A'LA SURESİBu sûre ondokuz ayet olup, Mekkî'dir. Yüce Rubûbiyyet 1Âyetin tefsiri için bak:5 2Âyetin tefsiri için bak:5 3Âyetin tefsiri için bak:5 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Rabbinin o yüce adını tesbih et. Ki O, yaratıp, düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir; yeşil otu çıkaran, sonra da onu kapkara-kupkuru hale getirendir". Bil ki, "Rabbinin o yüce adını tesbih et" ayetiyle ilgili, bir kaç mesele var: "Rabbinin O Yüce Adını Tesbih Et" Hitabı Hakkında Ayetteki, "Rabbinin o yüce adını tesbih et" hitabıyla ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bununla Cenâb-ı Hakk'ın isminin takdis ve tenzih edilmesi emredilmiştir. 2) Buradaki "İsim" kelimesi (manada tesiri olmayan) zaid bir kelime olup, ayet, "Rabbini tesbih et" manasındadır. Allah'ın İsmini Tenzih Birinci izaha göre, bu ayetle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: 1) Bununla, "Rabbinin ismini, bu isimle başkasını isimlendirmekten tenzih ederek, tesbih et" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'dan başkasının, Cenâb-ı Hakk'ın isimleriyle anılmasından bir nehiy olmuş olur. Nitekim müşrikler, putlarına, Lât, Müseyleme'ye de, "Yemâme'nin Rahmân'ı" diyorlardı. 2) "Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin, Cenâb-ı Hak hakkında düşünülemeyecek manalarda tefsir edilmesi suretiyle, onu tenzih et." Bu, mesela, buradaki, "a'lâ" (yüce) kelimesinin, mekan açısından olan bir yükseklik manasına; "Rahman Arş üzerinde istiva etmiştir" ifadesindeki "İstivâ"nın da, "Arş üzerinde karar kılmıştır" şeklinde, Allah'ın münezzeh olduğu bir manada tefsir edilmesi gibi... Aksine buradaki yücelik, hakimiyet, güçlü-kuvvetli oluş manasında; istiva da, hükümran olma manasında tefsir edilmiştir. 3) Cenâb-ı Hakk'ın isminin, huşu ve ta'zîm nîyyeti ve üslûbu içerisinde değil de, gelişi güzel, saygısız bir şekilde söylenmekten korunması, böylece onun tenzih edilmesi... Buna, Allah'ın isimlerinin, insanın gaflet içerisinde olduğu bir sırada, manalarına ve inceliklerine dikkat etmeden anma da girer. 4) "Rabbinin ismini tesbih et" emriyle "Allah'ı, sana indirdiğim ve O'nun isimleri olarak öğrettiğim isimleriyle öv" manası kastedilmiştir. Buna göre ayet tıpkı, "De ki: ister Allah diyerek, ister Rahman diyerek dua edin" (İsra, 17/110) ayeti gibi olmuş olur. Bu izahın bir benzeri de, "Rabbinin azim ismini tesbih et" (Hakka, 69/52) ayetidir. Bu izahtan murad, şu iki şeydir: Birincisi: Bunun manası, "Müşriklerin ıslık çalarak, el çırparak yaptıkları ibadet gibi değil, Rabbinin ismini zikrederek namaz kıl" şeklindedir. ikincisi: "Kul Rabbini, ancak tevkîfî olarak (vahiyle) bildirilmiş olan isimleriyle anmalı." Ferrâ, “Sebbih imi rabbike” ifâdesi ile “Sebbih bismi rabbike” ifadesi arasında bir farkın olmadığını ileri sürerken Vahidî, "Bu iki ifade arasında bir fark vardır. Çünkü, “Sebbih bismi rabbike” ifadesinın manası, "Allah'ı, bâtılı savunan kimselerin söylediklerinden, O'nun münezzeh, yüce ve uzak olduğunu ortaya koyan ismi ile an, tesbih et" şeklindedir. “Sebbih imi rabbike” ifadesinin manası ise, "Allah'ın ismini, ona yakışmayan şeylerden tenzih et" şeklindedir" demiştir. 5) Ebû Müslim,buradaki "isim" ile, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının kastedildiğini söylemiştir. Bu, "En güzel isimler Allah'a aittir. Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (A'râf, 180) ayetinde de böyledir. İkinci izah, yani ayetteki "isim" kelimesinin zaid oluşu ve mananın, "Rabbini tenzih ve tesbih et" şeklinde oluşu, bir kısım muhakkik alimin görüşüdür. Bu alimler şöyle demişlerdir: Çünkü, "isim", gerçekte, harflerden meydana gelmiş bir lafızdır. Dolayısıyla da, Allah hakkında yapılması gerekli olan tenzih gibi, "ismi" de tenzih etmek gerekmez. Ne var ki, bahsi geçen son derece büyük bir zat olunca, o değil de, O'nun ismi zikredilmiş de, böylece, "ismini tesbih et; zikrini yadet, ulula" denilmiştir. Ve bu tıpkı, "Selam yüce meclise" denilmesi gibidir. Lebîd de, "Seneye... Sonra selâm size..." demiştir. Yani, “Summe's-selâmu” demektir. Bu, Arapça'da, meşhur olan bir yol ve yöntemdir. Şimdi biz, bu izaha göre şöyle diyebiliriz: "Allah'ı, tesbih etmek" şu iki manaya gelebilir: 1) "Kafirlere, o kendisi sebebiyle Allah'ı uygun olmayan bir tarzda anacakları bir tarzda, muamelede bulunma" demek olup, bu manaya göre bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, o müşriklerin "Allah'tan başka taptıklarına sövmeyiniz; eğer böyle yaparsanız, onlar da, bilmeksizin Allah'a söğerler... " (En'âm, 6/108) ayeti gibi olmuş olur. 2) Bu, Allah'ı, zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri ve hükümleri hususunda kendisine yakışmayan şeylerden takdis ve tenzih etmek demektir. Zatını, Cenâb-ı Hakk'ın, cevherlerden ve ilintilerden (arazlardan) mürekkeb olmadığına; sıfatlarını, muhdes, sonlu ve noksan olmadıklarına; fiillerini de O'nun mutlak mâlik olduğuna, işlediği hiçbir konuda kendisine itiraz edilemeyeceği hususunda takdis ve tenzih etmek... Mu'tezile ise şöyle der: "Bu takdir ve tenzih, O'nun yaptığı her şeyin güzel ve doğru olduğuna, çirkin bir iş yapmadığına ve buna razı olmayacağına inanmaktır" isimleri konusunda takdis etmeye gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, hakkında tevkifîliğin bulunduğu (vahye ve sünnete dayanan) isimlerle yadetmektir. Bu, bize göredir. Ama Mu'tezile'ye göreyse bu, ister hakkında bir müsaade bulunsun ya da bulunmasın (vahye ister dayansın ister dayanmasın), kesinlikle noksanlık vehmini vermeyen isimlerle yadetmektir. Hükümleri konusunda bir takdis ve tenzihe gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, sizi, kendisine yönelik bir menfaatten dolayı değil de, tam aksine bu eh!-i sünnete göre, sırf, malikiniz Allah'ınız olması sebebiyle; Mutezileye göreyse, kulların menfaatini gözetmek amacıyla bizi mükellef tuttuğuna inanmaktır. İsim ve Müsemmâ Bazı kimseler, "isim'in "müsemmâ"nın aynısı olduğu hususunda, bu ayete tutunmuşlardır. Ben derim ki, bu konuda delillere dalmak, ancak, münakaşa mevzuunun neresi olduğunu belirledikten sonra mümkündür. Binâenaleyh, burada, bizim, "isim", "müsemmâ"nın aynı mıdır, yoksa değil midir?" mevzuuna girebilmemiz için, "İsim" ve "müsemmâ"nın ne olduklarını beyan etmemiz gerekir. Bu sebeple şimdi diyoruz ki: "Eğer "isim" kelimesiyle bu lafzı, yani elif-sin-mîm maddesinden meydana gelen şey; "müsemmâ" sözüyle de o zât (yani Allah) kastediliyorsa, hiç kimsenin, ismin müsemmâ'nın aynısı olduğunu söylemesi mümkün değildir. Yok eğer, "isim" sözüyle de, "müsemmâ" sözüyle de, o zât kastediliyorsa, o zaman bizim, "isim müsemmânın bizzat kendisidir" şeklindeki sözümüzün manası, "O zât, bizzat o zâtın kendisidir" şeklinde olur ki, bu konuda da münakaşa etmek mümkün değildir. Böylece, anlatım ve vasfı hususunda, rekîk ve dolaşık olduğunu anlamaktayız. Eğer böyleyse, bu konuda deliller getirmeye dalmak daha tutuk ve daha uzak, ihtimal dışı olmuş olur. Tam aksine burada şöyle bir incelik vardır: Şimdi biz, "ism"i, zamanla içice almayan, zamana delaleti olmaksızın, ayrı bir manaya delalet eden her şey diye tanımlarsak, işte, buradaki de böyle olur. Dolayısıyla da, bu ismin, yine kendisinin ismi, (yani tarifte geçen, şeyin ismi) olması gerekir. Binâenaleyh, burada da, isim müsemmânın kendisidir, demektir. Şimdi belki de, evvelki ulema, bunu bu şekilde anlamışlar, ama bu iş, sonrakilere karışık gelmiş, böylece bu sonrakiler, her yerde, ismin, müsemmâ ile ayn; olduğunu zannetmişlerdir. İşte bu meseledeki gerçek budur. Şimdi biz alışılagelmiş olan söze yeniden dönüyoruz. Ulemâ şöyle demektedir: İsmin, müsemmânın bizzat kendisi olduğuna delalet eden şey, mesela hiç kimsenin, "Sübhâne İsmillâhi ve sübhâne İsmi Rabbinâ" şeklinde bir ifade kullanmamalıdır. O halde, “Sebbih ismi Rabbike” ifadesinin manası, "Rabbini tenzih et..." şeklindedir. "Rab" de bir isimdir. Şimdi eğer, isim müsemmâ'nın gayrı olsaydı, bu takdis ve tenzihin Rab üzerine yapılmış olduğu