FECR SÛRESİOtuz ayet olup, Mekkî'dir. 1Âyetin tefsiri için bak:5 2Âyetin tefsiri için bak:5 3Âyetin tefsiri için bak:5 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Andolsun fecre, on geceye, hem çifte hem teke, gelip geçeceği dem geceye ki bunlarda akıl sahibi için birer yemin (değeri) vardır". Kendisiyle Kasem Edilen Mefhumlar Bil ki Allahü teâlâ'nın kendileriyle yemin ettiği bu şeylerde, mutlaka ve mutlaka, -mesela, bunların, Allah'ın birliğine çok açık delil olmaları gibi- ya dini, yahut Cenâb-ı Hakk'a şükretmeye sevketmeyi gerektiren dünyevî faydalar bulunmaktadır. Yahut da, ikisi birden mevcuttur. İşte bu bahsettiğim sebeplerden dolayı, âlimler, bu şeylerin tefsiri hususunda iyice ihtilafa düşmüşlerdir. Bu cümleden olarak da, her biri, bu ifadeler; dini bakımdan daha büyük derece, dünyevî bakımdan da daha büyük bir menfaat olduğunu zannettiği şeyler ile açıklamıştır. Ayetteki, “Ve'-fecri” kelimesi hakkında âlimler şu izahları yapmışlardır: 1) İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre fecr, bildiğimiz sabah vakti olup, bu da, "fecr-i sâdık"ın "fecr-i kâzib"tan ayrılması, meydana gelmesidir. Allahü teâlâ, bu ifadeye, kendisi sebebiyle, gündüzün sona erip aydınlığın başlaması, insanlar ve kuşların vahşi hayvanlar gibi diğer canlıların rızıklarını aramak için yeryüzüne dağılmaları yüzünden yemin etmiştir ki, bu durum, ölülerin kabirlerinden çıkıp yayılmalarına benzer, onu hatırlatır. Dolayısıyla böyle oluşta, düşünen kimseler için, alınacak dersler vardır. Bu manaya göre ayetin bu ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Aydınlandığı dem sabaha andolsun..." (Mûddessir, 74/34) ayeti gibi olmuş olur. Bir başka yerde de Cenâb-ı Hak, "Nefeslendiği dem sabaha ... andolsun..." (Tekvir, 81/18) buyurmuştur. Allahü teâlâ, bir başka ayetinde de, Kendisinin sabah vaktinin yaratıcısı olmasıyla övünerek, "Sabahı yaratıp çıkaran..." (En'âm, 6/96) buyurmuştur. Kimi âlimler de, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadesi ile, bütün gündüzü kastettiğini, ancak ne var ki, gündüzün tümüne, başlangıcı ile işaret ettiğini ve bu ifadenin ve hemzenin de, “Ve'd-duhâ” (Duha, 93/1), “Ve'n-nehâri izâ tecellâ” (Leyl, 92/2) ayetleri olduğunu söylemişlerdir. 2) Ayetteki "fecr" sözüyle, bizzat sabah namazı kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, sabah namazına, "bu namazın, gündüzün başlayacağı bir vakitte kılınmasından ve o namazda, hem gündüz görevli olan meleklerin hem de gece görevli olan meleklerin hazır olmalarından dolayı yemin etmiştir. Buna göre bu ayet, tıpkı, “İnne kur'ane'l-fecri kâne meşhudâ” (Isra, 17/78) ayeti gibi olmuş olur ki, bu, "Sabah namazında okunan Kur'ân'a, hem gece melekleri, hem de gündüz melekleri şehadet eder" demektir. 3) Bu kelime ile, muayyen bir günün yeri kastedilmiştir. Buna binaen de âlimler şu izahları yapmıştır: a) Bu, Kurban bayramı gününün fecridir. Çünkü, hac'la ilgili olan emir ve yasaklar, Hazret-i İbrahim'in dininin taşıdığı özelliklerdendir. Arablar, haccı terketmezlerdi. Ve bu, bu gün, her müslümanın kurbanını kestiği büyük bir gündür. Böylece hac yapan herkes, bu işiyle, (adeta) nefsini kesmek suretiyle Allah'a yaklaşmak istemiştir. Kendisini kesemeyince de, kendisi yerine bu kurbanı kesmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Biz onun yerine büyük bir kurbanlık verdik..." (Saffat,37/ 207) buyurmuştur. b) Bununla Zilhiccenin, fecrini kastetmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak bunun peşinden, "on geceye..." ifadesini getirmiştir. Bir de Zilhicce, bu muazzam ibadetin kendisinde yapıldığı ilk aydır. c) Bununla Muharrem ayının fecri kastedilmiştir. Allah bu fecre yemin etmiştir. Zira bu fecir, her yılın ilk fecridir ve bu esnada, hacc, oruç, zekat gibi, yıldan yıla tekrarlanan pek çok hususlar meydana gelir ve yine gökteki ayın hesablarına yeniden başlanır. Bir haberde de, "Allah katında ayların en büyüğü Muharrem ayıdır" diye varid olmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın da, "Yılın fecri, Muharrem'dir" dediği rivayet edilmiştir. Böylece İbn Abbas (radıyallahü anh), Muharremin tamamını bir fecr saymıştır. d) Fecr ile, kendisinden sular fışkıran ve mahlukatın hayatının yattığı çeşmeler-gözeler kastedilmiştir. Hak teâlâ'nın "On geceye..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle iki mesele var: Allahü teâlâ'nın bu sûrede kendisine yemin ettiği şeyler arasında, sadece bu ifade nekire olarak gelmiştir. Çünkü bu on gecede, başka gecelerde bulunmayan özel faziletlerin mevcut olduğu bir gecedir. Dolayısıyla bunun nekire getirilmesi, kendisinde büyük faziletlerin bulunduğuna delalet eder. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Bu, Zilhiccenin on gecesidir. Çünkü Zilhicce'nin on gecesinde (gününde) bu dini emirler yapılır. Bir hadis-i şerifte de "Kendisinde salih amelin yapıldığı hiçbir gün, Zilhicce'nin on gününde yapılan amelden daha üstün değildir" denilmiştir. 2) Bu, Muharrem ayının başından sonuna kadar süre içerisinde geçen on gecedir. Bu ayet, o günlerin kıymetli olduğuna dikkat çeken bir ifadedir. Muharrem ayında geçen günlerden birisi de aşure günüdür. O günde oruç tutmanın faziletine dair haberler variddir. 3) Bu, Ramazan ayının son on günüdür. Allahü teâlâ, şerefinden ötürü bu günlere yemin etmiştir. Bir de bu günler içerisinde, Kadir gecesi de vardır. Çünkü bir hadisde, "Kadir gecesini Ramazan'ın son on günü içinde arayın" diye hadis varid olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ramazan'ın son on gününe girdiği zaman, aileleriyle yatmayı terkettiği ve onları ikâz ettiği rivayet edimiştir ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu günlerde hiç cima etmeyip, ailesine teheccüd namazı emretmesinden kinayedir. Hak teâlâ'nın "hem çifte, hem teke..." ifadesiyle ilgili olarak iki mesele vardır: "Şef " ve "vetr", bedevi Arabın, "hasa" (tek), zekâ (çift); halkın da, "zevç" (çift), "ferd" (tek) diye ifade ettiği şeylerdir. Yûnus da şöyle der: "Ehl-i âliye, fetha ile "vetr"i sayı manasında, kesre ile "vitr"i de, intikam ve kin manasında kullanırlar. Temîm kabilesi ise, her iki mana için, kesreli "vitr" kelimesini kullanırlar. "Sen onu tek yaptın" manasında “Evtertehu ikâran” "Ben onu tek yaptım" manasında, “Evteruhu ikâran” denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de "Cemre atmak isteyen, tek (sayılı) atsın" emri de buna varıp dayanır. Bu kelimeyi meksûr okumak, Hasan, A'meş ve İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın; meftuh okumak ise Medine halkının kıraatidir ve bu meftuh okuyuş, Hicaz lehçesidir. Müfessirler, "şef' " ve "vetr"in ne demek olduğu hususunda çok çeşitli görüşler ileri sürmüş ve bu hususu enine-boyuna araştırmışlardır. Burada, doğruya en yakın olanları sıralayacağız: 1) "Şef ", Kurban bayramı günü; vetr, Arafe günüdür. Allahü teâlâ bu iki güne kıymetli oluşlarından ötürü yemin etmiştir. Arafe gününün kıymetli oluşu, hacc işinin kendisine varıp dayanmasından ötürüdür. Nitekim bir hadisde, "Hacc arafattır" denilmiştir. Kurban bayramı gününün kıymetli oluşuna gelince bu, kurbanların bu günde kesilmesinden ve farz olan tavaf, tıraş olma, şeytan taşlama gibi, hacda yapılan pek çok işlerin bu günde yapılışından ötürüdür. "Kurban bayramı günü, en büyük hacc günüdür..." diye rivayet edilmiştir. Binâenaleyh bu tür faziletler, bu iki güne has olunca, Hak teâlâ bunlara yemin etmiştir. 2) Teşrik (tekbirleri) günleri de, haccda, geriye kalan işlerin yapıldığı günlerdir. Binâenaleyh bunlar da kıymetli günlerdir. Nitekim Hak teâlâ da, "O malum günlerde Allah'ı zikredin. Binâenaleyh kim bu iki günde acele ederse, ona bir günah yoktur" (Bakara, 2/203) buyurmuştur. O halde "şef ", Kurban bayramı gününden sonra gelen iki gün, "vetr" de üçüncü gündür. Bu görüşü benimseyenler şöyle derler: Şef ve vetr kelimelerini bu manaya almak, bunları Kurban bayramı ile Arafe günü manalarına almaktan, şu iki bakımdan daha evladır: a) Bayram ve arafe, "on gün" mefhumunun içine dahildir. Binâenaleyh "şef " ve "vetr" ile, bu ikisinden başka şeylerin murad edilmiş olması gerekir. b) Hacc işlerinin bu kısmı bugünlerde gerçekleşir. Dolayısıyla ayetteki bu ifadeyi bu manaya almak, haccta yapılan işlerin hepsine yemin etmeyi ifade eder. 3) "Vetr" (tek), Hazret-i Adem (aleyhisselâm) idi. Dolayısıyla, hanımıyla birlikte "şef " (çift) oldu. Bir başka rivayette ise, "şef Adem ve Havva; vetr (tek) ise, Allahü teâlâ'dır" denilmiştir. 4) Vetr, mesela akşam namazı gibi tek rekatlı; şef ise, çift rekatlı namazlardır. İmran b. Husayn, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bunlar, namazlardır. Çünkü namazların birkısmı çift (rekatlı), birkısmı tek (rekatlı)dır" dediğini rivayet etmiştir. Namaz, imandan sonra ikinci dereceyi işgal eden bir ibadet olduğu için, Allahü teâlâ, namazın çiftine de, tekine de yemin etmiştir. Namazın, ibadetler içerisindeki yeri ve kıymeti aşikardır. 5) Şef, bütün mahlukattır. Çünkü Hak teâlâ, "Biz, herşeyden iki çift (eş) yarattık" (Zâriyât, 51/49) ve "Biz, sizi çift olarak yarattık" (Nebe', 78/8) buyurmuştur. Vetr ise, Allahü teâlâ'dır. Bazı kelamcılar, şu sebeplerden ötürü, Allah'a, "vetr" demenin doğru olmayacağını savunmuşlardır: a) Ayetteki "şef " ve "vetr" ifadelerinin, "çiftin ve tekin Rabbîne yemin olsun ki..." şeklinde olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh "vetr" ile, merbûb (rabbi olan şey) manasının kastedilmesi gerekir. Böylece de o görüş batıl olmuş olur. b) Allahü teâlâ, bir başkasıyla birlikte hiç de bu şekilde anılmaz. Aksine başka varlıklardan seçilebilmesi için, saygı ile yad edilir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah ve Resulü..." diyen birisini duymuş; onu böyle söylemekten nehyetmişve "Allah, sonra Resulü..." de" demiştir. Kelamcılar sözlerine şöyle devam ederler: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in “İnna'llahe vitrun yuhibbu'l-vitra” "Allah tektir, teki sever" Müslim, Zikr, 5-8 (4/2066). dediğine dair gelen rivayet ise kesin değildir. 