GAŞİYE SÛRESİ

Yirmialtı ayet olup, Mekkî'dir.

Dehşeti İle Yüzleri Karartan Gün

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"Kıyamet gününün haberi sana geldi ya. Yüzler (vardır) o gün zelildir. Yorucu işler yapandır.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kıyamet gününün haberi sana geldi ya" ifadesi hakkında iki mesele vardır:

“Ğaşiye” Hakkında

Alimler, “Ğaşiye” ifadesi hakkında değişik görüşler zikretmişlerdir.

1) Bu, kıyamet günü olup, Cenâb-ı Hakk'ın, "Azabım onları bürüdüğü gün..." (Ankebût, 29/55) ifadesinden alınmadır. Kıyamet bu adla da adlandırılmıştır, çünkü, bir şeyi bütün cihetlerden kuşatan, onu bürümüş demektir. Kıyamet de, birkaç bakımdan böyledir:

a) Kıyamet, insanlara ansızın gelecektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa onlar, Allah'ın (o) bürüyen azabının kendilerine geleceğinden emin mi oldular" (Yusuf, 10/107) ayetinde olduğu gibidir.

b) Kıyamet, önceki ve sonraki bütün insanları kuşatacaktır.

c) Kıyamet, korku ve dehşetiyle, insanları bürüyecektir.

2) el-Gâşiye, ateş, cehennem ateşidir. Yani, "O ateş, kafirleri ve cehennemlikleri bürüyecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yüzlerini ateş bürür..." (İbrahim, 14/50) ve "Üstlerinde örtüler vardır" (Araf, 7/41) buyurmuştur. Bu, Said İbn Cübeyr ile Mukâtil'in görüşüdür.

3) el-Gâşiye, ateş ehli olup, bunlar ateşi bürüyecek ve onun içine düşeceklerdir. Bu görüşlerden birincisi doğruya daha yakındır. Çünkü bu takdire göre, mana şu şekilde olur: "Kıyamet gününde bazı insanlar bedbahtlık içinde, bazıları da saadet ve mutluluk içinde olur."

“Hel etâke” Hakkında

Cenâb-ı Hak, “Hel etâke” buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü, Cenâb-ı Hak, Resulüne, hem kıyametin halleri hem de o andaki insanların halleri hususunda, kendisinin o kavminin ayrıntılarıyla bilemeyeceği şeyleri öğretmiştir. Çünkü akıl delalet etse bile, olsa olsa ancak, itaatkarların durumunun asilerin durumundan başka olacağına delalet edip, bunu anlayabilir. Bu tafsilatın keyfiyetine gelince, aklın bunları bilmesi mümkün değildir. İşte Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu halleri ayrıntılı olarak öğretince, pek yerinde olarak, "Sana o kıyamet gününün haberi geldi değil mi?" buyurmuştur.

Bitkin, Perişan Yüzler

Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzler (vardır) o gün zelildir. Yorucu işler yapandır" ayetine gelince, bil ki bu, şakavet ehlinin tavsifidir. Bu hususta iki mesele vardır:

“Vucuhun” "Yüzler" Kelimesi Hakkında

“Vucuhun” "yüzler" kelimesiyle, onların sahipleri kastedilmektedir ki, bunlar da kafirlerdir. Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hak, yüzleri, zelil olmakla, çalışıp didinip, yine de neticede yorulmakla nitelemiştir. Bunlar mükellefin sıfatlarıdır. Ancak ne var ki, zillet duygusu ve korku, yüzde belirir. İşte bu sebepledir ki, korkuyu yüze nisbet etmiştir. Bu, "Yüzler (vardır) o gün ter ü tazedir" (Kıyamet, 75/22) ayeti gibidir.

“Haşiatun” İfâdesi Hakkında

Cenâb-ı Hakk'ın “Haşiatun” ifâdesine gelince, bu, "Zelildir. Onları, hor hakirlik ve rüsvaylık bürümüştür" anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Günahkarların, Rableri hususunda, ... (diye diye) boyunlarını büktükleri zaman sen görsen (onları)" (Secde, 32/12) ve "Onların ateşe arz olunurlarken, zilletten boyunlarını büke büke göz ucuyla (nasıl) bakacaklarını göreceksin" (Şûrâ, 42/45) buyurmuştur. Zillet, ancak yüzde belirir, çünkü, onun zıddı olan kibr ü azametin mahalli ve yeri ise, baş ve beyindir.

“Amiletun” Kelimesi Hakkında

“Amiletun” kelimesine gelince, bu, "Pekçok işler yapan.," anlamındadır. “Nâsiyetun” kelimesinin ifâde ettiği masdara gelince, bu da, bir işte yorgunluk ve zahmet duyarak çalışmak, dönüp durmak anlamındadır.

Bu Üç Sıfatın Meydana Geleceği Yer

Bu üç sıfat hakkında mümkün olacak izahlar şu üç ihtimali geçmez:

1- "Bu sıfatların tamamı da ahirette bulunacaktır"

2- "Bunların tamamı, dünyada bulunmaktadır"

3- "Bunların bir kısmı dünyada, bir kısmı da ahirette meydana gelecektir"

Birinci Görüş: Bunların tamamının ahirette meydana geleceğini söyleyen birinci veche gelince, bu şöyledir: Kafirler kıyamet gününde hâşi' olurlar; yani zelil. Çünkü bu yüzler, dünyada, Allah'a ibadet konusunda büyüklük taslamışlardır. Boşuna da çalışacaklardır. “Amiletun” Zira onlar, ateşin içinde, yorucu bir iş yapacaklardır ki, bu da, ağır zincirler ile bukağıları taşımadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Uzunluğu kırk arşın olan bir zincir içinde..." (Hakka, 69/32) buyurmuştur. Sonra bu yüzlerin sahipleri, devenin batağa dalması gibi, ateşe dalacak; öyle ki, kâh çıkacak kâh batacak... Cehennemin ateşine saplanıp kalacaklar. Sonra, süresi elli bin sene olan bir günde, ateşe (ebedi kalıcılar olarak) girmelerinden önce, Arasat meydanında, çıplak, yalınayak, aç ve susamış bir vaziyette duracaklar. Yorulacaklar, çünkü hep bu işi yapacaklar.

Hasan el-Basrî de şunu söylemiştir: "Bu sıfatların, Allah'tan (onun korkusundan) dolayı, dünyada olması gerekirdi. Ancak, onlar dünyada böyle olmayınca, Cenâb-ı Hak, bir ceza olmak üzere bu halleri onlara kıyamet gününde musallat etti."

İkinci Görüş: Bunların tamamının dünyada meydana geleceğini söyleyen ikinci görüşe gelince, bunların, yahudi ve hristiyanlardan kilise ve havralarda bulunanlar ile, putperest ve mecusiler olduğu söylenmiştir. Buna göre mana, "Bunların yüzleri Allah için huşu duydu; oruç ve teheccüd gibi devamlı ve yorulmayı gerektiren amellerde çalıştı ve yoruldu. Ama onlar, Allah hakkında, ona layık olmayan şeylere inanınca, sanki böylece onlar, tehayyül ettikleri bir takım sıfatlarla muttasıf olan bir zata itaat ettiler. Böylece onlar aslında Allah'a değil, aksine, varlığı bulunmayan o muhayyel şeye tapınmış oldular. Bu sebeple de şüphesiz ki, bu ibadet onlara hiçbir fayda vermeyecektir" şeklinde olur.

