DUHÂ SÛRESİBu sûre, onbir ayet olup, Mekkî'dir. Ben bu sûrenin tefsirine, öğüt ihtiva eden, bir takım incelikleri ilave etmeye karar verdim. 1Âyetin tefsiri için bak:2 2"Andolsun kuşluk vaktine ve sükûna erdiği zaman geceye..." “Duhâ” Kelimesi Hakkında Müfessirler, ayetteki, “Ve'd-Duhâ” "Andolsun kuşluk vaktine" ifadesiyle ilgili olarak şu iki izahı yapmışlardır: 1) "Duhâ" ile, kuşluk vakti kastedilmiştir. Kuşluk vakti, güneş yükselmeye başlayıp, ışıklarını her tarafa saldığı zamanki, gündüz başlangıcı zamanıdır. 2) "Duhâ" ile, bütün gündüz kastedilmiştir. Delili ise, Allahü teâlâ'nın, bunu geceye mukabil zikretmiş olmasıdır. “Secâ” Kelimesi Hakkında Ayetteki “Ve'l-leyli izâ secâ” "ve sükûna erdiği zaman geceye..." ifadesine gelince, dilciler "secâ"nın manası hususunda, birbirine yakın şu üç manayı vermişlerdir: "Dindiği zaman", "karalığını döktüğü zaman" ve "örttüğü zaman"... 1) Birinci manaya gelince, Ebû Ubeyde, Müberred ve Zeccâc, "secâ"ya "sekene" "sükûna erdiğinde-dindiğinde..." manasını vermişlerdir. Nitekim Arapça'da "rüzgarı dinmiş gece" manasında "leyle-i sâciye"; zayıf açıp-kapanan göz manasında, "aynün sâciyetü" ve "dalgaları dinmiş deniz" manasında "bahrun sâciyetün" denilir. Şair bir duasında “Yâ mâlike'l-bahri iza'l-bahru secâ” "Deniz dindiği zaman, ey denizin sahibi Allah'ım..." demiştir. 2) İkinci manasına gelince, Ferrâ, Arapça'da bütün gece durgunlaştı, karanlığını döktü manasında "secâ" kelimesinin kullanıldığını söyler. 3) Üçüncü, yani bu kelimenin, "örttü-bürüdü" manasına oluşuna gelince, Esmâi ve İbnü'l-Arabî, elbisesinin insanı bürümesi gibi, gecenin de gündüzü bürümesi manasında Arapça'da, “Secâ'l-leylu” denildiğini söylerler. Bil ki müfessirlerin görüşleri de, bu üç mana çerçevesindedir. Bu cümleden olarak, mesela İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayete, "Gece, dünyayı karanlığı ile bürüdüğü zaman" manasını verirken, Hasan el-Basri de, "İnsanlara karanlığını giydirdiği zaman geceye..." manasını vermiştir. Saîd b. Cübeyr'in rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) yine bu ifadeye, "Gece gelip, herşeyi bürüdüğü zaman..." manasını vermiştir. Mücâhid, Katâde, Süddî ve İbn Zeyd de, "Gece, insanlarla dindiğinde..." manasını vermişlerdir. "Gecenin insanlarla dinişi" hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Bu, gecenin değil, insanların dinişi-sükûna erişi manasınadır. Fakat bu diniş, mecazî olarak ayette geceye nisbet edilmiştir. Bu yönüyle ayet, tıpkı ve "uyuyan gece, oruçlu gündüz" ifadeleri gibi olur. b) "Gecenin dinip-sükûna ermesi", onun karanlığının her tarafa yerleşip, her tarafı sarması ve artık daha artmayacak bir hale gelmesi demektir. Burada şöyle bir kaç soru sorulabilir: 1- Gündüz İle Gecenin Özellikleri Birinci Soru: Hak teâlâ'nın bir önceki sûrede, geceyi önce, bu sûrede ise sonra zikretmesinin hikmeti nedir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Hem gece hem de gündüz sayesinde, insanların faydasına olan şeyler, bir düzene girer, Ama Hak teâlâ'nın "Allah karanlıkları ve nuru (ışığı) yarattı" (En'âm, 6/1) ayetinden ötürü, gecenin önce oluş fazileti; gündüzün de nur oluş fazileti vardır. Hatta bundan da öteye, gece dünya gibi; gündüz de ahiret gibidir. Binâenaleyh bunlardan herbirinin diğerinde bulunmayan bir üstünlüğü ve fazileti vardır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bazan gündüzü geceye, bazan da geceyi gündüze takdim etmiştir. Bunun bir benzeri de Allah'ın "Secde et, rükûya git." (Âl-i İmran, 3/43) ayetinde secdeyi rükûdan; "rükûya varın, secde edin..." (Hacc, 22/77) ayetinde ise, rükûyu secdeden önce zikretmiştir. 2) Allahü teâlâ, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile ilgili sûrede yani Leyl Sûresi'nde, müslüman olmazdan önce küfür içinde oluşundan dolayı orada, geceyi gündüzden önce getirmiş; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili olan bu sûrede ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den doğuşundan itibaren hiçbir inkar ve günah sudur etmediği için, duhâ'yı -yani gündüzü- önce zikretmiştir, 3) Leyl Sûresi, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile ilgilidir. Duhâ Sûresi ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgilidir. Bundan dolayı Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) arasında bir vasıta (bir üçüncü şahıs) bulunmadığının anlaşılması için, aralarına bir vasıta koymamış, bunları peşpeşe zikretmiştir. Binâenaleyh önce geceyi zikredip ki bu Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'i temsil eder, daha sonra da yukarı doğru yükseldiğinde, gündüzü bulursun ki bu da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Eğer önce, duhâ'yı (gündüzü) zikredersen, -ki bu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir- daha sonra da aşağı doğru inersen, geceyi bulursun ki bu da, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dir. Böylece bu ikisi arasında, bir vasıtanın, bir üçüncü şeyin olmadığı anlaşılmış olur. İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın burada, sadece duhâ ile geceye yemin edişinin hikmeti nedir? Cevap: Buna şu bir kaç şekilde cevap verilir: 1) Hak teâlâ sanki, "Zaman, saat saattir, dilim dilimdir: gece saatleri, gündüz saatleri... Bu saatler git gide artar. Bu yüzden bazan gece saatleri artarken gündüz saatleri azalır. Bazan da gündüz saatleri artarken, gece saatleri azalır. Binâenaleyh artış, gelişi güzel hareketten; azalış da kızgınlık ve öfkeden ötürü olmayıp, aksine hikmete mebnidirler. Risalet de, kulların menfaatine göre vahiy indirme de böyledir. Dolayısıyla vahiy bazan indirilir, bazan indirilmez. İşte bu indirme gelişi güzel olmadığı gibi, indirmeme de bir öfke ve kızgınlıktan ötürü değildir. 