6) Bütün mahlukat, ya tektir ya çifttir. Buna göre sanki, Hak teâlâ'nın, tekin veya çiftin Rabbine yemin ettiği söylenebilir. Dolayısıyla bütün mahlukat, bu iki ifadenin muhtevasına girmiş olur. Bunun bir benzeri de, "Gördüğünüz ve görmediğiniz şeylere yemin ederim..." (Hakka, 69/38) ayetidir. 7) Çift, cennetin dereceleri (katları)dır, çünkü bunlar sekiz tanedir, (vetr) ise cehennemin derekeleridir. Çünkü bunlar da yedi tanedir. 8) Şef, ilim ile cehalet, kudret ile acziyet, isteme ile istememe ve hayat ile ölüm gibi, mahlukata ait sıfatlardır. Vetr ise, Hakk'ın sıfatlarıdır. Yok olmayan bir varlık, ölümsüz bir hayat, cehaletsiz bir ilim, acziyetsiz bir kudret, zilletsiz izzet gibi... 9) Çift ve tek ile, bizzat, çift ve tek sayılar kastedilmiştir. Buna göre Hak teâlâ, sanki insanlar için mutlaka gerekli olan bir hesaba yemin etmiştir ve bu hesab, Allahü teâlâ'nın kullarına lütfettiği, kitabet (yazma) ve beyan (ifade-i meram) gibidir. Çünkü Hak teâlâ, "(Allah) kalem ile öğretti, insana bilmediğini öğretti" (Alak, 96/4-5) ve "insana beyanı öğretti" (Rahman, 55/4) buyurmuştur. Hesab da böyledir. Çünkü ibadet vakitleri, aylar ve günler, hesab neticesinde bilinip ortaya konur. Zira Hak teâlâ, "Güneş ve ay hesab iledir" (Rahman, 55/5) ve "Siz, yılların sayılarını ve hesabı bilesiniz diye... Allahü teâlâ bunu gerçek bir maksadla yarattı" (Yunus, 10/5) buyurmuştur, 10) Mukâtil, "şef ", gündüzler ile geceler; "vetr" ise, kendisinden sonra artık gecenin olmayacağı gündür ki o gün, Kıyamet günüdür" der. 11) Şef, mesela Muhammed-Ahmed; Mesih-İsa, Yûnus-Zunnûn gibi iki ismi bulunan peygamberlerdir, 12) "Şef ", Âdem ile Havva; "vetr", Meryem'dir. 13) "Şef ", Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa için fışkırttığı on iki göz; "vetr" ise, "Andolsun ki Biz Musa'ya dokuz mucize verdik" (İsra, 17/101) ayetinde ifade edilen dokuz mucizesidir. 14) "Şef ", Âd kavminin günleri, "vetr" ise gecelerdir. Çünkü Hak teâlâ, "Yedi gece, sekiz gündüz (onlara azab ettik)" (Hakka, 69/7) buyurmuştur. 15) "Şef ", "(Allah) göklerde burçlar yarattı" (Furkan, 25/61) ayetinde de belirtildiği gibi, on iki burç; "vetr" ise, yedi yıldız (gezegen)dir. 16) "Şef ",otuz güne tamamlanan; "vetr" ise, yirmidokuz günde tamamlanan aydır. 17) "Şef ", insanın uzuvları; "vetr" ise kalbidir. Nitekim Hak teâlâ, "Allah hiçbir kimsenin göğsünde iki kalb yaratmadı" (Ahzab, 33/4) buyurmuştur. 18) "Şef ", iki dudak; "vetr" ise dildir. Nitekim Hak teâlâ "(Ona) bir dil iki dudak vermedik mi?" (Beled, 90/9) buyurmuştur. 19) "Şef ", iki secde; vetr ise rükûdur. 20) Şef, cennet kapılardır. Zira bunlar zekizdir."Vetr' " ise, "cehennem kapılarıdır. Çünkü bunlar yedidir. Bil ki zahirin delatet ettiği şey, "şef " ile "vetr"in (çift ile tek)in, Allah'ın kendileri ile yemin ettiği kıymetli iki şey olduklarıdır. Bahsettiğimiz bütün bu hususların kastedilmiş olması ihtimal dahilindedir. Ayetin zahirinde, bunlardan özellikle birisinin kastedildiğine, herhangi bir emare yoktur. Şimdi bu hususta, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen bir haber varsa, yahut ehl-i te'vilin (tefsirin) bir icmâı varsa, kastedilenin o olduğuna hükmedilir. Yok eğer böyle birşey yoksa, bu hususta söylenecek söz kesin olmaz, bir muhtemel mana olur. Herhangi birisi çıkıp, "Ben, ayetteki bu ifade ile, yapılan bütün bu izahların kastedildiğini; zira eş-şef' ve el-vetr kelimelerinin başındaki elif lâm'ın umumilik ifade ettiğini söyleyebilirim" der. Hak teâlâ'nın, "Gelip-geçeceği zaman geceye..." ayetiyle ilgili olarak iki mesele var: “İzâ yesr” ifadesi, "geçtiği zaman" manasına olup, tıpkı “Ve'l-leyli izâ edbera” (Müddessîr, 33) “Ve'l-leyli izâ as'ase” (Tekvir, 17) ayetleri gibidir. Gecelerin "serâ"sı onların, gelip-gitmesi, sona ermesidir. Yahut da bu ifade, "gece yürüme" manasınadır. Katâde buna, "Gelip ikbal ettiği zaman..." manasını vermiştir. Müfessirlerin çoğu, bu ifadeyle, hususi bir gecenin değil, aksine umumî gecelerin kaydedildiğini; bunun delilinin ise, "Aydınlandığında sabaha yemin olsun ki..." (Mûddessir, 74/14) ve "Gelip geçtiğinde de geceye... " (Tekvir, 81/17) ayetleri olduğunu; bir de Allahü teâlâ'nın gece ile gündüzü birbiri ardınca getirmesinin, sürelerinin uzayıp kısalmasının mahlukat için büyük bir nimet olduğunu; dolayısıyla bunların birbiri ardınca gelişlerinin, Hakîm bir müdebbirin tedbiri ve bütün malumatı bilen bir âlimin ilmiyle olduğuna dikkat çekme bulunduğu için, bunlara yemin edildiğini söylemişlerdir. Mukatil ise, bu gecenin, Müzdelife gecesi olduğunu, dolayısıyla bu ayetin manasının, "Kendisinde hareket edildiği-yüründüğü zaman o geceye.." şeklinde olduğunun ve bunun tıpkı, uyuma işi kendisinde meydana geldiğinde, "leylun nâimun" (uyuyan gece) ve seher vaktinin kendisinde bulunmasından ötürü, "leylun sâhirün" denilmesi gibi olduğunu ve bu gecenin başında, Arafat'tan Müzdelife'ye sonunda da Müzdelife'den Mina'ya gidişten ötürü, kendisinde yürüme işinin yapıldığı bir gece olduğunu söylemiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de bu gecede, ailesinden güçsüz kimseleri, önceden yola çıkardığı rivayet edilmiştir. Şafiî (r.h) göre ise, bu iş, ancak gece yarısından sonra caiz olur. Zeccâc, bunun, yâ'lı olarak, “İzâyesriy” şeklinde okunduğunu söylemiş, sonra da şöyle demiştir: "Bu yâ'nın hazfi bence daha doğrudur. Çünkü yâ, fasıla harfidir. Fasılalar da hazfedilirler. Yâ'lar da bu hazfedilen fasılalardandır. Yâ'nın hazfedildiğinin delili kesredir." Ferrâ da şöyle der: "Araplar bazan yâ'yı hazfeder ve makablinin kesresiyle yetinir. Nitekim bir şair ... demiştir. Şu halde bu, fasıla olmayan yerde caiz olduğuna göre, fasıla olan yerde haydi haydi caiz olur." Buna göre şayet, "Fasıla veya kâfiyede bulunduğu zaman, yâ'nın hazfi nasıl tercih edilebilir. Zira bu harf, kelimenin aslındandır. Binâenaleyh diğer harflerin kalışı gibi, bunun da kalıp, hazfedilmemesi gerekir" denilince, Ebû Ali buna şöyle diyerek cevap verir: "Fasılalar ve kafiyeler, durak yerleridir. Durma ise tağyirin (değişikliğin) yapıldığı bir yer demektir. Vakf (durmak), mesela; şeddelemek, sakin kılmak, harekeyi gizlice terennüm etme (söyleme) gibi şeylerle, kendisinde sahih harflerin bile değiştiği birşey olunca, ziyadeye benzerlik arzeden bu harfler, hazfedilmek suretiyle de değiştirilebilir. Vasıl ve vakıf halinde, bu ifade de yâ harfini isbat edenlere gelince, bunlar şöyle derler: Vakıf halinde isimlerde, mesela, "kâdin", "Gazin" kelimelerinde olduğu gibi, bir hazif bulunduğu gibi, vakıf halinde fiillerde böyle bir hazif yapılmaz. Nitekim “Huve yekdâ” "O hükmediyor" “Ene ekdâ” "Ben hükmediyorum" dersin. Böylece yâ harfini okur, hazfetmezsin. Hak teâlâ'nın "Bunlarda akıl sahipleri için birer yemin yok mu?" ifadesi ile ilgili olarak iki mesele vardır: "hicr", akıl demektir, kişiyi, uygun olmayan şeylere düşmekten hacrettiği, alıkoyduğu için, bu nesneye, tıpkı aklettiği için akıl; nehyettiği için nühye; zaptedip kavradığı için, "ihsâ" kökünden, "hasat" denildiği gibi, "hicr" ismi da verilmiştir. Ferrâ şöyle der: "Arap, birisi kendi nefsini ezip onu zapt-u rapt altına aldığında, "Falanca hicr sahibidir" der. Sanki bu kimse bu ifadeyi, "Falan adama yasak koydum" ifadesinden almış gibidir. Buna göre, akla, çirkin şeylerden alıkoyduğu için, "hicr" denilmiş olur. Bu kelime, birşey hususunda yasak koyarak, "Ondan menetme" manasına olan "hicr" kökündendir. Hak teâlâ'nın bu ayeti bir istifham (soru) olup, bununla tekid manası kastedilmiştir ve tıpkı, çok net bir hüccet getirip, sonra da, "Söylediğim bu şeyde bir hüccet yok mu?" diyen kimsenin sözüne benzer bir mana, "Akıl ve gönül (vicdan) sahibi olan herkes, Allahü teâlâ'nın üzerlerine yemin ettiği bu şeylerde bir takım enteresanlıkların bulunduğuna, tevhid ve rubûbiyyete dair delillerin yattığını, dolayısıyla da bu şeylerin, yaratıcılarına delalet ettikleri için, yemin edilmeye layık şeyler olduklarını bilip-anlar. Kâdî "Bu ayet, bizim, "Buradaki kasem (yemin), bu işlere değil, bunların Rabbine yapılmıştır. Çünkü bu ayet, yeminde mübalağanın (te'kîdin) bulunduğuna delalet eder. Yeminde te'kidin ise, ancak Allah adına yapılan yeminlerde olduğu malumdur" şeklindeki sözümüze delalet eder. Bir de, insanın bu tür şeylere yemin etmesinin yasak olduğu rivayet edilmiştir" der. 6Âyetin tefsiri için bak:14 7Âyetin tefsiri için bak:14 8Âyetin tefsiri için bak:14 9Âyetin tefsiri için bak:14 10Âyetin tefsiri için bak:14 11Âyetin tefsiri için bak:14 12Âyetin tefsiri için bak:14 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"Görmedin mi, Rabbin nice yaptı Âd'a, yani o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayan, sütunlar sahibi İrem'e ve vadilerde kayaları oyan Semûd'a, o kazıklar sahibi Firavun'a... Bütün bunlar, memleketlerde azgınlık yapanlardı. Binâenaleyh oralarda fesadı çoğaltmışlardı. Bundan dolayı Rabbin de üzerlerine bir azab kamçısı yağdırıverdi. Çünkü Rabbin şüphesiz ki gözetlemededir". Bil ki kasem (yemin)in cevabı ile ilgili iki izah var: 1) Kasemin cevabı, "Rabbin şüphesiz ki gözlemededir" ayetidir. Kasem ile cevabı arasındaki ayetler ise, mu'tarıza (ara) cümleleridir. 