Üçüncü Görüş: Bu sıfatların bir kısmının dünyada, bir kısmının da ahirette hasıl olacağını söyleyen üçüncü görüşe gelince, burada birkaç izah şekli vardır:

1) Mana, "Onlar, dünyada çalışıp, yorulmakla beraber, ahirette zelildirler" şeklinde olup, "Onlar dünyadaki amellerinden ve yorulmalarından hiç yararlanamadılar" demektir. Onların, ahirete mahsus kimi sıfatlarla nitelenip, bunun peşinden dünyaya dair sıfatların zikredilmesi, sonra da tekrar ahiretten söz edilmesi imkansız değildir. Bu durumda mana anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmuş olur: "Kimi yüzler kıyamet gününde zelildir. Çünkü onlar dünyada, Allah'tan başkasına itaat hususunda çalışmış ve yorulmuştur. İşte bunlar o halde, ahirette, çok kızgın bir ateşe yaşlanacaklardır."

2) Bu yüzler, dünyada zelil ve çalışandır. Ama ahirette ise, yorgun. Bu yüzlerin dünyada zelil ve huşuu içinde olmasına gelince bu, onların, onları dünya lezzetlerinden ve tadlarından yüz çevirmeye davet eden korku ve haşyetleridir. Ameli ise, namazı ve orucudur. Ahirette yorulmasına gelince, Cenâb-ı Hakk'ın da, "(O gün) onlar için, Allah'dan, hiç de ummadıkları (nice) şeyler zuhur etmiştir" (Zümer, 39/47) buyurduğu gibi, bu, onların azaba göğüs germeleri ve katlanmalarıdır. Bu kelime, zem üslubunda olmak üzere, mansub olarak, “Amiletun” şeklinde de okunmuştur.

Tenasüb

Bil ki Cenâb-ı Hak, onları bu üç sıfatla tavsif edince, bundan sonra da onların bulunacakları yerin, içecek ve yiyeceklerinin keyfiyetini anlatmaya başlamıştır (bunlardan Allah'a sığınırız).

Kızgın Ateşe Girecekler

Onların bulundukları yere gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, “Teslâ naran hamiyeten”

4

"Kızgın bir ateşe girecek..."

ayetinin ifade ettiğidir. Arapça'da, "ona adeta yapıştı, yaslandı; onunla yanıp kavruldu" anlamında “Saliye bi'n-nari, yeslâ” "Ateşe yaslandı" denilir. Bu kelime “tuslâ” şeklinde değil de, tâ'nın fethasıyla, “teslâ” şeklinde de okunmaktadır ki, bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kızgın ateşe yaslanan müstesna..." (Saffat, 37/163) ayetidir. Ebû Amr ve Âsim, “Ve tuslihi cehenneme” "Sonra, cehenneme sokun onu..." (Hakka, 69/31) ve “Summe'l-cahime salluhu” "Onu cehenneme sokarız onu..." (Nisa, 4/115) ayetlerinden dolayı, “Esleytehu'n-nâra” "Onu cehenneme soktum..." ifadesinden olmak üzere, tâ'nın dammesiyle “Tuslâ naren” şeklinde okumuşlardır. “Salluhu” ile aynı anlamdadır. Bir topluluk ise, şedde ile olmak üzere, "tusallâ" şeklinde okumuştur. Arablar nezdinde bu kelime, derin bir çukur kazıp, içine de bol miktarda ateş ve kor dolduracak; daha sonra, kestikleri bir koyunu iki kat ateş ve korun ortasına koyup pişirmelerine denilmektedir. Binâenaleyh, ateşin üzerinde ya da tavada, veya tandırda pişen ete, bu kelimeyle ilgili olarak “el-maslıyy” demezlerdi.

“Hamiyeten” Kelimesi Hakkında

Cenâb-ı Hakk'ın, “Hamiyeten” "kızgın..." ifadesine gelince, "tutuşturulmuş ve uzun bir sûre kızdırılmış olan; hiçbir ısının da onun ısısına denk düşemeyeceği ateş..." anlamındadır. İbn Abbas ise, "Tutuşturulmuş olan ve Allah düşmanlarını cayır cayır yakan ateşdir" demiştir.

Kaynar Su İçecekler

Su içecekleri yerin tavsifine gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın,

5

"son derece sıcak bir kaynaktan içirilecektir"

ayetinin ifade ettiğidir. (el-âni), "tehir etmek, sona bırakmak" anlamında olan “El-inâu” kelimesinden olmak üzere, harareti son noktasına ulaşmış, aşırı sıcak anlamındadır.

Nitekim hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur: "Bir adam, cuma namazına geç geldi. Derken, insanların omuzlarına basa basa, ileriye doğru geçti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ona, "Hem geç geldin, hem de eziyyet ettin" İbn Mace, İkâme, 88 (1/354). buyurdu. Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "O cehennem ile sımsıcak bir su arasında gidip gelirler" (Rahman, 55/44) ayetidir. Müfessirler de, "İçilen bu suyun harareti, bir damlasının bile, dünyadaki dağlardan biri üzerine düşmesi halinde, o dağın eriyebileceği bir noktadadır" demişlerdir.

Dari, Yiyecekler

Onların yiyecekleri de, Cenâb-ı Hakk'ın,

6

"Onlar için Dari' dikeninden başka bir yiyecek yoktur"

ayetinin ifade ettiği husustur. Alimler, ayette geçen Dari' kelimesinin ne demek olduğunda ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır:

1) Hasan el-Basri, "Bu kelimenin ne demek olduğunu bilemiyorum. Bu hususta da, sahabeden hiçbir şey duymadım” derken.

2) Yine, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Dari', tıpkı, "elîm, semî, bedî' " kelimelerinin, mu'limu, musni', mubdi' anlamlarına gelmesi gibi, “Mudrı” acı veren anlamında olup, bu, "Onların yiyecekleri ancak, kendisinde bulunan sertlik, acılık ve hararetten dolayı, alınması halinde, kendilerini hor ve zelil olmaya, perişanlığa sevkeden yiyeceklerdendir" demektir.

3) Bu kelime, "şıbrık", denilen dikenin kuru haline denir. Ki bu, develerin yemiş olduğu bir diken türüdür. Bu, yaş olduğu zaman, develer onu yer; ama kuru olduğunda ise, develerin kendisinden iyice kaşındığı bir diken olup, öldürücü bir zehirdir de aynı zamanda. Nitekim Ebû Zu'eyb: "Doyurucu ve kandırıcı şıbrık otu otlardı. Derken, Şıbrık solup da dikenli bir hale (Dari') gelince, onun etleri gidip cılızlaştı... (yaşlı, arık bir hale geldi)" demiştir. Ki, buradaki “En-nehâisu” kelimesi, “nahûs” kelimesinin çoğulu olup, bu da yaşlı deve demektir. Bu, müfessirlerle dilcilerin ekserisinin görüşüdür.