2) Alimin sözü, kendisi söylediğini yapmadıkça tesir etmez. Binâenaleyh Allahü teâlâ, "Beyyine (delil) iddia edene; yemin ise inkar edene düşer" şeklinde ferman buyurunca, mutlaka bu şekilde amel etmek gerekmez. Binâenaleyh kafirler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Rabbinin, onu terkettiğini, ona kızıp-öfkelendiğini iddia edince, Cenab-ı Hak "Haydi, öyle ise bu hususta delilinizi getirin" buyurdu. Onlar delil giremeyince "Rabbi ne onu terketti, ne de ona kızdı", diye yemin etmek düşmüştür. 3) Hak teâlâ sanki, "Gecenin, gündüz ile nasıl bir ilişki içerisinde olduğuna bakın. Bunlar birbirinden ayrılamaz. Aksine gece bazan galip, bazan da mağlub olur. Binâenaleyh sen, senin insanların eline bırakılacağını zannedersin" demek istemiştir. Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak burada niçin özellikle "duhâ" (kuşluk) vaktini zikretmiştir? Cevap: Bu hususta şu cevaplar verilebilir: 1) Kuşluk vakti, insanların bir araya geldikleri ve geceleyin, üzerinde meydana gelen ürkeklik ve yalnızlıktan sonra, kendilerine geldikleri bir zamandır. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Vahyin kesilmesi sebebiyle, ürkekliğinden sonra artık vahyin nüzulünün kuşluğu doğmaya başlıyor" diye müjde vermiştir. 2) Bu vakit, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile konuştuğu; Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın karşısına dikilen sihirbazların, imana gelip secdeye kapandıkları bir vakittir. Binaenaleyh sadece bir zarf olduğu için zaman, böylesine bir fazilet vasfını kazanmış ve bu vasfa bürünmüştür. Ya, bilfiil taatta bulunan insanın durumu nasıl olur. Bu, şu şekilde de ifade edilebilir: "Musa (aleyhisselâm)'ya ikram eden o yüce Zât, sana ikram etmemezlik eder mi, (Ey Muhammed!) Secdeye kapanacakları bir biçimde, o sihirbazların kalblerini evirip-çeviren o yüce Allah, senin düşmanlarının kalblerini de çevirecektir" denilmek istenmiştir. Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, gündüzün bir saati, bir parçası demek olan, duhâ (kuşluk) vaktini, buna mukabil bütün geceyi zikredişinin sebebi nedir? Cevap: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, gündüzün bir tek saatinin bile, bütün geceye denk olduğuna bir işarettir ve bu tıpkı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in faziletinin tartılması halinde, (manen) bütün peygamberlere denk olması gibidir. 2) Gündüz, sevinç ve ferahlık; gece ise, ürkeklik ve endişe vaktidir. Binâenaleyh ayet, dünyanın kederlerinin ve üzüntülerinin, sevinç ve rahatlıklarından daha fazla ve sürekli oluşuna bir işarettir. Çünkü kuşluk vakti bir tek saattir; gece ise birçok saattir. Rivayet olunduğuna göre, Allahü teâlâ Arş'ı yaratınca, siyah bir bulut Arş'ın solunda dikilip-durur ve "Ne yağdırayım?" diye nida eder. Bunun üzerine, "Yüz yıl keder ve hüzünler yağdır" diye emrolunur. Derken bulut açılır ve yeniden bu şekilde emrolunur ve bu iş tam üçyüz yıl tamamlanana kadar sürer. Daha sonra, Arş'ın sağında beyaz bir bulut dikilir ve "Ne yağdırayım?" diye nida eder. Bunun üzerine, "Bir saat sevinç yağdır" diye emrolunur. İşte bu sebepten dolayı, sen, kederlerin ve üzüntülerin sürekli; sevinçlerin ise az ve nadir olduğunu görürsün. 3) Kuşluk vakti, İnsanların harekete geçtiği ve buluşup tanıştıkları bir vakittir. Böylece bu vakit, haşr vaktinin bir benzeri olmuş olur. Dinip sükûnete erdiği zaman gece de, insanların, kabrin karanlığında sükuna erişlerinin bir benzeri olmuş olur. Binâenaleyh, bu demektir ki, her ikisi de bir hikmet ve bir nimettir. Ne var ki fazilet, (bu dünyada iken), ölüme değil, hayata; ölümden sonra da, ölümünden önceki durumuna aittir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, kuşluk vaktini, gece vaktinden önce getirmiştir. 