ŞEMS SURESİOnbeş ayet olup, Mekki'dir. 1Âyetin tefsiri için bak:2 2"Andolsun güneşe ve onun aydınlığına, ona tabi olduğu zaman aya...". Tefsire geçmeden önce, mutlaka, birkaç meseleye değinmek lazım. Bu sûrenin maksadı, Cenâb-ı Hakk'a itaata teşvik, O'na isyan etmekten sakındırmaktır. Bil ki, Allahü teâlâ, sürekli, büyük menfaatler ihtiva eden çeşitli mahlukuna yemin etmek suretiyle, devamlı olarak, kullarının dikkatini çekmek istiyor. Böylece mükellef, bu mahlukat hususunda iyice düşünsün ve bunlardan dolayı Allah'a şükretsin diye... Çünkü, Allahü teâlâ'nın yemin konusu yaptığı şeylerin, kalblerde bir ağırlığı vardır. Böylece, kişiyi düşünmeye davet eden sebepler daha kuvvetli ve etkin olmuş olurlar. Bir grup kelamcının, ayetteki takdirin, “Ve Rabbu'ş-şemsi ve Rabbu...” "Güneşin ve ayın Rabbi'ne yemin olsun..." şeklinde olduğunu söylediklerini biliyorsun. Bir takım kimseler, bu görüşün batıl oluşu hususunda istidlalde bulunarak şöyle demektedirler: Ayette bulunan kasemler içinde “Ve's-semâi vemâ benâha” (Şems, 91/5) ayeti de bulunmaktadır. Halbuki, semanın banisi ise, Cenâb-ı Hak'tır. Bu durumda, bu ifadenin takdirinin “Ve Rabu's-semâi ve Rabbuhâ” "Semanın Rabbine ve onun Rabbine yemin olsun ki..." şeklinde olur ki, bu çelişik bir durumdur. Kadî buna şu şekilde cevap vermiştir. Ayetteki “Vemâ benâhâ” ifâdesi ile murad edilenin Allahü teâlâ olması caiz değildir. Çünkü “Mâ” edatı, semanın Yaratıcısı hakkında, ancak, mecazi manada kullanılır. Bir de, Allah'ın, başkalarına yemin etme işini, Kendisine yemin etme işinden önce getirmesi caiz değildir. Bir üçüncü husus da, Allahü teâlâ Kendisini, başkalarıyla birlikte, nerdeyse hemen hemen hiç zikretmemiştir. Binâenaleyh burada, şöyle bir tevil yapmak gerekir. Buradaki “Mâ” kendisinden sonra gelen ifadeyle birlikte masdar hükmünde olup, ifâdenin takdiri, “Ve's-semâi ve binâihâ” "Semaya ve onun binasına, yapılışına, yemin olsun ki..." şeklinde olur. Keşşaf sahibi bu görüşe itiraz ederek şöyle der: Eğer durum bu şekilde olsaydı, o zaman, “Feelhemahâ” ifadesinin buna atfedilmiş olmasından, nazmda bir bozulma meydana gelirdi... Kıraat imamları, “Velleyli izâ yeğşâ” (Leyl, 92/1) “Vedduhâ velleyli izâ secâ” (Duhâ, 93/1-2) ve benzeri ayetlerde olduğu gibi, bu sûrelerdeki fasıla harflerini farklı farklı okumuşlardır. Bu cümleden olarak onlar bunları, bazan "imâle", bazan "tefhim", bazan da, bazısını "imâle", bazısını da "tefhîm" ile okumuşlardır. Ferrâ, dad'ın kesresiyle "dıhâka" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bundan sonra gelen ayetlerde, meselâ “Tahâhâ, telâhâ” ve “Dehâhâ” kelimeleri gibi, her ne kadar bazılarının aslı vâv'lı olsa bile, böyledir. Çünkü, sûreye, yâ'lı olanlarla başlanınca, bunu, vâv'lı olan kelimeler izlemiştir. Zira, vâv'dan çevrilen elif, bazan yâ'dan çevrilmiş olana muvafakat eder. Baksana, “Selevte, Sahavte” ve benzeri kelimelerin fiillerinde, mesela “Dehâ, selâ” gibi bu vâv'la yâ'ya çevrilebilir. Binâenaleyh, böyle bir muvafakat oluşunca, yâ'lı olanların imalesini caiz gördükleri gibi, vâv'lı olanların imalesini de tecviz etmişlerdir. Mutlak manada imaleyi terkedenlerin terkediş sebeplerine gelince, bu, pekçok Arabın, bu eliflere meyletmeyişleri ve bu eliflerde yâ'ya doğru meyletmeyişlerinden (imale yapmayışlarından) kaynaklanmaktadır. Elifi imâle ile okumayışı, meselâ “Musiru” kelimesindeki vâv'ın, yâ'dan; “Elmikâtu” ve “Elmizânu” kelimelerindeki yâ'nın da vâv'dan munkalip olmaları da teyit eder. Bundan, orada bu değişikliğe delalet eden şeyin bulunması gerektiği neticesi gerekmez. İşte, burada da, elifin imâle edilmeden ve yâ'ya doğru meyledilmeden, hâli üzere bırakılması gerekir. Hamza'nın yaptığı gibi, bu kelimelerden bir kısmını "imâle" ile, bir kısmını da imâlesiz okumak da güzeldir. Bu böyledir, zira elif, yâ'dan çevrilmiş olduğu zaman, o yâ'ya delalet etsin diye, yâ'ya doğru imâle ile okunur. Halbuki, “Tahâhâ, telâhâ” ve “Dehâhâ” kelimelerinde ise, yâ'dan çevrilmiş olan bir elif yoktur. Bunların elifleri, ancak vâv'dan çevrilmiş eliflerdir. Delili ise, bu kelimelerin, “Dehavte, televte” şeklinde kullanılmalıdır. Cenâb-ı Hak bu sûrede, (Şems, 91/9) ayetine kadar olan kısımda, yedi şeye yemin etmiştir, “Kad efleha” ifâdesi ise, kasemin cevabıdır. Zeccâc, şöyle der: Cevap aslında, “Kad efleha” şeklindedir. Ne var ki, lâm harfi hazfedilmiştir. Zira, söz bu kadar uzayınca, bu uzama işi, lâm'ın yerini tutmuştur. “Duha” Kelimesi Hakkında Cenâb-ı Hak, "Andolsun güneşe ve onun aydınlığına" buyurmuştur. Müfessirler,”Veduhâhâ” ifadesi hususunda, şu üç görüşe yer vermişlerdir: 1) Mücâhid ve Kelbî, "güneşin aydınlığına"; 2) Katâde, "Bütün gündüze..." ki bu görüşü Ferrâ ve İbn Kuteybe caiz görmüşlerdir. 