BELED SURESİBu sûre, yirmi ayet olup, Mekkî'dir. 1Âyetin tefsiri için bak:4 2Âyetin tefsiri için bak:4 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Şu beldeye yemin ederim. Sen bu beldeye helal iken, babaya da evlada da yemin ederim ki, Biz insanı andolsun meşakkat içinde yarattık". Müfessirler, bahsedilen "belde"nin, Mekke olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bil ki Mekke'nin fazileti malumdur. Çünkü Allahü teâlâ orasını, emin (emniyetli) bir "Harem" kılmış ve orada bulunan mescid (Ka'be) hakkında da, "Kim oraya girerse, emin olur." (Al-i imran, 3/97) buyurmuş ve bu mescidi, doğu ve batıdaki, bütün insanların kıblesi kılarak, "Nerede olursanız olun, yüzünüzü (namazda) Mescid-i Haram'a çevirin" (Bakara, 2/144) buyurmuş; "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" (Bakara, 2/125) emriyle, oradaki Makam-ı İbrahim'in kıymetli bir yer olduğunu ortaya koymuş, insanlara Beytullah'ı ziyaret etmelerini emrederek, "Allah için, insan üzerinde beytullahı ziyaret etmeleri hakkı vardır" (Al-i İmran, 3/97) buyurmuştur. Yine Beytullah hakkında, "Hatırla o vakti ki Biz, insanların sevab elde edecekleri ve emin olacakları bir yer kıldık" (Bakara, 2/125); "Hani Biz, İbrahim'i, Beytullah'ın yerinde, "Bana hiçbirşeyi şirk koşma diyerek, yerleştirmiştik" (Hacc, 22/26) ve "Her bir binek üzerinde, uzak beldelerden (hacc için) gelirler" (Hacc, 22/27) buyurmuş ve bu beldede avlanmayı haram kılmış, Beyti'l-Mamûr'u, tam buranın hizasına gelecek şekilde dünya semasına koymuş, dünya da buranın altından döşenmeye başlanmıştır. İşte bu ve daha nice faziletler, Mekke'de bulunduğu için, Allahü teâlâ bu ayette Mekke'ye yemin etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Sen bu beldeye helalsin" ifâdesi ile şu manalar kastedilmiştir: 1) "Sen bu beldedesin, oraya girmiş (hulul etmiş) ve orada konaklamışsın." Buna göre Hak teâlâ sanki Mekke'yi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in orada ikamet etmesinden ötürü, ululamıştır. 2) "Hill", helal manasınadır. Bu, "Kafirler bu beldeye saygı duyuyor ve burada herhangi bir saygısız iş yapmıyorlardı. Ama buna ve Allah'ın sana peygamberlik görevi vererek ikramda bulunmasına rağmen, sana eziyet etmeyi helal sayıyorlar. Yolunu, imkanını bulsalar, şüphesiz seni öldürürler bile. Binâenaleyh sen onların inancına göre, onlar için helalsin başkasına gösterdikleri saygıyı sana göstermiyorlar." Şurahbil'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onlar, Mekke'de avlanmayı, ağacını kesmeyi bile haram sayarlarken, beni oradan çıkarmayı ve öldürmeyi helal addediyorlar." Bu ifadede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, davasında sebatlı kılma ve Mekkelilerden ötürü, canının yandığı şeylere katlanmaya teşvik ve onların kendisine olan düşmanlıkları hususundaki hallerine şaşmaya davet yatmaktadır. 3 Katâde, bu ayete, "Sen günahkar değilsin, Mekke'de dilediğin kimseleri öldürmen sana helaldir" manasını vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Mekke'nin kapılarını Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e açmış ve Mekke'yi ona helal kılmıştır. Böyle bir fetih, ondan önce hiç kimseye nasib olmamıştır. Böylece istediğini helal, dilediğini haram kılmış ve istediği gibi hareket etmiş. Böylece Kâ'be'nin örtüsüne tutunmuş olan, Abdullah b. Hatel ile Makîs b. Sababe ve diğerlerini öldürtürken, Ebû Süfyan'ın evine girenleri öldürmeyi haram saymıştır. Daha sonra da şöyle demiştir: "Allah, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, Mekke'yi haram (saygın) bölge yapmıştır. Binâenaleyh Mekke, kıyamet kopuncaya kadar, haramdır. Benden önce hiç kimse için mubah olmamıştır. Benden sonra da hiç kimseye mubah olmayacaktır. Bir gündüz, bir saat müstesna bana da helal kılınmadı. Dolayısıyla onun ağaçları kesilmez, otları koparılmaz, av hayvanı ürkütülmez (avlanılmaz), yitiği ancak kaybeden için haleldir." Buhari, İlim, 37; Tirmizi, Hacc, 1 (3/173) (Benzer Hadis). Bunun üzerine Hazret-i Abbas (radıyallahü anh), "Ey Allah'ın Resulü izhîr otu hariç olsun, çünkü o evlerimiz ve kabirlerimiz içindir" deyince, Peygamber (aleyhisselâm), "İzhîr otu hariç..." buyurmuştur. Buna göre eğer, "Bu sûre Mekki'dir. Halbuki "Sen bu beldeye helalsin, gireceksin" ifadesi ise, hal cümlesidir, şimdiki zamanı ifade eder. Bahsettiğiniz bu hadise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine'ye hicret edeceği müddetin sonunda meydana gelmiştir. Binâenaleyh bu iki husus nasıl te'lif edilebilir?" denirse, biz deriz ki: Lafız bazan şimdiki zaman için olur, ama manası müstakbel (gelecek zaman) için olabilir. "Sen ölüsün" yani öleceksin" (Zümer, 39/30) ayetinde olduğu gibi... Bu tıpkı kendisine ikram ve bağış va'dinde bulunduğun kimseye, "Sen, ikram olunmuşsun, sana bağış yapılmıştır" demen gibidir. Halbuki bu tür ifadelerin Cenâb-ı Hak tarafından kullanılması daha güzeldir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'a göre müstakbel (gelecek zaman), kendisini va'dinden menedecek hiçbir güç olmaması sebebiyle, şimdiki zaman gibidir. 