4) Cenâb-ı Hak, önce kuşluk vaktini zikretmiştir; böylece, Allah'ın rametinden ümit kesilmesin Daha sonra da bunun peşinden, Allah'ın bela ve musibetleri hususunda tam bir güven hasıl olmasın diye, geceyi getirmiştir. Duhâ ve Leyl Hakkında Öteki Yorumlar Beşinci Soru: Herhangi bir vaiz, bu sûredeki, “Ve'd-duhâ” ifâdesini, Hazret-i Muhammed'in yüzü, “Velleyli” ifadesini de saçları diye tefsir etmiş midir? Cevap: Evet; ve bunda da yadırganacak bir husus yoktur. Bunlardan bazıları, daha da ileri giderek, meselâ “Ve'd-duhâ” kelimesini "Ehl-i beytin erkekleri “Velleyli” kelimesini de "kadınları" diye tefsir etmiştir. "ed-Duhâ" kelimesi ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği; “Velleyli” ifadesi ile de, vahyin, kesilme zamanı da kastedilmiş olabilir. Çünkü vahiy indiğinde, ünsiyyet, rahatlık; kesildiğinde ise, ürkeklik, huzursuzluk baş gösterir. Yine, ayetteki "ve'd-duhâ" kelimesi ile, kendi sebebiyle, gaybî şeylerin bilindiği ilahi ilmin nuru; "el-leyl" kelimesi ile de, kendisi sebebiyle, bütün kusur ve ayıpların örtüldüğü afv-ı ilahi kastedilmiş olabilir. Yine "ve'd-duhâ" ifadesiyle, garib iken, İslâm'ın yücelmesi kastedilmiş olabilir. "El-Leyl" kelimesi de, İslâm'ın yeniden garib olacağına bir işaret sayılabilir. Yine, "ve'd-duhâ" ifadesiyle, aklın kemale ermesi; "el-leyl" kelimesiyle de, "ölüm hali" kastedilmiş olabilir. Yine bu ifadelerle, "Ben, mahlukatın kendisinde bir kusur göremediği açıktan yaptığı filler ile, gaybı bilen Allah'ın, kendisinde bir gayb görmediği sırrına, yani gizliden yapmış olduğun fiillere yemin ederim..." şeklindeki mana da kastedilmiş olabilir. 3"Rabbin seni terketmedi. (Sana) darılmadı da...". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ebû Ubeyde ve Müberred, buradaki “Veddeake” fiilinin, tef'îl babından olduğunu; mananın da, "tıpkı, ayrılan kimsenin emanet bırakması gibi..." tarzında olduğunu söylemişlerdir. Bu kelime, şeddesiz olarak, seni terketmedi manasında “Mâ vedeake” şeklinde de okunmuştur. Ama, "et-tevdî", "el-vedâ' " kökünün mübalağa sığasıdır. Çünkü, ayrılarak seni tevdi' eden kimse, adeta, seni terketme işinde mübalağa yapmış... gibidir. el-Kalyu kelimesi, buğzetmek anlamına gelir. Nitekim Arapça'da, “Kalâhu, yeklihi, kalyen, mekliyeten” denilir. Bu ifade, birisi bir kimseye buğzettiği zaman kullanılır. Ferrâ, ayetteki takdirin, “Vemâ vekalâke” şeklinde olduğunu söyler. Burada kâfin hazfedilişi hususunda da şu izahlar yapılmıştır: 1) “Mâ veddeake” ifadesindeki kâf ile yetinilerek, hazfedilmiştir. Bir de, ayetlerin başları (yani, sonları) yâ ile bitmektedir. Dolayısıyla, fasılaların birbirine uygun düşmesi hadisesi, kâfin hazfedilmesini gerektirmiştir. 2) Ayetin sonuna kâf getirilmeyerek ifadenin mutlak bırakılmasının faydası, "Rabbin sana gazab etmediği gibi, ashabından ve seni sevenlerden hiçkimseye de, kıyamete kadar buğzetmeyecektir..." şeklinde bir manayı vurgulamak içindir. Ve bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kişi, sevdiğiyle beraberdir' Keşfu'l-Hafa 2/202. ifadesini gerçekleştirmek içindir. Nüzul Sebebi Vahyin Gecikmesi Meselesi Müfessirler şöyle demektedirler: Hazret-i Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e biraz geç vahiy getirdi. Bunun üzerine müşrikler bu arada, "Muhakkak Allah ona gazab etti ve onu terketti" demeye başladılar da, bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu ayeti indirdi." Süddî şöyle der: Cebrail (aleyhisselâm) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kırk gün gecikerek geldi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususu, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'ye açtı. Hazret-i Hatice (radıyallahü anh) de, "Belki de senin Rabbin, seni unuttu veya sana öfkelendi!" dedi. Şu da rivayet edilmiştir: Ebû Leheb'in karısı Ümmü Cemîl, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Ey Muhammed, şeytanının, seni terkettiğini zannediyorum..." demiştir. Hasan el-Basrî (radıyallahü anh)'nin de şöyle dediği rivayet edilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'et vahyin gelmesi gecikti. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'ye bu durumu anlatmak amacıyla, "Rabbim beni terketti ve bana öfkelendi..." dedi de, bunun üzerine Hazret-i Hatice (radıyallahü anh), "Seni, hak olarak gönderen o zâta yemin ederim ki... sana, böylesi bir ikram ile işe başlayan o zât, bunu mutlaka tamamlayacaktır" dedi. İşte bunun üzerine de ayeti nazil oldu. Usulcüler, bu rivayetleri tenkit ederek, Allahü teâlâ'nın kendisini terkedip de, kendisine öfkelendiğini sanması ona uygun düşmez. Tam aksine, Allah'ın Resulü, bir peygamberin, nübüvvetten azledilmesinin, Allah'ın hikmetinde caiz olmayacağını; vahyin, "maslahat" gereği ineceğini; "salâh" halinin ise, bazan, vahyin gecikmesinde, bazan da öne alınmasında bulunduğunu bilir. Böylece, bu sözlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uygun düşmeyeceği sabit olmuş olur. Sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in böyle dediği sabit olsa bile, bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in maksadının, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'nin ilminin miktarını öğrenmesi veya insanların, bunun miktarını öğrenmesi için onu denemesi anlamına hamledilebilir. Alimler, vahyin ne kadar süre için kesildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, İbn Cüreyc, bunun oniki gün olduğunu söylerken, Kelbî onbeş gün; İbn Abbas, yirmibeş gün, Süddî ve Mukâtil de kırk gün olduğunu