3) Mukâtil de, "Güneşin hararetine..." gibi manalar vermişlerdir. Dil açısından bunun izahı şöyledir: Leys, (dahv), gündüzün yükselmesi; “Duhâ” ise, gündüzün yükselişinin, bunun biraz daha olması halini ve med ile “Duhâu” kelimesi de, gündüzün uzayıp da, yarısına yaklaştığı durumu ifade için kullanılan kelimelerdir" derken, Ebu'l-Heysem de şöyle demektedir: “Edduhhu” kelimesi, "gölge zili" kelimesinin zıddı olup, bu da, güneşin aydınlığının, yeryüzünü sarması manasına gelir ki, bunun aslı “Edduhâ”dır. Böylece, hâ'nın sükûnu ile birlikte yâ'nın yer alışını ağır buldukları için yâ'yı hâ'ya çevirerek, “Edduhhu” şeklinde söylemişlerdir. Binâenaleyh “Edduhâ” güneşin ziyası ve nuru demektir. Daha sonra bu kelime, Cenâb-ı Hakk'ın da, “İllâ aşiyyeten ev duhâhâ” (Naziat, 79/46) diye ifade buyurduğu gibi, güneşin yeryüzünü iyice aydınlattığı manasının ismi olarak kullanılır olmuştur. Binâenaleyh, müfessirlerin, bu kelimeye "güneşin ziyası" manasını vermeleri, işte bir aslı anlamdan dolayıdır. Bu kelimeye, "gündüzün tamamı" manasını verenlerin durumu da böyledir. Çünkü, gündüzün tamamı da güneşin nurundan kaynaklanmaktadır. Yine bu kelimeye, "güneşin harareti" manasını verenlere gelince, bu da, güneşin harareti ile nurunun ayrılmaz iki vasıf olmasından ötürüdür. Binâenaleyh, güneşin harareti arttıkça, ziyası da artar. Aksi de böyledir, yani harareti düştükçe, aydınlığı da azalır. Ama bu görüş, görüşlerin en zayıfıdır." Bil ki, Allahü teâlâ, canlıların pekçok menfaatinin güneşe bağlı olmasından dolayı, güneşe ve güneşin aydınlatmasına yemin etmiştir. Çünkü, alemdekiler, geceleyin adeta ölüler gibidirler. Binâenaleyh, sabahın alameti, doğu ufkunda gözükünce işte bu durum, kendisiyle hayat kuvvetinin üfürüldüğü "sûr" gibi olmuş olur. Böylece de, (geceleyin uyku ile) ölmüş olanlar, diri hale gelmiş olurlar. Ve bu diriliş, gitgide artmaya kuvvet kazanmaya ve tekamül etmeye doğru yönelir; kuşluk vaktinde de doruk noktasına ulaşır. İşte bu durum, kıyametin hallerine, kuşluk vakti de, cennetliklerin cennete tam manasıyla yerleşmelerine benzemiş olur. Cenâb-ı Hak, “Ve'l-kameri izâ telâhâ” "Ona tabi olduğu zaman aya..." buyurmuştur. Leys, "Bir şey, bir şeyi izleyip tabi olduğunda, “Telâ, yetlu” ifâdesi kullanılır" demektedir. "Ayın güneşi izleyişi" hususunda da şu izahlar yapılabilir 1) Güneş batarken ayın domuş olarak kalakalmasıdır. Bu böyledir, zira ay, her ayın ilk yarısında, güneş battığı zaman böyle olur. O halde bu demektir ki, ay, aydınlatma bakımından güneşi izler (onun yerini alır). Bu, Atâ'nın İbn Abbas'tan naklettiği bir görüştür. 2) Güneş battığı zaman, hilalin ilk gecesinde, batı ufkunda ay, güneşi izler. Bu, Katâde ve Kelbî'nin görüşüdür. 3) Ferrâ da bu izleyiş ve tabi oluş ile, ayın, kendi ışığını güneşten alışının kastedildiğini; zira, Arapça'da, "Ondan alır" anlamında, “Fulânun yetbeu fulânen fi kezâ” "Falanca bu konuda, filancadan alev, öğrenir, ona tabi olur" denilir.." der. 4) Zeccâc da, "Ay, dolunay olduğu zaman güneşi izler. Buna göre, ay, adeta tan, ziya ve nur bakımından güneşi izlemiş olur. Yani, ayın ziyası kemale erip de dolunay olduğunda, etrafı aydınlatma bakımından onun yerini almış gibi olur. Bu durum ise, aydınlık mehtaplı gecelerde tahakkuk eder. 5) Ay-güneşi, kütlelerin büyüklüğü açısından, maddi bakımdan ve bu alemin menfaatine olan şeylerin ayın hareketlerine bağlı olması itibariyle izler, takip eder. Astronomi ilminde, güneş ile ay arasında bulunan münasebet kadar, güneş ile diğer gezegenler arasında ilgi ve münasebet bulunmadığı kabul edilmiştir. Cenâb-ı Hak, 3“Ve'n-nehari izâ cellâhâ” "Ona parlaklık verdiği zaman gündüze..." buyurmuştur. Tediye, ortaya koymak, açmak demektir. “Cellâhâ” kelimesindeki “Hâ” zamirinin neye raci olduğu hususunda da şu iki izah yapılabilir: 1) Zeccâc'a göre, bu zamir, güneşe racidir. Bu böyledir, zira gündüz, güneşin aydınlığından ibarettir. Binâenaleyh, bu demektir ki, gündüz ne kadar parlak olursa, güneş de o nisbette parlaktır, demektir. Çünkü, eserin kuvveti ve kemali, müessirin kuvvetine delalet eder. Böylece de adeta, gündüz, güneşi ortaya koymuş ve açıklamış gibi olur. Bu manaya göre bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz.." (Yani, onu ortaya koyamaz) (A'râf, 7/187) ayeti gibi olmuş olur. 2) Ekseri ulemanın görüşüne göre, her ne kadar daha önce geçmese bile, bu zamir, ya, "karanlığa", ya "dünya"ya, yahut da, "yer"e racidir. Cumhur şöyle demektedir. Araplar, kuşluk vaktini kastederek, “Esbehat bâridete” semâyı kastederek de “Erselet” ifadelerini kullanırlar (yani faili açıkça zikretmeden kullandıkları vakidir). 4"Onu örtüp bürüdüğü zaman geceye..." ayetine gelince, yani, "Gece gündüzü bürür de, böylece, gündüzün ziyasını izale eder, giderir" demektir. Bu ayet, bundan önceki ayetle ilgili olarak öne sürülen birinci görüşü (zamirin güneşe raci olduğu görüşünü), şu iki bakımdan destekler: 1) Gece, güneşi bürüyüp, ziyasını izale ettiğine göre, gece hakkında bahsedilen bu ifadenin zıddına olarak da, "Gündüz de güneşi açığa çıkarır" denilmesi güzel ve yerinde olur. 2) “Yeğşâhâ” ifâdesindeki “hâ” zamiri, ulemanın ittifakıyla "güneş"e racidir. Binâenaleyh, bu fasılalardaki zamirlerin sûrenin başından buraya kadar güneşe raci olabilmeleri için, “Cellâhâ” ifâdesindeki zamirin de, "güneş"e raci olması gerekir. Kaffâl şöyle der: "Bu dört kısım, ancak gerçekte güneş ile oluşan hususlardır. Ne varki, şu dört vasıf açısından böyle olur: Gündüz yükseldiğinde, güneşten kaynaklanan ışık... İşte bu vakit, canlıların, kamil manada, yeryüzüne yayıldıkları ve insanların maişetleri peşinde koşuştukları vakittir. Ayın, güneşi izlemesi, ışığını bundan atması da böyledir. Gündüzün gelmesi ile, güneşin doğuşu ve tamamen gözükmesi de böyledir. Gecenin gelmesi ile de, bunun aksinin tahakkuk etmesi de böyledir. Binâenaleyh, güneşin azameti hususunda kim biraz düşünür de, sonra da, akıl gözüyle bu güneşteki yaratılmışlık ve yapılmış olmasına dair sonsuz eser ve alametleri ve cüzlerden meydana gelmiş olan bir mürekkeb oluş halini müşahede etmeye çalışırsa, buradan, o güneşi yaratanın büyüklüğüne geçiş sağlar. Şanı yüce olan Allah'ı takdis ve tenzih ederiz. Cenâb-ı Hak, 5“Ve's-semâi vemâ benâhâ” "Göğe ve onu bina edene..." