diğer masdarlar gibi, kendinden sonra gelen kelimeye muzaf olması... Nitekim “Darbu Zeydin” "Zeyd'in vuruşu" ve “Darbe'r-rikab” "Boyunları vurma" (Muhammed, 474) ifadelerinde olduğu gibi, “Ruveyde zeydin” "Zeyd'in mühleti" dersin.

3) Bu kelimenin mansûb bir sıfat olması.. Bu tıpkı, “Sâru seyran ruveyden” "Yavaş bir gidişle gittiler" demende olduğu gibidir. Araplar bu manada, “Sâru ruveyden” diyerek, bazan mevsûfu hazfeder, sıfatı onun yerine korlar. Nitekim munsarıf sıfatlarda bazan böyle yaparlar. Yine arapların, “Ved'an ruveydan” takdirinde “Da'hu ruveydan” (Onu yavaş koy) şeklindeki sözleri de böyledir. Sen, birşeyi birşeye katan kimseye, “Ruveyden” diyerek, "yavaş kat" manasını kastedersin. Burada şu iki izah yapılabilir:

1) Ayetteki bu kelime "hal"dır.

2) "Sıfattır". Eğer mevsufunu açıkça zikredersen, "hal" manasına olmaz. Ayetteki "ruveyden" bizim üçüncü şıkta bahsettiğimiz şekildedir. Çünkü bu kelimenin mef'ûl-ü mutlakın sıfatı olması ve adeta “Emhil imhâlen ruveyden” takdirinde olması mümkündür. Yine ayetteki bu kelimenin "hal" olması ve mananın, "Onları, acele etmeksizin mühlet ver" şeklinde olması da mümkündür.

Mühletin Süresi

Bazı alimler, ayetteki bu ifadenin, "Onlara kıyamete kadar mühlet ver" manasında olduğunu ve "ruveyden" kelimesinin, her geleceğin yakın olduğu bilindiği için, ism-i tasgir sigasıyla getirilmiş olduğunu söylerlerken; kimileri de, bu ifadenin, "Onlara Bedir gününe kadar mühlet ver" manasında olduğunu söylemişlerdir. Fakat önceki görüş daha uygundur. Çünkü Bedir gününde ve diğer savaşlarda meydana gelen hadiseler, genellik ifade etmez ve bütün kafirleri içine almaz. Ama bu mühlet, ahiret gününe kadar uzayan bir manaya alındığında, bütün kafirleri içine alır ve içine, o kafirlerin gerek Bedir'de, gerek diğer hadiselerde başlarına gelen bütün dünyevi şeyler girmiş olur. Bütün bunlar, onlar için caydırıcı ve sakındırıcı ifadelerdir. Yine bunlar onlar için bir sakındırmadır. Dolayısıyla da takib ettikleri yolun aksi bir yola, yani taat yoluna bir teşviktir. Allah Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir. Salat-u selâm efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun aline ve ashabına olsun (amin)!

0 ﴿