söylemişlerdir. Alimler, hangi sebepten dolayı vahyin kesildiği hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak müfessirlerin ekserisi şunu nakletmektedirler. Yahudiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, rûh'u, Zülkarneyn'i ve Ashâb-ı Kehf'i sormuşlar da, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "inşaallah..." demeden, "Size yarın söylerim" demiş de, işte vahiy bu yüzden kesilmiş. İbn Zeyd de şöyle demektedir: Vahyin kesiliş sebebi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in evinde, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e ait bir köpek yavrusunun bulunmasıdır. Derken, Cebrail (aleyhisselâm) inince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm)'e sitem etmiş, bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) de, "Bizim, kendisinde köpek veya suret bulunan bir eve giremeyeceğimizi bilmiyor musun?" demiştir. Cündeb ibn Süfyan da şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), parmağındaki bir taşı atarak, "Sen, kanayan ve karşılaştığı şey, Allah yolunda sayılan bir parmak değil misin?" buyurmuş Buhâri, Cihad, 9; Müslim, Cihad, 112 (3/1421). da, bunun üzerine vahiy, gecikmiştir. Ve yine onların (ehl-i beytin) arasında, tırnaklarını kesmeyenlerin buna sebep olduğu da rivayet edilmiştir. Burada, şöyle iki soru sorulabilir: 1- Kızma, Vahyin Gecikme Sebebi Olabilir Mi? Birinci Soru: Bahsettiğimiz bu rivayetler, vahyin gelmeyişinin bir öfkeden ve gazabtan kaynaklandığına delalet etmektedir (ne dersiniz)? Cevap: Biz deriz ki, bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Bu, daha efdal ve daha evla olanı terketme hadisesi olup, bunu yapan kimse (Allah katında) kırılmış ve kendisine öfkelenilmiş birisi olamaz. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrâl (aleyhisselâm)'e, "Gelmedin; seni özledim" demiş de, bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) de, memur bir kulum..." demiş ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ancak, Rabbinin emriyle ineriz.." (Meryem, 19/64) ayetini okumuş. 2- Terkedilmeme Övgü Sebebi Olur Mu? İkinci Soru: Bir hükümdarın, muhatabını şereflendirmek için, kendisi nezdinde, mahlukatın evi iki derecede yakını olan birisine, "Ben sana buğzetmedim" demesi nasıl uygun düşer? Cevap: Evet, bu sözün doğrudan doğruya söylenmesi güzel olmaz. Ne var ki, düşmanlar, dillerine, "Hükümdar ona buğzetmiş..." şeklinde bir sözü dolayıp, derken o hükümdar nezdinde yakınlık kesbetmiş olan bu kimse de, bu sözden dolayı üzülünce, onu şerefyâb etmek için, o hükümdarın o kimseye, "Ben sana öfkelenmedim, seni terketmedim, nezdimdeki yerini ve makamını göreceksin!.." şeklinde demesinden daha güzel bir ifade olamaz. Kur'ân'ın, Allah Katından Oluşunun Delili Bu hadise, Kur'ân'ın, Allah katından oluşunun delillerinden birisidir. Çünkü, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) katında olmuş olsaydı, vahiy kesilmezdi... Cenâb-ı Hakk'ın, 4"Elbette Ahiret senin için dünyadan hayırlıdır" ayetine gelince, bil ki, bu ifadenin kendisinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Mana şöyledir: "Vahyin kesilmesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, nübüvvetten azledilmiş olması yüzünden değildir. Tam aksine, bu konuda söylenebilecek olan en son söz şudur: Bu, artık risalete lüzum kalmadığı içindir. Ve bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefat edeceğinin emaresidir. Buna göre, adeta "Vahyin kesilmesi her ne zaman tahakkuk ederse, bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ölümüne işaret eder. Ancak ne var ki ölüm, ey Muhammed, senin için daha hayırlıdır. Çünkü Ahirette, senin için Allah katında olan şey, dünyada senin için olandan daha üstün ve daha iyidir." 2) "Rabbin seni terketmedi" ayeti nazil olunca, böylece, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için büyük bir şereflendirme tahakkuk etmiş oldu. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şereflendirmeyi çok bir şey addedince, ona, "Ahiret senin için, dünyadan daha hayırlıdır" denildi ki, bu, "Bu şereflendirme işi her ne kadar büyük bir iş ise de, ancak ne var ki, senin için, Ahirette, Allah katında olanlar daha üstün ve daha büyüktür" denilmiştir. 3) Benim hatırıma, mananın, "Gelecek durumlar, senin için, geçmiş hallerden daha iyidir.." şeklinde olması gerektiği düşüncesi gelmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, her gün, izzetine izzet katacağına; makamına makam ekleyeceğini vadederek, "Sen, benim seni terkettiğimi sanma. Tam aksine, gelecek her gün içinde, evet, ben senin makam ve yüceliğini artıracağım" demek istemiştir. Burada şöyle iki soru sorulabilir: Ahiretin Daha Hayırlı Oluşunun İzahı Birinci Soru: Ahiretin, peygamber için, dünyadan daha hayırlı olduğu hangi yolla anlaşılabilir? Buna şu birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Cenâb-ı Hak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e adeta, "Sen, dünyada bir hayır üzeresin. Çünkü sen orada, istediğini yapıyorsun. Ne var ki, Ahiret senin için daha hayırlıdır. Çünkü Ahirette Biz, kendi isteğimizi yapıyoruz (Bu sebeple sana, Biz, kendi dilediğimizi vereceğiz)" demiştir. 