2) Keşşaf sahibi "Kasem edilen şey (yani cevaba), mahzuf ve takdiri, "Şüphesiz kafirlere azab edeceğiz" şeklindedir. Buna, "Görmedin mi Rabbin nice yaptı Ad"a..." (Fecr, 89/6) "Üzerlerine bir azab kamçısı yağdırıverdi" (Fecr, 89/13) âyetleri delalet etmektedir demiştir. Bu izah, birincisinden daha uygundur. Çünkü muksem aleyh, yani hakkında yemin edilen şey belirlenmeyince (açıkça zikredilmeyince), insanın zikri herbir tarafa (ihtimale) gidiyor. Bu ise, korkutmada daha tesirli oluyor. Bundan sonra kafirlere verilen azab beyanı gelince bu, hakkında öncelikle yemin edilen şeyin o olduğuna delalet etmiştir. Bu, "bilmiyor musun?" demektir. Çünkü bu hususlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in görmüş olması mümkün olmayan şeylerdendir. Burada, "bilme" manasında "görme" kelimesi kullanıldı. Çünkü Âd, Semûd ve Firavun ile ilgili haberler tevatüren nakledilmişlerdi. Çünkü Âd ve Semûd, Arab beldelerinde yaşamış idiler. Firavun'un beldesi de, Arab diyarına bitişik (yakın) idi. Tevatür ile gelen haberler ise, zarurî (kesin) ilim ifade eder. Zarurî ilim de, kuvvet, açıklık ve şüpheden uzak olma açısından, "görme" gibidir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "bilmiyor musun, elbette biliyorsun" manasında, "Görmedin mi?" buyurmuştur. "Görmedin mi?" ifadesi, her ne kadar zahiren Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitab ise de, bunu bilen herkesi içine alan umûmî bir hitabtır. Allahü teâlâ'nın, onların hikayelerini (haberlerini) zikretmesinin maksadı, bunun, kafirler için, Âd, Semûd, Firavun ve kavmini helake götüren böylesi şeylere devamdan alıkoyucu bir şey mü'minler için de imanda sebata teşvik eden birşey olmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın "Âd'a, yani sütunlar sahibi İrem'e" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ burada geçmiş kafirlerden üç fırkanın (kavmin) kıssasını zikretti. Bunlar Âd, Semûd ve Firavun'un kavimleridir. Cenâb-ı Hak, "Bundan dolayı Rabbin de üzerlerine bir azab kamçısı yağdırıverdi" buyurarak, özet şeklinde onların azablandırılışını anlattı, bu azabın nasıl olduğunu beyan etmedi. Hakka Sûresi'nde ise, "Semûd'a gelince, onlar hadden aşırı (korkunç bir ses) ile helak edildiler. Âd'e gelince, onlar da uğultulu, azgın bir fırtına ile helak edildiler... Firavun da, ondan öncekiler de, altüst olan (beldeler) de, hep o hatayı işlediler" (Hakka, 69/5-9) buyurarak, bu sûrede böyle müphem (kapalı özet) olarak ifade edilen hususu açıklamıştır. Âd, Âd b. Avs b. İrem b. Sâm b. Nuh'un soyundan gelen kabiledir. Bunun ismi, kabilesine isim olarak verilmiştir. Nitekim Haşimoğullarına "Hâşim"; Temimoğullarına "Temîm" denilmiştir. Sonra bu kabilenin önce yaşamış olanlarına; Âdu'l-ûlâ" (ilk Âd) denilmiştir. Allahü teâlâ da, "Âdu'l-ûlâyı (ilk Âd'ı) Allah helak etti" (Necm, 53/50) buyurmuştur. Yine bu kabilenin sonrakilerine de, "Âdu'l-Ahire" denilmiştir. "İrem", Âd'ın dedesinin adıdır. Bu ayetteki "İrem" kelimesi ile ne kasd edildiği konusunda birkaç görüş var: 1) Âd kabilesinin öncekileri Âdu'l-Ûlâ diye isimlendiriliyorlardı. Bundan dolayı onlar, dedelerinin ismi ile isimlendirilerek, "İrem" diye de anılırlardı. 2) İrem, onların yaşadıkları beldenin ismidir. Bu beldenin, İskenderiyye olduğu veya Şam olduğu söylenmiştir. 3) İrem, Âd kavminin alametleridir. Onlar bu alametleri minare şeklinde ve kabirler şeklinde yapıyorlardı. Ebû Dukayş "Urum, Âdın kabirleridir" demiş ve şu şiiri okumuştur: "Orada, yılan başlarına benzeyen mezarlar vardır." Bazıları, İrem'in Iskenderiyye veya Şam olduğunu söyleyenleri tenkid etmiş ve "Çünkü Âdın yerleri, Amman ile Hadramevt arasındadir. Burası da, çöl ve kum diyarlarıdır. Nitekim Allahü teâlâ, "Âd'ın kardeşi (Hûd'u) da hatırla. Hani o (çöldeki) Ahkâfdaki kavmini inzar etmişti" (Ahkaf, 46/21) buyurmuştur. İskenderiyye ve Şam ise, çöl memleketi değiller" demişlerdir. "İrem" kelimesi, ister kabile ismi, ister bir yer ismi olsun, hem marife, hem müennes olduğu için, gayr-ı munsarıftır. "İrem" kelimesinin irab bakımından iki izah şekli var: Çünkü eğer onu, kabile ismi sayarsak, "Âd" kelimesinin Ûlâ olduğunu anlatmak için gelmiş olur. Eğer bu kelimeyi Âd kavminin yurdlarının veya alametlerinin ismi sayarsak, "İrem'in ehl-i Âd" takdirinde olmuş olur ve sonra muzaf olan, "ehl" kelimesi hazfedilmiş, muzafun ileyh olan "İrem", onun yerine geçmiş olur. "Köyün ahalisine sor" manasında, "Köye sor" ifadesinde olduğu gibi... Bunun böyle olduğuna, İbn Zübeyr'in ifadeyi, izafetle “Âdi İrami” şeklinde okuyuşu da delalet eder. Hasan, iki fethalı olarak “Erame” şeklinde okumuştur. Bu, tahfif ile, râ'nın sükunu üzere, “İrme” şeklinde de okunmuştur ki bu “Bi Âdi İrami zati'l-imâdi” şeklindeki kıraat gibidir. Yine bu, "İrem" kelimesinin, "zati'l-imâd"a izafesi ile “Feale Rabbuke” şeklinde “Bi Âdi İrami zati'l-imâdi” den bedel olmak üzere “Bi Âdi İrami zati'l-imâdi” şeklinde de okunmuştur ki takdiri şöyledir: "Görmedin mi ki Rabbin Âd'a nasıl yaptı, direkler sahibini çer-çöp haline getirdi." Ayetteki, “Zâti'l-imâdi” "direk sahibi" ifadesiyle İlgili olarak iki mesele var: “Zâti'l-imâdi” İfadesinin İrabı Bu kelimenin irabı hususunda iki izah vardır; bu böyledir, zira biz şayet, “İrame” kelimesini, o kabilenin ismi olarak alırsak, mana, "Onlar, bedevi idiler ve çadırlarda oturuyorlardı. Çadırda ise, mutlaka "imâd" bulunuyordu" şeklinde olur. Buna göre "imâd" (reis, başkan) manasında olmuş olur. Bazan da bu kelime “el-umud” kelimesinin çoğulu olmuş olur. Yahut da, “Zâti'l-imâdi” ifadesiyle, onların uzun boylu oldukları kastedilmiştir. Bu, onların boylarının, direklere benzetilerek ifade edilmesinden elde edilen bir manadır. Bu ifadeye, "Yüksek bina sahipleri..." manası da verilmiştir. Yok eğer biz, bu kelimeyi, kabîlenin ismi değil de, beldenin ismi olarak ele alırsak, buna göre mana, "O beldeler, sütunlu, yani direkler üzerine bina edilmiş yapılardan meydana gelmişti.." şeklinde olur. Çünkü onlar, direkleri dikiyor, bunlar üzerine de köşkler dikiyordu.. Çünkü Cenâb-ı Hak bunları vasfederken, "Siz, her yüksek yerde bir alamet bina edip eğlenir misiniz?" (Şuarâ, 26/128) buyurmuştur. Yani, "Alametler ve yüksek binalar mı..." demektir. Rivayet olunduğuna göre, Âd'ın, birisi Şeddâd, diğeri de Şedîd adında iki oğlu vardı. Derken, bunlar kral oldular ve her tarafı ezip geçmeye başladılar. Daha sonra Şedîd ölüverdi, iş de, tamamen Şeddâd'a kaldı. Derken Şeddâd, dünyaya hakim oldu ve nerdeyse bütün dünyanın mülkiyetini ele geçirdi. Bu arada, "cennet" sözünü duydu. Bunun üzerine, "Cennet gibi bir yer yapın.." dedi. Dolayısıyla, üçyüz yıl içinde Adn Sahralarının bir kısmında, İrem'i kurdu. Ömrü, dokuzyüz yıldı.. Bu, köşkleri, altın ve gümüşten; sütunları, zebercet ve yakuttan olan büyük bir şehirdi. Ve burada, her türlü ağaç türü ve nehirler, çaylar vardı. Buranın yapımı tamamlanınca, memleketinin halkıyla birlikte buraya hareket etti. Buraya bir gün bir gecelik mesafeye gelince, Allahü teâlâ onlara, semâdan bir sayha (kasırga, nara) gönderdi de, böylece de onlar helak oluverdiler... Abdullah ibn Kilâbe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. O bir gün, devesini aramak için evinden çıkar... Derken, Şeddâd'ın yaptırdığı bu cennetimsi kente ulaşır. Ve orada bulunan şeylerden taşıyabildiği kadar alır. Bu haber Muâviye'ye ulaşır. Bunun üzerine o, Abdullah ibn Kelâbe'yi huzuruna çağırtır, o da orayı ona anlatır. Derken, Ka'bû'l-Ahbâr'a haber salar ve bu durumu ona sorar. O da, "Bu, Zâtu'l-İmâd olan İrem'dir. Oraya, senin zamanında, buğday tenli, kır saçlı, kısa boylu, kaşı ve boynu üzerinde beni bulunan ve devesini aramak için evinden çıkan müslüman birisi oraya girecek..." der. Sonra Muâviye, etrafına döner, Abdullah ibn Kilâbe'ye bakar ve "Allah'a yemin ederim ki, işle bu, o adamdır" der. Cenâb-ı Hakk'ın "şehirlerde bir benzeri yaratılmayan..." ifâdesine gelince, “Misluhâ”daki “Mâ” Zamiri, Neye Racidir? “Misluhâ”daki “Mâ” zamiri, neye racidir? Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) "Onun gibisi, yani, cüsselerinin büyük, kuvvetlerinin çok olması ve şehirlerinin büyüklüğü hususunda Âd gibisi yaratılmamıştır. Zira, onlardan, bir adamın boyu, dörtyüz zira idi. Kocaman taşlar, yüklenip, onları bir topluluk üzerine atıp, böylece de o topluluk helak olabiliyordu." 2) Bu, "Şeddâd"ın şehri gibisi, bütün dünya beldeleri içinde yoktur, yaratılmamıştır" demektir. İbn Zübeyr, "Allah böylesini yaratmadı" anlamında, “Lem yahluku mislehâ” şeklinde okumuştur. 