4) Bu ayet, "Sen, bu beldede, Beytullah'a olan saygıdan ötürü, yapılması sana haram şeyleri hiç işlemedin. Ama, Allah'ı inkar, peygamberleri tekzib eden müşrikler ise böyle değildir. Allahü teâlâ bu beldeye yemin edince bu, bu beldenin alabildiğine faziletli olduğuna delalet etmiştir. Daha sonra da, “Ve ente hillun bihaza'l-beled” buyurmuştur ki bu, "Sen, bu muazzam mükerrem beldenin sakinlerindensin. Bu beldenin halkı, senin aslını, nesebini ve bir ömür boyu kötü işlerden temiz ve uzak olduğunu bilirler" demektir. İşte bu, Hak teâlâ'nın, "O (Allah) ümmîlere, kendilerinden bir peygamber gönderendir" (Cuma, 62/2), "Andolsun ki size, içinizden bir peygamber gelmiştir" (Tevbe, 9/128) ve "(Peygamberliğimden) önce, sizin içnizde uzun zaman bulunmuştum" (Yûnus, 10/16) ayetleriyle anlatılan husustur. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu beldeden oluşundan maksad, Resulüllah'ın makamının yüceliğini anlatmaktır. Ayetteki, “Ve vâlidin vemâ veled” "Babaya da evlada da yemin ederim ki..." ifadesine gelince, bil ki bu, “Lâ uksimu bihaza'l-beled” ifadesine ma'tuftur. Aradaki “Ve ente hillun bihaza'l-beled” ifâdesi ise, ma'tuf ile ma'tufun aleyh arasına girmiş, bir i'tiraziyye cümlesidir. Müfessirler, bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Vâlid (baba), Hazret-i Âdem (aleyhisselâm); evlad da, onun zürriyetidir. Cenâb-ı Hak, bunlara da yemin etmiştir. Çünkü bunlar, yeryüzünde Hak teâlâ'nın yarattığı en ilginç varlıklardandır. Zira bunlarda açıklama, konuşma, düşünme, ilimler çıkarma kabiliyeti vardır. Peygamberler, Allah'a davet edenler ve Allah'ın dinini destekleyenler, bu cinsten, yani insan cinsindendir. Yeryüzündeki herşey bunlar için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, meleklere, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'e secde etmelerini emretmiş ve ona bütün isimleri öğretmiştir. Ayrıca, "Biz insan oğlunu mükerrem kıldık" (İsra, 17/70) buyurmuştur. Binâenaleyh Allah bütün insanoğluna, salihine, fasidine bu ayetle yemin etmiştir. Çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi, insanoğlunun bünyesinde ve terkibinde açıkça görülen ilginç şeyler vardır. Buradaki yeminin, insanların fasitlerinin (kötülerinin), sanki Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in çocukları olmamasına, bunların, Hak teâlâ'nın da "Bunlar hayvanlar gibidirler, hatta yol bakımından daha sapıktırlar" (A'raf, 7/179) ve "Bunlar, sağır, dilsiz kördürler. Binâenaleyh hakka dönmezler" (Bakara, 2/18) ayetlerinde beyan ettiği gibi, birer hayvan gibi olduklarından dolayı, burada sadece Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'e ve onun salih çocuklarına yemin edildiği de söylenmiştir. 2) Buradaki baba, İbrahim ve İsmail (aleyhisselâm), evlad da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada Mekke'ye yemin etmiştir. Mekke'nin banisi, İbrahim (aleyhisselâm), (en şerefli) sakinleri ise, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Bu ifadelerin nekire getirilişi ise, başlıbaşına bir övgü ve hayranlık ifade eden bir ibkâmdır (kapalılıktır). Hak teâlâ, “Vemâ velede” buyurdu, “Vemen velede” demedi. Bu Hak teâlâ'nın (Al-i İmran, 3/36) ayetinde de olan incelikten ötürüdür. Yani, "(Meryem) herne doğurursa, bilesin ki o, şanı yüce bir çocuk olacaktır" demektir. 3) Vâlid (baba), Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), evlad ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bütün neslidir. Çünkü onun nesli, arabı da, acemi de içine alır. Zira İbrahim (aleyhisselâm)'in tüm zürriyeti, Şam, Mısır, Beyt-i Makdis (Kudüs) ve Arap topraklarının faziletli bölgelerinde oturmuşlardır. Rumlar da bunlardandır. Çünkü rumlar, İsâ b. İshak'ın çocuklarıdır. Ayetin bu ifadesini, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in arapdan olan zürriyetine tahsis edenler olduğu gibi, sadece müslüman araplara tahsis edenler de vardır. Biz, bu yeminin, İbrahim (aleyhisselâm)'in, sadece mü'min olan zürriyetine yapıldığını söyledik. Zira, teşehhüdde "kemâ salleyte alâ İbrahîme ve alâ âli İbrahîme" denilmesi meşru kılınmıştır ki, buradaki "âl" sözüyle, mü'minler kastedilmiştir. 4) İbn Abbas'ın, şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Vâlid” "doğuran" “Vemâ veled” de, doğurmayan, demektir. Bu tefsire göre, “Vemâ vlede” ifâdesinin başındaki “Mâ” nefy için olmuş olur. Böyle olması halinde ise, mutlaka bir ism-i mevsulün takdir edilmesi gerekir. Buna göre kelamın takdiri, “Vevâlidi vellezi vemâ velede” şeklinde olur ki, böyle bir takdir Basralılara göre caiz değildir. 