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili olarak şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci Soru: Keşşaf sahibinin, "Bu ifadenin başındaki “Mâ”nın masdariyye “Mâ”sı olması halinde, “Feelhemehâ” fiilinin, bu ifadeye atfedilmesinin, nazm bozukluğuna sebebiyet vereceğine" dair ileri sürdüğü şey, doğrudur, ama, Kadî'nin, "Bu, semanın yaratıcısına bir yemin olsaydı, bunun, güneşin zikredilmesinden sonra gelmesi caiz olmazdı..." şeklindeki görüşüne gelince, bu zor bir problemdir. Buna verilecek cevap hususunda hatırıma gelen şey şudur: "Gözle görülebilen maddi şeylerin en büyüğü güneştir. Böylece Cenâb-ı Hak, güneşin büyüklüğüne delalet eden bu dört vasfı ile birlikte, önce güneşten bahsetmiş, bundan sonra mukaddes zatını zikretmiş ve mukaddes zatını da üç sıfatla nitelemiştir. Ki bunlar da, Cenâb-ı Hakk'ın, semayı, yeryüzünü ve mürekkeb varlıkları yönetmesidir. Böylece, mürekkeb varlıklara, onların en kıymetlisini, yani nefsi zikrederek dikkat çekmiştir. Bu tertipten maksadı ise, hem aklın, hem de duyu organlarının güneşi ve kütlesinin büyüklüğü hususunda mutabakat sağlamasıdır. Derken, basit seviyedeki akıl, güneş ile daha doğrusu, göklerdekilerin, yerdekilerin ve mürekkeb varlıkların tümü ile, bunları yoktan var eden bir zatın varlığını isbata yönelmiştir. İşte bu durumda akıl, burada, Allah'ın celal ve azametini, O'na yakışır bir biçimde idrak etme nasibini almış olur ki, his ve duyu organları da bu konuda, akla karşı çıkmamıştır. Böylece bu, aklın, maksûsat aleminin derinliklerinden, rububiyyet aleminin zirvelerine ve samediyyetin kibriyasının başlangıçlarına çekilmesine ve ulaşmasına bir yol gibi olmuş olur. Binâenaleyh biz, hikmeti yüce, kelimeleri mükemmel olan zatı noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz. İkinci Soru: Hak teâlâ'nın "Göğe ve onu bina edene..." ifadesinin, burada yer alış hikmeti nedir? Cevap: Hak Sübhanehû ve Teâlâ, güneşi, güneşin büyüklüğüne delalet eden dört sıfatla tavsif edince, bunun peşinden, hem güneşin, hem de bütün semavi kütlelerin muhdes varlık olduklarına delalet eden açıklamayı getirmiş ve bu ayetle işte bu delalete dikkat çekmiştir. Bu böyledir. Çünkü gök ve güneş, sonludur, fanidir. Her sonlu ise, belirli bir miktar ile belirlenmiş-sınırlandırılmıştır. Halbuki aklen, bu miktardan daha büyük veya daha küçük olmaları mümkündür. Şu halde güneşi ve diğer semavi kütleleri belli bir miktar ile belirleyen mutlaka bir mukaddir (belirleyen) ve bir müdebbir (idare eden)in olması gerekir. Bir evi yapan usta, onu nasıl istediği şekilde yapıyorsa, aynen bunun gibi, güneşi ve diğer semavi kütleleri idare eden de, bunları kendi iradesine göre belirlemiştir. O halde ayetteki, "onu bina edene..." İfadesi, hem güneşin, hem de diğer semavi kütleleri muhdes varlık olduklarına delalet eden bu inceliğe dikkat çeker gibidir. Niçin Men Yerine Ma Kullanıldı? Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak niçin “Vemâ benâhâ” buyurmuş da, “Vemen benâhâ” dememiştir? Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz: 1) Bu ifade ile, bir vasfiyyete işaret edilmek istenmiştir. Buna göre adeta, "göğe ve o göğü yapan o büyük kadire; nefse ve o nefsi tesviye eden o üstün hikmetli Hakime yemin olsun ki..." denilmek istenmiştir. 2) “Mâ” edatı, “Men” yerine kullanılabilir. Mesela, “Velâ tenkihu mânekeha âbâukum” (Nisa. 4/22) ayetinde böyledir. Fakat tercihe şayan olan birinci izahtır. Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak zâtını tarif ederken, niçin üç şeyden, yani gökten, yerden ve nefisden bahsetmiştir? Cevap: Çünkü görülemeyen şeyler hususunda ancak görünür şeyler ile istidlal edilir. Görünür şeyler ancak maddi şeylerdir. Bunlar da basit ve mürekkeb diye ikiye ayrılır. Basit, ulvî ve süflî diye ikiye ayrılır. Ulvisine, "göğe...", süflisine de, "yere yemin olsun ki..." ifadesiyle işaret edilmişitir. Mürekkeb olan varlıklar da kısımlara ayrılıp, bunların en kıymetlileri de, nefis, yani can sahibi olan varlıklardır ve buna da, "Herbir nefse ve onu düzenleyene yemin olsun ki.." (Şems, 91/7) ayetiyle işaret edilmiştir. 