3) Bu zamir, “El-imâdu” kelimesine racidir. Buna göre mana, "Böylesi sütunlar, hiçbir beldede yaratılmadı.." şeklinde olur. Bu izaha göre “El-imâdu” kelimesi “El-umudu” kelimesinin çoğulu olmuş olur. Bu kıssanın anlatılış maksadı, kafirleri inkardan men etmek ve caydırmaktır. Çünkü Allahü teâlâ, küfürleri ve peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle, Kendisine karşı koyan kimseleri, işte böylesi bir biçimde helak ettiğini beyan buyurmuştur. "Binâenaleyh, ey Mekke kafirleri (eskilere nisbetle) siz daha aciz ve güçsüz olduğunuza göre küfrünüzü sürdürmeniz halinde, böylesi şeylerin sizin de başınıza geleceğinden sizin daha fazla endişe etmeniz gerekir" demek istemiştir. "ve vadilerde kayaları oyan Semûd'a..." ayeti hakkında Leys şöyle demektedir: Câbe ve cevb: Bir şeyi kesmek, demek olup, bu tıpkı, cebin kesilip oyulması gibi bir manayı ifade eder. Çünkü Arapça'da “Câbe, yecubu, cevben” denilir. Ferrâ, buna “Câbe, yecibu, ceyben” şeklinde de kullanılabileceği hususunu da ilave eder. Çünkü Arapça'da, "Oraya tırmandım ve orasını oydum, kestim.." manasında “Cubtu'l-bilâde cevben” denilir. İbn Abbas da şöyle der: "Onlar, beldeleri oyuyor, orada evler, kavimler ve istedikleri her türlü binayı yapıyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Ve dağlardan evler oyuyorsunuz..." (Şuara, 26/149) buyurmuştur." Dağları, kayaları, yumuşak taşları... yaratanların ilkinin Semûd kavmi olduğu ve bunların, binyediyüz şehir yaptıkları ve bunların hepsinin de taştan olduğu ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hakk'ın “Bi'l-vâdi” ifâdesine gelince, Mukâtil buna, "o beldelerin vadilerinde..." manasını vermiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "o kazıklar sahibi Firavun'a..." ifâdesine gelince, bu husustaki detaylı açıklamamız (Sad, 38/12) ayetinin tefsirinde geçmişti. Ama biz diyoruz ki, şu anda burada da şu izahlar yapılabilir: 1) Buna, "kazıklı" denmesinin sebebi, askerinin çokluğundan ve bir yere konakladıkları zaman kurdukları çadırdan ötürüdür. 2) Firavun, insanlara azab ediyor ve onları, ölünceye değin, kazıklara bağlıyordu.. Ebû Hureyre'den Firavun'un hanımı (Asiye) için dört kazık diktirip, onu, bu kazıklara bağladığı, göğsüne büyük taş koydurduğu ve onu, güneşe doğru çevirdiği; hanımının da başını semaya doğru kaldırarak, "Ey Rabbim, benim için katında cennette bir ev yap... " (Tahrim, 66/11) dediği, Allahü teâlâ'nın da, onun cennetteki evini, köşkünü geniş tuttuğunu; kadının da oradaki evini gördüğü rivayet edilmiştir. 3) Bu ifade, "melikleri, adamları, maiyyeti bulunan..." manasındadır. Nitekim bir şair “Fiy zılli meliki râsihi'l-evtâd” "Adamları her tarafa kök salmış bir kralın himayesinde..." demektedir. 4) Katâde'nin Saîd ibn Cübeyr'den, onun da İbn Abbas'dan rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: "Bu kazıklar, adamlarının, altında, Firavun için oyunlar oynadıkları tribünlerdir (melâib)." Bil ki, ayetin bu ifadesi, bütün bu manalara muhtemeldir. Böylece, Allahü teâlâ, Resulüne, bütün bunların, kendisiyle kuvvetin ve gücün sağlandığı şeyler nevinden olduğunu, gücün kuvvetin ve çokluğun ise, büyük bir belanın o topluluğun başına gelmesine mani olamadığını beyan etmişti. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "Bütün bunlar, memleketlerde azgınlık yapanlardı..." buyurmuştur. “Ellezi” Zamiri Neye Delâlet Eder? Bu zamirin, hemen peşinden gelen bir ifade olduğu için, sadece Firavun'a raci olan bir zamir olması muhtemel olduğu gibi, bahsi geçenlerin tümüne raci bir zamir olması da muhtemeldir. Ki, doğruya en yakın olan da budur. Bu ifadenin irabı hususunda yapılan izahların en güzelinin, bu ifadenin, zemm üzere mahallen mansub olduğunu söyleyen görüştür. Bu ifadenin, “Humu'llezine teğav” takdirinde olmak üzere, haber olarak rnerfu olması da mümkün olduğu gibi, Ad, Semûd ve Firavun gibi kelimelerin sıfatı olmasına binaen de, mahallen mecrur olması da muhtemeldir. “Teğav fi'lbilâd” İfadesinin Manası “Teğav fi'l-bilâd” ifadesinin manası, "günahlara daldılar, Allah'ın peygamberlerine ve mü'minlere karşı zorbalık yapmaya başladılar" demektir. Daha sonra, Allahü teâlâ, bunların tuğyanlarını "Binâenaleyh, oralarda fesadı çoğaltmışlardı" ifadesiyle tefsir etmiştir. Burada geçen fesad kelimesi, salah'in zıddıdır. Binâenaleyh, "salâh" kavramının, bütün iyilik çeşitlerini içine alan bir kelime olması gibi, "fesâd" kelimesi de, bütün günahları içine alan bir lafızdır. O halde, Allah'ın emrinin dışında hareket edip, Allah'ın kulları hakkında zulüm ile hükmeden herkes müfsittir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bundan dolayı Rabbin de üzerlerine bir azab kamçısı yağdırdı" buyurmuştur. Bil ki Arapça'da, “Sabbe aleyhi's-sevti” "üzerine kamçı yağdırdı, onu kamçıyla bürüdü, sardı.." gibi ifadeler kullanılır. Burada, "kamçı" kelimesinin zikredilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın, dünyada iken onların başına getirdiği bu denli büyük azabların, ahirette bunlar için hazırlamış olduklarına kıyasla, kendisiyle işkence olunacağı diğer şeylere kıyasla bir kamçı gibi olduğuna bir işarettir. Kadi de şöyle der: Cenâb-ı Hak bu azabı, dövülen kimsenin üzerine, ardarda yağdırılan, derken onu helak eden, kamçı yağdırılmasına benzetmiştir. Hasan el-Basrî de, bu ayeti okuduğu zaman, "Allah katında pekçok kamçılar vardır, ama onları, bunlardan birisiyle muaheze etmiştir" dermiş. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı (yer) üstünde hiçbir canlı mahluk bırakmazdı..." (Nahl, 16/61) ayeti, o azabın, ahirete ertelenmesini gerektirmiyor mu? Şu halde bu iki ayetin arası nasıl telif edilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ayet, cezanın tamamının (eksiksiz bir şekilde uygulanışının), ahirete tehir edilmesini anlatıyor. Halbuki, dünyada meydana gelen ise, onun ufacık bir parçası ve onun mukaddemelerindendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Rabbin şüphesiz ki gözlemededir" buyurmuştur ki, bunun tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kânet mirsâdâ” (Nebe, 78/21) ayetinin tefsirinde geçmiştir. Yine de, biz diyoruz ki, gözetleyen kimsenin, "gözetleme yaptığı yer" anlamında, “Mifâl” kalıbında, “Rasadehu” "onu gözledi" kökünden bir kelimedir ve bu tıpkı, “Mikâat” kelimesinin “Vekatehu” "Ona vakit biçti" kelimesinden gelmesi gibidir. Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, asi kimselere, ceza vermek için beklediğini ve bu kimselerin, onun elinden kurtulamayacaklarını bildiren teşbihî bir ifadedir. Bir araba, "Rabbin nerede?" denilmiş de, o da "Mirsâd'da.. Gözetlemede..." diye cevap vermiştir. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır: a) Hasan el-Basrî, "İnsanoğlunun amellerini gözetliyor" manasını verirken, b) Ferrâ, "Dönüş ancak O'nadır" manasını vermiştir ki, bu iki izah, mü'min ve kafir herkese şamil olan bir izahtır. Bazı müfessirler de, bu ayeti, "Kafirler yahut da asi kimselerin vaîdi ile ilgili ayet" olarak görmüşlerdir. Birincisine gelince, meselâ Zeccâc bu ifadeye, "O kendisini inkar eden ve taatından yüz çeviren kimseleri azab ile gözetliyor" manasını vermiştir. İkincisine gelince, Dahhâk da, "O, zulüm ve isyan ehlini gözetliyor" manasını vermiştir ki, bu izahlar, bir birine yakın izahlardır. 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"Ama insan, ne zaman Rabbi onu imtihan edip de, kendisine keremiyle muamele eder, ona nimetler verirse, "Rabbim beni şerefli kıldı" der! Fakat, ne vakit de, onu, denemek üzere rızkını daraltırsa, şimdi de, "Rabbim bana ihanet etti" der!". Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ama insan..." ifadesi, az önceki, "Çünkü Rabbin şüphesiz ki gözetlemededir" ayetiyle ilgili olup, buna göre adeta, "Allahü teâlâ, ahirette gözetlemededir. Dolayısıyla O, ancak ahiret günü çaba sarfedilmesini ister. Ama insana gelince, onu, dünyasından, dünyevi lezzet ve nazlardan başka bir şey ilgilendirmez. Şimdi, eğer dünyada rahata kavuşur, bunu elde ederse, "Rabbim bana lütfetti" der; eğer böyle bir rahata ulaşmazsa, "Rabbim bana ihanet etti" der" denilmek istenmiştir. Ki, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, kafirlerin sıfatı hakkında "Onlar bu dünya hayatından (yalnız) bir dış (yüz)ü bilirler. Ahiretten ise onlar gafillerin tâ kendileridir" (Rûm, 30/7) ve "İnsanlardan kimi de, (dininin) yalnız bir taraf(ın)dan (tutup) ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, ona yapışır. Eğer fitne isabet ederse yüz üstü geri döner" (Hacc, 22/11) ayetleridir. Böylesi bir duygu şu bakımlardan yanlıştır: 1) Ahiretteki saadet (mutluluk), şekavete (mutsuzluğa) nisbetle, dünyanın saadet ve şekaveti, denizdeki bir katre, damla gibidir. Şimdi, dünyada iken nimetlere gark olmuş olan bir kimse, şayet ahirette şaki olacaksa, bu nimet, saadet değildir. Dünyada iken, fakr u zaruret içinde bulunan, acı çeken kimse, şayet ahirette mutlu olacaksa, bu da bir mutsuzluk ve bedbahtlık değildir. Çünkü, dünyada iken nimetler içinde yüzen kimsenin, kendisi hakkında, saadet ve keramet ile hükmetmesi uygun olmayacağı gibi, dünyada iken, acı çeken, fakr u zaruretten kıvranan bir kimsenin de kendisi hakkında şakavetle, hor ve hakir kılınmış olmakla hüküm vermesi uygun değildir. 2) Dünyada iken bazı kimselerin nimet içinde, bazı kimselerin de acılar içinde olması, onların bunu hak ettiklerine delalet etmez. Çünkü Allahü teâlâ, çoğu kez, asi ve kafir kimselerin rızkını daha bol vermiştir. Bu, Allah'ın ya, istediğini yapıp dilediğine hükmetmesinden, yahut "maslahat"a hükmetmiş olmasından, yahut da "istidrâc-mehil, süre tanıma" ve "mekr"den dolayı böyle olmuştur. Bazan da, dünyada iken, bahsettiklerimizin aksi bir durumdan dolayı, sıddîk, mü'min ve müslüman kimselerin rızkını dar tutmuştur. Binâenaleyh, kulun, bunun bir cezalandırma olduğu zannına düşmesi uygun düşmez. 3) Dünyada iken, nimetler içinde yüzen kimsenin, akibetinin ne olacağından gaflet etmemesi gerekir. Çünkü işler, neticelerine göre değer taşırlar. Fakir ve muhtaç olan kimselerin de, Allah'ın, kendisi üzerinde, beden, akıl sağlığı; din ve hadsiz hesapsız afet ve acıları bertaraf etmesi gibi nimetlerinin bulunduğundan gaflet etmemesi, dolayısıyla da, kendisi hakkında mutlak manada hor ve hakir kılındığına dair hükmetmemesi gerekir. 