5) Ayetteki bu ifadelerle, bütün baba ve çocuklar kastedilmiştir. Uygun olanı da budur. Çünkü mahlukatin tümünün saygınlığı, bu sözde mevcuttur. Cenâb-ı Hakk'ın "Biz insanı andolsun meşakkat içinde yarattık" ifadesiyle ilgili olarak şöyle birkaç mesele vardır: “Kebed” kelimesinin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki “Kebed” kelimesinin aslı, sen birisinin ciğerini ağrıttığında, böylece de ciğer şişip genişlediğinde kullanmış olduğun “Kebede'r-raculu, kebden fehuve kebidun” ifâdesindendir. Daha sonra, bu kelime, her türlü sıkıntı ve yorgunluğu ifade için kullanılır olmuştur. Ki, mukâbede (zahmet, sıkıntı) ifadesi de buradan türemiştir. Bu ifadenin aslı da, birisi birisinin ciğerine vurduğunda söylenilen “Kebedehu” deyimindendir. Diğer alimler de, kebed kelimesinin, "bir şeyin dehşeti, şiddet ve kuvveti" anlamına geldiğini söylemiştir. Süt, katılaşıp sertleştiğinde kullanılan, “Tekebbede'l-lebenu” ifâdesi de böyledir. Kebed sözü de, bu manaya varıp dayanır, zira kebed de, katılaşmış, sertleşmiş kan demektir. Şimdi bu iki görüş arasındaki fark şudur: Birinci görüş, kebed ismini, bizzat ciğer anlamına almış, şiddet manasına gelen diğer mananın bundan türediğini söylemiş; ikinci görüş ise, ilgili lafzın, şiddet ve sertlik anlamında olmak üzere vaz olunduğunu, ama daha sonra ilgili uzvun ismi olan kelimenin bundan türediğini belirtmiştir. 2) Kebed, istiva, istikamet ve dümdüz oluş anlamına gelmektedir. 3) Bu kelime, çetin, güçlü yaratılışlı anlamına gelmektedir. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyebiliriz ki, birinci izaha göre, bu ifadeden, sadece dünyevi sıkıntılar ile, sadece mükellefiyetlerin meydana getirdiği sıkıntılar kastedilmiş olabilir. Yine bu ifade ile, sadece uhrevi sıkıntılar da, kastedilmiş olabileceği gibi, her iki dünyanın sıkıntılarının birden kastedilmiş olması da muhtemeldir. Birincisine, yani sadece dünyevi sıkıntıların kastedilmesine gelince, “Lekad halekna'l-insâne fi kebed” ayetinin manası, "Biz o insanı, hepsi de şiddet ve meşakkatli olan bir takım merhaleler içinde yarattık. Bazan anasının karnında, derken süt emme döneminde, daha sonra buluğa erdiğinde, geçim temini için katlandığı güçlüklerde, daha sonra da ölümünden sonra... İkincisine, yani bu sıkıntıların dini yönden olmasına gelince, Hasan el-Basri şöyle der: "İnsan, iyi şeylere karşı şükretmenin, kötü şeylere karşı da sabretmenin sıkıntısını çektiği gibi, ibadetlerini ifadaki sıkıntılara da göğüs gerer." Üçüncüsüne, yani bunun sadece ahiretle ilgili olmasına gelince, bu, insanın ölümüdür, Münkir-Nekir'in hesaba çekmesidir, kabrin karanlığı, derken, öldükten sonra dirilme, Allah'a arzolunma ve, ya cennette yahutta cehennemde yer alıncaya değin geçirdiği sıkıntılardır. Dördüncüsüne, yani bu lafzın, bütün sıkıntı çeşitlerini içine almasına gelince, işte bu, gerçek ve doğru olan kısımdır. Bence burada şöyle bir diğer izah daha yapılabilir: Bu dünyada lezzet namına, kesinlikle hiçbir şey yoktur. Tam aksine, lezzet sanılan şeyler, elemlerden, acılardan kurtulmaktan ibarettir. Bu cümleden olarak mesela, yerken, lezzet sanılan o şey, açlığın acısından; giyerken haz sanılan şey, sıcak ve soğuğun eleminden kurtulma... hazzıdır. Binâenaleyh bu demektir ki, insan için, ya elem veyahutta bir elemden kurtulup başka bir eleme geçmeden başka bir şey düşünülemez. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, “Lekad halekna'l-insâne fi kebed” ayetinin manası budur. İnsanın öldükten sonra mutlaka dirileceği ve kıyametin kopacağı da bu ifadeden çıkmaktadır. Çünkü, insanı yaratmayı tedbir eden hakim zatın bu yaratıştan gayesi insanın acı duyması ise, bu, O'nun rahmetine uygun düşmez. Yok eğer, gayesi, insanın ne acı çekmesi, ne de lezzet duyması ise, böyle bir netice elde etmek için, onu olduğu üzere bırakması yeterliydi. Yok eğer, gayesi, insanın lezzet duyması ise, biz, bu dünya hayatında lezzetin olmadığını, insanın bu dünyada, bir sıkıntı, meşakkat ve mihnet için yaratıldığını biraz önce anlattık. Binâenaleyh, o yurdun saadet, lezzet ve ikramlar yurdu olabilmesi için, bu yurttan sonra bir başka yurdun (ahiret) olması gerekir. Bu kelimenin, dümdüz olma, müstakîm olma manasına gelince, İbn Abbas “Fi kebedin” "Dümdüz, dimdik demektir. Diğer hayvanlar ise, baş aşağı yürürler. İşte bu şekilde yaratılış, insanlar için ilahi bir lütuftur'" demiştir. Bu kelimenin, "güçlü kuvvetli yaratılışta olma" manasına gelince, Kelbî şöyle der: "Bu ayet, Ebu'l-Eşedd künyesini alan, Benî Cumûh kabilesinden bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam, ayaklarının altına, tabaklanmış bir deri koyuyordu. İnsanlar, ayaklarının altından o deriyi çekmeye çalışıyorlardı. Deri yırtılıp, paramparça oluyor, ama onun ayakları yerinden oynamıyordu." Bil ki ayete en uygun mana, birincisidir. Kelbî şöyle der: "Bu ayet, Ebu'l-Eşedd künyesini alan, Benî Cumûh kabilesinden bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam, ayaklarının altına, tabaklanmış bir deri koyuyordu. İnsanlar, ayaklarının altından o deriyi çekmeye çalışıyorlardı. Deri yırtılıp, paramparça oluyor, ama onun ayakları yerinden oynamıyordu." “Fi” ve lâm manaca birbirine yakın iki harf-i cerdir. Nitekim "Sen yorgunsun, bitkinsin" manasında, “Ente li'l-inâi ve nasbi” ve “Ente fi'l-inâi ve nasbi” denilebilir. Burada şu izah da yapılabilir: “Fi kebed” ifadesi, "kebed"in, o insanı, tıpkı zarfın, mazrufu (içindeki şeyi) kuşatışı gibi kuşattığına delalet eder ki burada, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, dünya ancak sıkıntı, bela, musibet ve zahmetten başka birşey ulunmadığına bir işaret vardır. Bazı kimseler, ayetteki insan sözü ile, belli bir insanın (kişinin) kastedildiğini söylemişlerdir: Bu da, kendisini güçlü-kuvvetli diye anlattığımız o şahıstır. Fakat çoğu alimler, her ne kadar bu ayetin, o adam bu hareketi yaparken nazil olduğuna karşı çıkmasak bile, bu ifadenin, içine herkesin dahil olduğu kanaatindedirler. 