da doğru olmazdı. Bil ki, bu istidlal zayıftır, zira biz, birinci meselede, bu takdis ve tenzih emrinin, Cenâb-ı Hakk'ın ismini takdis ve tenzih emri olabileceğini; müsemmânın, takdis ve tenzihini emreden bir ifade olacağını; "ism" sözünün ise zâid olduğunu söylemiştik. Yine, bu ifade ile, tıpkı, “Fesebbih bismi Rabbike'l-azim” "Rabbinin yüce ismini takdis ve tenzih et..." (Hakka, 69/52) denildiği gibi, "Rabbinin yüce ismi ile tenzih ve takdisde bulun.." manası da kastedilmiş olabilir ki, bu durumda mana, "Rabbinin isimlerini anmak suretiyle, Rabbini tesbih ve takdis et" şeklinde olmuş olur. Ukbe ibn Âmir'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, Hakka 69/52. ayeti nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize, "Bunu rükû'da söyleyiniz"; Cenâb-ı Hakk'ın (A'la, 87/1) ayeti nazil olunca da, "Bunu da, secdenizde okuyunuz" buyurdular. Hem sonra, haberlerde ve hadislerde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, rükûda “Subhane Rabbiye'l-azim”, secde de “Subhane Rabbiye'l-A'la” dediği varid olmuştur. Ulemâdan "işte bu hadisler, Cenâb-ı Hakk'ın, “Sebbih isme Rabbike” emriyle, "Rabbinin ismi ile namaz kıl..." manasının kastedildiğine delâlet ediyor" diyenler de vardır ki, bu mana ve bu ihtimal, müfessirlerin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Haydi akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tenzih edin..." (Rum, 30/17) ayetinin, namaz vakitlerinin bir beyanı olduğunu ittifakla söylemeleri de teyit eder. Hazret-i Ali ile İbn Ömer, ayeti “Subhane'l-a'la ellezi haleka fesevvâ” şeklinde de okumuşlardır. Bu hususta şu muhtemel izah yapılabilir: “Sebbehe” lafzı, tesbih etmeyi emreden bir lafızdır. Binâenaleyh, bu tesbihin ne olduğunun da mutlaka zikredilmesi gerekir. Bu ise, “Subhane Rabbiye'l-a'la” şeklindeki ifadeden başkası değildir. Mücessime'ye Red Mücessime, Allah hakkında, mekan bakımından bir yüceliğin isbatı hususunda, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesine de tutunmuştur. Ama, gerçek şu ki, Allah hakkında bir cihet bakımından üstünlüğün ve yüce oluşun düşünülmesi muhaldir. Çünkü Allahü teâlâ, ya sonludur, veya sonsuzdur. Eğer sonlu ise, O'nun üst ciheti de sonlu olur. Bu durumda da, O'nun üstünde de bir cihet bulunmuş olur. Böylece de Cenâb-ı Hak, her şeyden üstün olmamış olur. Yok eğer, sonsuz ise, bu durumda sonlu olmayan bir takım buudların (mesafelerin) varlığını söylemek, imkansızdır. Hem, Cenâb-ı Hak, şayet her cihetten sonsuz olursa, o zaman, Allah'ın zatının, birtakım kazurat ile karışık ve onlara bulaşmış olarak bulunmuş olması gerekir. Oysa Allah bundan münezzehtir. Yok eğer, bazı cihetlerden sonsuz, bazıları bakımından da sonlu ise, sonsuz olan taraf, sonlu olan taraftan başka olmuş olur. Böylece de, değişik iki cüz'den meydana gelmiş olur. Halbuki, bu mürekkeb varlık, "mümkin" bir varlıktır. Bu sebeple, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan, mümkinü'l-vücüd olmuş olur ki, bu, muhaldir. Böylece, buradaki yücelik ve uluvv'ün, cihet bakımından olmadığı sabit olmuş olur. Bu ayetin hem öncesinin, hem de sonrasının, bahsedilen bu üstünlük ile cihet bakımından bir üstünlüğün kastedilişine münafi oluşları da bunu tekid eder. Ayetin öncesine gelince ulüvv (yücelik) O'nun bu alemden son derece uzak olmasından ibarettirki bu O'nun tesbihe, övgüye ve tazime müstehak oluşuna uygun düşmez.ama, kudretinin mükemmel yaratma ve icad etme bakımından tek ve yegane oluşu manasındaki üstünlük ve yücelik ise bu övgüye tesbih ve tazim olunmaya uygun düşer. Bu sure burada kendisi sayesinde Cenab-ı Hakk'ın hamde, senaya, övgüye ve tazime müstehak olduğu vasfını beyan etmek üzere zikredilmiştir.Bu ayetten sonra gelen ifadeye gelince: Cenab-ı Hakk “El-A'lâ” ifadesinin hemen peşinden “...Ki O yaratıp düzene koyandır...” cümlesini getirmiştir.Yaratıcılık ise cihed bakımından bir üstünlüğe değil kudret açısından bir üstünlüğe bir yüceliğe uygun düşer. Cenab-ı Hak Mutlak Olarak En Üstündür Bazı dinsizler şöyle der:”Kur'an, alemin birisi azim, diğeri ise ondan daha üstün olan (haşa!) iki Rabbi olduğunu ihsas eder...Buna göre azim olan Rabbi, Cenab-ı Hakk'ın “Rabbini büyük olan ismiyle tenzih et...” (Hakka, 69/52) ayeti ondan daha üstün olanını ise “Cenab-ı Hakk'ın “Rabbinin o yüce adını tesbih et...” ayeti ifade eder. Binaenaleyh bu ifadeler diğerine nisbetle berikinin daha üstün olduğunu bir başka bulunmasını gerektirir.” Bil ki deliller Sani'i hakim olan Allah'ın tek olduğuna delalet edince böyle bir itiraz ve soru düşer. Sonra biz diyoruz ki bu ayette Cenab-ı Hakk'ın bir başka rabden daha üstün olduğunun beyanı yer almamış tam aksine Cenab-ı Hakk'ın (mutlak olarak) en üstün olduğu anlatılmıştır. Şimdi ayetin bu ifadesi hususunda biz şu tefsirleri yapabiliriz. 1) Allahü teâlâ kendisini vasfedenlerin vasfettiği, zikredenlerin zikrettiği bütün her şeyden daha üstün, daha celil ve daha büyüktür. O halde bu demektir ki Cenab-ı Hakk'ın kibriyasının azameti, bizim bilgi ve idrakimizden nimet ve lutuflarının çeşitleri hamdimiz ve şükrümüzden, haklarının çeşitleri ise bizim taat ve amellerimizden daha üstün, daha yücedir. 2) Ayetteki “El-A'lâ” ifadesi Cenab-ı Hakk'ın her türlü noksanlıktan tenzih edilmeye müstehak olduğuna dikkat çeken bir ifadedir. Buna göre Cenab-ı Hak adeta tenzih et. Çünkü O en üstündür. Demek istemiştir ki bu da Çünkü O mülkü saltanat ve hükünranlığı ve kudreti açısından herşeye üstün olandır. Demek olup bu senin tıpkı “Aklı gideren içkiden sakındım.” Demen gibi olur ki bu da “Aklı giderici olması sebebiyle içkiden sakındım...” demektir. 3) “El-A'lâ” kelimesiyle tıpkı “Ekberu” “en büyük” kelimesiyle, “büyük” manasının kastedilmesi gibi “El-Âli” “üstün olan” manası kastedilmiştir. A'la Suresinin Fazileti Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber bu sureyi çok sever ve şöyle dermiş: ”İnsanlar şayet “Sebbih...” suresinin ihtiva ettiği bilgileri bilecek olsalardı, her biri bu sureyi on altı kez tekrarlardı.” Yine Hazret-i Aişe'nin kendi taraflarına namaz kıldıran ve “Hamilelere kolaylık veren derken ondan zar ile bağırsaklar arasında tepinen bir çocuk, can meydana getiren Rabbinin yüce adını tenzih et. O halde O, ölüleri yeniden diriltmeye kadir değil midir? Dikkat, evet; dikkat, evet..." diye kıraatte bulunan bir bedeviye rastlar da, bunun üzerine ona "Yitikleriniz bulunmasın, kadınlarınız hep sıkıntı içinde olsun" demiştir. Allah en iyisini bilendir. "O, yaratıp düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir" ayetine gelince, bil ki, Cenâb-ı Hak, tesbihi, tenzihi ve takdisi emredince, sanki bir soru soran, "Tesbihle meşgul olma, ancak Cenâb-ı Hakk'ın bilinip tanınmasından sonra olur. Binâenaleyh, böyle bir Rabbin varlığının delili nedir?" demiş de, işte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "O, yaratıp düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir.." buyurmuştur. Bil ki, Allah'ın yaratıcı ve doğruya iletici bir zat oluşu ile yapılan istidlal, peygamberlerin (aleyhisselâm) uluları nezdinde, kendisine dayanılan bir metotdur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Beni yaaratan, derken beni doğruya ileten..." (Şuarâ, 26/78) şeklindeki sözünü nakletmesidir. Yine, Cenâb-ı Hak Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Harun'a, "Ey Musa, siz ikinizin Rabbi kimdir?" (Taha, 20/49) dediğini, bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra da onu yoluna koyandır" (Taha, 20/50) diye cevap verdiğini nakletmiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği ayetlerin ilki, "Seni yaratan Rabbinin adıyla oku. Ki O, insanı bir nutfeden yarattı..." (Alak, 96/1-2) olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasına; daha sonra da, "Oku, ki Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Ki o, kalemle (yazmayı) öğretendir.." (Alak, 96/3-4) buyurmuştur ki, bu da, Hakkı hakikate iletişine bir işarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, aynı delili bu sûrede tekrar edere, "O, yaratıp düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir" buyurmuştur. İşte bu şekilde yapılan istidlal, bu metodda zikredilen ilginçlikler, acib şeyler daha çok olduğu ve insan, bunları müşahede ettiği ve bunlara tam manasıyla muttali olduğu için, çokça vaki olmuştur ve yapılmıştır. Dolayısıyla, şüphesiz ki bu tür istidlaller, delalet bakımından daha güçlü olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, “Haleka fesevvâ” ifâdesi ile, insanları kastetmesi, yahut hayvanları kastetmesi, yahut da yarattığı her şeyi kastetmiş olması mümkündür. Binâenaleyh, ayetteki bu ifadeyi, sadece "insanlar" manasına alanlar, ayette geçen "tesviye" ile ilgili olarak şu izahları yapmışlardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın da, "Andolsun ki, Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık..." (Tin, 95/4) buyurduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ın, insanın boyunu, bosunu, uzuvlarını birbirine denk ve yaradılışını güzel kılması; insanı yaratması sebebiyle, kendisini övmesi kastedilmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Yaratanların en güzeli olan Allah, ne yücedir" (Mü'minun, 23/14) buyurmuştur. 