4) Halil kitabında, "Etin altında, kemiği de üzerinde bulunan cilde, tabakaya darî' ismi verilir" demiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak bu yiyeceği, oluşla nitelemiş olur. İşte bu yüzden de, o şey, ne semirtmiş, ne de açlığı gidermiştir.

5) Ebu'l-Cevzâ da, bu kelimeye, (cenîni çevreleyen) zar manasını vermiştir. Said ibn Cübeyr'in, "Bu, dikenli bir ağaçtır" şeklindeki sözü de, buna yakın bir ifadedir." Daha sonra Ebu'l-Cevzâ sözüne devamla şöyle der: "O halde, bu dikeni yiyen, daha nasıl semirebilir ki!?" Hadiste de şöyle varid olmuştur: "Darî', cehennemde bulunan, dikene benzeyen, sabr bitkisinden daha acı, cîfe'den daha pis kokulu, ateşten daha daha hararetli bir şeydir."

Kaffâl da şöyle der: Ayet-i kerimede, cehennemliklerin yiyecek ve içeceklerinin dile getirilişinin maksadı, onların,.alabildiğine zelil ve perişan olacaklarını beyandır. Zira, cehennemlikler uzun müddet, aç ve susuz olarak, o zincirler ve bukağılar içinde ayakta dikilip, derken ateşe atılınca, onlar orada bir su ve bir tür bitki görürler.. Böylece bu cehennemlikler, kendilerini saran açlık ve susuzluğu dindirme arzusu duydular da, o suyun, kandırmayan, tam aksine içlerini dışlarını kavuran; o bitkinin de, doyurmayan, açlığa fayda vermeyen bir şey olduğunu gördüler de, kendilerindeki o açlığı ve susuzluğu giderme hususundaki arzuları bitkinlige ve ümitsizliğe düştüler. Nitekim Cenâb-ı Hak "Eğer onlar (susuzluktan) feryad ve istimdâd ederlerse (kaynamış ve) kaim bir sıvıya benzer, yüzleri kavuran bir su ile imdat olunacaklar" (Kehf,.18/29) buyurmuş ve bu halin, hep devam edeceğini, hiç sona ermeyeceğini beyan etmiştir ki bundan Allah'a sığınırız.

Gislîn ve Darî

Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:

Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, Hakka Sûresi'nde, "Onun için bugün burada kendisine, hiçbir yakın dost yoktur. "Gislîn" (irin)den başka yiyecek de yoktur" (Hakka, 69/35-36) buyurmuş, burada ise, "Onlar için "dari' dikeninden başka yiyecek yoktur" buyurmuştur. Halbuki "darî", "gislîn"den başkadır?

Buna da iki bakımdan cevap verilir:

1) Cehennem, tabaka tabakadır. Ehl-i cehennemin, bir kısmının yiyeceği, zakkum; bir kısmınınki "gislîn", bir kısmınınki de darî (diken)dir. Aynen bunun gibi bir kısmının içeceği "hamım", bir kısmınınki ise, "sadîd"dir. Çünkü, "O (cehennemin) yedi kapısı, her kapının birer payı var" (Hicr, 15/44)

2) "Gislîn'in, "dari'den olması ve bunun böylece, bir kimsenin, "Koyunlardan başka yiyeceğim" yok deyip, sonra da "Sütten başka yiyeceğim yok" demesi gibi olması da muhtemeldir. Bu iki sözde bir çelişki yoktur. Çünkü süt, koyundandır.

Cehennemde Bitki Biter Mi?

İkinci Soru: Cehennemde nasıl bitki bitebilir? Bu soruya şu iki bakımdan cevap verilir:

1) Ayet "darî", cehennemde biten, cehennemliklerin yediği bir bitkidir" manasında değildir. Ayetteki bir darb-ı mesel (benzetme)dir. Ehl-i cehennem, kendilerini hiç doyurmayacak şeyleri yer dururlar, yahut, tıpkı azığı "darî" (diken) olan kimsenin, onu yerken işkence çekişi gibi, cehennemlikler açlıkla işkence görürler.

2) Şöyle de denebilir: "Evet, cehennemde bitki bulunabilir. Çünkü etten-kemikten-kandan olmasına rağmen, insan bedeninin nasıl cehennemde süresiz kalışları akıldan uzak değilse, orada bitki bitmesi de uzak görülemez. Cehennemdeki zincirler, bukağılar (Prangalar), akrebler, yılanlar için söylenecek söz de böyledir.

Açlığı Gidermeyen Yiyecek

7

"Ki o ne semirtir, ne de açlığı giderir".

İ'rab

Bu cümle, ya "taam" kelimesinin, yahut da "darî" kelimesinin sıfatı olmak üzere, mahallen merfu, veya mahallen mecrurdur.

Ayetin Manası

Ayetin manasıyla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

1) Cehennemliklerin yiyeceği, insan yiyecekleri cinsinden değildir. Çünkü o yicek, bir çeşit dikendir. Dikenleri ise develer yer. Develer bile, bu çeşit yiyeceği severek yemezler. Binâenaleyh bu yiyeceklerin, gıda olarak hiçbir faydası yoktur. Gıda olabilmesi için, herşeyden önce bedendeki açlığı gidermesi ve bedende bir kuvvet ve yağ sağlaması gerekir.

2) Bu ifade, "Onların yiyebileceği hiçbirşey yoktur. Çünkü oradaki darî, hayvanın bile yiyeceği değildir. Nerede kalsın ki insanın yiyeceği olsun. Çünkü yiyecek, doyuran ve semirten cinsten olur. Halbuki darî, bu iki özellikten çok çok uzaktır" manasınadır ve tıpkı senin, hiç gölge olmadığını anlatmak için, "Falancanın güneşten başka gölgesi yoktur" demen gibidir.

3) Rivayet olunduğuna göre, Kureyş kâfirleri, "Dari', bizim develerimizi yağlandırır, semirtir" demişler de, işte bunun üzerine, "O ne semirtir, ne de açlığı giderir" ayeti inmiştir. Binâenaleyh bu ayet, ya kafirlerin sözünün yalan olduğunu ortaya koyan ve "ne semirtir, ne de açlığı giderir" demek suretiyle, sözlerini geri teptiren bir sözdür, yahut da, onların sözlerini tasdik eder mahiyettedir.

Buna göre mana, "cehennemliklerin yiyeceği olan darî (diken) sizin dikenleriniz cinsinden değildir. Bu, semirtmeyen ve doyurmayan bir darîdir" şeklinde olur. Kâdî şöyle der: Kafirlerin ahiretteki bütün yiyeceklerinin açlığa fayda vermeyen cinsten olması gerekir. Çünkü herhangi bir yiyecekleri, açlıklarına fayda verse, bu onlar için fayda sağlama ve bir acıma olur. Halbuki ilahî cezalar için, böyle birşey düşünülemez."

Sevinçten Parlayan Yüzler

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"Yüzler (vardır), o gün güzeldir; çalıştığından dolayı hoşnuttur".

Tenasüb

Bil ki Hak Sübhanehû ve Teâlâ, kafirlerle ilgili tehdidlerinden bahsedince, bunun peşinden mü'minlerin (ahiretteki) hallerini anlatmaya geçmiş ve bu işe, cennetlikleri tavsif ve tasvir ederek başlamış; daha sonra da, cennetliklerin mekanı olan cennetleri anlatmıştır.