5"O, kendisine kimsenin kesinlikle güç yetiremeyeceğini mi sanıyor". Bil ki "kebed" kelimesini, "alabildiğine kuvvet" diye tefsir ettiğimizde, bu ayetin manası, "o güçlü insan, gücünden ötürü, hiç kimsenin, kendisine güç yetiremeyeceğini mi, yenilmeyeceğini mi sanıyor" şeklinde olur. Yok eğer, "kebed" sözünü sıkıntı ve bela manasına alırsak, bu durumda, bu belanın, kalb tarafından tahammülünün kolaylaştırılması manasına gelir. Hak teâlâ sanki: "Farzedelim ki insan nimet ve kudret içerisindedir. Şimdi bu insan, kendisi bu durumda iken, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanır?" demek istemiştir. Alimler, muhtelif izahlar yaparak, bazıları, "Öldükten sonra onu diriltmeye ve yaptıklarına karşılık vermeye hiç kimsenin kadir olamayacağını mı sanıyor?" manasını vermişlerdir ki bu, adeta, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlere karşı bir hitab olur. Bazıları da, kastedilen mananın, "Bu kimse kendisinin bütün işlerin üstesinden geldiğini ve hiç kimsenin, yapmak istediği şey hususunda kendisine karşı gelemeyeceğini hesap ederek, hiç kimsenin kendisinin durumunu değiştiremeyeceğini mi sanıyor" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Her iki manaya göre de, ayetin başındaki istifham, istifham-ı inkari olur. Hakka Düşmanlık İçin Harcamalar 6"Derler ki: Yığın yığın mal telef ettim". Ebû Ubeyde, "libed" kelimesinin, "telbîd" kökünden, "fi'al" vezninde bir kelime olduğunu söylemiştir. Telbîd, üst-üste yığılmış, istif edilmiş çok mal demektir. Zeccâc da, fi'al vezninin, kesret (çokluk) ifade etmek için olduğunu söyleyerek,"Arapça'da malı çok adam için, “Raculun hitamun” denilir" der. Ferrâ, bu kelimenin müfredinin, “Libdetun” cemisinin ise “Libed” olduğunu söylemiştir. Bazıları da bu kelimeyi müfred kabul etmişlerdir ki bunun bir benzeri de “Hitam” ve “kısam” kelimeleridir. Bu kelime, her iki takdire göre de, "çok mal" demektir. Leys, Arapça'da çok olduğu için tükenmesinden korkulmayan mal hakkında, “Mâlun libed” denildiğini söyler. Bu kelimenin izahını, “Yekunune aleyhi libeda” (Cin, 72/19) ayetinin tefsirinde yapmıştık. Buna göre bu ayetin manası, "Bu kafir, Hazret-i Muhammed'e düşmanlık için çok mal harcadığını söylüyor" şeklindedir ki bununla, cahiliyye araplarında, mekarim, yani fazilet ve ululuk diye adlandırılıp, övünç vesilesi saydıkları şeyler için harcanan çok mal kastedilmiştir. 7"O, kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor" . Bu ayetle ilgili iki izah yapılmıştır: 1) Katâde, "O kimse, Allah'ın kendisini görmediğini ve kendisine malını nereden kazanıp nereye harcadığının hesabını sormayacağını mı sanır?" manasını vermiştir. 2) Kelbî şöyle der: "Bu kimse aslında hiçbirşey harcamamış bir yalancı idi. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Bu kimse, ne yaptığını ve ne yapmadığını, neyi harcadığını ve neyi harcamadığını Allahü teâlâ'nın görmediğini mi sanır? Hayır, aksine Allah onu görür ve ondan sadır olan halin, söylediğinin aksi olduğunu bilir" demek istemiştir. Bil ki Allahü teâlâ bu kafirin, kendisine kimsenin kesinlikle güç yetiremeyeceğini sandığını nakledince, Allah'ın kudretinin mükemmel olduğuna delil getirmek üzere şöyle buyurmuştur; 8Âyetin tefsiri için bak:10 9Âyetin tefsiri için bak:10 10"Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? Biz ona iki de yol gösterdik". Sayılan bu organların ilginç yönleri, anatomi kitablarında ele alınmıştır. Dilciler, "necd"in, yüksekteki yol" manasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre, deliller öylesine net ve açık ki, tıpkı gözler için yüksek yerdeki bir yol nasıl açık-seçik ise, bu deliller, de akıl için öylesine açık-seçik olması sebebiyle, yüksek yol gibi kabul edilmiştir. İşte bu manayı, hemen hemen bütün müfessirler benimsemiştir. Böylece ayetteki "necdeyn" ile, hayır ve şer yolları kastedilmiştir. Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'nin de, "Bu iki necd (yol), hayır yolu ile şer yoludur. Şer yolu, size hayır yolundan daha sevimli ve güzel gelmesin" dediği rivayet edilmiştir. Bu manaya göre ayet, tıpkı, İnsan Sûresi'ndeki, "Biz onu iki yola sevkettik, ister şakir olur, ister nankör" (İnsan, 76/2) ayeti gibi olmuş olur. Hasan el-Basrî de şöyle der: "Bu kafir insan, "Ben şu kadar mal harcadım. Kim beni bundan dolayı hesaba çekebilir?" deyince, bunun üzerine, "Sana bu uzuvları vermeye kadir olan, seni hesaba çekmeye de kadirdir" denilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Sa'îd b. el-Müseyyeb'den, "necdeyn" ile, kadındaki iki memenin kastedildiğini söyledikleri rivayet edilmiştir. Bunu söyleyenler, iki memenin, çocuğun hayatı ve beslenmesi için, iki yol ve iki vasıta gibi olduğunu demek istemişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ, yeni doğan çocuğu, sevk-i tabii ile buraya sevketmiş, böylece çocuk o memeyi tutmuştur. Kaffâl, "Esas te'vil ve tefsir birincisidir" der, sonra da bunun delilini getirerek şu izahda bulunur. "Değersiz sudan (meniden), düşünen bir kalb, söyleyen bir dil yaratmaya kadir olan, yarattığı şeyleri yok etmeye de kadir; mahlukatının gizlediklerini bilendir. Binâenaleyh deliller böylesine netken, buna iltifat etmeyenin ne mazereti olabilir. Allah'ın nimetleri böylesine çok iken, Allah'ı inkar edenin, ne delili ve mazereti olabilir. Allah'a ve O'nun dinine galip gelme uğrunda, o malı ona veren ve ondan istifade imkanını da ona veren Allah iken, malını harcayanın ne gerekçesi olabilir." Mal Harcamanın Matlub Olduğu Yerler Hak Sübhânehû ve Teâlâ daha sonra, mal harcama işinin yerinde ve mubah olduğu faziletli şeylerin neler olduğunu kullarına göstermiş ve bu kafirin malını harcayaşının, fasit ve faydasız bir harcayış olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: 11"Fakat o sarp yokuşu aşamadı?" . "İktihâm", çetin bir işe girişmek demektir. Nitekim Arapça'da “Kahame, yekhumu, kuhumen, iktehame, iktihâmen” gibi ifâdeler ve “Tekahheme, tekahhumen” gibi ifadeler kullanılır. Bunların hepsi de, kişinin, büyük işlere giriştiğini anlatmak için kullanılan fiillerdir. "Akabe" de, dağdaki sert (zor) yol ve sarp yokuş manalarına gelir. Çoğulu, “Ukâb” ve “İkâb” şeklindedir. Müfessirler, bu ayetteki "akabe" ile ilgili şu iki izahı yapmışlardır: 1) Bu, âhiretteki yollar manasınadır. Bu manada mesela Atâ, "Allahü teâlâ, bu ifadeyle cehennemin yolunu-yokuşunu kastetmiştir" derken, Kelbî, "Bu, cennetle cehennem arasında bir yoldur" demiştir. İbn Ömer (radıyallahü anh) de, "Bu kaygan bir dağdır" demiştir. Mücâhid ve Dahhâk, "Bu, cehennemin üstüne konulan yoldur" demiştir. Bu, Kelbî'nin, "Bu, cennet ve cehennemin yoludur" şeklindeki izihanın aynısıdır. Vahidî şöyle der: "Bu, düşünülmesi ve incelenmesi gereken bir izahtır. Çünkü insan ve insan dışındaki mahlukatın, cehennemin yolunu araştırmayacakları ve oraya girmek istemeyecekleri malumdur. Binâenaleyh ayeti bu manaya almak, açık olan bir şeyi yeniden açıklamak gibi olur. Bunun delili şudur: Hak teâlâ, "O akabenin ne olduğunu sana ne bildirdi?" (Beled, 90/12) buyurunca, bunu "köle azad etmek" ve "açları doyurma" ile tefsir etmiştir. 2) Burada "akabe"nin zikredilmesi, Allahü teâlâ'nın, iyi işler yapma hususunda, kişinin nefsi ile ve şeytan ile mücadele etmesine dair getirilmiş bir darb-ı mesel (benzetme)dir. Bu izah Hasan el-Basri ve Mukâtil'in görüşüdür. Hasan el-Basri şöyle der: "Allah'ın akabesi çetindir. Bu, insanın nefsi, hevası ve insan ve cin şeytanları gibi Allah düşmanlarıyla mücadele etmesidir." Ben de derim ki gerçek tefsir budur. Çünkü insan, madde ve hayal aleminden, ilahi nurlar aleminin doruklarına çıkmak ister. Ama insan ile bu doruk arasında, çok yüksek yollar, kızgın ve korkunç sesler ve yıldırımlar vardır. Buraları aşıp gitmek zordur. O zirveye ulaşmak çetindir. Olumsuzluğu Te'kid Eden “Lâ” Edatı Ayette şöyle bir müşkil var: Arapça'da “Lâ” edatının, tekrar edilmesi durumu hariç, mazi fiil üzerine dahil edilmesi çok nadirdir. Nitekim mesela, ancak “Lâ cennibni velâ beudeni” "Beni ne uzaklaştırdı, ne de kovdu" diyebilirsin. Hak teâlâ da mesela, "Ne zekat verdi, ne namaz kıldı" (Kıyame, 75/31) buyurmuştur. Bu ayette ise, “Lâ” edatı tekrar edilmemiştir. Öyle ise bunun sebebi nedir? Buna bir kaç şekilde cevap verilebilir: 1) Zeccâc, "Burada manaca bir tekrar vardır. Çünkü ayetin takdiri, “Felâ'ktehame'l-akabete Felâ fekke rakabete velâ et'ame miskinen” şeklindedir. Baksana Hak teâlâ "akabeye ihtikam"ı bu iki ifadeyle tefsir etmiştir. Hak teâlâ'nın, bu sûrede “Summe kâne mine'llezine amenu” (Beled, 90/17) ayeti, ayetteki takdirin, “Felâ'ktehame'l-akabete velâ âmine” "Ne sarp yokuşu aştı, ne de iman etti" şeklinde olduğuna delalet eder. 2) Ebû Ali el-Fârisî de şöyle der: "Ayetteki bu ifade “Summe yektehimu” takdirindedir. Binâenaleyh buradaki “Lâ” edatı “lem” manasına olunca, başına “Lem”li ifâdelerde tekrar vacip olmadığı için, burada da “lâ”nın tekrarı gerekmemiştir. Ama “lâ” eğer, “Felâ saddeka velâ sallâ” (Kıyame, 75/31) ayetinde olduğu gibi tekrar etmiş ise, bu tıpkı, “Lem yesrifu velem yektiru” (Furkan, 25/67) ayetinde “Lem”in tekrar edişi gibidir. Kaffâl, "Bu ifade, "Keşke o, malını akabenin (sarp yokuşun) kazanılmasının yattığı yerler için harcasaydı" manasındadır" derken, diğerleri, bu ifadeyi zahiri manasına almışlardır. Ki bu da, o insanın, o yola-yokuşa girmeyeceğini haber vermektir. 