2) Ahiret senin için daha hayırlıdır. Zira, Ahirette ümmetin, senin etrafında toplanacak. Çünkü, ümmeti, peygamber için onun evlatları mesabesindedir. Zira Cenâb-ı Hak, "Onun zevceleri de, mü'm'mlerin anasıdır" (Ahzab, 33/6) buyurmuştur. O halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların babalarıdır. Ümmeti cennette olacak; böylece de, adeta, sanki, Hazret-i Peygamber çocukları cennette olmuş gibi olacak. Çocuk, "bir insanın gözünün süruru" diye adlandırılmıştır. Zira Cenâb-ı Hak, insanların, "Ey Rabbimiz bize, eşlerimizden ve zürriyetlerimizden, gözümüzün aydın olacağı (nesiller) ver" (Furkan, 25/74) dediğini nakletmiştir. 3) Ahiret, senin için daha hayırlıdır. Zira, o Ahireti satın alan sensin. Ama, bu dünya ise, hiç de böyle değildir. Binâenaleyh, Ahiretin, dünyadan daha az değerli olduğunun farz edilmesi durumunda bile, Ahiret senin için daha hayırlıdır. Çünkü, sana ait olan mülkler, sana ait olmayan mülklerden daha hayırlıdır. Nasıl olmasın ki, fazilet bakımından, dünya, Ahiret ile mukayese edilemez. 4) Ahiret, senin için dünyadan daha hayırlıdır. Çünkü, dünyada kafirler, seni kınarlar, ta'n ederler. Ama, Ahirette, ümmetini, diğer ümmetlere; seni de diğer peygamberlere zatımı da sana şahit yapacağım..." Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın "Şahid olarak Allah yeter. Muhammed, Allah'ın Resulüdür..." (Fetih, 48/28-29) buyurması gibidir. 5) "Dünyanın iyilik ve güzellikleri azdır, elemlerle içiçedir ve sonludur; halbuki, Ahiretin lanetleri çoktur, arıdır durudur ve bakidir." İkinci Soru: Peki Cenâb-ı Hak niçin, “Vele'l-ahiratu hayrun leke” demiş de, “Hayrun lekum” "Senin için daha hayırlıdır" dememiştir? Cevap: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmeti içinde, Ahiretin, kendisi için şer olacağı kimseler de vardır. Şimdi, Cenâb-ı Hak bu işi, herkese teşmil edecek olsaydı, bu, bir yalan olurdu. Sadece itaatkârlara tahsis edecek olsaydı, münafıklar ve günahkarlar rezil ve kepaze olurlardı.. İşte bu yüzden, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Hayır. Muhakkak ki benim yanımda Rabbim var. O beni hidayete iletir" (Şuârâ, 26/62) derken, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, kendisiyle birlikte olan kesin saadet ehlinden olduğu için, hiç şüphesiz, "Muhakkak ki, Allah bizimle beraberdir..." (Tevbe, 9/40) demiştir. Çünkü orada, sadece bir nebî ve sadece sıddîk (Hazret-i Ebû Bekir) (aleyhisselâm) var idi. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Musa (aleyhisselâm) yanında binlerce kişi olduğu halde, üç gün süreyle, yağmur duasına çıkmış, ama bir türlü icabet olunmamış... Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bu icabetsizliği gerektiren sebebi Cenâb-ı Hakk'a sual edince, Cenâb-ı Hak, "Yanınızda söz gezdirici birisi bulunduğu sürece size icabet etmem" buyurmuş; derken, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Ben bu işe öfkelenip dururken, daha nasıl onun yaptığını yapabilir (jurnalcilik yapabilirim)? dedi. Az bir zaman geçmişti ki, o jurnalcinin öldüğüne dair vahiy geldi. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm), o musallaya gitti. Bir de ne görsün, o musallada yetmiş cenaze. Şimdi, Cenâb-ı Hak, kendi düşmanlarını bile saklı ve gizli tutarken, ya dostlarına karşı nasıl muamele eder?! Sonra bir düşün; burada, şöyle bir incelik de göreceksin... Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Şayet, beli bükülmüş yaşlılar olmasaydı..." Keşfü'l Hafa, 2/163. Hadisin devamı meâlen şöyledir: "Eğer beli bükülmüş yaşlılar ve emzikli çocuklar olmasaydı belâlar üzerlerinize sel gibi akardı, (ç.). buyurmuştur ki, burada bu ümmetin faziletlerinin fazlalığına bir işaret bulunmaktadır. Çünkü Allahü teâlâ, tek bir günahkardan dolayı binlercesinin isteğini reddederken, bu ümmetlerde, tek bir itaatkardan dolayı binlerce günahkara merhamet ediyor. 5"Muhakkak Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın...". Bil ki, bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti de, şu iki yöndendir: 1) Allahü teâlâ, Ahiretin peygamber için dünyadan daha hayırlı olduğunu beyan etmiş, ancak ne var ki, bu farklılığın hangi dereceye kadar olabileceğini beyan etmemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ayet ile de, bu farklılığın miktarını beyan etmiştir ki, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, temenni edip hoşnut olacağı şeylerin doruk noktasına varıp dayanması halidir. 