Cennetliklerin Tavsifi

Cennetliklerin tavsifi şu iki şekilde olmuştur:

1) Onların görünüşlerinin tavsifi ki bu, ayetteki, "naîme" kelimesiyle anlatılmıştır. Çünkü "naîme", güzel, hoş, neşeli, güleç, parlak manasınadır. Bu tıpkı, "Sen onların yüzlerinde, nimetlerin sağladığı parlaklığı görüp tanırsın" (Mutaffifin, 83/24) ayetinde anlatıldığı gibidir.

2) Onların işlerinin, gönül dünyalarının tavsifi ki bu da, "(Dünyada taat ve ibadetle) çalıştığından dolayı hoşnuttur" ayetiyle anlatılmıştır.

Ayetin Açıklaması

Bu ayet hususunda, şu iki açıklama yapılabilir:

1) "Onlar, sayesinde güzel neticelere ulaştıkları için, (dünyada iken) Allah uğrundaki çalışıp çabalamalarından dolayı, övgüye değer bulundular, hoşnut edildiler." Bu tıpkı, yaptığı bir iş yüzünden güzel bir şekilde mükafaatlandırılan kimsenin haline benzer. Çünkü onun için, o işinden dolayı güzel bir netice zuhur etmiştir. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hak sanki, "Yaptığını çok güzel yaptın, dolayısıyla da, yaptığından dolayı mükafaat elde etmeye muvaffak oldun" deyip, yaptığı işi övmüş, ondan razı olmuş gibidir.

2) Bununla, dünyadaki gayretlerinin sevabından dolayı, bu sevabları gördüğü zaman kulun "razı" (huşnut) olması manası kastedilmiştir. Bu mana daha uygundur. Çünkü Hak teâlâ'nın bu ifadeden muradı, büyük bir mükafaat gören kimsenin razı (hoşnut) olacağını ve dahasını istemeyeceğidir.

Cennetin Yedi Sıfatı

Ahiret yurdunun, yani cennetlerin tasvirini de Allahü teâlâ şu ayetlerdeki yedi sıfatla yapmıştır:

10

Âyetin tefsiri için bak:16

11

Âyetin tefsiri için bak:16

12

Âyetin tefsiri için bak:16

13

Âyetin tefsiri için bak:16

14

Âyetin tefsiri için bak:16

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Yüksek bir cennette(dir). Orada boş bir laf işitmezsin. Orada daima akan bir pınar (var). Orada yüksek tahtlar (önlerine) konmuş kaplar, sıra sıra dizilmiş yastıklar; yayılıp serilmiş saçaklı halılar var".

1. Yükseklik

Birinci Sıfat: “Fi cennetin aliyeh” "Yüksek bir cennet" ifadesidir. Buradaki "yüksek"lik ile, mekan bakımından bir yükseklik kastedilmiş olabileceği gibi, derece, mertebe, şan, şöhret bakımından bir yüksekliğin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Mekan (yer) olarak yüksekliği, cennetlerin bir kısmının, bir kısmından daha yüksekte oluşu manasınadır. Nitekim "Cennetler arasındaki bir derecelik fark, gök ile yer arası mesafe kadardır" demiştir.

İkinci Sıfat: "Orada boş bir laf işitmezsin" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır:

Kıraat Farkı

Ayetteki “Lâ tesmeu” ifadesi üç şekilde okunmuştur:

1) Âsim, Hamza ve Kisâî, bunu, muhatab sigasında, tâ ile ve “Lâğiyete” kelimesinin nasbi ile “Lâ tesmeu fihâ lağiyeten” şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre, "Sen orada boş bir laf işitmezsin" hitabının yapıldığı zat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olabileceği gibi, bu hitabı duyan herkes olabilir, yani, "Ey muhatab, sen cennette hiç boş ve lüzumsuz laf duymazsın" demek olur ki bu, hitabı duymayı ifade eder. Bu tıpkı, "Gördüğün zaman, orda görürsün" (Dehr, 76/20) ve "Onları gördüğün zaman sanırsın ..." (Dehr, 76/19) ifâdelerinde olduğu gibidir. “Lâ tesmeu”daki "tâ"nın, vücûh (yüzler) kelimesinden ötürü gelmiş, tâ-i te'nîs olması da mümkündür. Buna göre mana, "Orada yüzler, boş bir söz de duymazlar" şeklinde olur.

2) Nâfî, tâ ile ve “Lâğiyetu” kelimesini ref (ötüre) ile “Lâ tesmeu fihâ lağiyetun” "Orada hiçbir boş söz duyulmaz" şeklinde okumuştur.

3) İbn Kesir ve Ebû Amr, yâ ile müzekker olarak, yine “lağiyetun” kelimesini ref ile “Lâ yusmeu fihâ lağiyetun” şeklinde okumuşlardır. Bu şekil okuyuş, şu iki sebepten ötürü caizdir (mümkündür).

a) Bu tür müennes kelimelerin (faillerin) amilleri (fiilleri) önce gelip, fiil ile fail (naib-i fail) arasına bir kelime girdiğinde, fiilin müzekker getirilmesi caizdir. Nitekim şair,

"Sizden birinin aldatmış olduğu bir kimse, bu dünyada benden ve senden sonradan (ey sevgili), cidden demiştir, aldatılmış demektir."

b) Buradaki “Lâğiye” kelimesi ile, "lagv" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bunun fiili, lafzından ötürü müennes manasından ötürü de müzekker getirilebilir.

2. Orada Lağiye İşitilmez

Dilciler, buradaki “Lâğiye” ile ilgili olarak, şu üç açıklamayı yapmışlardır:

1) Arapça'da, “leğâ, yelğu, leğven, lâğiyeten” denilir. Binâenaleyh lağv ve lağiye, aynı şekilde masdardırlar. Bu görüş, (Nebe, 78/35) ayetiyle de desteklenir.

2) Bu kelime, mahzûf bir kelimenin sıfatı olabilir. Buna göre takdiri “Kelimetun lâğiyetun” (boş bir söz) şeklindedir.

3) Ahfeş şöyle demiştir: "Lağiye" kelimesi, “Kelimetun zâte leğvi” "Lağvli bir söz", takdirindedir ve tıpkı, atı ve zırhı olan kimse için, direk "Fâris ve dâri" denilmesi gibidir.

Tefsirciler de, bu ifadeyle ilgili şu izahları yapmışlardır:

1) "Cennet", "lağv"den (boş şeylerden) münezzeh bir yerdir. Çünkü orası, Allah'ın komşularının yeridir. Onlar orayı, boş, asılsız, lüzumsuz şeylerle değil, ciddiyet ve hak ile yapılan işlerle elde etmişlerdir. Dünyadaki her meclis de kıymetli ve önemlidir. Zira oralar da, lağvden, boş şeylerden beridirler (beri olmalıdırlar). Hangi meclis, bu bakımdan ne kadar ileri ise, kıymet, celalet, azamet bakımından da o kadar ileridir." Bu, Kaffâl'ın yaptığı bir izahtır.

2) Zeccâc şöyle demiştir: "Cennetlikler ancak hikmetli şeyler söylerler. Kendilerini Cenâb-ı Hak, sürekli nimetlerle rızıklandırdığı için hem O'na hamd-ü sena ederler."