6"Yere ve onu yapıp döşeyene...". Bu ayetle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır: Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, "Yeryüzünü de bundan sonra yayıp döşedi" (Nâziat, 79/30) ayetinden ötürü, burada "Göğe ve onu bina edene..." ayetinden sonra getirmiştir. Keys şöyle demektedir: "Tahv" kelimesi tıpkı, "Dahv" gibi olup, yayıp-döşemek manasınadır. Dâl harfi yerine tî harfi getirmek caizdir. Bunlar, "genişletti-açtı manasınadır." Atâ ve Kelbî ise bu ayete, "Yeryüzünü suyun üzerine yayana..." şeklinde mana vermişlerdir. 7"Nefse ve onu düzenleyene...". Buradaki "nefs"i, beden anlamına alırsak, bu nefsin tesviyesi (düzenlenmesi), anatomi ilminin de ortaya koyduğu üzere, uzuvlarının dengeli olarak yaratılması manasına gelir. Eğer bu "nefs"i, bedeni idare eden, ona canlılık sağlayan güç-kuvvet manasına alırsak, bunun tesviyesi, ona, ilmü'n-nefsin (psikolojinin) şahadet ettiği gibi, işitme, görme, hayal etme ve düşünme kuvvetleri gibi pek çok kuvve ile donatmaktır. Buna göre eğer, "Peki öyleyse "nefs" kelimesi niçin nekire getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta da şu iki izah yapılabilir: 1) Bununla Allah "nefs"ler içinde belli bir nefsi kastetmiştir ki bu da, kutsî-nebevî nefisdir. Bu böyledir, zira her çoklukta mutlaka başkan olacak birinin bulunması gerekir. Binâenaleyh bütün mürekkeb varlıklar, muhtevasında pek çok türler bulunan bir cinstir. Bu türlerin başkanı ise, canlılardır. Canlılar da, muhtevasında pek çok tür bulunan bir cinstir. Bu türlerin başkanı-reisi ise insandır. İnsan da türlere ve çeşitlere ayrılır. Bunların reisi, en ilerisi ile peygamberlerdir. Peygamberler ise, pek çokturlar. Binâenaleyh mutlaka içlerinde, kesinlikle reis olacak birisinin bulunması gerekir. O halde ayetteki "nefse" ifadesi, mürekkeb varlıklar aleminin reisi ve bizzat başkanı olan o yüce (peygamberi) nefse işarettir. 2) Bu ifade ile her bir "nefs" kastedilmiş de olabilir. Bu durumda kelimenin nekire oluşu ile, "Her bir nefis (ahiret için) ne hazırladığını anlar" (Tekvîr, 81/14) ayetinde olduğu gibi, çokluk, yani bütün nefisler kastedilmiştir. Bu böyledir, çünkü canlılar, Hak teâlâ'nın da bazı varlıklardan bahsettikten sonra, "(O Allah) sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmıştır" (Nahl, 16/8) buyurduğu gibi, sayılarını ancak Allah'ın bilebileceği pek çok çeşitlere sahiptirler. Her türün, kendilerine değer kazandıran ve o türe mahsus özellikler ile, diğer türlerden ayırdedildiği hususi bir "nefsi" vardır. Binâenaleyh Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın sırlar denizine dalmak şöyle dursun, sinek ve sivrisinek gibi varlıkların özelliklerini bile, tam olarak kimin aklı kuşatabilir? Fücur ve Takvanın İlham Edilmesi 8"Sonra da o (nefis), hem kötülüğünü, hem de takvasını ilham edene yemin olsun ki...". Bu ayetin özet tefsiri şu iki şekilde yapılabilir: 1) Nefse, fücur (kötülüğünün) ve takvasının ilham edilmesi; ona bunların anlatılması, bunların düşünülmesi; birisinin güzel, diğerinin çirkin olduğunun bildirilmesi ve nefse, bunlardan dilediğini seçme imkanının verilmesi demektir. Bu mana ile ayet tıpkı, "Biz ona iki de yol gösterdik" (Fecr, 89/10) ayeti gibi olmuş olur. Bu, Mu'tezile mezhebine uygun bir te'vil ve tefsirdir. Çünkü onlar şöyle derler: "Bunun böyle oluşunun delili, Hak teâlâ bu ayetin peşisıra, "Onu (nefsini) tertemiz yapan kişi, muhakkak felaha ermiş; onu albildiğine örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır" (Şems, 91/9-10) buyurmasıdır." Bu izah, hem İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, hem de bir gurup ileri gelen müfessirden nakledilmiştir. 2) Bu, "Allahü teâlâ, mü'min ve muttaki olana, takvayı, kafire de fücuru (kötülüğü) ilham etmiştir" demektir. Sa'îd b. Cübeyr, "O nefsi, fücuru ve takvası ile başbaşa bırakan..." manasını vermiştir. İbn Zeyd, "O nefisde, onu takvaya muvaffak kılması ile, bu mahrumiyeti meydana getirdi" diye izah etmiştir. Zeccâc ve Vahidî de bunu tercih etmişlerdir. Vahidî şöyle der: "Öğretme, anlatma ve açıklama başka şeydir, ilham ise daha başka bir şeydir. Çünkü ilham, Allahü teâlâ'nın, kulunun kalbine birşeyi düşürmesi koyması demektir. Allahü teâlâ, kulunun kalbine (aklına) birşey düşürdüğünde ise, onu ondan ayrılmaz hale getirir. Çünkü ilhamın temel manası, arapların, birisi bir şeyi bir kerede yuttuğunda, kullandıkları “Lehime'ş-şey'u, iltehamehu” şeklindeki deyimlerine dayanır. Yine Arapça'da, "O şey onu yuttu" manasında “Elhemetehu zâlike'ş-şey'u” ifâdesi kullanılır. İşte bu "ilham" kelimesinin, temel manası budur. Ama daha sonra bu ifade, tıpkı bir "yutturma" gibi olduğu için, Allahü teâlâ'nın kulunun kalbine düşürdüğü şeyleri ifade için kullanılmıştır. O halde bu demektir ki bu temel manaya en uygun tefsir, İbn Zeyd'inkidir. Çünkü bu görüş, Allahü teâlâ'nın mü'mine takvasını, kafire de fücurunu yarattığı hususunda açık bir izahtır. Mu'tezile'nin Hak teâlâ'nın bu ayetten sonra "Onu tertemiz yapan kişi muhakkak umduğuna ermiş" (Şems, 91/9) ayetini getirişine tutunmasına, bunu delil getirmeye gelince, bu zayıftır. Çünkü Sa'îd b. Cübeyr, Atâ, İkrime, Mukatil ve Kelbî'den rivayet edildiğine göre mana, "Allahü teâlâ'nın tezkiye edip, tertemiz yapıp ıslah ettiği nefisler, mutlaka felah bulmuş ve mutlu olmuştur" şeklinde olur ki