4) Nefis, bu maddi şeylere alışmaktadır. Binâenaleyh, arzu edilen bu şeyler gerçekleşince, nefsin bunlardan kopması, bunlara dalmaması güçleşir. Ama, insan için, bu maddi şeylerden herhangi birisi gerçekleşmediği zaman, ister istemez, Allah'a yönelir, Allah'a kullukla meşgul olur. Binâenaleyh, dünyalık elde etmek, Allah'tan mahrum kalmaya bir sebeptir. Bu sebeple, en büyük saadeti elde etmeye götüren sebeplerin en büyüğü bu, yani dünyalık elde etmeme olmasına rağmen, daha nasıl, dünyayı elde edemediği zaman, kişinin, mutsuzluğuna, ihanete uğradığına ve şakavete hükmetmemesi caiz olur?! 5) Aşırı derecede alışkanlık peyda etmek, muhabbetin pekişmesine; muhabbetin pekişmesi de, ayrılık esnasında elem ve acının pekişmesine sebeptir. Binâenaleyh, bu demektir ki, ileri derecede dünyalık elde eden herkesin, dünyada olan muhabbeti hem sürekli; hem de ileri derecede olur. Böylece de ölüm esnasında, dünyayı terkederken, duyacağı acı ve sızı, ileri derecede olur. O halde bu demektir ki, dünyanın lezzetlerini elde etmek, öldükten sonra, ileri derecede duyulacak bir acıya; dünyalığın elde edilmemesi (dünyalığa teslim olmama) ise, öldükten sonra ileri derece bir mutluluğa sebeptir. Ohaide daha nasıl, "Dünyalık elde etmek bir saadet; elde etmemenin ise bir şakavet olduğu..." söylenebilir. Bil ki, bu izahlar ancak, ister maddî isterse manevi olsun, öldükten sonra dirilmenin olabilecğini söyleyenlere göre doğru izahlardır. Ama, her halükarda, bütün yönleriyle öldükten sonra dirilmeyi inkar edene göreyse, bu izahların hiçbiri doğru değildir. Tam aksine bu kimsenin, dünyalık elde etmenin, mutluluğun ta kendisi; elde edememenin ise mutsuzluğun ta kendisi olduğuna hükmetmesi gerekir. Ancak ne var ki burada, bir diğer incelik de şudur: İleri derecede dünyalık elde etmek çoğu kez, öldürmenin, yağmalamanın bir sebebidir. Mahrum oluş ise çoğu kez, güven halinin devamına sebeptir. Böyle olması halinde de, öldükten sonra dirilmeyi her yönden inkar eden kimsenin, yine de dünyalık elde eden kimsenin, saadet içinde olduğuna; elde edemeyenin ise, hor-hakir olduğuna hükmetmemesi gerekir. Çünkü bu kimse, bundan sonra zaman zaman durumun tersine döndüğünü görmekte ve müşahede etmektedir. Ayetle ilgili olarak şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci Soru: Ayette geçen "insan" sözüyle belli bir şahıs mı, yoksa insan cinsi mi kastedilmiştir? Cevap: Bu hususta iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bununla belli bir şahıs kastedilmiştir. Bu cümleden olarak, İbn Abbas'tan, bununla, Utbe ibn Rebîa ile, Ebû Huzeyfe ibnu'l-Mugîre'nin kastedildiği rivayet edilirken, Kelbî, bunun, Ubeyy ibn Halef olduğunu söylemiştir. Mukatil de, bu ayetin Ümeyye ibn Halef hakkında olduğunu söylemiştir. b) Bununla, bu sıfatı taşıyan herkes kastedilmiş olup, bu da, ceza gününü inkar eden kafirdir. İkinci Soru: Cenâb-ı. Hak, ne diye rızkın bolluğunu ve darlığını, bir "imtihan, ibtilâ" diye adlandırmıştır? Cevap: Çünkü, bu iki halden herbiri, kul için bir imtihandır. Binâenaleyh, rızkı bolca verilen kimsenin durumu, şükrediyor mu yoksa küfrediyor mu diye sınamadan geçirilmiştir; rızkı daraltılan kimsenin durumu da, sabrediyor mu, yoksa feryad u figan mı ediyor diye, sınamadan geçirilmiştir. Binâenaleyh, her ikisinde de hikmet, tek ve aynı olup, bu yönüyle bu ifade, "Biz sizi, imtihan etmek üzere, hayır ve şer ile sınıyoruz..." (Enbiyâ, 21/35) ayeti gibi olmuş olur. Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, “Feekramehu” buyurunca, O'nun ona ikram ettiği ve bunu yaptığı anlaşılmaktadır. Ama daha sonra Cenâb-ı Hak, insanın, "Rabbim bana ikram etti" dediğini nakledince, böyle demesinden dolayı (sanki) insanı kınamış oluyor... Binâenaleyh, bu iki durumun arası nasıl telif edilebilir? Cevap: "İnkârı ifade eden kelimenin, yani “Kellâ” ifâdesinin Cenâb-ı Hakk'ın sadece, "Rabbim bana ihanet etti" ifadesiyle ilgili bir ifade olduğu niçin söylenemesin? Biz, bu ifadenin, her ikisiyle birden alakalı bir ifade olduğunu kabul etsek bile, ne var ki bu konuda şu üç izah yapılabilir: 1) O, bu ikramda, bir hak edişin olduğuna inanmaktadır. 2) Allah'ın nimetleri mal-mülk elde etmezden önce de mevcut olup, bunlar, beden ve akıl selameti ile, din nimetidir. Binâenaleyh, bu kimse, ancak mal mülk elde ettiğinde nimetleri itiraf edince, biz, onun bu itirafından gaye ve maksadının, Allah'ın nimetlerine şükretme değil, tam aksine, elde ettiği dünyalık mal ve çoluk-çocuk ile laflanma, onlarla övünme olduğunu anlamış bulunuyoruz. 3) Kişinin, dünya nimetleriyle laflanması ve ahiret nimetlerinden yüz çevirmesi, bu kimsenin, öldükten sonra dirilmeyi inkar ettiğini göstermektedir. Bu sebeple de hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın naklettiği şöylesi bir zemme müstehak olmuştur: Çünkü Cenâb-ı Hak bu kimseler hakkında da, "O nefsine zulümde berdevam olarak bağına girdi, dedi ki: "Bunun ebediyete kadar helak olacağını zannetmiyorum. Kıyametin de kopacağını sanmıyorum. (Ama, senin iddiana göre) eğer ben Rabbime döndürülüp götürülürsem, andolsun, bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum. Arkadaşı, ona cevap vererek dedi ki: "Seni (evvela) bir topraktan, sonra da bir damla sudan yaratıp, seni tekrar bir adam seviyesine getiren Allah'ı inkar mı ettin?!" (Kehf, 18/35-37) buyurmuştur. Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak, birinci bölümde, “Feemme'l-insânu izâ mebtelâhu Rabbuhu feekramehu” ikinci bölümde de, “Veemmâ izâ mebtelâhu fekadera aleyhi rızkahu” buyurmuş; peki niçin, bunlardan birincisini fâ ile, ikincisini de vâv ile ifade etmiştir? Cevap: Allah'ın rahmeti, gazabından önce gelir. Binâenaleyh, nimetlerle imtihan etmesi, elem ve kederler yağdırmak suretiyle imtihan etmesinden öncedir. O halde, fâ, bu kısmın çokça olacağına; ikinci kısmın ise, az olacağına delalet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız..." (Nahl, 16/18) buyurmuştur. Beşinci Soru: Cenâb- Hak birinci kısımda, “Feekramehu feyekulu Rabbi ehânen” buyurunca, ikinci kısımda da, “Veemmâ izâ mebtelâhu fekadera aleyhi rizkahu feyekulu Rabbi ehânen” demesi gerekirdi. Ancak ne var ki, O, böyle buyurmamıştır. Niçin? Cevap: Çünkü insan, “Ekrameni” demesinde, doğru söylemektedir. Ama, "buna ihanet etti" demesinde doğru söylememektedir. Çünkü insan, az miktarda bir dünyalık elde etmenin bir ihanet olduğunu sanmaktadır. Halbuki bu, bir cehalettir, yanlış bir inançtır. Öyleyse nasıl olur da, Cenâb-ı Hak, bu sözü ondan nakleder? Altıncı Soru: Cenâb-ı Hakk'ın “Fekadera aleyhi rizkahu” ifadesi de ne demektir? Cevap: Bu, insana yetecek kadar rızık vermek suretiyle, onun rızkını dar tutması demektir. Bu kelime, aynı manada olmak üzere şeddeli ve şeddesiz olarak “kadera” “kaddera” şeklinde okunduğu gibi, "derc" halinde kesre ile yetinmek suretiyle, ya'yı terkeden kimselere göre, vakf yapılması halinde, nûn'un sükûnu ile, “Ekramen” ve “Ehânen” şeklinde okunurlar. 17Âyetin tefsiri için bak:20 18Âyetin tefsiri için bak:20 19Âyetin tefsiri için bak:20 20"Hayır. Siz bilakis yetime iyilik etmezsiniz. Yoksula yedirmek için birbirinizi kandıramazsınız. Mirası helal, haram demeyip alabildiğinize yersiniz. Malı pekçok seversiniz..." . Bil ki Allahü teâlâ, onların o şüphelerini nakledince, “Kellâ” "Hayır" buyurmuştur. Ki bu, insanı, söylediği sözden vazgeçmeye davet eden bir ifadedir. İbn Abbas, ayetteki mananın "Benim nezdimde kerim olduğu için onu zenginlikle; yine benim nezdimde hor ve hakir olduğu için berikini de fakirlikle imtihan etmiş değilim..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Tam aksine bu, ya ehl-i sünnet açısından, sırf kaza, kader, meşiet ve herhangi bir sebebe bağlanmaktan uzak bir hükümden dolayıdır; yahut da, Mutezileye göre, sadece Cenâb-ı Hakk'ın bilebileceği gizli bir maslahattan dolayıdır. Binâenaleyh, bu demektir ki, Allah kafirin rızkını bolca verir, ama bu, kafir O'nun nezdinde kerim olduğu için değil; mü'minin rızkını da kıt verir, ama bu da, mü'min O'nun nezdinde hor ve hakir olduğu için değil... Cenâb-ı Hak, onlaın o şüphelerini nakledince, adeta, "Tam aksine onların bu sözden daha şerli fiilleri vardır. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, onlara mal çokluğu ile ikramda bulunup, fakat buna mukabil onların, o maldan, yetime yapmaları gereken ikramı yapmamalarıdır" buyurarak, "Hayır. Siz bilakis yetime iyilik etmezsiniz" demiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ebû Amr, “Lâ tukrimune” fiilini, hem de bundan sonra gelen fiilleri yâ ile okumuştur. Bu böyledir, zira önce "insan"dan bahsedilip, bu insan sözüyle de cins ve kesret kastedilince, insan da, gaıb lafzı üzere olan bir lafız olunca, “Yuhibbune” ve “Yukrimune” gibi kelimeleri de, buna hamlederek yâ ile okumuştur. Ama, bu fiilleri, “Tukrimune”, “Tuhâdune”, “Te'kulune” ve “Tuhibbune” şeklinde tâ ile okuyanlara gelince, kelamın takdiri, "Ey Muhammed, onlara şöyle şöyle söyle..." şeklinde olur. Mukâtil şöyle der: Kudame İbn Maz'un, Umeyye Ibn Halef'in evinde, bir yetim idi. Dolayısıyla Ümeyye onun hakkını vermiyor, onun hakkını yiyordu. Bu ayet onun hakkında indi. Yetime İkram Etmeme Ne Demektir? Bil ki, yetime ikramı terketme, birkaç şekildedir: 1) Ona iyi davranmamak. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksulu yedirmek için birbirinizi teşvik etmezsiniz" ifadesiyle buna işaret edilmektedir. 2) Onu, mirastaki belli ve kesin hakkından men etmek ve malını yemek... Cenâb-ı Hakk'ın, "Mirası helal haram demeyip alabildiğine yersiniz..." ayetiyle buna işaret edilmektedir. 