3) îbn Abbas (radıyallahü anh) da, bu kelime ile, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen orada, hiçbir yalan, hiçbir iftira ve Allah'a sövüp sayma ve inkâr diye birşey duyamazsın" manasını kastettiğini söylemiştir.

4) Mukâtil de, "Ehl-i dünyanın, içtikleri zaman, asılsız yeminler ve va'dlerde bulunmaları gibi, cennetlikler, cennette içki içtikleri zaman, biribirlerinden böyle yalan ve asılsız şeyler duymazlar" demiştir. Bu izahların en güzeli, Kâffal'ınkidir.

5) Kâdî de, "Lağv, faydasız şey demektir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, cennetliklerin böyle şeylerden uzak olduklarını bildirince, bu "lağv"ın içine, duyana eziyet veren şeyler öncekilerle girerler" demiştir.

3. Akan Bir Kaynak Nehir Var

Üçüncü Sıfat: "Orada daima akan bir pınar (var)" ayetinin ifade ettiği husustur. Keşşaf sahibi, "Cenâb-ı Hak, bu ifadeyle, pınar ve gözelerin çok olduğunu anlatmak istemiştir. Bu tıpkı, "Bir nefis (yani her nefis) bilir ki..." (Tekvir, 81/14) ayetinde olduğu gibidir" der. Kaffâl bu ifadeye, "Oranın yerinden akan ama çukurlar ve arklar meydana getirmeyen ve cennet ehlinin istedikleri gibi akan çeşmeler var" manasını vermiştir. Kelbî de, "Burada anlatılan pınarın, su mu, yoksa başka birşey mi akıtan bir pınar olduğunu bilemiyorum" demiştir.

4. Orada Yüksek Tahtlar Var

Dördüncü Sıfat: "Orada yüksek tahtlar var" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "Yukarı doğru yükselen tahtlar var" demektir. Bu, üzerine oturduğunda mü'minin, cennette Allah'ın kendisine verdiği bütün nimet ve mülkleri görebilmesi için böyle yükseltilmiştir. Harise b. Mus'ab şöyle der: "Bu divan ve tahtların, birbiri üstünde (kat-kat) olduğu haberi gelmiştir. Dolayısıyla bu tahtlar, Allah'ın dilediği derecede yükselirler. Mesela Allah'ın veli kulları bunlar üzerine oturmak istediğinde, bu tahtlar onlar için alçalır, onlar tahtlar üzerine kurulunca da, Allah'ın dilediği kadar yükselirler." Fakat birinci mana daha uygundur. İkinci mana da imkan dahilindedir. Birincisi daha uygundur. Çünkü bu, mükellefin daha fazla sevincini sağlayacak bir durumdur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bunlar, tahtları zebercedle, incilerle ve yakutlarla kakmalı (süslemeli) altından yapılmış ve göğe doğru yükselen tahtlardır" demiştir.

5. Konmuş Kaplar

Beşinci Sıfat: "(Önlerine) konmuş kaplar" ayetinin ifade ettiği husustur.

"Ekvâb" Kelimesi Hakkında

"Ekvâb", kulpsuz testiler demektir. Katâde, bunların ibrikten küçük olduklarını söyler.

“Mevduatun” Kelimesi Hakkında

Ayetteki, “Mevduatun” (konulmuş) kelimesiyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

1) "Bu kaplar, sahipleri için hazırlanmış" demek olup, tıpkı hayvanın üstündeki denkten birşey alıp, "Bu oraya konulmuştu, yani orada hazırdı" denilmesine benzer.

2) Bu kaplar, o akan pınarların yanlarına konulmuştur. Cennetlikler o pınarlardan içmek istediklerinde, bunları hep su ile dolu bulurlar.

3) Bu kaplar altından, gümüşten veya cevherden olup; bunlardan içmek, içenlere lezzet (zevk) verip, onlar bunları güzel buldukları için cennetliklerin önlerine konulmuştur.

4) Bu kaplar, büyük boydan mevzûdurlar, yani düşüktürler. Yani büyük boy ile küçük boy arasında orta boydurlar. Buna göre ayet, "Onlar onları iyice ölçülü yaptılar" (İnsan, 76/16) ayeti gibidir.

6. Dizilmiş Yastıklar

Altıncı Sıfat: "Sıra sıra dizilmiş yastıklar" ayetinin ifade ettiği husustur.

"Nemârik" Kelimesi Hakkında

"Nemârık", bütün alimlere göre, "yastıklar" manasınadır ve bunun müfredi, “Numrakatun” şeklindedir. Ferrâ buna, arapların bu kelimenin müfredini, “Nimrakatun” şeklinde kullandığını da eklemiştir. Kelbî, "Bunlar, birbiri yanına dizilmiş, yastıklar (ve minderlerdir) insan oturmak istediğinde, birine oturur, birine yaslanır" demiştir.

7. Yayılmış Halılar

Yedinci Sıfat: "yayılmış, serilmiş saçaklı halılar..." ayetinin ifade ettiği husustur. Yani orada, halılar, yaygılar var.

“Zerabiy” Kelimesi Hakkında:

“Zerabiyy” kelimesinin müfredi, bütün dilcilere göre, ya “Zerbiyeten” şeklindedir, yahut da zâ'nın kesresiyle “zirbiyyin” şeklindedir.

“Mebsuse” Kelimesi Hakkında:

"Mebsûse" kelimesi ise, yayılmış, açılmış, mecliscilere dağıtılıp serilmiş manasınadır.

Devenin Yaratılışındaki Mucize

17

"Onlar halâ bakmazlar mı o deveye, nasıl yaratılmıştır o!".

Bil ki Allahü teâlâ, kıyametin olacağını bildirip, kıyamettekileri, şaki ve saîd diye ikiye ayırıp, her iki grubun hallerinden ve vasıflarından bahsedip, kıyametin isbatının yolunun ancak, Hakîm Yaratıcının isbatı ile olacağını bildirince, bütün bunların peşine bu delili getirerek, "Onlar hala bakmazlar mı o deveye..." buyurmuştur. Bununla, Kıyamet gününün olabileceğine istidlal sebebi, bunun Hakîm bir yaratıcının varlığına delalet etmesidir. Bu her ne zaman sabit olursa, kıyametin de doğruluğu sabit olmuş olur.