2) Her canlı, aslında tek bir çeşit işe kabiliyetlidir. Diğer işlere ise müsait değildir. Ama insana gelince, Cenâb-ı Hak onu, muhtelif alet ve vasıta ile bütün canlıların yapabileceği tüm fiilleri yapabilecek bir biçimde yaratmıştır. Binâenaleyh, ayetteki "tesviye" işte, insanın bu yönüne bir işarettir. 3) Allahü teâlâ insanı mükellef tutmaya ve ibadetleri yerine getirmeye müsait hale getirdi. Ayetin bu ifadesini bütün hayvanlar manasına alanlara gelince, onlar şöyle demektedirler: "Allahü teâlâ, her hayvana, uzuv, alet ve hisler gibi, kendisine muhtaç olacağı herşeyi verdi." Bu hususu, bu tefsirin pek çok yerinde tafsilatlı bir biçimde ele aldık. Ayetin bu ifadesini, "bütün mahlukat" manasına alanlar da şöyle demişlerdir: "Ayetteki "tesviye" ile, Allahü teâlâ'nın bütün mümkinâta kadir oluşu, bütün malumatı bilişi ve yaratmak istediği şeyi sapasağlam, bozulmaktan - tutarsızlıktan uzak bir biçimde, isteğine uygun olarak yarattı." Farklı Kıraatler Kıraat alimlerinin çoğu, şeddeli olarak, “Kaddera” şeklinde; Kisâî ise, şeddesiz olarak “Kadera” şeklinde okumuştur. Şeddeli okuyanlara göre mana, "O, herşeyi belli bir ölçüde takdir edip, yarattı" şeklinde; şeddeli okuyanlara göre ise, Kaffâl'ın dediği üzere, mana "Malik ve hidayet etti" şeklinde olup, bu son ifadenin tevili, "Yarattı, tesviye etti; yarattığı şeylere malik oldu, yani o şeylerde dilediği ve istediği biçimde tasarruf etti" şeklindedir. İşte "mâlik olmak" bu demektir. Dolayısıyla da Allah, kendisine malik olduğu bu varlıkları, onları fayda ve menfaatına olan şeylere iletti. Bazı kimseler de, her iki okuyuşun da aynı manaya geleceğini ve Hak teâlâ'nın, hem şeddeli, hem de şeddesiz okunan, “Fekaddernâhu feni'me'l-kâdirun” (Mürselat, 23) ayetinin de böyle olduğunu söylemişlerdir. Takdir ve Hidayet Ayetteki, “Kaddera” ifadesi, hem zatları, hem de sıfatları açısından bütün mahlukatı içine alıp, her birinin kendilerine göre olduklarını ifade eder. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, gökleri, yıldızları, dört ana elementi, madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları belli bir yapıda, kütlede, cüssede ve büyüklükte takdir etmiş ve yine herbirisi için, bilinen bir müddet beka (kalış) belirlemiş, çeşitli sıfatlar, renkler, tadlar, kokular, yükseklikler, alçaklıklar, güzellikler, çirkinlikler, mutluluklar, mutsuzluklar, hidayetler ve dalaletler gibi şeyler takdir etmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Her şeyin Bizim katımızda hazineleri vardır ve Biz herşeyi, belli bir ölçü (miktar) ile indiririz" (Hicr, 15/21) buyurmuştur. Ayetteki, “Kaddera” (takdir etti) ifadesinin tafsilatı, ciltler dolusu kitablara sığmaz. Daha doğrusu, bütün alem, tâ a'lâ-ı illiyyîn'den esfel-i sâfiline kadar hepsi, bu ifadenin tefsirini ve bu cümlenin ayrıntılarını teşkil eder. Hak teâlâ'nın “Fehedâ” ifadesi, "Her mizaç, hususi bir kuvvete müsait haldedir. Her kuvvette, ancak belli bir fiili yapabilir. O halde, "tasriye" ve "takdir", maddî olan şeylerin cüzlerinde, tasarruf etmekten ve o maddî şeylerin bu kuvveti kabule müsait hale gelebilmesi için, o maddî cüzleri, hususî bir biçimde terkib etmeden ibarettir. O halde, ayetteki “Fehedâ” kelimesi, bahsedilen o kuvvetleri, o uzuvlarda, o belli fiilin kaynağı olabilecek her kuvvet niteliğinde yaratmak demektir ki bunların hepsinden, maslahatın tamamı meydana gelir. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır: Meselâ Mukâtil bu ifadeye, "Erkeğe, dişisine nasıl gelebileceğini öğretti" manasını verirken, diğerleri de, "canlıyı geçimine iletti, onu görüp gözetti" manasını vermişlerdir. Diğer bazıları da, "İnsanı, hayır ile şer, saadet ile şekavet yollarına iletti" manasını vermişlerdir. Bu böyledir. Çünkü Allahü teâlâ insanı, onu sevindirecek şeylere yönelebilecek, onu üzebilecek şeylerden geri durabilecek bir biçimde, duygulu ve idrakli bir varlık olarak yaratmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "Biz ona yolu gösterdik, ister şükredici, ister nankör (olsun)" (İnsan, 76/3) ve "Nefis ve onu tesviye edip de, ona fücurunu ve takvasını ilham edene yemin olsun..." (Şems, 91/7-8) ayetlerinde beyan etmiştir. Süddî de bu kelimeye "cenînin ana rahminde ne kadar kalacağını takdir etti. Sonra da o cenine, ana rahminden çıkma yolunu gösterdi" manasını vermiştir. Ferrâ, bu ifadenin takdirinin, "Takdir etti ve hidayete erdirdi, saptırdı..." şeklinde olduğunu; iki şeyden birisini lafzan zikretmekle yetindiğini ve bunun tıpkı, “Kaddera fehedâ veedalle” "Sizi sıcaktan koruyan elbiseler..." (Nahl, 16/81) ayetindeki gibi olduğunu söylemiştir. Diğer bazıları da, buradaki "hidayet"in, imana davet ve sevk manasına olduğunu ve tıpkı, "Şüphesiz sen sırât-ı müstakime hidayet edersin, yani davet edersin" (Şura, 42/52) ifadesi gibi olduğunu söylemişlerdir. Allah herkesi imana davet etmiştir. Diğer bazıları da, ayetteki "hidayete", "Allah insanları, Allah'ın fiilleri ile, tevhidine, kibriyasının celaline, samadiyyetinin ve ferdâniyyetinin sıfatlarına iletmiştir" manasını vermişlerdir. Bu böyledir. Çünkü insan alemde, sapasağlam, birbiriyle uyum ve ahenk içinde, bir nizam ve düzen arzeden bir takım fiiller görür. Dolayısıyla da şüphesiz işte bu fiiller, kişiyi, ezelî bir yaratıcının bulunduğu fikrine götürür. Katâde de ayetteki "hidayet"e, "Allahü teâlâ, hiç bir kulunu günah ve dalâlete zorlamamış; kulu için bunlara razı olmamış; kuluna bunları emretmemişti. Fakat sizin için, kendisine taatta bulunmasına razı olmuş, size taatı emretmiş ve sizi, günah olan şeylerden nehyetmiştir" manasını vermiştir. Bil ki bütün bu görüşler, bu kadar çok olmalarına rağmen, iki ana görüşün dışında değildirler. Bu cümleden olarak, kimileri, ayetteki bu ifadeyi, tıpkı, "Biz onu iki yola hidayet ettik" (Beled, 90/10) ayetinde olduğu gibi, "din ile ilgili olan şeylere sevk" manasına alırken; kimileri de, "dünyevî fayda ve menfaatlara sevk" manasına almışlardır. Fakat birincisi daha kuvvetlidir. Çünkü Hak teâlâ'nın, “Haleka fesevvâ vekaddera” ifâdeleri, dünya halleriyle ilgili olup, bunların içine, aklı ve kuvvetleri tam olarak verişi de girer. Hak teâlâ bunların hemen peşisıra, “fehedâ” kelimesini getirmiştir ki, bu "Onu mükellef tutup, dine-imana sevketti" manasınadır. Yeşil Mer'a ve Kuruması Hak teâlâ'nın, “Vellezi ehrace'l-mer'a” "Yeşil otu çıkaran" ifadesine gelince, bil ki Allah Sübhânehû ve Teâlâ, insanlara ait şeyleri beyan edince, bunun peşinden, insanların dışındaki canlılara mahsus nimetleri dile getirerek böyle buyurmuştur ki bu, "Kafirlerin taptığı o putlar değil de, bu otları bitirmeye kadir olan O'dur" demektir. "Mer'â", yeryüzünde biten bitkiler, meyveler, ekinler ve otlardır. İbn Abbas (radıyallahü anh), "mer'â"nın, yeşil otlar manasına geldiğini söylemiştir. Hak teâlâ daha sonra, "Sonra da onu kapkara-kupkuru hale getirmiştir" buyurmuştur ki bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır: “Ğusâen” kelimesi, vadilerin, çayların, rüzgarların sürükleyip bir araya getirdiği kuru ot demekti. Kutrub, bu kelimenin müfredinin, “Ğusâetun” şeklinde olduğunu söylemiştir. "Huvve" kelimesi siyah-kara manasınadır. Bazıları, ayetteki "ahvâ" kelimesini, "Bu, kendisine bir yaşlık dokunduğunda siyaha çalan ot demektir" diye açıklamışlardır. Binâenaleyh bu kelimeyle ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür. 1) Bu, kelimenin sıfatı olup, mana, "Yeşilken, kupkuru olan, böylece de rengi siyaha değişen ot" şeklindedir. Bu siyahlaşmanın sebebi şunlardır: a) Otlar, havaya soğuk hakim olduğunda kururlar. Soğuk da, yaş otları ağartır, koruları siyahlaştırır. b) O otları seller, sürükleyip götürmüş, böylece otlara, rengi uçuk maddeler yapışmıştır. Böylece siyahlaşmışlardır. c) O otları rüzgarlar sürüklemiş ve böylece onlara fazlaca toz-toprak yapışmış, dolayısıyla o otlar siyahlaşmıştır. 