3) Elinden malını almak... Cenâb-ı Hakk'ın, "Malı pekçok seversiniz..." ayetiyle de buna işaret edilmiştir. Yani, "Yetimlerin mallarını alır, onu, kendi malına katarsınız..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın “Velâ tehâddune alâ taâmi'l-miskin” ifâdesine gelince, Mukâtil, bunun manasının, "Hiçbir yoksulu yedirmezsiniz" şeklinde olduğunu, buna göre genel mananın, "O, yüce Allah'a inanmıyor, yoksulu yedirmeye de teşvik etmiyordu..." (Hakka, 69/34) ayetinde de olduğu gibi, "Sizler, onu yedirmeyi emretmiyorsunuz" şeklinde olur. Bu ifadeyi “tehâddune” şeklinde okuyan kimse, bu okuyuşuyla “tetehâddune” sığasını kastetmiştir ki, burada “tefeâlune” vezninin bir tâ'sı düşmüştür. Yani, "Birbirinizi teşvik etmiyorsunuz" demektir. İbn Mes'ûd'un kıraatinde ise, kelime “Elmuhâdduhu” masdanndan olmak üzere, tâ'nın dammesiyle “Velâ tehâddune” şeklinde okunmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Mirası, helal haram demeyip alabildiğine yersiniz..." ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Dil alimleri, “Et-turâsu” kelimesinin aslının “El-vurâsu” olduğunu, buradaki dammeli vâv'ın tâ'ya çevrildiğini, bunun tıpkı “vâcehu” fiilinden olan “El-vucâu”kelimesinin, “Et-tucâhu” şeklinde kalbolması gibi olduğunu söylemişlerdir. el-Leys, "el-lemm" kelimesinin, "yoğun topluluk, yığın" anlamına geldiğini, "kalabalık alay" anlamına gelen “ketibete melmumete” ifadesiyle, "çok sert taş" anlamına gelen “hacerun melmuhun” ifadelerinin bu manayı taşıdığını söylemiştir. Nitekim tirid yiyen kimse de, onu bir araya toplar, derken onu bir lokma haline getirir ve sonra da onu yer ki bu durum “Lememtu mâ ale'l-hivâni” deyimi ile anlatılır. Yani, "onda bulunanı derip toplayıp, lokma halin getirerek yedim..." demektir. İmdi, "el-lemmu" kelimesinin lügavi manası, toplamaktır. İfadenin tefsirine gelince, bu hususta birkaç vecih vardır: 1) Vahidî şöyle demiştir: "Müfessirler, Cenâb-ı Hakk'ın “Eklen lemmâ” ifâdesi hakkında, "çok, fazla bir yeyişle..." yorumunu yapmışlardır." Ne var ki bu, kelime manası yönünden bir hal yolu olup, tefsir değildir. Bunun tefsirine gelince, "lemmu" kelimesi bir masdar olup, "yeme" fiilinin sıfatı kılınmıştır. Bununla murad edilense, ismi fail manasıdır. Yani, "Derip toplayan, yemek suretiyle onun tamamını tüketebilecek olan bir acıkmış kimse gibi..." demektir. Zeccâc şunu söylemiştir: "Onlar, yetimlerin mallarını hem israf ederek hem de kendi mallarına katarak yiyorlardı. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Mirası, helal haram demeyip alabildiğine yersiniz.." buyurmuştur. Yani, "Yetimlerin mirasını alabildiğine yer, hepsini kendi elinizde toplarsınız" demektir." Hasan el-Basrî de "Onlar, hem yetimlerin paylarını yiyorlardı, hem de, onların sahiplerinin (veli, vasî) mallarını. Böylece, başkalarının paylarını kendi paylarına katıyorlardı" demiştir. 2) Meyyitten geriye kalan malın bir kısmı helaldir, bir kısmı şüphelidir, bir kısmı ise haramdır. Varis ise tamamını toplar. Yani, onu birbirine katar, hepsini alır ve yer. 3) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu ayetteki kınamanın, kolay bir yoldan, alınteri dökmeksizin mal elde edip de, onu harcamada israf eden, saçıp savurarak onu yiyen; böylece de, tıpkı batıl olup giden mirasçıların yaptığı gibi, şüpheli yiyecek, içecek ve haz vesilelerini birbirine katan varise müteveccih olması caizdir." Cenâb-ı Hakk'ın, “Vetuhibbune'l-mâle hubben cemmâ” "Malı pekçok seversiniz" ayetine gelince, Bil ki, cemm kelimesi de, "çokluk, kesret" manasına gelir. Nitekim Arapça'da, “Cemme'ş-şey'u, yecummu, cumumen” "Şey çok oldu - çok olur - çok olmak" ifadesi kullanılmaktadır. Bu ifade hem mal, hem de başka şeyler hakkında kullanılır. Meselâ “Şey'un cemimun ve câmmun” denilebilir. Ebû Amr da, “cemme, yecummu” kelimesinin çoğalmak..." anlamına geldiğini ifade etmiştir. Buna göre mana, "Onlar (sizler) malı çok mu çok, aşırı severler..." şeklinde olup, Cenâb-ı Hak böylece, onların sadece dünyaya hırs ve tamah gösterdiklerini, ahiret işinden ise yüz çevirdiklerini beyan etmiştir. 21Âyetin tefsiri için bak:23 22Âyetin tefsiri için bak:23 23"Hayır, asla... yer parça parça dağıtıldığı zaman, Rabbi'n(in emri) geldiği, melekler de saf saf (indiği zaman), ki o gün cehennem de getirilmiştir, insan o gün (herşeyi) hatırlayacak. Fakat hatırlamadan ona ne (fayda)!". Bil ki, buradaki “Kellâ” kelimesi onları bu işten men etmek için olup, onların fiillerini yadırgamayı dile getirmektedir. Yani, "Dünyaya ihtirasla yönelmek, bütün çaba ve gayreti ona hasretmek, sadece ona güvenip, ondan bir ölçü ile almayı terkederek, helal olsun haram olsun dünyalıktan yana ne varsa toplamak; öte yandan da, hesap ve cezanın da olmayacağını vehmetmek gibi kusurlar da durumun bu şekilde olması hiç de uygun değildir. Zira, hali böyle olan kimse, nedametin kendisine fayda vermediği zaman nadim olur; "ömrümü ah keşke, salih ameller ve ölçülü dünya malı ile Allah'a yaklaşmak uğrunda tüketseydim ya!.." diye temennide bulunur" demektir. Birinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "yer parça parça dağıtıldığı zaman" ayetinin beyan ettiği husus. Halil şöyle demiştir: “Dekke” kelimesi, "duvarı, dağı kırmak.." anlamına gelir. Bu kökten gelen “Ed-dekdâke” kelimesi de, "yurt edinilmiş, sert kum tepesi..." anlamındadır. Aynı şekilde, yere batması sert ve ağır olan adama da, “Raculun mudikkun” denilir." Müberred de şöyle demiştir: “Eddâku” kelimesi, yüksek olan şeyi, yayarak alçaltmaktır. Devenin hörgücü de sırtında yayıldığı zaman, “İndeke sinâmu'l-bairi” denilir. Böylece olan deve için de, “Nâkatu dekâu” denilir. Döşemesi ve yaygısı düz olduğu için de, satış yerine, "ed-dükkân" denilir." Halil'in açıklamasına göre dekk kelimesinin manası, yer sarsıldığı zaman, onun üzerinde bulunan dağları, ağaçları, her şeyi kırmak ve onun üzerinde hiçbir şey bırakmamaktır. Müberred'in açıklamasına göreyse, bu ayetin manası şudur: "Yer yüzü, dümdüz döşeme gibi olacak, üzerindeki evler, köşkler ve diğer yapılar yıkılacak, adeta, dümdüz ve cascavlak bir sahraya dönüşecek.." Bu, aynı zamanda, İbn Abbas'ın, "Kıyamet gününde yeryüzü yayılıp uzatılır" şeklinde açıklamasının da manasıdır. Yer Engebelerinin Dümdüz Oluşu Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın “Dekken dekken” ifâdesindeki tekrarın manası şudur: "O, üst üste kırılacak, dökülecek." Bu senin tıpkı, "Onu, koru koru hesapladım, harf harf anladım..." demen gibidir. Yani, "Allah, onu, üst üste gelen dabelerle kıracak, o da, saçılmış zerrelere dönecek..." demektir. Bil ki bu kırıp dökmenin, kıyamet zelzelesinden sonra olması gerekir. Yeryüzü ise, ardarda sarsılıp peşpeşe hareket ettirildiğinde ise, üzerinde bulunan dağlar parçalanır, tepeler yok olur, boşluklar dolar, böylece yeryüzü dümdüz bir hale gelir. Bu, dünyanın bir enkaz haline geldiği zamandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün sarsan sarsar. Onu, peşinden gelen izler..." (Nâziat, 79/6-7), "Yer ve dağlar yerinden taşınıp da, bir çırpıda unufak edildiğinde..." (Hakka, 69/14) ve "Yer, bir sarsılışla sarsıldığında; dağlar da hurdahaş edildiğinde..." (Vakıa, 56/4-5) buyurmuştur. İkinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Rabinin emri geldiği, melekler de saf saf indiği zaman..." ayetinin ifade ettiği husus. Bil ki, akli delil yoluyla, Allah hakkında "hareket" muhaldir. Çünkü, böyle olan her şey, cisimdir. Cismin ise, ezelî olması imkansızdır; bu sebeple, bu konuda tevile gitmek gerekir. Bu da şöyle olur: Ben, "muzaf"ın hazfedilip, "muzafun ileyh"in onun yerine geçmesi kabilindendir. Sonra, bu "muzaf" nedir o halde? Bu hususta birkaç izah şekli mevcuttur: 1) Bu, "Rabbimin muhasebeye ve hesaba çekmeye dâir emri geldi..." demektir. 2) Bu, "Rabbimin önüne geçilemez gücü, kahrı geldi..." demektir. Nitekim, “Câe lenâ Benu Ümeyyete” denilir ki, bu, "Onların kahrı ve gücü bize ulaştı..." demektir. 3) "Rabbimin yüce ayetleri geldi..." demektir. Çünkü bu, kıyamet gününde olur. Bu günde ise, en büyük ve en muazzam ayetler tezahür eder. Böylece bunların gelmesi, o ayetleri tazim ve tebcil etmek için âdeta, Allah'ın gelmesi gibi addedilmiştir. 4) "Rabbimin zuhuru geldi, vâki oldu..." demektir. Bu böyledir çünkü o günde marifetullah, Allah'ı bilme, zaruri olur. Bu da, O'nun tıpkı, mahluka zuhur edip, tecelli etmesi gibi olur. İşte bundan dolayı, “Vecâe Rabbuke” denilmiştir. Yani, "Şüpheler zail oldu, şekler kalktı.." demektir. 5) Bu, Allah'ın ayetlerini zuhur etmesinin bir temsili ve O'nun kahr ve gücünün alametlerinin beyanıdır. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın bu konudaki durumu, hükümdarın bizzat gelişine benzetilmşitir. Zira, onun bizzat gelmesiyle ortaya çıkan heybet ve azamet, onun bütün askerlerinin gelmesiyle ortaya çıkacak olandan çok çok fazladır. 