Birincisine gelince, bu şöyledir: Cisimler, cisim olma açısından eşittirler. Binâenaleyh herbirine, sayesinde diğerinden ayrılacağı bir vasıf, bir özellik vermenin, mutlaka bir verenin vermesi ve bir kadirin varetmesiyle olması gerekir. Bu cisimlerin sapasağlam ve muhkem bir şekilde yaratılmış olduklarını görünce, bu yaratıcının âlim olduğunu; yine bunun, mutlaka ihtiyaç, sonradan olma ve mümkin olma gibi hususlarda, yarattığı şeylerden farklı olduğunu anlayınca, ganî (zengin-müstağnî) olduğunu da anlamış oluruz. Binâenaleyh bu, alemin kadir, âlim ve ganî bir yaratıcısı olduğuna delalet eder. Bu sebeple o zâtın, son derece hikmet sahibi olması gerekir. Hem sonra biz, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını görmekteyiz. Zira tek bir insanın, kendinin bütün ihtiyaçlarını karşılaması mümkün değil. Tam aksine bu kimsenin, herbiri kendi işiyle meşgul bir toplum içinde yaşaması gerekir. Böylece bütün bunların toplum olarak yaşamasından, herbirinin faydasına olan şeyler nizam ve intizama girmiş olur. Bu intizam ise ancak, hem va'di, hem de va'îdi ihtiva eden bir mükellefiyet (sorumlulukla) güzel olur. Bu ise, ancak öldükten sonra dirilme, Kıyamet, cennet ve cehennemin yaratılması gibi hususlarla mümkün olur. Böylece Hakîm bir yaratıcının varlığına dair olan delillerin, öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin doğruluğuna dair hüküm vermeyi gerektireceği sabit olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı Hak teâlâ, bu sûrenin sonunda tevhidinin delillerini zikretmiştir.

İmdi, eğer; "Deve, gökyüzü, dağ ve yeryüzü arasında ne tür bir cins birliği vardır? Öte yandan Hak teâlâ, acaba niçin bu işe, deveyi zikretmekle başlamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Delil oluş hususunda bütün mahlukat eşittir. Binâenaleyh bunların hepsini tek tek zikretmek, çok oluşlarından ötürü mümkün değildir. Bunlardan biri zikredilip, biri zikredilmeyecek olsa, böyle bir soru her zaman sorulabilir. Bu sebeple bütün takdirler açısından, böyle bir sorunun düşeceğine hükmetmek gerekir. Ayrıca belki de bu, birbirleriyle münasebet arzetmeyen bu şeylerin zikredilişindeki hikmet bu tür istidlallerin herhangi bir türe mahsus olmayacağına, tam aksine Hak teâlâ'nın da, "herşey Allah'ı (lisan-ı hal ile) tenzih eder" (Isrâ, 17/44) buyurduğu gibi, herşey hakkında genel olduğuna dikkat çekmektir. Allah eğer başkasını zikretmiş olsaydı durum böyle olmazdı. İşte bu sebeple, Hak teâlâ hakîm bir yaratıcıya delalet etmesi bakımından, ulvî ve süflî (göksel ve yersel) bütün maddelerin, büyüğünün-küçüğünün, güzelinin-çirkininin eşit ve denk olduklarına dikkat çekmek için, birbiriyle uyum arzetmeyen, aksine birbirinden alabildiğine uzak şeylerden bahsetmiştir. İşte bu aklen yapılan güzel ve itimada şayan bir izahtır.

2) Bu nesnelerden herbirindeki, yöneten bir yaratıcıya duyulan ihtiyaca delalet eden, fayda, gaye ve özellikleri beyan edip sonra da bunların bir kısmının, diğer kısmı ile nasıl bir cins birliği içinde olduğunu izah edeceğiz:

Devenin Özellikleri

Birinci makama gelince, biz diyoruz ki: Devenin çeşitli özellikleri var:

1) Allahü teâlâ, insanlarca beslenen hayvanları çeşitli maksatlardan ötürü yaratmıştır: Bazan, eti yenilsin diye; bazan sütü içilsin; bazan, yolculukta insanlar üzerine binsin; bazan, insanların eşyasını bir beldeden başka bir beldeye taşısın; bazan da, kendisinde hir süs ve güzellik bulunsun diye yaratmıştır ki bu faydaların tümü devede vardır. Allahü teâlâ bu hususu, şu ifadeleriyle ortaya koymuştur: "Onlar görmediler mi ki, Biz onlar için, ellerimizin eseri olarak nice hayvanlar yarattık. Dolayısıyla onlar, onlara sahip olurlar ve o hayvanları onlara itaatkar kıldık, kimisi onların binitidir, kimisini de yerler" (Yasin, 71-72) ve "Davarları da O yaratmıştır ki bunlarda sizin için ısıtıcı ve korucuyu maddeleri ve nice nice menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de. akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken onlarda sizin için (ne) güzel bir zinet (ve zevk) vardır. Onlar sizin ağırlıklarınızı yüklenir, yarı canınız tükenmeden varamayacağınız diyarlara (sizi) götürür"' (Nahl, 16/5-7). Bu özellikler diğer hayvanlardan hiçbirinde toplanmamıştır. Binâenaleyh bu özelliklerin kendisinde toplandığı hayvan, enteresan bir hayvan olur.

2) Bu özelliklerden sadece birine sahip olan hayvanların, kendilerine has özelliklerinden her birinde dahi deve onlardan daha üstündür. Çünkü eğer deveyi süt hayvanı olarak kullanırsan, herkese süt içirirsin ve süte kandırırsın. Yok eğer, eti için beslersen, yedirirsin ve pek çok kimseyi doyurursun. Eğer onu bir binek olarak kullanırsan, onunla, başka bir hayvanla kat edilmesi mümkün olmayan uzun mesafeleri kat edebilirsin. Çünkü devede, uzun süre yolculuğa dayanma, susuzluğa sabretme ve başka bir hayvanın yetinemeyeceği otlarla yetinme özelliği vardır. Yok eğer deveyi yük hayvanı edinirsen, başka hayvanların tek başına taşıyamayacağı ağır yükleri onunla taşıyabilirsin.

3) Deve, Arapların kafasında-gönlünde yer etmiş, önemli bir varlıktır. İşte bundan ötürü Araplar, öldürülen bir insanın diyetini, deve üzerinden hesap etmişlerdir. Arap krallarından biri, uzak yerden kendine gelen bir şaire bağışta bulunmak istediğinde ona yüz deve verirdi. Çünkü kişinin gözü başka şeyi değil, ancak bu develeri almakla doyardı, onun gözünü bu doldururdu. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken onlarda sizin için güzel bir zinet var" (Nahl, 16/6) buyurmuştur.

4) Bir toplulukla birlikte bir çölde bulunuyordum. Derken yolu şaşırdık. Bunun üzerine oradakiler, öne bir deveyi sürdüler ve onun izince gitmeye başladılar. Derken bu deve bir tepeden diğer bir tepeye, bir yerden, diğer bir yere gidip duruyordu, herkes de onu izliyordu. Uzun bir süre sonra yolu buldu. İşte biz bu hayvanın tek bir defada bu yolu nasıl bulabildiği, onu hafızasına nasıl aldığı konusunda şaşırıp kalmıştık. Öyle ki bu insan topluluğu bile, o yolu bulmaktan aciz kalmış, ama o hayvan bu yolu bulabilmişti.

5) Deve, son derece çok iş yapma gücüne rağmen, küçük bir çocuk gibi en zayıf bir insana bile boyun eğip, ona itaat etmesi ve çökerek, üzerine yük yükletmesi, sonra da ayağa kalkma özelliklerinde, diğer hayvanlardan farklıdır.

Binâenaleyh, onda bulunan bu gibi pek çok özellikler, insanın, onun yaratılışına ve terkibine bakmasını, böylece de Hakîm bir Yaratıcının varlığı hususunda bununla istidlal etmesini gerektirir. Hem sonra Araplar sıhhatli ve hastalıklı olması hususunda, develerin hallerini ve onların menfaatlerini-zararlarını en iyi bilen insanlardır. İşte bütün bu sebeplerden ötürü, Hakîm Allah'ın devenin yaratılışı üzerinde düşünmeyi emretmesi güzel ve yerinde olmuştur.