2) Ferrâ ve Ebû Ubeyde'nin tercihine göre, "ehvâ"nın, "alabildiğine yeşil oluşundan dolayı esved (çok siyah) gözüken" manasına olduğunu, bunun tıpkı, alabildiğine yeşil oldukları için, o iki cennete "müdhâmmetân" (Rahman, 55/64) (simsiyah iki cennet)" denilişi gibi, olduğu söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri, "neredeyse simsiyah görünen, yemyeşil otları çıkaran ve onu kupkuru-kapkara hale getiren (Allah)..." şeklindedir. Bu tıpkı, "O Kur'ân'ı dosdoğru indirip, eğri-büğrü yapmayan" manasında “Velem yec'al lehu ıvecen kayyimen” (Kehf, 18/1-2) denilip, bir takdim-tehir yapılması gibidir, yani takdirindedir. Vahyi Unutmayacaksın 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"(Habibim) Seni okutacağız da, Allah'ın dilediği müstesna, asla unutmayacaksın. Çünkü O, aşikârı da bilir, gizliyi de". Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tesbih etmesini emrederek, "Rabbinin o yüce adını tesbih et" buyurmuş ve ona bu tesbihin, ancak, Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı okumak suretiyle tam ve mükemmel yapılmış olacağını bildirmiştir. Çünkü biz, daha önce, Allah'a yakışan tenzihin O'nun seçip razı olduğu şey ile yapılacak olan tenzih olduğunu beyan etmiştik. İşte bu sebeble, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, unuturum endişesiyle, durmadan Kur'ân'ı tekrar ediyordu. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinden bu korkuyu "Seni okutacağız da, Allah'ın dilediği müstesna, asla unutmayacaksın" buyurarak silmiştir. Vâhidî “Senukriuke” ifadelerine, "Okumayı sana ilham etmek suretiyle, seni okuyucu kılacağız, yani okuyan birisi haline getireceğiz. Artık bir daha da okuduğunu unutmayacaksın" manasını vermiştir ki bu da, "Biz seni, Kur'ân'ı okuyan, artık okuduğunu unutmayan bir okuyucu kılacağız" demektir. Mücâhid, Mukâtil ve Kelbî de şöyle demektedirler: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine ayetler vahyedilirken, unuturum endişesiyle, dilini hareket ettiriyor (tekrar ediyordu). Cebrail (aleyhisselâm), vahyin sonuna gelmeden, o (aleyhisselâm), unuturum endişesiyle, hemen baştan okumaya başlıyordu. İşte bu sebeple Hak teâlâ böyle buyurmuştur ki bu, "Biz sana, onu ezberleyinceye kadar, sana öğreteceğiz" demektir. Bu ayetin bir benzeri de, "Onun vahyi sana tamamlamadan, okumaya başlama... " (Taha, 20/114) ayeti ve "Ona acele ederek dilini hareket ettirme" (Kıyame, 75/16) ayetidir. Öte yandan, alimler, bu "okutma" ve "öğretme"nin nasıl olduğu hususunda da şu izahları yapmıştır" 1) Cebrail (aleyhisselâm), Kur'ân'ı sana, onu artık bir daha unutamayacağın bir şekilde, sen onu ezberleyene kadar, defalarca okuyacak. 2) Biz, senin kalbini ve zihnini, sen onu bir duyuşda, unutmayacak bir şekilde ezberleyebileceğin bir şekilde açacağız ve kuvvetlendireceğiz. 3) Allahü teâlâ, sûrenin başında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tesbih ve takdisde bulunmasını emredince, sanki, "Buna devam et, bunu sürekli yap. Çünkü Biz sana, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini câmî olan ve kendisinde, senin ve ümmetinin şerefi bulunan, o Kur'ân'ı sana okuyacağız; onu senin kalbinde (hıfzında) toplayacağız ve sana kolaylığı vereceğiz, onunla amel etmeyi kolaylaştıracağız" demek istemiştir. Ayetteki İki Mucize Bu ayet, şu iki bakımdan mucizeliğe delalet etmektedir: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ümrni bir adamdı. Derken bu uzun kitabı, herhangi bir eğitim ve öğretim görmeksizin, tekrarlamaksızın ve yazmaksızın, onun bunu ezberlemesi, harikulade bir şeydir. Dolayısıyla da bir mucizedir. 2) Bu sûre, Mekke'de ilk inen sûrelerdendir. Dolayısıyla, alışılmışa ters olarak, ileride vuku bulacak, enteresan bir durumu çok önceden haber vermiştir ve bu durum, aynen haber verildiği şekilde tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh bu, bir gaybtan haber vermedir ve bir mucizedir. “Fela Tensâ” "Unutmayacaksın" İfadesi Hakkında Hak teâlâ'nın, “Fela tensâ” "unutmayacaksın" ifadesinin manasının, kimileri nehiy olduğunu, sonundaki elifi maksurenin, tıpkı “Es-sebilâ” (Ahzab, 33/67) kelimesinde olduğu gibi, fasıla için getirilmiş bir elif olduğunu, dolayısıyla mananın, "Onu okumaktan ve tekrarlamaktan gaflet etme ve geri durma. Aksi halde, Allah'ın diledikleri hariç, sen onu unutursun" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ama meşhur olan görüş, ayetin inşâî değil, ihbarı bir cümle olup, "Biz sana, unutmayacağın ve unutmaktan emin olacağsn bir hale gelene kadar sana okuyacağız" manasında olmasıdır. Bu tıpkı, "Seni giydireceğim, dolayısıyla da artık çıplak olmayacaksın, yani çıplaklıktan emin olacaksın” demen gibidir. Bu görüşü benimseyenler, birinci görüşün zayıf olduğu hususunda şu açıklamayı yapmışlardır: "Bu görüş, ayette şöyle bir takım mecazî manaların var sayılması durumunda, ancak tam olur. 1) Unutturma işine, Allah'dan başkası kadir olamaz. Dolayısıyla da, bu fiil emredilemez ve yasaklanamaz. Bu sebeple, bu kelimenin, öğrenimde bulunma ve çok çok tekrarlama gibi, unutmanın zıddı olan şeylere devam etme manasına alınması gerekir ki bu, kelimenin zahiri manasını bırakıp, mecazi manasına geçme demektir. 2) Bu ifadenin sonundaki, elif-i maksurenin, fasıla için getirilmiş, zaid bir elif kabul edilmesi de, yine asl olanın hilafına bir harekettir. 3) Ayetin bu ifadesini, ihbari saydığımızda, manası, "Allah'ım, Hazret-i Peygamber'e, "Seni.artık unutmayacak bir hale getireceğim" müjdesini vermek olur. Ama bunu, inşâî (yani emir nehiy) sayarsak, mana, "Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, unutmasına mani olan sebeblere devam etmesini emretmiştir, bu sebepler de, öğrenimde bulunması ve devamlı okumasıdır. Halbuki, bu mana müjde ve onun durumunun yüceliğini anlatma bakımından, birinci mana gibi değildir. Bir de bu, Hak teâlâ'nın, "Ona acele ederek, dilini hareket ettirme" (Kıyame, 15/16) ayetinin ifade ettiğinin aksine bir mana olmuş olur. Ayetteki İstisna Zahirîdir Ayetteki, “İllâ maşâallah” ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Gerçek böyle bir istisnanın olmadığının ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bundan sonra artık hiçbirşeyi unutmadığı söylenilmiştir. Nitekim Kelbî, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ayet nazil olduktan sonra, artık hiçbirşey unutmamıştır" der. Buna göre ayetteki, "Allah'ın dilediği müstesna" ifadesiyle şunlar kastedilmiş olabilir: a) "Herhangi bir şey için, inşaallah demeden, "Ben onu yarın yapacağım" (Kehf, 18/23-24) ayetinde ifade edildiği gibi, "inşaallah" demek suretiyle, bir bereket ve uğur ummak. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Bütün malumatı ve işlerin neticelerini tafsilatlı biçimde bilen zat olarak, gelecekte olacak bir hadiseyi, ancak bu kelimeyi kullanarak haber veriyorum. Binâenaleyh ey Muhammed, sen ve ümmetin, bu kelimeyi söylemeye ve böyle hareket etmeye daha uygunsunuz, bu sizin için daha gereklidir" demek istemiştir. b) Ferrâ şöyle der: "Allahü teâlâ, aslında Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kur'ân'dan herhangi bir şeyi unutmasını dilememiştir. Fakat böyle bir istisnanın ayette yer alışının maksadı, Allahü teâlâ'nın, unutturmayı istemesi halinde buna kadir olduğunu anlatmaktır. Bu tıpkı, "Eğer istesek, sana vahyettiklerimizin hepsini senden alırız" (İsrâ, 17/86) ayeti gibidir. Biz, Allahü teâlâ'nın böyle birşey dilememiş olduğu neticesine varıyoruz. Çünkü Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) asla şirk koşmadığı halde ona, "Eğer şirk koşarsan, amellerin boşa gider" (Zümer, 39/65) buyurmuştur. Velhasıl bu istisnanın (inşaallah'ın) bu ayette bulunuşunun hikmeti, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, buna kadir olduğunu anlatmak istemesidir. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu unutmayışımn, kendi kuvvetinden kaynaklanan birşey değil de, Allah'ın fazlı ve ihsanından olduğunu anlamaktadır. c) Allahü teâlâ, ayette böyle bir istisnaya yer verince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine indirilen vahiyde, ister az, ister çok olsun, böyle müstesna durumların olabileceği neticesine varmış olabilir. Dolayısıyla o, bütün her yerde, alabildiğine ezberleme, uyanık olma ve unutmama gayreti içinde olmuştur. İşte bundan dolayı, bu istisnanın ayette yer alışının maksadı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, her halükarda bir uyanıklık ve dikkat içinde olmasını sağlamaktır. d) Bu ifadenin maksadı, doğrudan doğruya, unutmamayı emir olup, tıpkı bir kimsenin arkadaşına, "Allah'ın dilediği şeyler müstesna, benim malik olduğum şeylerde, sen benim ortağımsın" deyip, bu sözle, hiçbirşeyi istisna etmeyi kastetmemesi gibidir. İstisna Hakikidir 2) Ayetteki bu ifade, gerçekte bir istisnadır. Buna göre, şu izahlar yapılabilir. a) Zeccâc şöyle der: "Allahü teâlâ'nın onun unutmasını dilemesi müstesna.." Çünkü o unutur, daha sonra hatırlayabilir. Binâenaleyh unutulup da hatırladığı zaman, bu demektir ki, o unuttuğunu, devamlı olarak ve tamamen unutmuş olmaz. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldırırken, arada, bir ayeti okumamış, atlamış. Bundan dolayı, namazın sonunda, Ubeyy (radıyallahü anh) bu ayetin mensûh olduğunu sanarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bunu sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "unuttum" demiştir. b) Mukâtil bu ayete, "Allah'ın ona unutturmayı dilemesi müstesna..." şeklinde mana vermiştir ki bu durumda, bu "unutturma" işi ile, Hak teâlâ'nın, "Herhangi bir ayeti nesheder veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını getiririz" (Bakara, 2/106) ayetinde ifade buyurduğu gibi, "nesh" manası kastedilmiştir. Buna göre ayet, "Allahü teâlâ'nın süresiz olarak sana unutturmayı dilemesi ve artık onu okumamayı, o ayetle namaz kılmamayı emretmesi müstesna..." manasınadır. Böylece bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onu unutmasına ve kafasından silinmesine sebep olur. c) Ayetteki "Allah'ın dilediği müstesna" ifadesi ve bu azın, şeriatın vaciblerinden değil de, âdâb ve sünnetlerinden olması şartı ile, "pek azı ve nâdiri müstesna" manasına olabilir. Çünkü eğer o (aleyhisselâm), vacib (gerekli) şeylerden birini unutur ve hatırlamazsa, bu şeriatta bir halele (eksikliğe-kusura) sebep olur. Böyle olması ise caiz değildir. Açığı da Gizliyi de Bilen O'dur Ayetteki, "Çünkü O, aşikarı da bilir gizliyi de..." ifadesiyle ilgili iki izah var: 1) Bu, "Allahü teâlâ, senin Cebrail (aleyhisselâm)'in okuyuşu ile birlikte açıktan okuyuşunu da bilir, kalbinde sakladığın, onu unutma korkunu da bilir. Binâenaleyh sen korkma. Çünkü Ben, korktuğun o hususta sana yeterim, yardım ederim" manasınadır. 2) Mana şu şekilde de olabilir: "Sen, Allah'ın neshetmeyi diledikleri müstesna, unutmazsın. Çünkü O, kullarının maslahat ve menfaatlarını en iyi bilendir. Dolayısıyla neshinde maslahat olduğunu bildiği şeyi nesheder." Allah'ın Tevfiki 8"Seni, en kolay olana muvaffak edeceğiz" . Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Yüsrâ (en kolay olan), insanı kolaya götüren hayırlı (iyi) amellerdir. Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki: Müfessirlerin, ayetle ilgili olarak, birkaç izahları var: 1) Ayetteki “Venuyessiruke” fiili “Senugriuke” "Seni okutacağız" fiiline atıftır; “İnnehu ya'lemu'l-cehra vemâ yehfâ” "Çünkü O, aşikarı da bilir, gizliyi de..." cümlesi, bir cümle-i itiraziye (ara cümle)dir ve ayetin takdiri, "Seni okutacağız da sen unutmayacaksın ve seni, Kur'ân'ı ezberlemede en kolay ve en sehl yola muvaffak kılacağız, ulaştıracağız" şeklindedir. 2) İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), "Yüsrâ" "cennet"dir ve ayet, "Seni, cennete götürecek amellere muvaffak kılacağız" manasınadır" demiştir. 3) Bu, "Sana vahyi kolaylaştıracağız, böylece onu ezberleyecek, öğrenecek ve onunla amel edeceksin" manasınadır. 4) Bu, "Seni, müsamahalı, kolay ve haniflik (tevhid) demek olan şeriata muvaffak kılıp, ulaştıracağız" demektir. Birinci mana, en uygun olandır. Ayetin Söyleniş Şeklindeki İncelik ve Hikmet Birisi "Alışılmış ve kullanılagelen ifade şekli “Cuile'l-fi'lu el-fulaniyyu muyesseren lilfulani” Falanca iş, falancaya kolaylaştırıldı" denilmesidir; Yoksa, “Cuile fulanun muyesseren lilfi'li el-fulaniyyu” "Falanca, falanca işe kolaylaştırıldı" denilemez. Binâenaleyh, ayette buna benzer şekilde söylenişin incelik ve hikmeti nedir?" diye sorabilir. Buna birkaç şekilde cevap verilir: 1) Bu ibare (İfade şekli), Kur'ân-i Kerim'in, bu yerde ve Leyl Sûresi'nde tercih etmiş olduğu şekildedir. Keza bu şekil, "Siz amel (etmenize bakın). Çünkü herkes, ne için yaratılmış ise, o (işe) kolaylaştırılmıştır" Buhari, Kader, 4. buyururken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tercih ettiği şekildir. Bunda ilmi bir latife (incelik) var. Çünkü bu fiil, aslında "mümkin" (olabilir de olmayabilir de) bir mahiyettir, eşit şekilde var olmaya da, yok olmaya da müsaittir. Güç yetirebilen, onu yapma ve yapmama açısından aynı olursa, bu fiilin o güç yetirebilenden sadır olması imkansızdır. Binâenaleyh yapma tarafı, yapılmama tarafına tercih edildiği zaman, o fiil meydana gelebilir. Binâenaleyh bir fiilin, "vacib" (gerekli-kaçınılmaz) olmadığı müddetçe, söz konusu olamayacağı sabit olur ki işte bu tercih edilip, üstün gelmeye, "teysir" (kolaylaştırma) denilir. Böylece gerçekte işin, fiilin faile müyesser kılınması değil de, failin fiile müyesser kılınışı şeklinde olduğu sabit olur." Herbir kelimenin altında gizli bir hikmet, akıllan hayrete düşüren enteresan bir sır yatar. O yüce zâtı, noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz. Allah'ın (c.c.), Rasulüne Verdiği Nimet Hak teâlâ, verenin azamet ve şanının, verilen şeyin azamet ve şanına delalet etmesi için, ta'zim nûnu ile (Biz zamiri ile) “Venuyessiruke lilyusrâ” "Seni, en kolay olana kolaylaştıracağız, muvaffak kılacağız" buyurmuştur ki, "Onu Biz indirdik" (Kadr, 97/1), "O zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik Biz" (Hicr, 15/6), "Sana kevseri Biz verdik" (Kevser, 108/1) ayetleri de bunun bir benzeridir. Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ondan başka hiç kimseye nasib etmediği, kolaylık kapılarını açtığını gösterir. Nasıl böyle olmasın? Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cahil bir toplum arasında, babasız ve anasız doğup büyümüş bir çocuk olduğu halde, Cenâb-ı Hak, onu fiil ve sözlerinde, bütün aleme önder, bütün insanlığa bir hidayet rehberi kılmıştır. Öğüt Faydalıdır 9"O halde eğer Öğüt fayda verirse, (durma) öğüt ver". Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, bütün dünya ve ahiret işlerini kolaylaştırmak suretiyle, kemale erdirince, ona, bütün halkı Hakk'a davet etmesini emretmiştir. Çünkü insanın kemali, Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın ahlakıyla ahlaklanmasında ve bunun mükemmel bir şekilde olmasında yatmaktadır. Binâenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Seni en kolay olana muvaffak edeceğiz" ayetinin gereği olarak, tam ve mükemmel bir insan olunca, kendisini Hak teâlâ'nın "O halde öğüt ver" ayetinin bir gereği olarak, "tam"dan daha bir ileri noktaya götürmekle emrolunmuştur. Çünkü hatırlatıp, öğüt verme, noksan ve kusurlu olanları kusursuz hale getirmeyi; cahilleri de, hidayete (ilme) sevketmeyi gerektirir. Böyle olandan ise kemal fışkırır. Bu yönüyle de, hem kamil, hem de kemale erdiren bir zat olmuş olur. Burada şöyle bir kaç soru sorulabilir: Öğütü Fayda Şartına Bağlamanın Sebebi Birinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün herkese peygamber olarak gönderilmiştir. Binâenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu zikir (öğüt) ister onlara fayda versin, ister vermesin, her halükarda onlara öğütte ve hatırlatmada bulunması gerekir. Binâenaleyh daha bu öğüt işinin, "eğer öğüt fayda verirse..." diye, bir şarta bağlanmasının hikmeti nedir? Cevap: “İnne” edatı ile bir şarta bağlanan.şeyin, bu şart bulunmadığı zaman bulunmaması gerekmez. Buna ayetler de delalet eder. Şu ayetler bunlardandır: 1) "Eğer namuslu olmak istiyorlarsa, cariyelerinizi zinaya zorlamayın " (Nûr, 24/33); 2) "Eğer Allah'a ibadet ediyorsanız, Allah'a şükredin" (Bakara, 2/172); 3) "Eğer korkarsanız, namazlarınızı kısaltmada bir günah yoktur" (Nisa, 4/101). Çünkü bu korku olmasa bile, yine (seferde) namazları kısaltmak caizdir. 4) "Eğer bir katib bulamazsanız, (borca karşılık) rehin bırakın" (Bakara, 2/283). Halbuki, borçlanmada, yazmayla birlikte, rehin bırakmak da caizdir. 5) "Eğer Allah'ın kanunlarına riayet edeceklerine kani iseler, (bu ayrılmış karı-kocanın), yeniden birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur" (Bakara, 2/230). Halbuki bu kanaat kesin olarak bulunmasa bile, onların birbirlerine dönüp nikahlanmaları caizdir. Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: Alimler ayette bu şartın yer alışıyla ilgili olarak şu izahları yapmışlardır: 1) Herhangi bir maksattan dolayı bir işe girişen kimsenin, şüphesiz, o vasıtanın o fiile yönelten o maksada ulaştırdığını bildiği şekil ve yöntem, ulaştıramayacağını bildiği şekil ve yöntemden daha gereklidir. İşte bundan dolayı, "Eğer zikir, fayda verecekse..." buyurmuştur. 2) Allahü teâlâ, iki durumdan en değerlisini zikretmiş, diğerine ise dikkat çekmiştir. Ve bu, tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, “Serâbile tekikumu'l-harre” "Sızı sıcaktan koruyan elbiseler..." (Nahl, 16/81) ayetinde olduğu gibidir. Burada zımnen soğuktan koruma manası da vardır. Buna göre ayetteki takdiri mana, "Öğüdün ister fayda versin, isterse fayda vermesin, sen öğüt ve nasihatta bulun..." şeklindedir. 3) Bu ifadenin gayesi, Öğütten yararlanmaya teşvik olup, bu tıpkı bir kimsenin, birisine, hakkı ve hakikati açıkladığı zaman, "İzah ettim, eğer aklın varsa..." demesi gibi olur ki, bu kimsenin bu sözünden maksadı, karşı tarafı, yapılan izahı kabul etmeye ve ondan istifade etmeye teşviktir. 4) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yaptığı öğüdün onlara fayda vermeyeceği hususunda dikkatini çekmek olup, bu tıpkı, bir adama, "Eğer sana icazet edecekse, falancayı çağır..." denilmesi gibi olup, bu, "Onun sana icabet edeceğini sanmıyorum" demektir. 5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunları, çokça Allah'a ve O'nun dinine davet etmiştir. Bu davet, her ne zaman çokça yapılmıştır, onları azgınlık ve isyanları da o nisbette çok olmuştur. Ama, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna hayıflandığı için, yanıp tutuşuyordu. İşte bunun üzerine ona, "Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin.. Binâenaleyh sen, benim tehdidimden korkanlara, Kur'ân'la öğüt ver..." (Kaf, 50/45) denilmiştir. İşin başında, genel anlamda bir öğütte bulunmak gereklidir. Ama, öğüdün tekrar tekrar yapılmasına gelince, bu ancak, bir netice alınacağına kanaat getirildiği zaman vacib olur. İşte bu sebepten dolayı, Cenâb-ı Hak, ayetteki öğüdü, fayda vermek şartına bağlanmıştır. Şart Neticeyi Bilmeyen Kullara Göredir? İkinci Soru: Bir şeyi bir şarta bağlamak, ancak neticenin ne olacağını bilmeyen kimseler hakkında güzel ve yerinde olur. Şu halde, Allâmu'l-guyûb olan Allah'ın, bu meseleyi böyle bir şarta bağlaması nasıl uygun düşer? Cevap: Kitaplarda şöyle bir rivayet vardır: Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Ben o Firavun'un öğüt almayacağına, bir ürperti duymayacağına şehadet ederim, ama belki öğüt alır, ya da haşyet duyar diye, siz ona yine de yumuşak söz söyleyin.." demiştir. Binâenaleyh, hakka davet ve peygamber gönderme işi başka bir şey, Allahü teâlâ'nın, gaybları ve işlerin neticelerinin nereye varacağını bilmesi ise başka bir şeydir. Bu sebeple, bunları birbiriyle kıyaslamak mümkün değildir. Üçüncü Soru: Emredilen bu öğüt verme işi, meselâ, "Onlara, on kere öğütte bulunacaksın" gibi belli kurala bağlı mıdır, değil midir? Çünkü, ancak böyle bir kuralın olması halinde, öğüt verme sorumluluğundan kurtulunabilir. Cevap: Bu husustaki kural, "örf'dür. Allah en iyi bilendir. Saygılı Olan, Dersini Alır 10Âyetin tefsiri için bak:12 11Âyetin tefsiri için bak:12 12"(Allah)'tan korkacak olan öğüt kabul eder. Bedbaht olan ise, ondan kaçınır. Ki O, en büyük ateşe girecek...". Ayeti ile ilgili olarak birkaç mesele vardır: Ahirete İnanma Yönünden İnsanlar Bil ki, insanlar, ahiret inancı hususunda üç kısımda mütalaa edilebilirler: 1) Ahiretin kesinkes olacağına inananlar.. 2) Olabileceğini kabul edip, bu konuda ne müsbet, ne de menfi kesin bir kararı olmayanlar. 3) Ahireti inkarda ısrar edip, böyle bir şeyin olmayacağını kati olarak söyleyenler. Binâenaleyh, ilk iki kısım için, böyle bir haşyet hasıl olabilir. Ama, üçüncü kısmı teşkil edenlere gelince, onlar için ne bir haşyet ne de bir korku söz konusudur. Bunu iyice kavradığına göre, ayet hakkında şu muhtemel iki tefsirin yapılabileceği ortaya çıkar: 1) Şöyle denilebilir: Haşyet içinde olan, Allah'ı, O'nun kudret, ilim ve hikmetini, kamil manada bilen kimselerdir ki, bu durum ve biliş, bu kimsenin, ahiretin olacağına kesinkes hüküm vermesini gerektirir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah'a (hakkıyla) ancak alim kimseler saygı duyar" (Fatır, 35/28) buyurmuştur. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, "Eğer öğüdün fayda verecekse, öğütte bulun..." buyurunca, bu ayet te, o öğüdün fayda verdiği kimselerin kim olduğunu beyan buyurmuştur. Şimdi o öğüdden faydalanma işi, kalblerde meydana gelen haşyete bağlı olup, kalblerin vasfı da, Allah'tan başka hiç kimsenin muttali olamayacağı türden olunca, maksadı gerçekleştirmek için, Peygamberin, bu davetini genelleştirmesi gerekmiştir. Çünkü, bu öğüt vermenin maksadı, hatırlatmaktan istifade edebilen kimselere hatırlatmadır. Bunun yolu ise, hatırlatma işini genelleştirmekten geçer. 2) Adı geçen haşyet, ürperti, korku, itaatkar olanlar ile, kıyametin varlığı hususunda lehte ya da aleyhte söz söyleyenler için söz konusudur. Ama bu iş, inatçılar için düşünülemez. Halbuki, insanların ekserisi, bu hususta ileri geri söz söylemeyenler olup, inatçı değillerdir. Halkın içindeki inatçılar azdır. Binâenaleyh, çoğunluğu teşmil eden lehte ya da aleyhte söz söylemeyen kimselere, bir de "arifler" eklenince, sayısal üstünlük inatçılar için değil, bunlar için söz konusu olur. Ayrıca, inatçılardan pekçoğu, lisanen inatçıdırlar. Kalben inatçı olanlara gelince, bu, kendisi ile kalbi arasında bir husus olup, bu adeta, olmamış gibidir. Olsa bile, çok nadir ve azdır. Sonra insan, o büyük ateşe gireceğini, orada ne ölüp ne de hayatta kalacağını duyan kimsenin, ister istemez, kalbi buruk ve kırık olur. Dolayısıyla da, genel manada halkın ekserisinin bu öğütten istifade etmesi söz konusu olur. Ama, bu öğüdü kabuı etmeyen kimselere gelince, bunlar, gayet azdırlar. Halbuki, "Az bir şeyden dolayı pekçok hayrı yapmamak, büyük bir şerdir, "kötülüktür". İşte bu açıdan, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer zikir fayda verecekse, öğüt ver..." ifadesi, bu öğüt vermenin genelleştirilmesini gerektirir. “Seyezzekkeru” Kelimesinin Başındaki, Sîn Hakkında “Seyezzekkeru” kelimesinin başındaki, sîn, muhtemelen “sevfe” manasındadır. Halbuki, Allah'ın bizzat kendi kelamında geçen “sevfe” ise, başına geldiği lafzın ifade ettiği mananın mutlaka olacağını bildirir. Ve bu tıpkı, mesela, “Senugriuke felâ tensâ” "Seni okutacağız, sen de asla unutmayacaksın..."