6) Buradaki Rabb kelimesi Mürabbî anlamındadır. Muhtemelen bu da, bir melek olup, meleklerin en büyüğüdür ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i terbiye eden de O'dur. Böylece “Vecâe Rabbuke” ifadesinden kastedilen de, bu melektir. Ayetteki, “Ve'l-meleku Saffen saffâ” ifadesinin manası, "Bütün semaların melekleri iner de, bütün ins ve cinleri kuşatarak, saf saf olurlar.." şeklindedir. Üçüncü Sıfat: Ayetteki “Vecie yevmeizin bicehenneme” "ki o gün, cehennem de getirilmiştir" cümlesinin ifade ettiği husus olup, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Cehennem de azgınlara gösterilince..." (Şuara, 26/91) ayetidir. Bir kısım müfessir şunu söylemiştir: "Cehennem kıyamet gününde, yetmişbin tane gem ile gemlenerek getirilir ki, her gemin yanında da, onu sürükleyen yetmişbin melek bulunur. Derken o, Arş'ın solundan akar da, melekler öylesine kaçışırlar ki... Şayet bırakılsaydı, bütün oradakileri yakardı..." Kelamcılar şöyle demektedirler: Cehennemin yerinden ayrılmayacağı malumdur. O halde, ayetteki,”Veburrizet” (Şuarâ, 26/91) kelimesinin manası, "mahlukat onu görsün, kafir de, kendisinin yerinin orası oluduğunu anlasın diye... gözüktü..." şeklindedir. Kıyamet Günü İnsan Bütün Amellerini Hatırlar Daha sonra Cenâb-ı Hak “Yevmeizin yetezekkeru'l-insânu” "insan o gün (herşeyi) hatırlayacak..." buyurmuştur. Bil ki, kelamın takdiri, "Yer parça parça olup, şöyle şöyle olduğu zaman, şu şu meydana geldiğinde, insan hatırlar" şeklindedir. İnsanın hatırlamasının ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir: 1) "O, yapamadığı, kusurlu olduğu şeyleri hatırlar" demektir. Zira, insanın, dünyada iken, bütün gayret ve çabası, dünyalık elde etmekti. Daha sonra bu kimse, ahirette, bunun bir sapıklık ve dalalet olduğunu, kendisine (dünyada iken) düşenin, bütün himmet ve gayretini, ahireti elde etmek için sarfetmesi olduğunu anlar ve hatırlar. 2) “Yetezekkeru” "öğüt alır" demektir. Buna göre mana, "o, dünyada iken öğüt almıyordu. Ama, ahirete varınca, öğüt almaya başlar da, "Ah keşke bir daha dünyaya döndürülsek de, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak... (ne olur!)..." (En'am, 6/27) der. 3) Hatırlar, "yani tevbe eder" demek olup, bu mana, Hasan el-Basrî'den rivayet edilmiştir. Daha sonra da, Cenâb-ı Hak ona, "Onun için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine açıklayan bir peygamber geldiği halde" (Duhân, 44/13) demiştir. Bil ki, ayetteki “Yetezekkeru” ifadesiyle, O'nun, “Ve ennâ lehu'z-zikrâ” ifadesi arasında bir çelişki vardır. Binâenaleyh, burada bir muzaf'ın takdir edilmesi gerekir. Buna göre mana, "Onun için, o öğütten faydalanma neredeki? Heyhat, bu imkansız!" şeklinde olur. Bu ayete, şöylesi itikadi bir mesele raci olur. bize göre, tevbelerin kabulü, aklen Allah'a vacib değildir. Mu'tezile ise, bunun, aklen Allah'a vacib olduğunu söyler. Biz diyoruz ki, bizim görüşümüzün delili şu olur: Burada ayet, insanın, ahirette, dünyada iken yaptığı şeylerin kendisi için faydalı olmadığını; yapmadığı şeylerin ise daha faydalı olduğunu anlamış olduğuna delalet eder. O bunu anladığı an, mutlaka bundan dolayı pişmanlık duyması gerekir. Böyle bir pişmanlık husule gelince de, tevbe meydana gelmiş olur. Ama daha sonra, Allahü teâlâ'nın, "Fakat hatırlamadan ona ne (fayda)!" ifadesi ile, bu tevbenin fayda vermediğini belirttiğini görmekteyiz. Böylece de, tevbenin, kabulünün, aklen, Allah'a vacib olmadığını anlamış oluyoruz. İmdi, şayet, "O günahkârlar, yaptıklarına, yaptıklarının kötü olması sebebiyle pişman olmuş değillerdir. Tam aksine, ilahi ceza terettüp ve tahakkuk ettiği için pişmanlık duymuşlardır. İşte bu sebeple de, hiç şüphesiz tevbe sahih olmamıştır" denilirse, biz deriz ki günahkârlar, çirkin olan şeylere nedamet duymanın, -bu nedametin faydalı olabilmesi için- mutlaka çirkin olması yüzünden olduğunu bildiklerine göre, pişman oluşlarının işte bu yüzden olması gerekir. Bu durumda da, kabul olunmamasına rağmen, onlar sahih bir tevbe yapmış olabilirler. Böylece de bizim görüşümüz sahih ve doğru olmuş olur. Keşke Ahiretim İçin Çalışsaydım Daha sonra Cenâb-ı Hak bu insanın dediğini açıklamak üzere: “Yekulu yâleyteni kaddemtu lihayati” 24"Ah, diyecek, keşke hayatım için önden salih ameller yapsaydım..." buyurmuştur. Ayetle ilgili olarak birkaç izah var: 1) Bu "Keşke ben, bu sonsuz hayatım için sonlu dünya hayatımda iken birşeyler yapmış olsaydım" demektir. Hak teâlâ burada, "hayatım için" kelimesini kullanmış, "Şu hayat için" dememiştir. Çünkü bu, "Hayat, ancak ahiret yurdundaki hayattır" demektir. Çünkü Allah, "Şüphesiz, ahiret yurdu, hayatın ta kendisidir" (Ankebût, 29/64) buyurulmuştur. 2) Allahü teâlâ kafirler hakkında "Ölüm ona her taraftan gelir, ama o ölemez" (İbrahim, 14/17), "Onun için cehennem vardır. O orada, ne ölür, ne de dirilir" (Taha, 20/74), "En şaki olan ise ondan kaçınır. O, en büyük ateşe girecektir. Sonra orada ne ölür, ne de dirilir" (A'lâ, 87/11-13) buyurmuştur. Şu halde bu ayet, cehennemliklerin ahirette sanki bir hayatları olmadığına delalet eder. Buna göre mana, "Keşke ben, dünyada ateşten kurtulmamı sağlayacak ameller yapmış olsaydım da, böylece ahirette hayata kavuşan kimselerden olsaydım" şeklinde olur. 3) Mana, "Keşke ben, dünyada yaşarken bir takım şeyler sunu verseydim" şeklindedir. Bu tıpkı, "Receb ayının onunda ona geldim" demen gibidir yani, “Ci'tuhu liaşri leyâli halevne min Recebin” cümlesinde lâm vakit ifade ettiği gibi ayetteki “lihayati” deki lâm da zaman ifade eder. Mutezile'nin Ayetle İlgili Tesbiti Mutezile bu ayete dayanarak, insanların iradelerinin; kendi ellerinde olduğunu, işlerinin kasıt ve iradelerine bağlı. olduğunu; taattan engellenmediklerini, isyana ve inkara zorlanmadıklarını söylemiştir. Buna şöyle cevap verilir: Onların fiilleri, kendi niyet ve maksadlarına bağlıdır. Şimdi eğer bu niyet ve maksadları da bir başka niyete bağlı ise, bundan teselsül gerekir. Yok eğer bunlar tamamen Allah'ın iradesine bağlı ise, Mu'tezilî inanç batıl olur. 25Âyetin tefsiri için bak:26 26"Artık o gün, O'nun azabı gibi hiç kimse azab edemez ve O'nun vurduğu bağ gibi de hiç kimse bağ vuramaz". Bu ayetle ilgili olarak iki mesele var: Hemen hemen bütün kıraat imamları, buradaki fiilleri, ayne'l-fiilinin kesresi ile, “Yusiku” ve “Yuazzibu” şeklinde okumuşlardır. Mukâtil şöyle der: "Bunun manası, "İşte o gün, hiçbir mahluk, Allah'ın azab edişi gibi azab edemez ve O'nun bağ vuruşu gibi, bağ vuramaz" şeklindedir ki bu da, "Azab etme ve bağ vurmada, Allah'ın ulaştığı noktaya, mahlukattan hiç kimse ulaşamaz" demektir. Ebû Ubeyde, bu tefsirin zayıf olduğunu ileri sürerek şöyle der: "Çünkü kıyamet gününde Allah'tan başka azab eden yoktur. O halde daha nasıl, "Hiç kimse, Allah'ın azabı gibi, azab edemez" denilebilir. Bu itiraza şu bakımlardan cevap verilebilir: 1) Ayetin takdiri, "Dünyada iken hiç kimse, Allah'ın bu gün (ahirette) kafire yaptığı azab gibi azab edemez ve dünyada iken hiç kimse, Allah'ın bu gün, kafirin vurduğu bağ gibi bağ vuramaz" şeklinde olup, bu da, "şiddet ve kuvvet hususunda O'nun azabı ve bağ vuruşu gibi, hiçbir azab ve bağ vuruş olamaz" demektir. 2) Mana, "Kıyamet günü Allah'ın yapacağı azabı, hiç kimse üstlenemez, yani o gün emir O'nun emridir. Başkasının emri orada geçmez" şeklindedir. 3) Ebû Ali el-Farisî'nin görüşüne göre, kelamın takdiri, "Hiçbir zebani (azab meleği), kafirlerin çektiği azab gibi azabta bulunamaz" şeklindedir. Buna göre, ayetteki, "onun azabı" ifadesindeki "onun" zamiri, ayne'l-fiilin fethası ile, “Lâ yuazzebu” ve “Velâ yusiku” "Azab olunmaz - bağlanmaz" şeklinde okumuştur. Ebû Ubeyde bu kıraati tercih etmiştir. Ebû Amr'ın ömrünün sonlarına doğru bu kıraata döndüğü rivayet edilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu iki fiili, fethalı okuduğu rivayetini görmüştür, Bu durumda, fiillerin naib-i faili, "insan" olmuş olur. Ayette bahsi geçen "insan"ın, Ubeyy b. Halef kafiri olduğu söylenmiştir. Kisâî'nin; kıraatine göre şu iki tefsir yapılabilir: 1) Küfürde ve fesatta en ileri noktaya vardığı için, hiç kimse o insan gibi azablanmaz ve hiç kimseye buna vurulan zincir ve bukağılar vurulmaz. 2) "Hiçbir insan, kafirin azabı gibi azablanmaz." Bu manaya göre ayet, "Hiç kimse, başkasının yükünü (günahını) çekmez" (İsra, 17/15) ayeti gibi olmuş olur. Vahidî bu tefsir ve görüşün, en uygun izah olduğunu söylemiştir. “Azab” ve “Vesâk” Kelimeleri Hakkında Her iki kıraata göre de, ayette geçen "azab", ta'zîb (azab etme) manasına, "vesâk" da, tıpkı "atâ" kelimesinin, şairin şu beytindeki "i'tâ" (verme) manasına gelişi gibi, "îsâk" (bağlama) manasınadır. "Ölümü senden dönderdikten ve sana, bol bol otlayan yüz hayvan verdikten sonra nankörlük mü yapacaksın?!" 27Âyetin tefsiri için bak:28 28"Ey mutmain nefis, sen O'ndan razı O senden razı olarak, dön Rabbine". Bil ki Allahü teâlâ, dünyaya meyledenlerin halini anlatınca, Kenisini tanıma ve kulluğu yerine getirme yolunu seçenlerin, halini anlatmak için: "Ey mutmain nefis..." buyurmuştur ki, bununla ilgili olarak şöyle birkaç mesele var: İnsanın İhbar Manasında Kullanılması Bu ifadenin takdiri, "Allah, mü'min kuluna, "Ey o ruh, ey o can..." demiştir" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ya, tıpkı Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile dünyada iken konuşması gibi, o kuluna bir ikram olsun diye, kuluyla bizzat konuşmasıdır, yahut da bir melek vasıtasıyla kuluna hitab etmesidir. Kafffil şöyle der: "Her ne kadar bu hitap, zahiren bir emir ise de, mana bakımından bir haber cümlesi olup, takdiri, "Şüphesiz nefis mutmain olduğu zaman, Allah'a döner. Allah da ona, "Kullarım arasına, cennetime gir" der" şeklindedir." Kaffâl sözüne şöyle devam eder: "Emir cümlelerinin, haber cümlesi manasında kullanılmaları, arap dilinde pek çoktur. Bu, mesela arapların, "Utanmasan, istediğini yap", yani, "o zaman istediğini yaparsın" şeklindeki sözleri gibidir." "İtmînân", "karar kılma - sebat etme" demektir. Bu karar kılışın nasıl olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Nefsin (ruhun), Hak ile içice yaşaması ve onu, hiçbir şek-şüphenin yenip, mahcup edememesi... Bu, "Fakat kalbim mutmain olsun diye (bunu istiyorum)" (Bakara, 2/260) ayetinden anlaşılan manadır. 