2) Cenâb-ı Hak adeta, "Ahiret senin için, dünyadan daha hayırlıdır" deyince, "Durumun böyle olduğuğunu niye söyledin?" denilmiş de, bunun üzerine o da, "O peygambere istediği her şeyi vereceğini" belirtmiştir ki, bu şey de, "dünyaya sığmayan şey" cinsindendir. Böylece, Ahiretin, o peygamber için, dünyadan daha hayırlı olduğu sabit olmuş olur. Bil ki biz, ayetteki bu va'di, ahiretle ilgili olarak görürsek, bunun, hem ahiretteki menfaatler manasına, hem de tazim manasına alınması mümkün olur. Menfaatler manasına alınmasına gelince, mesela İbn Abbas şöyle demektedir: "Peygamber için, cennette, beyaz inciden yapılmış bir köşk vardır. Ki, bu köşklerin toprağı misktir. Bu cennetlerde de, oraya yakışan her şey vardır." Tazim manasına alınmasına gelince, Ali ibn Ebî Talib ile İbn Abbas'tan şu rivayet edilmiştir: "Bu ifade, bu va'd, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ümmeti için şefaatçi olması va'didir." Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ayet nazil olunca, "ümmetimden birisi cehennemde iken, ben halimden memnun (razı) olamam" demiştir. Bil ki, ayetteki bu va'di, "şefaat" manasına hamletmek kesin bir husus olup, delilleri şunlardır: 1) Cenâb-ı Hak, dünyada iken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, istiğfarda bulunmasını emrederek, "Günahın için ve erkek mü'minlerle kadın mü'minler için istiğfar et..." (Muhammed, 47/19) buyurmuş, böylece ona, istiğfarda bulunmasını emretmiştir. "İstiğfar" ise, bağışlanma istemek demektir. Bir şeyi isteyenin, o şeyin reddedilmesini istemeyeceğinde ve bu duruma razı olmayıp, ancak icabete razı olacağında ise şüphe yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in razı olduğu şeyin, reddedilmek değil de kabul olunmak olduğu sabit olup, bu ayet de, Cenâb-ı Hakk'ın ona, istediği ve razı olacağı her şeyi vereceğine delalet edince, bu ayetin, ümmetin günahkarları hakkında şefaatçi olacağına delalet ettiğini anlamış bulunuyoruz. 2) Ayetten önceki ifade de bu manaya uygundur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Seni terketmeyeceğim, sana öfkelenmeyeceğim, bundan da öte, hatta, senin hoşnutluğunu temin etmek ve kalbini hoş tutmak için, ashabından, etbaından ve taraftarlarından hiç kimseye öfkelenmeyeceğim..." demek istemiştir ki, işte bu açıklama, ayetin öncesine de en muvafık tefsirdir. 3) Şefaat hakkında varid olan pekçok hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rızasının, ümmetinin günahkarlarının afvedilmesinde bulunduğuna delalet etmektedir; bu ayet de, Allahü teâlâ'nın, Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in razı olacağı her şeyi yapacağına delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu ayet ile hadislerin toplamından, şefaatin hak olduğu neticesi çıkmaktadır. Cafer es-Sâdık (radıyallahü anh), "Benim dedemin rızası, hiçbir muvahhidin cehenneme girmemesinde yatmaktadır" derken, Muhammed Bâkır'ın da, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ehl-i Kur'ân, Kur'ân'daki en ümit bahşedici ayetin, "Ey, nefislerine karşı haddi aşmış olan kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin" (Zümer, 39/53) ayeti olduğunu söylerler. Halbuki, biz, Ehl-i beyt ise, en ümit bahşedici ayetin, "Muhakkak Rabbin sana verecek de sen de memnun olacaksın" (Duha, 93/5) ayeti olduğunu söylüyoruz. Vallahi, bu ayetle kastedilen, şefaattir. Şefaat hakkı, o, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Razı oldum, yeter" deyinceye kadar, "Lâ ilahe illallah" diyen herkes hakkında, ona verilmiştir." Bu izahlar, ayetteki bu va'di, Ahiret halleri ile ilgili gördüğümüz zaman söz konusudur. Ama biz, bu va'di, dünya halleriyle ilgili görürsek, bu, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Bedir, Mekke'nin fethi, insanların, İslâm'a fevc fevc girmesi... gibi kutlu günleri; peygamberin, Kurayza ve Nadîr kabilelerine galip gelmesi, onları sürgün etmesi, ordularının ve seriyyelerinin, Arap topraklarına yayılması gibi, düşmanlarına galip gelmeyi nasib edişine.bir işarettir. Ve yine bu, râşid halifelerinin, yeryüzü mıntikalarındaki şehirleri fethedişlerine, bunların eliyle, zorba kralların yenilip yerle bir edilişine, Kisrâ'nın hazinelerinin ele getirilişine, doğu ve batıdaki insanların kalblerine düşürülen korkuya, İslâm'ın heybet arzedişine ve bu davanın yayılışına bir işarettir. Bil ki, evlâ olan, ayeti, hem dünya hem de Ahiret menfaatleri manasına almaktır. Burada, şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci Soru: Böylesi saadetler mü'minler için de söz konusu olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, "sana verecek" demiş de, "Size verecek.." dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Burada esas maksat, Peygamberdir. Mü'minler ise, ona tabidirler. 2) Bu, "Ben, senin ashabına ikramda bulunduğum zaman, bu, gerçekte sana yapılmış bir ikramdır. Çünkü ben, onların üzerine titremen hususunda senin, onlara yapılan ikramdan duyacağın huzur ve sürürün, bizzat sana yapılacak olan ikramın huzur ve sürürünün üzerine çıkacağı bir noktaya ulaştığını bilmekteyim. İşte bundan dolayı, diğer peygamberler, "İşe, benim mükafaatımla başlarım. Zira benim taatım, ümmetimin taatından önce gelir" anlamında, "Nefsî, nefsî..." derlerken, sen, "Ümmetî, ümmetî..." dersin. Yani, "işe, ümmetimden başlarım.. Zira, benim sevincim, sürürüm, ümmetimin, mükafaata nail olmuş kimseler olarak görmende bulunmadır..." demektir. 