bunlar, Allahü teâlâ'nın, Kendisine taata muvaffak kıldığı nefislerdir." Vahidî'nin izahı burada son bulur. Bu, güzel ve tam bir izahtır. Ben diyorum ki: Biraz önce bu üç ayetin Hak teâlâ'nın ulvî, süflî, basit ve mürekkeb varlıkların, idare edicisi olduğuna delalet etmek için zikredildiğini söylemiştik. Burada geriye, mahsûsat aleminde, yani madde aleminde yer alan varlıklardan herşeyin, bu dikkat çekme gereği, Hak teâlâ'nın yaratması ve tedbiriyle olduğunu anlatmak kalmıştır. Bundan da, kalblerde (akıllarda), bütün bunların Allah'ın kaza ve kaderi ile olup-olmadığı hususu depreşir durur olmuştur. "Bunlar" dediğimiz şey, canlıların ihtiyarî fiilleridir. Bundan dolayı Hak teâlâ, "Sonrada o (nutfe), hem kötülüğünü, hem takvasını ilham eden" buyurmak suretiyle bu şeylerin de, Allah'dan, Allah ile ve Allah'ın kaza-kaderi ile olduğuna dikkat çekmiştir. Bu durumda ise Allahü teâlâ'nın dışında kalan herşeyin, O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldikleri; O'nun icad ve tasarrufunun altında oldukları sabit olmuş olur. Öte yandan, Hak teâlâ'nın, "O (nefse), hem kötülüğünü, hem takvasını ilham eden..." ifadesinden, bu ilahi hızlan ve tevfikin kastedildiğine dair aklı delil, defalarca bahsettiğimiz şu husustur: İhtiyari fiiller, ihtiyar ve iradenin mevcudiyetine varıp dayanır. Binâenaleyh, bu fiillerin meydana gelmesi, eğer bir fail olmadan olmuş ise, bu demektir ki, muhdes (sonradan olma) varlık, failden müstağni olmuştur, faili ihtiyaç duymaz. Böyle olması halinde, bir yaratıcının olmadığının söylenmesi gerekir. Yok eğer "Bu ihtiyari fiiller bir failden meydana gelmiştir. Bu fail de kuldur" denilirse, o zaman teselsül gerekir. Yok eğer, "Bu fiiller, Allah'dan meydana gelmiştir" denirse, işte ulaşmak istediğimiz netice budur ve doğrudur. Hem sonra, insan kendisi denesin. Çünkü çoğu kez birşeyden hiç haberi yok iken, o şey hiç aklında yok iken, birden kalbine onun şekli, planı, sureti düşüverir. Kalbe düşen bu şekle binaen, kalbte o şeye bir meyil meydana gelir. Uzuvların hareketleri ve bu şeyin fiil olarak meydana gelişi de, kalbteki bu meyle varıp dayanır. İşte bu Hak teâlâ'nın, "... ilham eden" ayetinden kastedilen mananın, Mu'tezile'nin ileri sürdüğü değil, bizim ileri sürdüğümüz şey olduğunu kesinkes ifade eder. 9"O (nefsi) tertemiz yapan kişi, muhakkak felaha ermiştir". Bil ki "tezkiye", temizlemek, yahut da eğitip büyütmek, yetiştirmek demektir. Ayetle ilgili olarak iki izah yapılabilir: 1) Taatta bulunmak ve günahlardan uzak durmak suretiyle, nefsini günahlardan arındırarak, kendisini tezkiye eden, tertemiz yapanlar, felaha erer, umduğunu elde eder. 2) Bu, "Allah'ın tezkiye ettiği nefisler-kimseler felaha ermiştir" demektir. Kâdî bu manayı tercih ederek şöyle der: "Bundan maksad, Allahü teâlâ'nın bu nefislerin tezkiyesine (tertemiz olduğuna) hükmetmesi ve onları bu şekilde saymasıdır. Bu tıpkı, örfümüzdeki, "Falanca falancayı tezkiye ediyor" denilmesi gibidir. Kâdî daha sonra şöyle der: "Birinci mana doğruya daha yakındır. Çünkü "nefs" kelimesi, ayette daha önce açıkça yer almıştır. Binâenaleyh buradaki "O" zamirini, nefse raci kılmak, zikredilmediği halde zikredilmiş hükmünde olan bir şeye, (yani Allah'a) hamletmekten daha evladır. Bil ki biz, kesin aklî delil ile, "ilham etti" ifadesi ile, Mu'tezile'nin değil, biz (ehl-i sünnet'in) söylediği mananın kastedildiğini ortaya koymuştuk. Binâenaleyh ifadeyi, bu manaya hamletmek gerekir. Kâdî'nin, "Bu tezkiye, "Allah'ın böyle hükmetmesi, onları temiz olarak sayması", manasınadır" şeklindeki görüşü zayıftır. Çünkü "tef 'il babı (sigası), tekvini yani bizzat yapmayı ifade eder. (Tahkimi, yani hükmetme, öyle sayma manasını değil...)- Hem sonra biz bunu kabul etsek bile, Allah'ın hükmettiği şeyin değişmesi imkansızdır. Çünkü mahkum-u bih'in (yani hakkında haber verilen şeyin) değişmesi, mesela doğrunun, yalana; ilmin cehalete dönüşmesi gibi bir hüküm (netice) değişikliğini gerektirir ki bu, Allah hakkında imkansızdır. İmkansıza götüren şey de imkansızdır. Ama Kâdî'nin, "Burada daha önce "nefs"den bahsedilmiştir" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Bunun aksi daha evladır. Çünkü dilciler, zamirin, en yakındaki şeye raci olmasının, uzaktakine raci olmasından daha evla olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh burada, "Ona ilham eden" ifadesi "nefse" değil "Onu düzenleyene" (Şems, 91/7) ifadesindeki “Mâ” edatına daha yakındır. Binâenaleyh tercih, bizim bahsettiğimiz şeyden yana yapılmalıdır. Bu izahı destekleyen bir husus da, Vâhidî'nin, "Kitâbu'l-Basît"inde, Sa'îd b. Ebî Hilâl'dan rivayetine göre, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), “Kad efleha men zekkâhâ” ayetini okumuş. Sonunda vakfederek (durarak) "Allahım, nefsime takvasını ver. Sen o nefsin velisi ve mevlasısın. Nefsimi temizle. Sen, nefsi temizleyenlerin en hayırlısın.” Müslim, Zikir, 73 (4/2088); Müsned, 4/371. buyurdu. 