(A'la, 6) ayetinde olduğu gibidir. Mananın, "Allah'tan haşyet eden, muhakkak öğüt alır. Eğer bu iş, tedebbür ve tefekkür gibi yolları kullanmak suretiyle, bir zaman sonra olacak olsa bile, bu kimse de, uzun bir müddet sonra öğüt almış demektir. Allah en iyi bilendir. Kafir Hakkında Tezekkür Soru: Herhangi bir konuda ilk önce bilgi bulunur da, sonra kişi onu unutursa, sonra hasıl olan bilgi "tezekkür" (hatırlama) adını alır. Halbuki, böyle bir durum, kafirler için sözkonusu değildir. O halde daha nasıl Allahü teâlâ, buna "tezekkür" adını vermiştir? Cevap: Delillerin kuvvetli ve çok net bir biçimde açık olmasından dolayı, adeta sanki böyle bir bilgi önce mevcutmuş da, daha sonra taklit ve inatları yüzünden yok olup gitmiş gibidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, buna "tezekkür" adını verdi. Nüzul Sebebi Bu ayetin, Osman ibn Affan hakkında nail olduğu ileri sürüldüğü gibi, İbn Ümmi Mendûb hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür. En Büyük Ateş Alimler, "en büyük ateş"in ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Hasan el-Basrî, "En büyüğü, cehennem ateşi; en küçüğü dünya ateşidir..." demiştir. 2) Dünyada günahlar olduğu gibi, bundan öteye, daha ileri derecede de masiyetler, isyanlar vardır. Aynen bunun gibi, ahirette de, lalettayin ateşler olduğu gibi, bundan daha şiddetli ateşler, derekeler vardır. Şimdi, kafir, asi kimselerin en bedbahtı olunca, ister istemez, ateşlerin en büyüğüne girecektir. 3) "En büyük ateş, en alttaki ateş olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar..." (Nisa, 4/145) ayetinde de belirttiği gibi, kafirlerin payına düşen hissedir. Alimler, bu ayetin Velid Utbe ve Ubeyy Ibn Halef hakkında nazil olduğunu söylemektedirler. Halbuki sen, nazar-ı dikkate alınan şeyin, sebebin hususiliği değil, lafzın umumi oluşu olduğunu biliyorsun. Hele de biz, ayetteki bu tertibin doğruluğunu akli delillerle izah etmişken... Soru: Birisi şöyle diyebilir: Allahü teâlâ, bu ayetlerinde şu iki kısım insandan bahsetmiştir: 1) Öğüt alıp, haşyet duyanlar. 2) En büyük ateşe girecek olan en bedbaht kimseler.. Ne var ki, "en şaki"nin bulunması, "şaki"nin mevcudiyetini gerektirir. Binâenaleyh, peki ya bu kısmın hali nedir, ne olacaktır? Cevap: "En şaki" ifadesi, "şaki"nin bulunmasını gerektirmez.. Çünkü, bu lafız, herhangi bir müşareket olmaksızın da kullanılmış olabilir. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün cennetliklerin eğlenip duracakları yer çok hayırlı, dinlenecekleri yer çok güzeldir" (Furkan, 25/24) ayeti gibidir. Ayetteki takdirin, Cenâb-ı Hakk'ın, “Vehuve ehvenu aleyhi” (Rum, 27) ifadesindeki “Ehvenu” kelimesinin “heynu” "kolay" anlamına gelmesi gibi, “El-eşkâ”nın da “Eşkâ” manasına gelebileceği de ifade edilmiştir. Bunun yine tıpkı, şairin, "Semayı tavanlayan, yükselten zat, bizim için, sütunlar, daha sağlam ve daha uzun olan bir ev yapmıştır" şeklindeki ifadesinde olduğu gibidir. Bu konuda söylenilenler bundan ibarettir. Ne var ki, hakikat, bizim bahsettiğimiz şu husustur: İnsanlar, arif, mütevakkıf ve muanit diye üçe ayrılır. Binâenaleyh said, arif olandır; mütevakkıf, bazı günahları olandır; eşka ise, bizim de biraz önce bahsettiğimiz gibi, davete iltifat etmeyen, ona kulak asmayan, böylece de en büyük ateşe girecek olan muanniddir. Cenâb-ı Hakk'ın, 13"Sonra orada ölmeyecek de, dirilmeyecek de" ayetiyle ilgili iki mesele vardır. Bu hususta müfessirler şu iki izahı yapmışlardır: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların ölümlerine hükmedilmez ki, ölüversinler; onlardan azablan hafifletilmez de..." (Fatır, 36) buyurduğu gibi, "Ne ölürler ki, kurtulsunlar; ne de, kendilerine fayda veren bir hayat sahibi olurlar..." anlamındadır. Bu tıpkı, Arapların, iki derecede bir belaya mübtela olan birisi için, "O ne diridir, ne de ölü..." demeleri gibidir. b) Bu ifadenin manası, "Cehennemde onlardan herbirinin canları boğazlarındadır. Çıkmaz ki, ölsünler; uzuvlara da dönmez ki, hayat bulsunlar...".şeklindedir. Bu durum, ateşe girmekten daha korkunç ve daha şiddetli olduğu için, bu ifadenin başına “Summe” getirilmiştir. Binâenaleyh bu durum, şiddetin dereceleri hususunda diğerinden daha ileridir. Nefsini Arındıran Felah Buldu 14"Muhakkak ki iyi temizlenen kimse umduğuna erişmiştir" Ayeti hakkında şu iki izah yapılabilir: 1) Allahü teâlâ, Kendisinin delilleri hususunda, tefekkür ve teemmülden yüz çevirenlerle ilgili olarak vaid ve tehdidine yer verince, bunun peşinden de, şirk pisliklerinden temizlenenler ve arınanlar için söz konusu olan va'dini getirmiştir. 2) Zeccâc'ın görüşüne göre “tezekkâ” kelimesinin manası, "takvasını artıranlar" şeklindedir. Çünkü “Ez-zaki” kelimesinin anlamı, "artıran, çoğaltan" demektir. Bu mana, "Namazlarında huşu sahibi olan mü'minler... felaha..." (Mü'minûn 23/,1-2) ayetleri ile de desteklenir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "felah"ın işte bu hasletleri birlikte bulunduran kimseler için olacağını söylemiştir. Bakara Sûresinin başındaki “Ulaike humu'l-muflihun” (Bakara, 2/5) ifadesi de bunu göstermektedir. Birinci mana da, şu iki hususla kuvvet kazanır: 1) Allahü teâlâ, ayette, neden arınılması gerektiğini belirtmeyince, biz, kastedilenin, ayetten önce bahsi geçen şeyden temizlenme olduğunu anlamış oluyoruz. Ki, bahsi geçen şey de küfürdür. Böylece biz, burada kastedilen mananın, "Bu ayetten önce bahsi geçen o küfürden arınanlar, muhakkak ki felah buldular" şeklinde olduğunu anlamış bulunuyoruz. 2) Mutlak isim, kemaline sarf edilir. Tezkiye çeşitlerinin en mükemmeli ise, kalbi, küfür zulmetlerinden tezkiyedir. Binâenaleyh, bu mutlak ifadeyi, işte bu manaya hamletmek gerekir. Bu tevil ve tefsir, İbn Abbas'tan rivayet edilen, “tezekkâ” nın manası, "Lâ ilahe illallah..." kelime-i tevhididir..." şeklindeki rivayet ile de kuvvet kazanır. Namazın Gerçekleştirdiği Şey 15"... ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse..." ayetiyle ilgili birkaç mesele vardır. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) İbn Abbas, bu ifadenin manasının, "Kıyamet gününü ve Rabbinin huzurunda duracağını hatırlayıp da, O'nun rızası için namaz kılan..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Ben derim ki, bu tefsir, en uygun bir tefsirdir. Zira, mükellefin yaptığı İşlerin dereceleri şu üç şeydir: a) Bozuk inançları, kalbinden izale etmek... b) Cenâb-ı Hakk'ın marifetini, zati sıfatları ve isimleriyle birlikte kafasına ve gönlüne yerleştirmek... c) Onun hizmeti ile meşgul olmak. Bunlardan birinci mertebe, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kad efleha men tezekkâ” ayetindeki "tezkiye" ile; ikincisi, “Vezkur isme rabbihi” ayetiyle; zira, kalbin zikri, ancak marifetullah olur-; üçüncüsü, yani hizmet de, “Fesallâ” ifadesiyle kastedilmiştir. Çünkü namaz, tevazu ve huşu'dan ibarettir. Binâenaleyh, kalbi, Allah'ın celâl ve kibriyasının bilgileriyle aydınlanmış olan kimselerin, gerek iş, gerekse dış uzuvlarında, mutlaka bu huzû ve huşûun eseri görülür. Fıtır Sadakası ve Bayram Namazı 2) Bir kısım müfessir de, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kad eflaha men tezekkâ” ayetine, "Bayram namazına gitmeden önce tasaddukta bulunur, sadaka-ı fıtırını verirse" “Vezkur isme Rabbihi fesallâ” ifadesine de, "Bundan sonra da, kirn imamla beraber bayram namazını kılarsa..." manasını vermişlerdir. Ki bu, İkrime, Ebu'l-Âliye, İbn Sîrîn ve İbn Ömer'in görüşü olup, bu husus, "merfû" bir hadis olarak da rivayet edilmiştir. Ama, bu tefsirde şu iki bakımdan bir müşkillik bulunmaktadır: a) Allah'ın, Kur'ân-ı Kerim'de devam ettirdiği adeti, zekâtı namazdan önce değil, namazı-zekâttan önce getirmek şeklindedir. b) Sa'lebî, bu sûrenin, ittifakla Mekkî olduğunu söylemiştir. Halbuki, Mekke döneminde ne bayram, ne de sadaka-ı fıtır söz konusudur. Vahidî buna şu şekilde cevap vermiştir: "Allahü teâlâ'nın, ilm-i ezelisinde bu işin böyle olacağı malum olunca, (ilerde) böyle yapacak kimseleri övmüş olması imkansız değildir.." 