2"Andolsun güneşe ve onun aydınlığına, ona tabi olduğu zaman aya...". Tefsire geçmeden önce, mutlaka, birkaç meseleye değinmek lazım. Bu sûrenin maksadı, Cenâb-ı Hakk'a itaata teşvik, O'na isyan etmekten sakındırmaktır. Bil ki, Allahü teâlâ, sürekli, büyük menfaatler ihtiva eden çeşitli mahlukuna yemin etmek suretiyle, devamlı olarak, kullarının dikkatini çekmek istiyor. Böylece mükellef, bu mahlukat hususunda iyice düşünsün ve bunlardan dolayı Allah'a şükretsin diye... Çünkü, Allahü teâlâ'nın yemin konusu yaptığı şeylerin, kalblerde bir ağırlığı vardır. Böylece, kişiyi düşünmeye davet eden sebepler daha kuvvetli ve etkin olmuş olurlar. Bir grup kelamcının, ayetteki takdirin, “Ve Rabbu'ş-şemsi ve Rabbu...” "Güneşin ve ayın Rabbi'ne yemin olsun..." şeklinde olduğunu söylediklerini biliyorsun. Bir takım kimseler, bu görüşün batıl oluşu hususunda istidlalde bulunarak şöyle demektedirler: Ayette bulunan kasemler içinde “Ve's-semâi vemâ benâha” (Şems, 91/5) ayeti de bulunmaktadır. Halbuki, semanın banisi ise, Cenâb-ı Hak'tır. Bu durumda, bu ifadenin takdirinin “Ve Rabu's-semâi ve Rabbuhâ” "Semanın Rabbine ve onun Rabbine yemin olsun ki..." şeklinde olur ki, bu çelişik bir durumdur. Kadî buna şu şekilde cevap vermiştir. Ayetteki “Vemâ benâhâ” ifâdesi ile murad edilenin Allahü teâlâ olması caiz değildir. Çünkü “Mâ” edatı, semanın Yaratıcısı hakkında, ancak, mecazi manada kullanılır. Bir de, Allah'ın, başkalarına yemin etme işini, Kendisine yemin etme işinden önce getirmesi caiz değildir. Bir üçüncü husus da, Allahü teâlâ Kendisini, başkalarıyla birlikte, nerdeyse hemen hemen hiç zikretmemiştir. Binâenaleyh burada, şöyle bir tevil yapmak gerekir. Buradaki “Mâ” kendisinden sonra gelen ifadeyle birlikte masdar hükmünde olup, ifâdenin takdiri, “Ve's-semâi ve binâihâ” "Semaya ve onun binasına, yapılışına, yemin olsun ki..." şeklinde olur. Keşşaf sahibi bu görüşe itiraz ederek şöyle der: Eğer durum bu şekilde olsaydı, o zaman, “Feelhemahâ” ifadesinin buna atfedilmiş olmasından, nazmda bir bozulma meydana gelirdi... Kıraat imamları, “Velleyli izâ yeğşâ” (Leyl, 92/1) “Vedduhâ velleyli izâ secâ” (Duhâ, 93/1-2) ve benzeri ayetlerde olduğu gibi, bu sûrelerdeki fasıla harflerini farklı farklı okumuşlardır. Bu cümleden olarak onlar bunları, bazan "imâle", bazan "tefhim", bazan da, bazısını "imâle", bazısını da "tefhîm" ile okumuşlardır. Ferrâ, dad'ın kesresiyle "dıhâka" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bundan sonra gelen ayetlerde, meselâ “Tahâhâ, telâhâ” ve “Dehâhâ” kelimeleri gibi, her ne kadar bazılarının aslı vâv'lı olsa bile, böyledir. Çünkü, sûreye, yâ'lı olanlarla başlanınca, bunu, vâv'lı olan kelimeler izlemiştir. Zira, vâv'dan çevrilen elif, bazan yâ'dan