2) Emîn, kendisine güvenen nefis, hiçbir korku ve kederin kendisini rahatsız etmediği bir candır. Bu tefsiri, Ubeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)'ın “Yâ eyyetuhe'n-nefsu'l-mutmainneh” şeklindeki kıraati da destekler. Bu hususiyet, nefse bazan ölüm esnasında, "Korkmayın, üzülmeyin. Cennetle müjdelenin (müjdeler olsun cennet sizin)" (Fussilet, 41/30) hitabını duyduğu zaman; bunun ba's (diriliş) esnasında ve hiç şüphesiz cennete girerken hasıl olur. 3) Aklın hakikatlerine de uygun bir tefsire göre şöyle diyebiliriz: Hem nakli, hem de akli deliller, böylesi bir itminanın, ancak zikrullah ile meydana geleceğinde mutabıktırlar. Bu husustaki nakli delil, "Dikkat edin, ancak Allah'ın zikriyle kalbler mutmain olur" (Rad, 13/28) ayetidir. Akli delil ise, şu iki şekildedir: 1) Aklî kuvvet, sebepler zincirinde yükselmeye başladığında, her ne zaman zatı gereği "mümkin" bir sebebe varıp ulaştığında, akıl, bu sebebin başka bir sebebi olduğunu bilir, dolayısıyla burada durmaz, aksine herşeyden, daha üst şeye geçip tırmanmaya devam eder. Derken bu tırmanış, ihtiyaçların son bulduğu, zaruretlerin nihayete erdiği, zatı gereği vacibü'l-vücûd olan o yüce varlığa varıp dayanır. Binâenaleyh ihtiyaçlar o yüce varlığın katında sona erince, akıl da orada durur ve O'na yönelir ve artık O'ndan başkasına geçmez-yönelmez. Binâenaleyh akli kuvvet her ne zaman, mümkin varlıklardan birine dikkat etse ve ona yönelse, o şeyin yanında karar kılması imkansız olur. Fakat akıl, vacibü'l-vücûd'un celaline bakıp, herşeyin O'ndan olduğunu anladığında ise, bundan başkasına geçmesi imkansız olur. Böylece itminan'ın ancak vacibü'l-vücûd'un zikri ile elde edilebileceği sabit olur. 2) Kulun sınırsız ihtiyaçları vardır. Allah'ın dışındaki herşey, Allah'ın imdadı müstesna, bekası ve kuvveti sonlu şeylerdir. Sınırsız-sonsuz olan ise, sonlu ile kuşatılamaz. Binâenaleyh kulun sınırsız ihtiyaçları karşısında, itminanın-istikrarın olabilmesi için, ancak Allah'ın sonsuz kemalinin bulunması gerekir. Böylece marifetullahı, Allah'dan başka bir maksad ile tercih eden hiçbir kimsenin mutmain olamayacağı; onun nefsinin de, nefs-i mutmainne olamayacağı; ama marifetullah'ı, başka şey için değil, ancak O'nun için isteyenin nefsinin ise, "nefs-i mutmainne" olacağı sabit olur. Böyle olan herkesin ünsiyeti Allah Sübhanehû ve Teâlâ ile, arzusu, Allah'a yönelik; bekası yine Allah ile, sözü Allah ile beraber olmuş olur. İşte bu sebeple de böylesi canlara, dünyadan ayrılırken, "Sen O'ndan razı, O, senden razı olarak dön Rabbine" denilir. Bu, insanın, ancak ilahi tefekkür kuvveti açısından veya tecrid ve tefridde (yani insanlardan uzak, tek başına olmada) kamil olduğunda faydalanabileceği bir sözdür. Nefsin Mahiyeti ve Mertebeleri Bil ki Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de, mutlak "nefis"den bahsederek, "nefse ve onu düzenleyene..." (Şems, 91/7); "Sen nefsimdekini bilirsin, ama ben senin nefsindekini bilemem" (Maide, 5/116); "Hiçbir nefis, göz aydınlığı olarak kendileri için (cennette) neler sakladığını bilmez" (Secde, 32/17) buyurmuştur. Bazan "nefs"i, kötülükleri alabildiğine emreden birşey olarak niteleyerek, "Şüphesiz nefis, alabildiğine kötülüğü emreder" (Yusuf, 12/53) buyurduğu gibi; bazan da, "Levvâme" (çok kınayan) (Kıyame, 75/2) diye tavsif etmiştir. Bazan da, bu ayette olduğu gibi, "mutmainne" diye tavsif etmiştir. Bil ki senin zatının ve hakikatinin, bizzat kendisi (nefsi) "Ben yaptım. Gördüm. Duydum. Öfkelendim. Arzu ettim. Hayal ettim. Hatırladım" gibi ifadelerinde kendisinden "Ben" diye bahsederek işaret ettiğin şeydir. Fakat bu işaretle kendisine işaret edilen şey, şu iki sebepten ötürü, şu gördüğümüz bünye değildir: 1) "Ben" demek suretiyle kendisine işaret ettiğin şey, bu belli bünye malum değil iken, bazan malum olabilir. Halbuki malum olan (bilinen), malum olmayandan başkadır. 2) Bu bünyenin cüzleri, her an değişmektedir. Halbuki "ben" diye işaret ettiğin şey, değişmemektedir. O halde, zarurî ve kesin olarak, benim yirmi yıl önce mevcut olan şey olduğunu biliyorum. Halbuki değişen, değişmeyenden başkadır. Binâenaleyh "nefis" (bazı), bu bünye değildir. Sen, "Bir takım kimseler, "Nefis, cisim değildir. Çünkü biz, uzayabilen, derinliği ve genişliği olan, belli bir yer tutan, bir hakikati bulunan bir maddeyi bilmediğimiz halde, "Ben" demek suretiyle ona işaret etmeyi düşünebiliyoruz. Halbuki malum olan, malum olmayandan başkadır" diyorlar" diyebilirsin. "Nefis" ile ilgili karşı örüşe verdiğimiz cevabı, Lubâbu'l-işârât adlı kitabımızda yer almaktadır. Bazı kimseler de, "nefs"in, cismanî bir cevher, latif, saf, enasır-ı erbaadan meydana gelmiş kütlelere (maddelere) benzemekten uzak, nurani, semavi ve mahiyet itibariyle süfli (yerel) maddelerden farklı bir şey olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh o cevher, bu kesif (maddi) bedene girdiğinde, beden can bulur. O bunu terkettiğinde ise, beden ölür. Birinci takdire göre, "tedbir" ve "tedbiri terketme" manasında, bu nefis, gelmekle dönmekle tavsif edilebilir; ikinci takdire göre ise, gelme-dönme, hakiki manada olmuş olur. Eskilerden, nefsin ezelî ve ebedî olduğunu iddia edenler vardır. Bunlar, bu ayeti delil getirerek, "Bu, ancak bedenden önce de mevcut olan birşeye söylenebilecek bir sözdür" demişlerdir. Bil ki bu iddia, bu sözün ne zaman söylendiği meselesine dayanır. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, ancak insan ölürken, söylenmiş bir hitabtır. Buna göre bu, ruhların bedenlerden önce (ezelî) olduğunu söyleyenlerin görüşünü kuvvetlendirir. Fakat ruhların (nefislerin), bedenlerden önce oluşundan, onların kadîm (ezelî) oldukları neticesi çıkmaz. 2) Bu hitab, öldükten sonra dirilişin gerçekleştiği ve kıyametin tahakkuk ettiği zamanla yapılmıştır. Buna göre mana, "Rabbine, yani Rabbin mükafaatlarına dön, kullarımın arasına, yani kendisinden çıktığın bedene gir" şeklindedir. Mücessimenin Ayet Hakkındaki Yorumu Mücessime, Hak teâlâ'nın “İlâ Rabbike” "Rabbine" ifâdesine tutunarak, buradaki “İlâ” harf-i cerrinin, inkita-ı gaye (mesafenin sonu) için olduğunu belirterek, (Cenâb-ı Hakk'ın bir mekanda olduğunu iddia etmişlerdir). Ama, bunun cevabı, ayet, "Rabbinin hükmüne, yahut Rabbinin mükafaatına, yahut da Rabbinin ihsanına dön" takdirindedir. Biraz önce bahsettiğimiz, akli kaideye varıp dayanan hakiki cevab ise şöyledir: Akli kuvvet, kendi akli seyri içerisinde vâcibü'l-vücûd bir zata varıp dayanıncaya değin, bir mevcuttan başka bir mevcuda, bir sebebten diğer bir sebebe geçip durur. Böylece işte burada, gayeler-mesafeler son bulur, hareketler sona erer. “Râdiyeten Merdiyyeten” İfadesi Hakkında Ayetteki, “Râdiyeten merdiyyeten” ifadesi, "verdiği mükafaatla sen O'ndan razısın; senin dünyada yaptığın amellerden ötürü de O senden razıdır" manasınadır. Bunun doğruluğunun delili, rivayet edilen şu husustur: "Rivayet olunduğuna göre, bir adam Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında bu ayetleri okumuş, bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) "Ne kadar güzel" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Melek bu sözü sana da söyleyecektir" buyurmuştur. 29Âyetin tefsiri için bak:30 30"Haydi gir kullarımın içine, gir cennetime". Bu ayetle ilgili olarak iki mesele var: Nüzul Sebebi: Hubeyb (radıyallahü anh)'in Şehadeti Bu ayetin, Hazret-i Hamza b. Abdulmuttalib (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğu ileri sürüldüğü gibi, Mekkeli müşriklerin çarmıha gerdiği Hubeyb b. Adiyy (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Mekkeliler, Hubeyb'i çarmıha gererken Medine'ye doğru çevirmişlerdi. Bunun üzerine Hubeyb, "Allahım, eğer katında iyi bir kul isem, yüzümü, Senin beldene doğru çevir" dedi. Allahü teâlâ da, onun yüzünü oraya, yani Mekke'ye (Kâ'be'ye) doğru çevirdi. Artık hiç kimse onun yüzünü başka tarafa çeviremedi. Sen, nazar-ı dikkate alınması gereken şeyin, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, ayetin lafzının umumi manası olduğunu bilmektesin. Ayetteki, "Gir kullarımın içine" hitabı, "Mukarreb kullarımın içine gir" demek olup, bu kıymetli bir haldir. Çünkü yüce ve kutsi ruhlar, cilalı aynalar gibi olurlar. Bir kısmı bir kısmına eklendiğinde, bir araya getirildiklerinde, aralarında, cilalı aynaların birbirlerine karşı tutulmaları halinde ışığın birinden diğerine aksetmesiyle meydana gelen duruma benzer bir durum meydana gelir. Böylece de herbirinde ayrı ayrı gözüken şey, hepsinde birden gözükür. Tümünde gözüken şey de, herbirinde ayrı ayrı gözükmüş olur. Velhasıl bu bir araya gelme, saadetlerin tekamülüne ve ruhani derecelerin artıp büyümesine sebep olur ki işte bu mana, Hak teâlâ'nın, "Ama o, ashab-ı yemin'den ise... Sana ashab-ı yemin'den selam olsun" (Vâkıa, 56/90-91) ayetinden kastedilen manadır ve bu ruhani mutluluğun ta kendisidir. Daha sonra Hak teâlâ, 'gir cennetime" demiştir ki bu da maddi mutluluğa işarettir. Ruhani cennet, saidler hakkında, ölümden sonraya bırakılmayacağı için, Hak teâlâ, “Fedhuli fi ibadi” "Haydi gir kullarımın içine" buyurarak, bu ifadeyi tâ-i takibiyye ile getirmiştir. Maddi cennetleri elde etmek ise, ancak büyük kıyametin kopmasından sonra söz konusu olunca, “Fedhuli fi cenneti” buyurarak, bu ifâdeyi fâ ile değil, vav ile getirmiştir. Allah Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir, salat-u selâm efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