12"Bu sarp yokuşun ne olduğunu sana hangi şey bildirdi?". Burada, mahzuf birşeyin olması gerekir. Çünkü "akabe", "köle azad etmek" olamaz. Binâenaleyh, ayetin takdirinin, “Vemâ edrake mâ'gteha'l-akabe” (Bu sarp yokuşa vurmanın ne olduğunu sana ne bildirdi) şeklinde olması gerekir ki bu, "Dini üstlenme işinin" büyük birşey olduğunu ifade eder. 13"O, köle azad etmektir". Bu, "O sarp yokuşa vurmak, zor işlere girmek, köle azad etmek, yahut da açları doyurmaktır" manasınadır. Bu ayetle ilgili olarak bir kaç mesele var: "Fekk", bağı çözmek, kelepçeyi çıkarmak gibi, engeli ortadan kaldırma manasına gelirken, "fekkü rakabe", insanı hürriyetine kavuşturma, köleliğini sona erdirme gibi manalara gelir. "Fekkü'r-rehn" ifadesi de, rehin bağını çözmek, rehni kurtarmak demektir. Binâenaleyh salıverdiğin herşeyi, adeta fekketmiş, çözmüş olursun. "Fekkü'l-hitab" da bu köktendir. Ferrâ, bu kelimenin masdarları hususunda şöyle der: "Bunun masdarını “Fekke, yefukku, fekeken” şeklinde fâ'nın fethasıyla söyle, fâ'nın kesresiyle “Fikâken” şeklinde söyleme." Anlatıldığına göre, arapların esirlerle ilgili adeti, onların boyunlarını ve ellerini bağlamak şeklinde idi. Böylece bu, her ne kadar onlar esirlerini artık bağlamasalar bile, esirler hakkında kullanılır oldu. Daha sonra da, bundan dolayı esirlerin salıverilmesi işine "fekâk" (çözme) denilmiştir. Nitekim Ahtel de şiirinde ... demiştir. "Fekkü rakabe", bazan bir kimsenin bir köleyi, kölelikten azad etmesi şeklinde gerçekleştiği gibi, bazan da mükateb (efendisiyle belli bir para kazanmak üzere hürriyetine kavuşmak üzere anlaşmış) köleye, onu kölelikten kurtaracak şeyi vermekle gerçekleşir. Bera ibn Azib'in rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir bedevi geldi de, ona, "Ey Allah'ın Rasulü, bana öyle bir iş göster ki onu yaptığımda beni cennete soksun..." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu, ıtk-ı neseme, yani bir canı azad edip, "fekku'r rakabe" yani, köle azad etmektir" buyurunca, bedevi, "Ey Allah'ın Rasulü, bu ikisi aynı şey değil midir?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hayır, "ıtk-ı neseme" bir köleyi, yalnız başına sadece senin azad etmen; "fekk-i rakabe" ise, bu kölenin kölelikten kurtulması için, şart koşulan para hususunda para yardımında bulunmandır" buyurdular. Burada şöyle bir izah daha yapılabilir: Bu ifade ile, kişinin, canını, kendi nefsini, kendi sebebiyle cennete gireceği ibadet mükellefiyetlerini yerine getirmek suretiyle azad etmesi ve nefsini ateşten kurtarması da kastedilmiş olabilir ki, en büyük hürriyet de işte budur. "Bu köle azad etmek veya açları doyurmaktır" takdirinde olmak üzere, “Fekku rakabetin ev it'âmun...” şeklinde okunduğu gibi, “Felâ'gtehame'l-akabete” ifadesinden bedel olmak üzere, “Fekku rakabetin ev it'âmun...” şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşa göre, “Vemâ edrâke ma'l-agabeh” cümlesi, bir cümle-i itiraziyyedir. Ferrâ, "Cenâb-ı Hakk'ın, “Summe kâne” ifâdesinden dolayı, bu ikisini okuyuş, sahih olan Arapça'ya daha uygun bir okuyuştur. Çünkü “Fekku” ve “Et'ame” fiildirler. Cenâb-ı Hakk'ın, Beled 90/17. ayetindeki “Kâne” kelimesi de fiildir. Binâenaleyh, buna atfedilenin de fiil olması gerekir. Ama, Beled, 90/17 ayetindeki “Kâne” kelimesi, “Summe in kâne” şeklinde okunmuş olsaydı, bu durumda, bu ifade, isim cümlesinin diğer bir cümlesine atfı olduğu için, ref olarak “Fekku rakabe” kıraatine uygun olurdu" demiştir. Ebû Hanife'ye göre, köle azadı, en efdal sadaka çeşidi olduğu halde, imameyne göre, sadaka daha efdaldir. Ayet, köle azadı, tasadduktan önce zikredildiği için, Ebû Hanife'nin görüşüne daha fazla delalet etmektedir. 14"Yahut bir açlık gününde yemek yedirmektir" ayeti hakkında birkaç mesele vardır. “Mesğabe” “Mekrabe”, “Metrabe” Kelimeleri Hakkında Arapça'da, birisi acıktığında “Seğabe, seğben, sâğibun, seğbânu” ifadesi kullanılır. Keşşaf sahibi, mesğabe, makrabe ve metrebe kelimelerinin, mef'ale kalıbında olduğunu; acıktığı zaman, kişinin kullandığı “seğbe” kökünden mesğabe “Karbe” kökünden de, nesebce yakınlığı ifade eden makrabe kelimesinin kullanıldığını, Arapça'da, “Fulânun zu karâbeti ve zu megrabeti” "falanca, benim akrabamdır, yakınımdır" denildiğini, metrabe kelimesinin, kişinin muhtaç olduğunu ifade etmek için kullanılan (teribe) kökünden olduğunu, manasının ise, "yoksulluktan dolayı toprağa belendi, bulandı.." şeklinde olduğunu; ama Arapça'da, çokluk bakımından tıpkı, "Toprak (yığını) gibi, mal sahibi oldu" anlamında, kullanılan “Etrabe festeğnâ” ifadesinin ise, böyle olmadığını söylemiştir. Vahidî ise, metrebe kelimesinin, tıpkı mesğabe gibi, bir kimse muhtaç olup da, böylece toprağa bulandığında, Arapların, “Teribe, yetrabu, terben ve metrabeten” şeklindeki sözlerinden gelen bir masdar-ı mîmî olduğunu belirtmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahut bir açlık gününde yemek yedirmektir" ifâdesinin tefsiri hususunda, netice-i kelam, Hasan el-Basrî'nin ileri sürdüğü şu husustur: Bu ifade, "Bu gün, kendisinde, yemeğe arzu duyulan, düşkünlük izhar edilen bir gündür" anlamındadır. Ebû Ali de, bu ifadenin manasının, nahivcilerin “Leylun nâimun” "uyuyan (kendisinde uyunulan) gece" ve “Nehârun sâimun” "oruçlu (kendisinde oruç tutulan) gün" deyimleri hakkında söyledikleri husus olduğunu söylemiştir ki, yani, "uykulu gece, oruçlu gün ve buna göre “Fi yevmin zi mesğabetin” de, "aç geçirilen gün" anlamında olmuş olur. Bil ki, kıtlık ve zaruret döneminde tasaddukta bulunmak, nefse en ağır gelen şeydir. Bu yönüyle daha fazla ecr ve mükafaata vesiledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ve, çok sevmesine rağmen malını tasadduk edenler" (Bakara, 2/177) ve "Onu sevmelerine ve ona ihtiyaçları olmasına rağmen, bir yoksula, yiyecek yedirirler" (İnsan, 76/8) buyurmuştur. Hasan el-Basrî de, "Herhangi bir gün aç bir kimseye yemek yedirmek" anlamında olmak üzere, amilini “İt'âmun” ifâdesi tutarak, “Zâ mesğabetin” şeklinde okumuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, “Yetimen zâ mekrabetin” 15"yakınlığı olan bir yetime..." ifâdesine gelince, Zeccâc, bu ifadenin, “Zâ karâbetin” takdirinde olduğunu, zira senin, “Zeydu zu karabeti ve zu mekrabeti” "Zeyd, akrabamdır..." diyebileceğini, fakat, masdar olduğu için, “Zeydu karabeti” şeklindeki ifadenin, ifade edişi bakımından çirkin ve yerinde olmayan bir kullanış olduğunu söylemiştir. Mukatil de, Cenâb-ı Hakk'ın, bu kelime ile, "Kendisiyle onun arasında bir akrabalık bulunan yetim" manasını kastettiğini, dolayısıyla da, burada şu gerekçenin bir arada bulunmuş olduğunu, dolayısıyla bunu doyurmanın daha efdal olduğunu söylemiştir ki, bu iki gerekçe de, onun, hem yetim hem de akraba olmasıdır. Bu kelimenin muhtevasına, neseb bakımından akraba olanlar girdiği gibi, komşuluk bakımından yakın olanların girdiği de ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hakk'ın “Ev miskinen zâ metrabetin” "Yahut toprakta sürünen bir yoksula..." (Beled, 90/16) ifadesine gelince, bu, fakirliğinden ve muhtaçlığından dolayı, toprağa yapışmış, böylece de, üzerinde kendisini örtecek, altında da, altına serebileceği bir şeyi bulunmayan miskin, aşırı yoksul anlamındadır. Rivayet olunduğuna göre İbn Abbas, (yüzü gözü) toprağa bulaşmış bir miskine rastlamış, bunun üzerine, işte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında “Ev miskinen zâ metrabetin” diye buyurduğu kimsedir" demiştir. Şafiî, işte bu ayete dayanarak, "miskin"in, bazan bir şeyler bulabilen, bir şeye malik olabilen kimse olduğunu söylemiştir. Çünkü, eğer "miskin" lafzı, bu kimsenin kesinlikle hiçbir şeyi olmadığına delalet etmiş olsaydı, o zaman bu "miskin" sözünü “Zâ metrabetin” ifadesiyle kayıtlamak, faydasız bir tekrar olurdu ki, bu caiz değildir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra da, iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye, merhamet, tavsiye edenlerden olmalıdır" (Beled, 9017) ayeti, "Sonra, bu zor işlere giren, ibadet mükellefiyetini üstlenenler, iman edenlerden (...)dir" anlamındadır. Çünkü, eğer bu kimse, bunlardan olmazsa, ne bu taatlardan istifade edebilir, ne de zor işlere girmiş sayılır. Buna göre şayet, "iman, taatlerden, yapılan iyi şeylerden yararlanabilmenin şartı olduğuna göre, taatlardan önce ifade edilmesi gerekirdi. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeyi, taatlardan “Summe kâne minellezine amenu” demek suretiyle sona bırakmasının hikmeti ve sebebi nedir?" denilirse, buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Bu sonralık, ifade, zikirde, anlatımda söz konusu olup, varoluş ve tahakkuk da değildir. Ve bu tıpkı, şairin, "Şüphesiz ki kendisi seyyid olup, sonra babası seyyid olan, sonra da, bundan önce dedesi seyyid (kavmin lideri) olan kimse..." demesi gibi olup, şairin, “Summe sâde ebuhu” ifadesiyle, tahakkuk etmede bir sonralığı kastetmeyişi gibidir. Çünkü şiirdeki mana, "Sonra sen, onun atasının da seyyid olduğunu anlat..." şeklindedir. Ayette de böyledir. 2) Ayette kastedilen mana, "Sonra da bu kimse, işin neticesinde, son ömründe iman edenlerden oldu... Yani, iman üzere öldü..." şeklindedir. Çünkü, taatlardan istifade etmenin şartı, ancak bu şekilde ölmektir. 3) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmezden önce, kim Allah'a yaklaşmak maksadıyla bu ibadetleri yaptığı, bundan sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman ederse, şimdi, bazı kimselere göre bu kimse, o taatlardan da, mükafaat almış olur. Bunun delili ise, şu rivayettir: Nukeym ibn Hizam, müslüman olduktan sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bizler, cahiliyye dönemimizde de, bir takım iyi amellerde bulunuyorduk. Şimdi, o iyi amellerimizden ötürü, bizim için bir mükafaat var mı?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yaptığın o iyi şeylerden ötürüdür ki, müslüman oldun..." buyurmuştur. 4) Cenâb-ı Hakk'ın, “Summe kâne minellezine amenu” ifâdesinden kastedilen, mertebe ve fazilet bakımından, imanın, köle azad edip sadaka vermekten daha üstün oluşudur. Zira, insanın sağladığı mükafaat derecesi, diğer amellerin sağladığı mükafaat derecelerinden çok çok büyüktür. “Vetevâsa bi's-sabri vetevâsav bi'l-merhameti” ayetine gelince, bu, "Onlar birbirlerine, ya, imanın getirdiği külfetlere ve onu devam ettirmeye karşı sabrı, yahutta günahlara, taatlara ve kendisiyle mü'minlerin imtihan edildiği sıkıntılara karşı sabretmeyi tavsiye ederler..." demektir. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, merhametin tavsiye edilişini de bunun peşinden getirmiştir ki, bu da, kişilerin birbirlerine mazluma ya da fakire merhamet etmelerini, yahut dinen kötü sayılan bir şeyi yapmaya yeltenen kimseye, merhamet edip de, onun, bu şeyi yapmasını engel olmayı öğütlerler..." demektir. Çünkü, bütün bunlar, "merhamet" sözünün muhtevasına dahildir. Ve bu, kişinin, başkasına, hak yolu göstermesi ve mümkün olduğu kadar batıl ve şer yollarına girmesine mani olmasının gerektiğine işaret etmektedir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra da, iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye, merhameti tavsiye edenlerden olmalıdır" ifadesi, "o çetin işlere giren kimseler, işte bu zümreden ve bu gruptandır" şeklindedir. Bu zümre ve grup da, mesela dört halife ve diğerleri gibi, sahabenin büyükleridir. Çünkü bunlar, dinin ve dindarların getirdiği sıkıntılara karşı, sabretme ve mahlukata merhamet edip acımada en ileri noktada olan kimselerdi. Sözün özü bu demektir ki, ayetteki, "sabrı tavsiye ederler" ifadesi, Allah'ın emirlerinin alabildiğine tazim edildiğine, "merhameti tavsiye ederler" ifadesi de, Allah'ın yarattığı şeylere, alabildiğine şefkat duymaya bir işaret olup, taat işinin varıp dayandığı şey de, işte bu iki temel unsurdur... Ve bu, bazı muhakkik ulemanın, "Tasavvufta aslolan iki şey; yani, Hakka karşı sadakat, mahlukata karşı güzel huy.." şeklinde dedikleri şeydir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu mü'minleri bu şekilde tavsif edince, kıyamet gününde bunların kimler olacağını da beyan etmek üzere "Ulâike eshâbu'l-meymene” "İşte bunlar sağ ehlidirler" (Beled, 90/18) beyan buyurmuştur. Bu ifadeye şunun için yer vermiştir: Allahü teâlâ, bunların halini Vakıa Sûresi'nde beyan etmiş ve bunların, "Dikensiz kirazlar, meyveleri tıklım tıklım muz ağaçları..." (Vakıa, 56/28-29, vd..) içinde olduklarını belirtmiştir. Keşşaf sahibi, meymene ve meş'eme kelimelerinin, "yemîn" ve "şimal" kelimeleri gibi olduğunu, mananın "kendileri için uğur veya uğursuzluk beklentisi içinde oldukları..." biçiminde olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Vellezine keferu biâyâtinâ hum Ashâbu'l-Meş'emeh” "Ayetlerimize küfredenler ise, sol ehlinin ta kendileridir" (Beled, 90/19) buyurmuştur ki, bu ifadeyle, kitabları sollarından ya da arkalarından verilenler kastedilmiştir ki, Allahü teâlâ, bunlardan Vakıa, 56/42-43. ayetlerinde de bahsetmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Aleyhim nârun mu'sadeh” "Ki üzerlerine kapılar sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır" (Beled, 90/20) buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: “Mu'sade” Kelimesi Hakkında Ferrâ, Zeccâc ve Müberred, "Arapça'da sen bir kapıyı iyice kapadığında, “Evsadtu'l-bâbe” veya “âsadtu'lbâbe” dersin" Binâenaleyh, kim bu ifadeyi, hemze ile “Mu'sadetun” şeklinde sokumuş ise, bunu, “âsedtu” kökünden türetmiş ve ismi mef'ûlünü de hemzelemiştir. Bunun “Evsadtu” kökünden türemiş olduğu da söylenebilir. Ancak ne var ki, ayetteki, bu ifadeyi hemzeli olarak, “Mu'sadetun” şeklinde okuyanlar bu hemzeyi, mâ kabli mazmûm (dammeli) olduğunda, mesela, “Mu'sâ” kelimesi gibi, vâv'ı hemzeye çevirenlerin lehçesine göre böyle okumuşlardır. Şimdi, bu kelimeyi hemze ile okumayanlara gelince, muhtemelen şu iki şey uygulanmıştır: 1) Bu kelimenin, tıpkı “Ev'adtu” kökünden, “Mu'ade” kelimesinin “Muade” şeklinde kullanılması gibi, “Evsadtu” kökünden olup, ism-i mefûlünü hemzelemeyenlere göre böyle, yani “Mu'sadetu” şeklinde okunması... 2) Bu kelimenin, “âmene” gibi “âsade” kökünden olması, ne var ki, “Elceunete” ve “Elbu'su” kelimelerinin hafifletilerek (hemzeleri atılarak) “Elcunetu” ve “Elbusu” şeklinde okunması gibi, bu kelimenin de hemzesinin yumuşatılarak ve vâv'a çevrilerek “Mu'sadetun” şeklinde okunması... Ferrâ da şöyle der: Bu ifadenin hem “Elâsidu” ve “Elvesidu” kökünden olduğu söylenebilir ki, "bu kökten de yine, ifade kapısı kapanmış, iyice kapanmış ateş..." anlamına gelir. “El-mu'sadetu” kapılar hakkında kullanılır. “Aleyhim nârun mu'sadetu'l-ebvâb” "Onların üzerine, kapıları kapatılmış bir ateş salıverilir, onlar, böyle bir ateş içindedirler" takdirinde olmak üzere, cehennem bu şekilde nitelenegelmiştir. Binâenaleyh, her ne zaman, izafeti terkedersen kelimenin sonuna tenvin gelir. Çünkü bu iki husus, birbirlerini izlerler. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Salat ü selâm Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına olsun (amin)! Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, Mukatil, “Aleyhim” ifâdesinin manasının, yani, "O cehennemin kapıları iyice kapanmıştır. Dolayısıyla, cehennemlikler için herhangi bir kapı açılmaz ve hiçbir zaman o cehennemden ne keder ve gam dışarı çıkabilir, ne de oraya bir hava ve rahatlık girebilir... Buna göre bu ifade tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları, o cehennemin duvarları kuşatmıştır..." (Kehf, 18/29) ifadesi gibi olmuş olur. |
﴾ 0 ﴿