çevrilmiş olana muvafakat eder. Baksana, “Selevte, Sahavte” ve benzeri kelimelerin fiillerinde, mesela “Dehâ, selâ” gibi bu vâv'la yâ'ya çevrilebilir. Binâenaleyh, böyle bir muvafakat oluşunca, yâ'lı olanların imalesini caiz gördükleri gibi, vâv'lı olanların imalesini de tecviz etmişlerdir. Mutlak manada imaleyi terkedenlerin terkediş sebeplerine gelince, bu, pekçok Arabın, bu eliflere meyletmeyişleri ve bu eliflerde yâ'ya doğru meyletmeyişlerinden (imale yapmayışlarından) kaynaklanmaktadır. Elifi imâle ile okumayışı, meselâ “Musiru” kelimesindeki vâv'ın, yâ'dan; “Elmikâtu” ve “Elmizânu” kelimelerindeki yâ'nın da vâv'dan munkalip olmaları da teyit eder. Bundan, orada bu değişikliğe delalet eden şeyin bulunması gerektiği neticesi gerekmez. İşte, burada da, elifin imâle edilmeden ve yâ'ya doğru meyledilmeden, hâli üzere bırakılması gerekir. Hamza'nın yaptığı gibi, bu kelimelerden bir kısmını "imâle" ile, bir kısmını da imâlesiz okumak da güzeldir. Bu böyledir, zira elif, yâ'dan çevrilmiş olduğu zaman, o yâ'ya delalet etsin diye, yâ'ya doğru imâle ile okunur. Halbuki, “Tahâhâ, telâhâ” ve “Dehâhâ” kelimelerinde ise, yâ'dan çevrilmiş olan bir elif yoktur. Bunların elifleri, ancak vâv'dan çevrilmiş eliflerdir. Delili ise, bu kelimelerin, “Dehavte, televte” şeklinde kullanılmalıdır. Cenâb-ı Hak bu sûrede, (Şems, 91/9) ayetine kadar olan kısımda, yedi şeye yemin etmiştir, “Kad efleha” ifâdesi ise, kasemin cevabıdır. Zeccâc, şöyle der: Cevap aslında, “Kad efleha” şeklindedir. Ne var ki, lâm harfi hazfedilmiştir. Zira, söz bu kadar uzayınca, bu uzama işi, lâm'ın yerini tutmuştur. “Duha” Kelimesi Hakkında Cenâb-ı Hak, "Andolsun güneşe ve onun aydınlığına" buyurmuştur. Müfessirler,”Veduhâhâ” ifadesi hususunda, şu üç görüşe yer vermişlerdir: 1) Mücâhid ve Kelbî, "güneşin aydınlığına"; 2) Katâde, "Bütün gündüze..." ki bu görüşü Ferrâ ve İbn Kuteybe caiz görmüşlerdir. 3) Mukâtil de, "Güneşin hararetine..." gibi manalar vermişlerdir. Dil açısından bunun izahı şöyledir: Leys, (dahv), gündüzün yükselmesi; “Duhâ” ise, gündüzün yükselişinin, bunun biraz daha olması halini ve med ile “Duhâu” kelimesi de, gündüzün uzayıp da, yarısına yaklaştığı durumu ifade için kullanılan kelimelerdir" derken, Ebu'l-Heysem de şöyle demektedir: “Edduhhu” kelimesi, "gölge zili" kelimesinin zıddı olup, bu da, güneşin aydınlığının, yeryüzünü sarması manasına gelir ki, bunun aslı “Edduhâ”dır. Böylece, hâ'nın sükûnu ile birlikte yâ'nın yer alışını ağır buldukları için yâ'yı hâ'ya çevirerek, “Edduhhu” şeklinde söylemişlerdir. Binâenaleyh “Edduhâ” güneşin ziyası ve nuru demektir. Daha sonra bu kelime, Cenâb-ı Hakk'ın da, “İllâ aşiyyeten ev duhâhâ” (Naziat, 79/46) diye ifade buyurduğu gibi, güneşin yeryüzünü iyice