Göğün, Dağların Yaratılışı

18

"O göğe (bakmazlar mı), nasıl yükseltilmiştir o".

Bu, "mesafesi uzun, herhangi bir yere tutunmaksızın ve direksiz olarak, nasıl yükseltilmiştir o gökler" demektir.

19

"O dağlara (bakmazlar mı), nasıl dikilmiştir o".

Bu, "sabit bir dikiliş ile nasıl dikilmiştir" demektir. Binâenaleyh o dağlar, sağa sola meyletmeksizin ve sökülüp gitmeksizin kök salmıştır.

Yeryüzünün Küre Şeklînde Yaratılışı

20

"O yere (bakmazlar mı) nasıl yayılıp, döşenmiştir o" .

Yani, yer de, üzerinde hareket eden canlılar için bir döşek, bir mekandır. Bazı kimseler bu ayet ile, yeryüzünün küre olmadığına istidlal etmişlerdir ki bu zayıftır. Çünkü küre, çok büyük olduğunda, her bir parçası bir satıh (düzlük) gibi olur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ayetleri malum sigası ve mütekellim zamiriyle “Keyfe halaktu, rafe'tu, nesabtu” ve “setahtu” "Nasıl yarattım, yükselttim, diktim ve yayıp döşedim" şeklinde okumuştur ki hepsi, "Bunları nasıl yaptım, bakmaz mısınız?" takdirindedir. Buna göre, mef'ûl zamiri hazfedilmiştir.

Ayetler arasındaki Münasebet

İkinci makam, bu ayetler arasındaki münasebet ve ilginin izahı hakkındadır. Bil ki kimi insanlar, ayetteki "ibil" (deve) sözünü, "bulut" diye tefsir etmişlerdir. Meselâ Keşşaf sahibi şöyle der: "Belki de o kimse, "ibil" kelimesini, gamam, müzm, rebâb, gaym ve gayn gibi, bulut isimlerinden bir isim kastetmemiş; "bulut"un, Arapların pekçok şiirinde deveye benzetildiğini görmüş, dolayısıyla ayetteki bu ifadeyle, bir teşbih ve bir mecaz olarak, "bulut"un kastedilebileceğini söylemiştir. Böyle olması halinde, ayetler arasındaki münasebet açıktır. Fakat biz, ayetteki "ibil" kelimesini meşhur manasına aldığımızda, deve ile, gök, dağlar ve yer arasındaki münasebet şu iki şekilde izah edilebilir:

1) Kur'ân, Arap dili üzere gelmiştir. Araplar, çokça yolculuk yapıyorlardı. Çünkü beldeleri, tarımdan uzak bir belde idi. (Dolayısıyla çok yolculuk yaparlardı) ve yolculukları genelde deve üzerinde olurdu. Bu sebeple, çoğu kez onlar çölde, sahrada insanlardan uzak, tek başlarına, develeriyle birlikte giderlerdi. İnsan böyle tek başına kalınca da, herşeyi düşünmeye başlar. Çünkü son durumda konuşabileceği hiç kimse olmadığı gibi, gözünü ve kulağını meşgul eden başka birşey de yoktur. Böyle olunca da, bu kimsenin gönlünün mutlaka tefekküre dalması gerekir. Düşünürken gözü önce bindiği deveye ilişir, onu enteresan varlık olarak görür. Yukarı bakınca gökten başka birşey göremez. Sağına-soluna baktığı zaman ise dağlardan başka birşey göremez. Alta baktığında ise yerden başka birşey göremez. Böylece Hak teâlâ adeta, insana, yalnız başına kaldığı zaman, kibri ve hasedi kendisini tefekkürden alıkoymasın diye, tefekkür etmesini emretmiştir. İnsan, uzun bir çölde yalnız kaldığında, bu şeylerden başka bir şey göremez. İşte bu sebeple Hak teâlâ, bu ayetlerde, deve ile birlikte gök, dağlar ve yeri zikretmiştir.

2) Bütün mahlukat, bir yaratıcının varlığına delalet etmektedir. Bu yönüyle mahlukatın tümü iki kısma ayrılabilir:

a) Kendisinde hem hikmetin (aklın), hem de arzu ve isteğin (şehvetin) birlikte bulunduğu varlıklar...

b) Kendisinde şehvet bulunmayan, sadece hikmet bulunan mahlukat... Birincisine gelince bu, mesela yüzü güzel insan, nezih bağ-bahçe; altın-gümüş vs. gibi nesnelerdir. Binâenaleyh bu nesneler ile, Hakîm bir Yaratıcının varlığına istidlal edilebilir. Fakat bu nesneler, nefsin hem şehvet yeri, hem de gaye yeridir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bunlara bakmayı ve bunlar üzerinde tefekkürü emretmemiştir. Çünkü kişi bunlara bakıp, bunlar hakkında düşününce, şehvet duygusunun hikmet duygusuna galip gelmesinden emin olamaz. Dolayısıyla da bu, bu husustaki tefekkürünü ve teemmülünü tam olarak yapmasına mani olur ve nefsin bunların sevgisine fazlaca dalmasına bir sebep teşkil edebilir. İkinci kısma gelince bu da, şeklinde güzellik olmayan, ama yapısında üstün hikmetler bulunan, deve gibi hayvanlardır. Fakat burada deveden bahsetmek daha uygun olmuştur. Çünkü Arabın, deve ile olan ünsiyeti (tanışıklığı) daha ileridir. Gökyüzü, dağlar ve yer de böyledir. Çünkü bunların hadis (mahlûk) oluşları ve bir müessire (yaratıcıya) muhtaç oluşları açıktır. Bu tür nesnelerde de şehvetin payı-yeri yoktur. Bu kısım, şehvet gailesinden uzak olarak, hikmetin çokça bulunduğu bir kısım olunca, pek yerinde olarak Allahü teâlâ bu hususta düşünmeyi emretmiştir. İşte bu konuda hatırımıza gelenler bunlardır. Muvaffakiyet Allah'dandır.

Görevin Hatırlatmaktır

21

"Sen hemen hatırlat. Sen ancak bir hatırlatıcısın".

Bil ki Allahü teâlâ, birliğinin ve Ahiretin doğruluğuna dair delilleri izah edince, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'e, "Sen hemen hatırlat. Sen ancak bir hatırlatıcısın" buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hatırlatması ise, bu ve benzeri delilleri getirmek, bu deliller hususunda tefekküre teşvik etmek ve bunu terketmekten kişileri sakındırmakla olur ki, bu da, Allahü teâlâ tarafından Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i hatırlatmaya, bu yolda, karşısına çıkan her türlü şeye göğüs germeye bir teşvik ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, başka şey için değil, ancak bunun için gönderildiğini beyandır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sen ancak bir hatırlatıcısm" buyurmuştur.

Zorba Değilsin

22

"Onların üzerine musallat değilsin".