10"Onu alabildiğine örten kişi ise, elbette ziyana uğramıştır". Müfessirler, “Dessâhâ” ifadesinin aslı, "tedsîs" masdanndan, “Dessesehâ” şeklinde olup, "tedsîs" birşeyi birşeyin içinde saklamak demektir" demişlerdir. Buna göre, buradaki sîn'lerden birisi, yâ'ya çevrilmiştir. Binâenaleyh “Dessâ”nın aslı, “Dessese”dir. Bu, tıpkı “Tekadda'l-bazi”nin aslının, “Tekaddede'l-bazi” "Şahin üzüldü" oluşu gibidir. Yine bu, Arapların, “lebtu” demeleri gibidir ki bunun aslı, "lebeytu" (Aklettim) şeklindedir. Yine, bu, arapların “Mulebbebu” yerine “Mulebbâ” demeleri gibidir. Mutezilenin Ayetle İlgili Görüşü Daha sonra diyoruz ki: Mu'tezile, bu ayetle ilgili olarak, kendi mezheblerine uygun şu izahları yapmışlardır: 1) Salâh ehli, kendilerini izhar ederlerken, fısk ehli ise, kendi nefislerini, gizli kapalı yerlerde gizler ve açığa vurmazlar. Nitekim, cömert Araplar, evleri tanınsın ve muhtaçlar kendilerine gelsin ve ihtiyaçlarını anlatsınlar diye yüksek tepelere konaklarlar, geceleyin gelip kapıyı çalabilecek insanlar için de, geceleyin ateşler yakarlardı. Ama cimriler ise, evlerini barklarını, yerlerini yurtlarını, muhtaç olan kimselerden saklamaya çalışırlardı ve saklarlardı. 2) Bu ifadenin manası, "Hiç de onlardan olmadığı halde, kendisini salih kimseler arasında saklayan..." şeklindedir. 3) "İsyan ve günahlara dalmak suretiyle, nefsini gizleyen..." demektir. 4) Bu ifade, içinde fücurunu saklayan... anlamındadır. Bu, bu kimsenin, fücura devam etmesi ve facir kimselerle oturup kalkmasıyla meydana gelebilecek bir durumdur. 5) Taat olan şeylerden yüz çevirip, masiyetlerle iştigal eden kimse, önemsiz, terkedilmiş ve ismi sanı anılmaz birisi oluverir. Böylece de bu kimse, ismi sanı anılmayan, gizli kalmış bir nesne, şey gibi olmuş olur. Ehl-i Sünnetin Ayetle İlgili Görüşü Alimlerimiz de, ayetteki mananın, "Allahü teâlâ'nın saptırdığı, azdırdığı, facirlerden kıldığı, batıl şeylere sürüklediği ve böylece de helak ettiği nefs bin pişman olmuş ve hüsrana uğramıştır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki “Dessâhâ” kelimesinin tefsiri hususunda ulemanın görüşleri bunlardır. Vahidî (radıyallahü anh) ise şöyle der: "Cenâb-ı Hak adeta, "Kendini arındıran kimselerin felahı elde edeceklerine, kendilerini arındırmayan kimselerin de, iflas edeceğine, yarattığı şeylerin en kıymetlisine (cana, nefse) yemin etmiş gibidir. Böylece, hiç kimse, önce geçmiş kader ve bir kaza olmaksızın, kendi nefsini temizlemeyi veyahutta günahlara dalmak suretiyle, kendi nefsini helak etmeyi üstlenenin, bizzat kendisi olduğunu zannetmesin." Cenâb-ı Hakk'ın, 11"Semûd, azgınlığı yüzünden (peygamberlerini) yalanladı" ayetine gelince, Ferrâ, şöyle der: Tuğyan ve tağvâ iki masdardır. Ancak ne var ki, tağvâ ayet başlarına, yani "fasılalara" daha uygundur. İşte bundan ötürü, burada bu kelime tercih edilmiş olup, bu, (vezin bakımından), "dua" kökünden olan da'vâ masdarı gibidir. Bu ifadenin tefsiri hususunda şu iki izah yapılabilir: 1) Semûd, tuğyanı sebebiyle, yalanlamada bulunmuştur... Nitekim sen, "Allah'a karşı olan cür'etinden ötürü “Bicerâetihi” bana zulmetmiştin..." dersin. Buna göre mana, "Onların tuğyan ve azgınlıkları, onları, Allah'ı yalanlamaya sürüklemiştir" şeklinde olur. Ki, işte meşhur olan görüş budur. 2) Tağvâ, kendisi sebebiyle helak edildikleri o azabın adıdır. Buna göre mana, "Semûd, başlarına gelecek olan azabı yalanladı..." şeklinde olur ki, bu da, "Onlar, peygamberlerini, kendilerine uyarıda bulunduğu o azabın geleceğini kabullenmemek suretiyle, resullerini tasdik etmediler..." demektir. Bu, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü, Arabça'da "tuğyan", alışılagelmiş, mutad olmuş olan ölçü ve miktarı aşmak, tecavüz etmektir. Böylece, onlara gelen o azabın tağva diye isimlendirilmiş olması mümkündür. Çünkü bu azab, alışılagelmiş miktarı öteye geçen, görülmedik bir sayha, yani nara (veya kasırga) idi. Yahut da, ayetteki takdir, "Semûd, tehdid edildikleri o ileri derecedeki ve müthiş azabı yalanladı" şeklinde olur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kezzebet Semudu ve Adu bi'l-kâriati” (Hakka, 69/4) ayeti olup, bu, "Semûd ve Âd, başlarına gelecek olan o azabı yalanladı..." demektir. Daha Cenâb-ı Hak Hakka'da, "Semuda gelince, o, azgın ve haddi aşan (et-tâğıye) bir azabla helak olundular..." (Hakka, 69/5) buyurmuş, böylece kendisi sebebiyle helak oldukları o azabı "et-tâğıye" (ölçüyü aşmış...) diye adlandırmıştır. 12"En şakisi ayaklandığı zaman...". “İnbease” kelimesi, “Bease” "gönderdi, uyandırdı..." kelimesinin mutavaatıdır. Nitekim Arapça'da, “Beastu fulânen ale'l-emri, feenbease lehu” "Falancayı işe koştum da, o da işe koyuldu..." denilir. Buna göre mana, "Semûd, tuğyanları sebebiyle, en şakileri işe koyulduğu zaman yalanlamaya yöneldi..." şeklinde olur ki, bu en şakileri de, o deveyi boğazlayandır. Bu hususta, şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Ayetin bu ifadesiyle, belli bir şahıs kastedilmiş olup, ismi Kudar ibn Salif'dir. Bu kimse öylesine meşhur idi ki, o, darb-ı mesel olmuştur. Nitekim Arapça'da, "Falanca, Kudâr'dan da daha uğursuzdur" denilmektedir. Bu Kudâr, Allah'ın Resulü (aleyhisselâm)'nün, fetvasına karşı çıkanların ilkidir. 