aydınlattığı manasının ismi olarak kullanılır olmuştur. Binâenaleyh, müfessirlerin, bu kelimeye "güneşin ziyası" manasını vermeleri, işte bir aslı anlamdan dolayıdır. Bu kelimeye, "gündüzün tamamı" manasını verenlerin durumu da böyledir. Çünkü, gündüzün tamamı da güneşin nurundan kaynaklanmaktadır. Yine bu kelimeye, "güneşin harareti" manasını verenlere gelince, bu da, güneşin harareti ile nurunun ayrılmaz iki vasıf olmasından ötürüdür. Binâenaleyh, güneşin harareti arttıkça, ziyası da artar. Aksi de böyledir, yani harareti düştükçe, aydınlığı da azalır. Ama bu görüş, görüşlerin en zayıfıdır." Bil ki, Allahü teâlâ, canlıların pekçok menfaatinin güneşe bağlı olmasından dolayı, güneşe ve güneşin aydınlatmasına yemin etmiştir. Çünkü, alemdekiler, geceleyin adeta ölüler gibidirler. Binâenaleyh, sabahın alameti, doğu ufkunda gözükünce işte bu durum, kendisiyle hayat kuvvetinin üfürüldüğü "sûr" gibi olmuş olur. Böylece de, (geceleyin uyku ile) ölmüş olanlar, diri hale gelmiş olurlar. Ve bu diriliş, gitgide artmaya kuvvet kazanmaya ve tekamül etmeye doğru yönelir; kuşluk vaktinde de doruk noktasına ulaşır. İşte bu durum, kıyametin hallerine, kuşluk vakti de, cennetliklerin cennete tam manasıyla yerleşmelerine benzemiş olur. Cenâb-ı Hak, “Ve'l-kameri izâ telâhâ” "Ona tabi olduğu zaman aya..." buyurmuştur. Leys, "Bir şey, bir şeyi izleyip tabi olduğunda, “Telâ, yetlu” ifâdesi kullanılır" demektedir. "Ayın güneşi izleyişi" hususunda da şu izahlar yapılabilir 1) Güneş batarken ayın domuş olarak kalakalmasıdır. Bu böyledir, zira ay, her ayın ilk yarısında, güneş battığı zaman böyle olur. O halde bu demektir ki, ay, aydınlatma bakımından güneşi izler (onun yerini alır). Bu, Atâ'nın İbn Abbas'tan naklettiği bir görüştür. 2) Güneş battığı zaman, hilalin ilk gecesinde, batı ufkunda ay, güneşi izler. Bu, Katâde ve Kelbî'nin görüşüdür. 3) Ferrâ da bu izleyiş ve tabi oluş ile, ayın, kendi ışığını güneşten alışının kastedildiğini; zira, Arapça'da, "Ondan alır" anlamında, “Fulânun yetbeu fulânen fi kezâ” "Falanca bu konuda, filancadan alev, öğrenir, ona tabi olur" denilir.." der. 4) Zeccâc da, "Ay, dolunay olduğu zaman güneşi izler. Buna göre, ay, adeta tan, ziya ve nur bakımından güneşi izlemiş olur. Yani, ayın ziyası kemale erip de dolunay olduğunda, etrafı aydınlatma bakımından onun yerini almış gibi olur. Bu durum ise, aydınlık mehtaplı gecelerde tahakkuk eder. 5) Ay-güneşi, kütlelerin büyüklüğü açısından, maddi bakımdan ve bu alemin menfaatine olan şeylerin ayın hareketlerine bağlı olması itibariyle izler, takip eder. Astronomi ilminde, güneş ile ay arasında bulunan münasebet kadar, güneş ile diğer gezegenler arasında ilgi ve münasebet bulunmadığı kabul edilmiştir. Cenâb-ı Hak, |
﴾ 2 ﴿