Keşşaf sahibi ayetteki, “Musaytır” kelimesine, "musallat kılınmış, hükümran" manalarını vermiştir ki, buna göre ayetin manası, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Sen onların üzerinde bir zorba değilsin" (Kaf, 50/45) ayeti ile, "Sen insanları, mü'min olmaları için zorluyor musun?" (Yunus, 10/99) ayeti gibi olmuş olur. Bu kelimenin, Temîm lehçesine göre, tîn'ın fethasıyla, “Bimusaytara” şeklinde olması gerektiği de, ileri sürülmüştür. Çünkü Temîm lehçesine göre bu kelime müteaddidir. Buna göre mana, "Sen ancak, hatırlatma ile emrolundun. Ama, senin onlar üzerinde hükümran olmana, derken, onları kılıçtan geçirmene, yahut onları imana zorlamaya gelince hayır böyle yapamazsın" şeklinde olur. Bu manayı verenlere göre, bu ayeti, kıtal ayeti neshetmiştir. Bu, müfessirlerin tümünün görüşüdür. Bunun ne demek olduğu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa onlar zorlayıcı mıdırlar?" (Tur, 52/37) ayetinin tefsirinde geçmişti.

Buradaki İstisnanın Nev'i

Cenâb-ı Hakk'ın,

23

Âyetin tefsiri için bak:24

24

"Lakin kim yüz çevirir, inkar ederse, Allah da onu en büyük azab ile azablandırır"

ayetine gelince, bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayet hakkında şu iki görüş vardır:

1 Bu, hakiki manada bir istisnadır. Böyle olması halinde, buradaki bu istisna, neden yapılmış olan bir istisnadır? Bu hususta şöyle iki ihtimal vardır:

a) Takdirin, "yüz çevirenler ve inkar edenler hariç, hatırlat..." şeklinde olduğu söylenebilir.

b) Bu istisna,”Aleyhim”deki zamirden istisna olup, buna göre kelâmın takdiri, "Sen, yüz çevirenler hariç, onlara hükümran ve musallat değilsin" şeklinde olur. Bu görüşe, "Mananın böyle olması halinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), savaşmakla memur değildir" diye itiraz edilmiştir. Buna şu şekilde cevap verilebilir: Belki de, burada kastedilen, mana, "Sen, musallat olarak, ancak yüzçevirenlere karşı sabredersin..." şeklinde olur.

2) Bu, istisna-i munkati olup, senin tıpkı, "Biz, ilim müzakere edelim diye oturduk; ne var ki, pek çok kimse rağbet etmez.." şeklindeki sözüne benzer. İşte, ayetteki takdir de, "Sen, onlardan dolayı, resul değilsin. Ne var ki, onlardan, yüz çevirenler yok mu? Allah onlara, en büyük azab ile, yani cehennem azabıyla azab edecektir" şeklindedir. Bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle der: Bunun emaresi, bu tür müstesnaya “Enne”nin dahil olmasının geçerli ve yerinde olmasıdır. Ama, müstesna, müstesnayı muttasıl olursa, bu, yerinde olmaz. Baksana, sen, "Bir dirhem hariç, bende ikiyüz vardır “Indi mâ senâni illâ dirhemen” diyemiyor ve bu ifadenin başına enne edatını getirmiyorsun. Ama burada, “Enne” 'nin gelmesi güzel ve yerinde olur. Çünkü sen, “İllâ enne men tevellâ vekefera...” diyebilirsin.

Kıraat

Ayetteki bu ifade, bir tenbih edatı olarak, “elâ men tevellâ” şeklinde de okumuştur. İbn Mes'ûd ise, “Feinnehu yuazzibuhu” şeklinde okumuştur.

En Büyük Azab Denilmesinin Sebebi

Allah, şu sebeplerden dolayı bu azaba, en büyük azab adını vermiştir:

1) Bu, "kafirlerin azabı, bu noktaya ulaştı... Ki bu, en büyük azabtır. Zira, bunun dışındaki fasılın azabına gelince, bu azab, kafirinkinden daha düşüktür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Biz, ona büyük azabı değil de, onlara mutlaka yakın azabtan taddıracağız..." (Secde, 32/21) buyurmuştur.

2) Bu, cehennemin en alt kısmında olan azab demektir.

3) En büyük azab, bazan, dünyada da gerçekleşebilir. Ve bu, kılıçtan geçirilme, çoluk çocuğun esir edilmesi, mallarının ganimet olarak alınması ile olur. Ama birinci görüş uygun ve doğruya daha yakındır.

Dönüş Bizedir

25

Âyetin tefsiri için bak:26

26

"Şüphesiz onların dönüşleri ancak bizedir. Sonra hesaplan da muhakkak bize .

Bu ayet, “Feyuazzibuhu'llahu'l-azabe'l-ekber” ayetiyle ilgili bir ifadedir. Cenâb-ı Hak bu ifadeye, kendisi yüzünden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinden onların küfür üzere kalmalarından dolayı duyduğu üzüntüyü bertaraf etmek için yer vererek, adeta, "Onlardan dolayı kendini üzme.. Onlar inad edip işi yokuşa sürseler, inkâr ve yalanlama da bulunsalar bile, onların varacakları yer, söz verdiğimiz yerdir. Ve onların hesabı bize aittir" demek istemiştir.

Soru: Burada şöyle bir soru sorulabilir: Kafirleri hesaba çekmek, ancak onlara, ilahi bir cezada bulunmak içindir. Ceza vermek ise, Cehâb-ı Hakk'ın hakkıdır. Halbuki, hükümran ve hükümdar olana, Kendisinin hakkını tastamam almak farz ve vacib değildir.

Cevap: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ya, sözden dönmenin kendisinden meydana gelmesinin imkansız olduğu şeklindeki va'di gereği vacibtir; yahutta, hikmeti gereği böyledir. Çünkü, Allah, mazlumun ahını zalimden almasa, O, bu zulme razı olan birisine benzemiş gibi olurdu. Halbuki Allah, böylesi tavırdan münezzehtir. İşte bu yüzden, hesaba çekmesi O'na farz olmuştur.

“İyabehum” Kelimesi Hakkında

Ebû Ca'fer el-Medenî, şedde ile, "iyyakum" şeklinde okumuştur. Ki Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Bunun izahı şöyledir: Bu kelime, “Fiâlun” vezninde bir masdar olup, “Eybe”nin masdarıdır ve “İyyâbun” kökündendir. Yahut da bunun aslı, “Evbe” kökünden, “Fa'âlun” kalıbında “İvvâben” şeklindedir. Daha sonra, tıpkı “divvânun” kelimesinin “divanun” şeklinde ifâde edilmesi gibi, “İvâben” şeklinde ifade edilmiş, derken de burada, “seyyidun” kelimesine uygulanan ilâl, burada da uygulanmıştır.

(İleynâ) Hakkında

Ayette, zarfın (ileynâ) başa gelmesinin faydası şiddetli bir tehdit ifade etmektedir. Çünkü “İyâbehum” ifâdesi, ancak, intikam almaya muktedir bir hükümrana ve onların hesabının da, sadece kendisine düşen bir zata uygun düşer. O halde, bu demektir ki O, en ufacık şeylerden dolayı bile, hesaba çeken, sorgulayan bir zattır. En iyisini bilen, Allah (c.c)'dır. Salat u selâm, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)!

0 ﴿