2) Bu ifade ile, bir grup kimse kastedilmiştir. Bu, ism-i tafdîli "muzâf" kılıp da, “Hâzâni efdâlu'n-nâsi” "Bu ikisi, insanların en faziletlisidir" ve "Bunlar insanların en faziletlileridir" diyerek, onu, müfred, cemî, müzekker ve müennes müsavi kabul etmek gibi, müfret lafız üzere gelmiş bir ifadedir. Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, “Fekezzebuhu feakaruhâ” "Onu yalanladılar da, deveyi boğazladılar..." (Şems, 91/14) ifadesinin çoğul getirilmiş olması ile kuvvetlenir. Şimdi “Efâdiluhum” "Onların en faziletlileri" denilebildiği gibi, “Eşkavhâ” "O kavmin en şakileri" de denilebilir. Cenâb-ı Hakk'ın, 13"(Halbuki daha evvel), Allah'ın peygamberi onlara, "Allah'ın devesine ve onun su içme (sırasına) dikkat etsin.." demişti..." ayeti ile ilgili olarak şöyle birkaç mesele vardır. Hazret-i Salih'in, Semud Kavmini Deve Hususunda Uyarması Bu ifadede geçen "Resul" kelimesiyle Salih (aleyhisselâm) kastedilmiştir., “Nâkatallahi” yani "Hazret-i Salih, onlar bu deveyi boğazlamayı kafalarına koyup, buna kararlı oldukları haberi Salih peygambere ulaşınca, bu konuya değinerek, onlara, "Bu, Allah'ın devesi ve hem, Allah'ın birliğine, hem de benim peygamber olduğuma delalet eden bir mucizedir Binâenaleyh ona bir kötülük yapmaktan ve onu, sırası geldiğinde su içmesine mani olmaktan sakınınız..." dedi. Biz, bu eserimizin muhtelif yerlerinde, hem o devenin, hem de o halkın, ve hem de o halkın hayvanlarının su içtikleri günlerin belirlenmiş olduğunu belirtmiştirk. Ama, Semûd kavmi, kendi sürüleri hususunda bu devenin su içmesinden zarar gördüklerini öne sürüyorlardı. Böylece de onu boğazlamak istiyorlardı. Salih (aleyhisselâm) de, zaman zaman, onların böylesi bir şeyi yapmaları halinde, başlarına gelebilecek azab hususunda onları hep uyarıyor ve bu hususta onları, bundan sakındırıyordu. Halbuki bu durum, onların kafalarında şekillenmişti. İşte bu yüzden, Salih (aleyhisselâm) onlara, “Nâkatallahi ve sukyâhâ” demek suretiyle yetinmişti. Çünkü, böylesi bir işaret, geçmişi olan bir hadise için kâfi idi. “Nâkatallahi” İfadesi Hakkında “Nâkatallahi” Tıpkı “El-esed, el-esed” "Arslan, arslan (Arslana dikkat)" “Es-sabiy, es-sabiy” "Çocuk, çocuk... (Ona dikkat et)..." ifadelerinde olduğu gibi, "tahzîr"den dolayı mansubtur. Takdiri ise, "Onu boğazlamayı bırakın, onun su içmesi hususunda dikkatli olun da, onu bundan men etmeyin, suyu deveye tercih etmeyin..." şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Semûd kavminin, Allahü teâlâ'nın, tehdid ettiği o azab sebebiyle, ne Salih peygamberi yalanlamaktan, ne de o deveyi boğazlamaktan geri durmadıklarını beyan buyurmuştur ki, işte, bu husus, 14"Fakat onu yalanladılar. Derken, o (deveyi) boğazladılar... Bundan dolayı, Rablerinin azabı da onları, günahları sebebiyle sarıverdi... Öyle ki, hepsini yerle bir etti" ayetinde, murad edilen husustur. Şimdi, kesme, boğazlama işini tek bir şahsın yapmış olması mümkündür.. Ki bu şahıs da, Kudâr'dır. Böylece fiil, iş bu şahsa, bilfiil bu işi yapan kimse olarak nisbet edilebilir, nitekim Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde de, "O da kılıca sarılarak kesti..." (Kamer, 54/20) buyurmuştur. Bu iş, o tek şahsın yaptığı işe razı olup, bunu onayladıkları için de o cemaate de nisbet edilebilir. Mesela Katâde şöyle demektedir: "Bize ulaşan bilgilere göre, Kudâr, deveyi boğazlama konusunda diretmiş, derken Semûd kavminin büyük-küçük, erkek-kadın.. hepsi, ona bu konuda yetki vermişlerdir.. Ki, bu, müfessirlerin ekserisinin görüşüdür. Ferrâ da, bu işi yapanların iki kişi olduğunun ileri sürüldüğünü söylemektedir. Cenâb-ı Hakk'ın 15"Bundan dolayı Rablerinin azabı da onları, günahları sebebiyle sarıverdi... Öyle ki, hepsini yerle bir etti.." ifadesine gelince, Bil ki, “demdeme” nin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Zeccâc, “demdeme” kelimesinin manasının, "Allah, onların üzerine o azabı kapattı..." şeklinde olduğunu, Arapça'da da, sen, bir şeyin üzerine kapandığında, “Demdemtu bihâ ale'ş-şey'i” denildiğini; ve yine deve yağ bağladığında da, “Nâkatu medmumetu” "Yağlı dişi deve..." denildiğini binâenaleyh, bu kapanma ve bürünme işi tekrar tekrar yapıldığında ise, “Demdemtu aleyhi” ifadesinin kullanıldığını söylemiştir. Vahidî de şöyle der: "Arapça'da, "demm" "buluşmak" demektir. Nitekim, yağı kesilen bir şey için “Dumu bi's-suhmi demmen” "Bu, adeta yağla sıvanmış" ifadesi kullanılır. Böylece Zeccâc, “Demâme” kelimesini, tıpkı, “Kubkibu” ve benzerleri gibi, "muza'af" bir fiil gibi kabul etmiştir. Buna göre ayetteki “Demdeme aleyhim” ifâdesinin manası, "Onların üzerine o azabı kapattı bu azab onları, her taraftan kuşatılmış olan bir şey gibi sarıverdi..." şeklinde olur. 2) Görülen bir şey için sen, “demdemtu aleyhi” ifâdesini kullanırsın ki, bu, "Onun üzerini örttüm, düzenledim" demek olur. Buna göre, “fedemdeme aleyhim” ifâdesinin manası, "Onları helak etti, böylece de onları, toprağın altında bırakmak suretiyle, yerle bir etti..." şeklinde olur. 3) İbnu'l-Enbarî “Demdeme” kelimesine, "gazab etti, öfkelendi" manasını vermiştir. Çünkü "ed-demdemetu", kişiyi rahatsız eden söz demektir. 