3) Mukatil, “Kad eflaha men tezekkâ” ifadesine, "Malından tasaddukta bulunup, namazında da Rabbi'ni bir olmakla anıp ve O'nun rızası için namaz kılan..." manasını vermiştir. Ki, bu manayla bundan hemen önce geçen mana arasındaki fark şudur: Bu mana, hem farz olan zekâtı, hem de farz olan namazı kapsar. Birincisi ise böyle değildir. 4) Ayetin bu ifadesinden, malın zekatı kâstedilmeyip, tam aksine amellerin zekâtı kastedilmiştir. Buna göre mana, "kim, amelleri konusunda riyâ'dan ve eksikliklerden temizlenirse..," şeklinde olur. Zira, malın zekatını verme hususunda alışılagelen ve normal olarak kullanılan lafız, (zekkâ) lafzıdır Bunu ifade için, (tezekkür) lafzı kullanılmaz. Nitekim Cenâb-ı Hak da, “Vemen tezekkâ feinnemâ yetezekkâ linefsihi” (Fatır, 35/28) buyurmuştur. 5) İbn Abbas, ayetteki “Vezkur isme rabbihi” ifâdesine, "Bayram namazına giderken yolda tekbir alan ve bayram namazını kılan..." manasını vermiştir. 6) Bu ifadenin manası, "Rabbinin ismini namazında yadedip, namazı, münafıkların namazı gibi olmayan... Çünkü münafıklar insanlara gösteriş için namaz kılarlar, pek azı müstesna, Allah'ı anmazlar..." şeklindedir. İftitah Tekbiri Fakihler, iftitah tekbirinin farz olması hususunda, bu ayeti delil getirirken, Ebû Hanife (r.h) de, iftitah tekbirinin namazdan olmadığı konusunda bu ayeti delil getirerek şöyle demiştir: "Zira, "salât" lafzı, bu ifadeye atfedilmiştir. "Aty" ise, bir mugayeret ve başkalığı gerektirir." Ebû Hanife, namaza, Allah'ın isimlerinden herhangi bir isimle başlanabileceği konusunda da bu ayete tutunmuştur. İmdi, alimlerimiz (Şafii uleması) ise, Ebû Hanife'nin değerlendirmesine şu şekilde cevap vermişlerdir: "Ayetin takdiri “Vesallâ fezekere'sme Rabbihi” "O, namaz kıldı; derken, Rabbinin ismini andı..." şeklindedir. Zira senin “Ekramtâ fezerteni” "Bana ikramda bulundun da, beni ziyaret ettin" demenle, "Beni ziyaret ettin de beni mutlu kıldın" demen arasında bir fark yoktur. Ebû Hanife şöyle diyebilir: "Takibiyye için olan "fâ"y" amel ettirmemek, delil olmaksızın caiz değildir." Bu hususta verilebilecek en uygun cevap şudur: "Ayet, Allah'ı zikredip de, hemen akabinden namaz kılan herkesi medh etme manasına delalet etmektedir. Ve ayette, bu "zikr"in, iftitah tekbiri olduğuna dair beyan yer almamıştır. Binâenaleyh, şimdi belki de, ayetten kastedilen mana, "Kim, Allah'ı kalbiyle anar, O'nun mükafaat ve cezasını hatırlarsa, bu durum bu kimseyi, namaz kılma fiiline yöneltir. O zaman da bu kimse, cüzlerinden biri de tekbir olan namazı ifa etmiş olur. İşte bu durumda, Ebû Hanife'nin yapmış olduğu istidlal savuşturulmuş olur. Dünya Hayatını Tercih 16"Doğrusu siz, dünya hayatını üstün tutarsınız". Bu ifâdedeki “Bel tu'sirune'l-hayate'd-dunya” kelimesi, iki türlü okunmuştur. Kıraat imamlarının tamamına yakını, tâ ile, “tu'sirune” şeklinde okumuşlardır ki, Übeyy ibn Ka'b'ın, "Evet, daha doğrusu siz, dünya işini, ahiret işine tercih ediyorsunuz..." şeklindeki kıraati de bunu teyit eder. İbn Mes'ûd da şöyle demiştir: "Dünya, önünüze konuldu; yiyecekleri, içecekleri, kadınları, lezzeti ve güzelliği hemencecik (acilen) bize sunuldu... Ama, ahiret ise, bizim için şu anda gayb olup, görünmez haldedir, bizden uzaktır.. İşte bu sebeple biz, hemen şimdi (âcil) planı aldık, sonra olacak olanı yukarıda geçen, “El-eşkâ” terkettik..." Ebû Amr ise, “El-eşkâ” yı kastederek, yâ ile “yu'sirune” şeklinde okumuştur. Ahiret İse Baki 17"Halbuki ahiret daha hayırlı, daha süreklidir...". Bu, "Hayır ve sürekli olan her şey, tercihe en çok şayan olan şeydir. Binâenaleyh, âhiretin, dünyadan daha fazla tercih edilmesi gerekir. Halbuki, dünyadakiler dünyayı tercih ediyorlar" demektir. Biz, şu sebeplerden dolayı, âhiretin daha hayırlı olduğunu söyledik: 1) Ahiret, maddî-manevî mutlulukları ihtiva etmektedir. O halde ahiret, dünyadan daha iyidir. 2) Dünyanın lezzetli olan şeyleri bile, çeşitli elementlerle iç içedir. Halbuki ahiret hiç de böyle değildir. 3) Dünya fani, ahiret bakidir. Baki olan ise, fani olandan daha hayırlıdır. Bu Gerçekler Önceki Suhufta Da Var Daha sonra Cenab-ı Hak, 18“Şüphesiz ki bu, evvelki sahifelerde... vardır” buyurmuştur. Alimler, bu ayetteki “Hâzâ” lafzıyla neye işaret edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, kimileri, bunun bir surede geçenlerin tümüne bir işaret ettiğini söyleyerek şunu demişlerdir: “Zira bu sure, Allah'ın birliğini (tevhid), peygamberlik müessesesini, Allah'ı inkâr edenlere karşı tehdidi (vaid) ve Allah'a itaatta bulunanlar için de va'di, mükafaatı ihtiva etmektedir.” Kimileri de, "Hayır, bu ifade ile işaret edilen şey, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kad efleha men tezekkâ” ifâdesinden başlayıp, “Ve'l-ahiratu hayrun ve ebkâ” ifadesine kadar geçen kısımdır. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, "İyi temizlenen... kimse umduğuna erişmiştir" ifadesi, nefsi (ruhu), uygun olmayan her şeyden arındırmaya bir işarettir. "Nazarî kuvveti, tüm bozuk inançlardan; amelî kuvveti de, bütün kötü huylardan ... temizlemek ..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve Rabbinin ismini andı" ayeti, kişinin, ruhunu, marifetullah ile mükemmelleştirmesine “Fesallâ” ifadesi, organlarını kemale erdirip onları, Allah'ın taatı ile tezyin etmesine; “Bel tu'sirune'l-hayate'd-dunyâ” ayeti, dünyaya iltifat etmekten caydırmaya ve "Ahiret daha hayırlı ve süreklidir" ayeti de, ahirete ve Allah'ın ahirette vereceği mükafaatlara bir işaret olup, bütün bunlar, şeriatların değişmesi ile değişmeyen hususlardır. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki bu, evvelki sahifelerde de ... vardır" buyurmuştur. İşte bu izah ve yorum, aklî bakımdan güçlendiği gibi, haber ve hadis de bunun böyle olduğuna delalet etmektedir. Zira, Ebû Zerr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "(Hazret-i Peygambere), dünyada İbrahim ve Musa'nın suhufunda olan hükümlerden var mıdır" dedim de, bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Ey Ebû Zer, “Kad efleha men tezekkâ”yı okul.." dedi. Başkaları da, ayetteki “Hazâ” ifâdesinin, "Ahiret daha hayırlı ve süreklidir" ifadesine raci olduğunu; zira, "bahsi geçenlerden en yakın olanına işaret etmek, esasdır. Bu yakın olan da, işte bu ayettir" demişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, “Lefi's-suhufi'l-ula” ifadesi, O'nun tıpkı, “Veinnehu lefi zuburi'l-evvelin” (Şuara, 26/196) ayeti ile, “Şerea lekum minellezine mâ vessâ bihi nuhen” (Şurâ, 13) ayeti gibidir. İbrahim ve Musa (aleyhisselâm)'ın Suhufu 19"İbrahim ile Musa'nın sahnelerinde de vardır". Bu hususta şu iki görüş ileri sürülebilir: 1) Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın bir önceki ayette geçen ifadesinin beyanıdır. 2) Bu ifade ile, "Bu sûrede bahsedilenler, bütün peygamberlerin sahifelerinde yer alan hususlardır. Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Musa'nın sahifeleri de bunlardandır" manası kastedilmiştir. Rivayet olunduğuna göre Ebû Zer, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Allah'ın ne kadar kitab indirdiğini sormuş da, o da şöyle demiştir: "Yüzdört... On sahife Adem'e, elli sahife, Şit'e, otuz sahife İdris'e, elli sahife, Hazret-i İbrahim'e, Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan (Kur'ân)... " Hazret-i ibrahim'in sahifesinde şöyle yazıldığı söylenmiştir: "Akıllı kimsenin, dilini koruması, zamanını tanıması, değerlendirmesi ve işine gücüne yönelmesi." Allah (c.c) en iyi bilendir; salât-ü selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