4) Bu ifade, "yer onları sarstı, zelzele oldu.." anlamındadır. Salih, bu görüşü, İbnu'l-A'râbî'den rivayet etmiştir ki, aynı zamanda Ferrâ'nın görüşüdür. “Fessevvâhâ” Kelimesi Hakkında Ayetteki “fessevvâhâ” kelimesine gelince, bu hususta da, şu muhtemel iki izah yapılabilir: Bu böyledir, zira, biz, "ed-demdemetu" kelimesini, "bürümek, her taraftan kuşatmak" manasına alırsak, o zaman “Fesevvâ” fiilinin manası, "bu azab onların hepsini sarıp kuşattı" şeklinde olur. Bu böyledir, zira, bu kavmin helak olması, Cebrail (aleyhisselâm)'in sayhası ile olmuştur. Bu sayha da, onların hepsini helak etmiş, böylece, küçüğünü-büyüğünü sarıvermiş, onlara hükümran olmuştur. Yok eğer, “Sevâ” kelimesini, "tesviye, düzleme" manasına alırsak, o zaman mana, "Allah onları yerle bir etti..." şeklinde olur. O, İmtihan Sonucundan Çekinmez "Bunun sonundan korkmayarak..." (Şems, 91/15) cümlesine gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) “Yehafu” fiilinin tahtındaki “Huve” zamiri, Rab Teâlâ'ya raci bir zamirdir. Çünkü Allah, bahsi geçenlerin bu fiile en yakın olanıdır. Derken, ulema, bu ifadeye verilebilecek mana hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunları, "O, bunun neticesinde, bir kovuşturmadan, soruşturmadan (haşa!) akıbetinden korkmayarak..." demektir. Zira, "el-ukbâ ve el-âkıbe" kelimeleri, aynı manadadır. Böylece Cenâb-ı Hak, bu işi, haklı olarak yaptığını beyan etmiştir. Çünkü, yaptığı hak ve hikmet olan herkesin, yaptığının neticesinden korkulmaz... Bazıları da, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeyi, tahkir tarzında zikrettiğini söylemişlerdir ki, bu "Akıbetinden korkulmayacak derecede basit ve kolaydır. Allahü teâlâ, bununla nitelenmekten çok çok yücedir, münezzehtir" demektir. Bazıları da, bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın, iyice azab ettiğinin murad edildiğini söylemişlerdir. Çünkü, bir hükümdar işin neticesini nazar-ı dikkate alıyorsa bu, onun bazı şeylerden çekindiğini gösterir. Halbuki Allahü teâlâ, hiçbir neticeden korkmaz... İşte, hiç şüphesiz, böylece de hiçbir şeyden korkmamış olur. 2) Bu zamir, Peygamber olan Salih (aleyhisselâm)'e racidir. Buna göre mana, "Salih, onların başına gelen o azabın neticesinden korkmadığı halde..." şeklinde olur. Ki bu, bu azabtan dolayı bir kimse Salih (aleyhisselâm)'e eziyyet etmeye gayret ettiğinde, ona, ilahi yardım geleceğini ve kötülüklerin ondan savuşturulacağı hususunda bir va'd gibidir. 3) Bu ifade ile, deveyi boğazlamaya koyulan Semûd kavminin en ahmağı olan o şakinin, bu işin neticesinden korkmadığı manası kastedilmiştir. Bu ayet, her ne kadar daha sonra gelmiş bir ifade ise de, ne var ki bu ifade, bu yoruma göre, mana cihetinden önde bulunan bir ifade hükmündedir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Neticesinden korkmayarak, bu işe, onların en şakisi koyuldu..." demek istemiştir. Ki bu da, "Bu kimse, o deveyi boğazlamaya yöneldi. Dolayısıyla bu kimse, hem kendisinin hem de kavminin başına bir felaketin inmesinden emin gözüküyor olacak ki, bu dehşetli azabın vereceği korkuya rağmen, hiç korkmayan kimsenin yapabileceği bir işi yaptı..." demektir. Böylece bu kimse bu hususta, cehalet ve ahmaklığa nisbet edilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ifadeyi “Velem yehf” "korkmadı" şeklinde okumuştur. Halbuki, Medinelilerin ve Şamlıların mushafmda ise, “Velâ yehâfu” şeklindedir. Allah en iyisini bilendir. Rivayet olunduğuna göre, Salih peygamber, Semûd kavmini, üç gün sonra gelecek olan o azab ile tehdit edince, o deveyi boğazlayan o dokuz kişi şöyle dedi: "Gelin, Salih (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürelim. Şimdi o, eğer sadık birisi ise, biz bu hususta ondan önce davranmış oluruz. Yok eğer, yalancı ise, onu da devesine katmış oluruz... Derken, ona suikast yapmak için onun yanına geldiler. Melekler, taşlarla, onların beyinlerini dağıttı. Bunlar, arkadaşlarının yanına dönmeyince, Salih peygamberin evine geldiler ve bunların kafalarının taşlarla parçalanmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine Salih peygambere, "Bunları sen öldürdün..." dediler... Üzerine atılınca da, Salih peygamberin silahlı aşireti araya girdi ve onlara, "Allah'a yemin olsun ki, sizler onu öldüremezsiniz. Çünkü o, size üç gün içinde, başınıza gelecek bir azabı haber vermiştir. Eğer o sâdık ise, Rabbinizin gazabını artırmış olursunuz. Yok eğer yalan ise, sizler kastettiğinizin peşindesiniz..." dediler. Böylece, o gece, Hazret-i Salih'ten ayrılıp gittiler. Yüzleri sararmaya başladı. Derken o azabın artık yakın olduğunu anladılar. Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'i öldürmek için aramaya başladılar. Fakat o kaçtı, müşrik olan ve Semûd kavminin kollarından olan bir efendiye sığındı. O, Salih (aleyhisselâm)'i onlardan sakladı. Dolayısıyla onu bulup öldüremediler. Daha sonra da başlarına gelen o azab, onların artık onun peşine düşmelerine mani oldu. İşte bu husus, "Bunun sonundan, yani neticesinden korkmayarak...." ayetiyle anlatılan husustur. En iyi bilen Allah'dır. Salât-ü selâm Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