3) Sen, buna güzel bir muamelede bulundun, çünkü o kafirler, senin yüzünü yaraladıklarında, sen, "Allahım, sen, kavmimi hidayete ilet; zira onlar gerçeği umuyorlar" dedin. Ama onlar seni, Hendek savaşında namaz kılmaktan alıkoyduklarında ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur.." dedin, böylece, bedenin yüzünde meydana gelen yaraya katlandın, ama, dininin yüzünde meydana gelmiş olan çatlağa, yaraya tahammül edemedik. Çünkü, "dinin yüzü", peygamberin kılacağı "namaz"dır. Böylece de, benim hakkımı, kendi hakkına tercih ettin. İşte, bu sebeple, hiç şüphesiz Ben de, seni üstün tutarak, "Yıllarca namaz kılmayan, veya mani olan kimseyi kafir addetmem. Ama, kim senin kılına dokunur, ya da sana çelme takarsa, bu kimseyi kafir addederim..." derim. İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, “Velesevfe” demesinin hikmeti nedir? Niçin, o, “Seyu'tike Rabbuke” dememiştir? Cevap: Bunun, şöylesi faydaları bulunmaktadır: 1) Bir kere bu ifade, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ecelinin (ölümünün) yaklaşmadığına, tam aksine, bundan sonra da bir müddet yaşayacağına delalet eder. 2) Müşrikler, "Rabbi onu terketti, ona kızdı..." deyince, Allahü teâlâ, bu müşriklere, aynı lafızları kullanarak cevap verdi ve "Rabbin seni terketmedi, sana kızmadı da..." buyurdu; daha sonra müşrikler, "Muhammed ölecek..." deyince, yine Cenâb-ı Hak, müşriklere aynı lafızla cevap vererek, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki sen de memnun olacaksın" buyurdu. Üçüncü Soru: Allahü teâlâ, nasıl, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki, sen de memnun olacaksın.." buyurmuş da, (Rabb kelimesini getirmiştir)? Cevap: Bu sûre, başından sonuna kadar, Cebrail (aleyhisselâm)'in, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'le olan muhaveresini nakletmektedir. Çünkü, daha önce de alabildiğine iştiyak duyuyor ve onun konuşmasını arzuluyordu. Böylece Cenâb-ı Hak, bu müjdeleri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verenin, Cebrail (aleyhisselâm) olmasını diledi. Dördüncü Soru: “Sevfe” kelimesinin başına gelen lâm, ne lamıdır? Cevap: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu lâm, cümlenin manasını tekid eden, "lâmu'l-ibtidâ"dır. Cümlenin mübtedası mahzuf olup, takdiri, “Velâ ente sevfe yu'tike Rabbuke” "Şüphesiz ki, Rabbin sana mutlaka ve mutlaka verecektir.." şeklindedir. İleri sürdüğümüz delil şudur: Bu lâm, ya lâmu'l-kasem'dir, ya da lâmu'l-ibtidâ'dır. Halbuki, lâmu'l-kasem, muzarinin başına tekid nûnu'nun bulunması halinde gelir. Binâenaleyh, geriye, bu lâm'ın, lâmu'l-ibtidâ olması kalmaktadır. Halbuki, lâmu'l-ibtidâ ise, ancak mübteda-haber'den meydana gelmiş olan bir cümlenin başına gelir. Binâenaleyh, burada, bir mübtedâ ve haberin takdir edilmesi ve aslının da, “Velâ ente sevfe yu'tike” şeklinde olması gerekmiştir. Buna göre şayet, "Bu ifâdede hem tekid harfinin, hem de tehir harfinin (Sevfe) birlikte getirilmesi de ne demektir?" denilirse biz deriz ki: Bunun manası, "Tehir edilmesinde bir maslahat ve fayda olduğu için gecikse bile, bu bağış, mutlaka olacaktır..." demektir. 6"O bir yetim olduğunu bilip de, (seni) barındırmadı mı?". Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayetin daha öncekilerle münasebeti şöyledir: Allahü teâlâ, "O, bir yetim olduğunu bilip de..." buyurmuş, Hazret-i Peygamber de, "Evet, ey Rabbim.." deyince, Allah, "O vakitte yaptığın taatler mi daha kıymetli, yoksa şu andaki mi, bir bak!?" demiş, bu sebeple de, mutlaka, "Şu andakiler" denilmesi gerekmiştir. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmuştur. "Sen, küçük ve aciz bir çocuk iken, biz seni terketmedik.. Tam aksine, seni eğittik, büyüttük ve Arş'ın tepe noktalarına çıkacak seviyeye yükselttik. Ve sana, "Sen olmasaydın, sen olmasaydın, Biz, kainatı yaratmazdık.." dedik. Ve şimdi sen, bu merhaleden sonra, seni terkedeceğimizi mi düşünür, zannedersin..." “Elem yecidke” ifadesi Hakkında Ayetteki, “Elem yecidke” ifadesi, "bilme" anlamına gelen vücûd kökünden olup, mansub olan ifadeler, “Vecede” fiilinin iki mef'ûlüdür. Buradaki "bulma" işi, Allah'ın bulması olup, mana, "Allah seni, yetim olarak bilip de, seni barındırmadı mı?" şeklindedir. Alimler, "yetim"in ne olduğu hususunda şu iki izahı yapmışlardır: Birinci İzah: Tarihçilerin naklettiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in annesi, ona hamile iken, babası Abdullah ibn Abdilmuttalib vefat etmiştir. Derken, Allah'ın Resulü, dünyaya gelmiş; kendisini, dedesi Abdülmuttalib ve annesi Amine ile beraber bulmuştur. Ama, altı yaşında iken, annesi Amine de ölmüştür. Böylece, dedesiyle beraber kalmıştır. Annesinin ölümünden iki yıl sonra, dedesi de vefat etmiştir. Artık, Allah'ın Resulü sekiz yaşındadır. Dedesi Abdülmuttalib (ölümünden önce), onun amcası Ebû Tâlib'in himayesinde kalmasını öğütlemiştir. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in babası Abdullah ile Ebû Tâlib, aynı anadandırlar. Böylece, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, dedesinin ölümünden sonra, Allah kendisine peygamberliği verinceye kadar, onun işlerini yürüten şahıs, Ebû Tâlib olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), uzun bir süre, Ebû Tâlib'in desteğiyle yaşamıştır. Derken, Ebû Tâlib de vefat etmiştir. Ama geçen bu süre içinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerinde kesinlikle yetimlik emareleri görülmemiştir. İşte böylece, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu nimetini hatırlatmıştır. Rivayet olunduğuna göre, Ebû Tâlib, kardeşi Abbas'a şöyle demiştir: "Sana, Muhammed'den sudur ettiğini gördüğüm şeyleri anlatayım mı?" deyince, Abbas,"anlat" dedi. Bunun üzerine Ebû Tâlib şöyle dedi: "Ben onu yanımdan hiç ayırmadım. Onun hakkında hiç kimseye güvenmezken, onu, gece olsun gündüz olsun, onu nasıl yanımdan bir an ayırabilirdim?! Öyle ki ben onun yatağımda yatırıyordum. Bir gece ona, elbisesini çıkarmasını ve beraber yatmamızı emrettim. Ama, yüzünden, bundan memnun olmadığını, ancak ne var ki, bana karşı gelmek de istemediğini hissettim. İşte bunun üzerine o, "Ey amcam, elbisemi çıkarabilmem için yüzünü benden çevir... Çünkü, hiç kimsenin benim bedenime bakması uygun olmaz" dedi. Onun bu sözüne şaşırdım ve bakışlarımı başka tarafa çevirdim. Derken, yatağa girdi. Ben de o yatağa girince benimle kendisi arasında, engel oluşturacak bir bezin olduğunu gördüm. Allah'a yemin olsun ki, ben onu yatağıma her aldığımda, o son derece yumuşak ve adeta misk deryasına dalmışcasına güzel kokulu idi. Derken, onun bedenine bakma gayretine girdim. Ama, hiçbir şey göremedim. Çoğu kez, onun yatağımda olmadığını farkederdim. Onu aramaya kalktığımda ise, bana, "Amca, ben burdaysm.." diye seslenirdi. Ben de, tekrar yatağa dönerdim. Andolsun ki ben, çoğu kez, ondan beni hayrete düşürecek sözler dinliyordum. Bu iş, gecenin bir kısmı geçtikten sonra oluyordu. Biz, yerken, içerken besmele çekmiyor, yemenin içmenin sonunda da, "elhamdülillah" demiyorduk. Ama o, yemeğe başladığında, "Bir olan Allah'ın adıyla", "elhamdülillah" diyordu. Ben buna da taaccüb ediyordum. Hem sonra ben ondan, ne bir yalan ne bir kahkaha, ne bir cahiliyye adetinin sudur ettiğini görmediğim gibi, oynayan çocuklarla birlikte olduğunu da görmedim..." Bil ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında rivayet edilen ilginç olaylar, Râhib Behîra'nın ve diğerlerinin konuşmalarından dolayı, çok yaygındır. İkinci İzah: Bu kelime, Arapların, “Durreten yetimeten” "Eşsiz inci" deyimindendir. Buna göre mana, "Rabbin seni, Kureyş arasında tek ve benzersiz olarak bulup da, seni himaye etmedi mi? Yani, sana, senin kendisine sığınacağın birisini, yani Ebû Tâlib'i hami kılmadı mı?" şeklinde olur. “Âvâ” ifâdesi “Uvâ” şeklinde de okunmuştur. Buna göre, ayetteki bu ifade şu iki manaya gelebilir: Bu kelime ya, yine “âvâhu” "Onu barındırdı" manasında, “Uvâhu” kökündendir; yahut da birisi birisine merhamet ettiğinde kullanılan “Uvâ lehu” kökündendir. Burada şöyle iki soru sorulabilir: Birinci Soru: Cömert bir zatın, yaptığı iyiliği başa kakarak, "O, bir yetim olduğunu bilip de (seni) barındırmadı mı?" demesi nasıl güzel olur? Bu soruyu şu da pekiştirir: Allahü teâlâ, Firavun'un, onu zem sadedinde, "Seni, ey Musa, aramızda bir çocuk olarak bakmadık mı?" (Şuârâ, 26/18) dediğini nakletmiştir. Binâenaleyh, Firavun'dan sudur etmesi halinde kınanan şey, Allah'tan olunca nasıl güzel karşılanabilir? Cevap: Bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinin takviye edilmesi ve ona nimetlerin devam edeceğinin va'dedilmesi manası kastedilince, böyle denilmesi güzel ve yerinde olur. İşte, böylece bu başa kakış ile, Firavun'un başa kakması arasındaki fark, ortaya çıkmış olur. Çünkü, Firavun'un başa kakması, yaptığı iyiliği geçersiz kılan bir başa kakıştır. Çünkü Firavun'un maksadı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Ne oluyor da, şimdi de sen bize hizmet etmiyorsun?" demektir. Halbuki, Allah'ın başa kakması, ona daha fazla nimetler vereceğini bildirme sadedindedir. Cenâb-ı Hak sanki, "Sana ne oluyor da, benden ümidini kesiyorsun. Seni terbiye etmeye başlamış olan ben değil miyim? Sen yaptıklarımı terkedeceğimi mi sanıyorsun? Tam aksine, hem sana, hem de ümmetine olan nimetlerimi tamamlamam gerekmektedir. Nitekim Hak teâlâ "Nimetimi size tamamlayayım diye..." (Bakara, 2/150) buyurmuştur. Sen, günü tamamlanmazdan önce çocuğunu düşünen hamile kadının bu hareketinin, geri tepen bir kusur olduğunu bilmiyor musun? Şimdi o kadın veya erkek, bir müdahele sonucu o çocuğu düşürürse, keffaret vacib olur ve zemmı hakeder. Binâenaleyh böyle bir terkediş, Hay ve Kayyûm olan zattan sadır olması nasıl makul sayılabilir? O halde şimdi, minnet eden, başa kakanın Allah olması ile Firavun olması arasındaki fark, ne kadar büyük bir farktır! Bunun bir benzeri de, o ümmet hakkında, onların içlerinden birisinin, "Üç kişiler. Dördüncüleri ise köpekleridir" (Kehf, 18/22) demesi ile, bu ümmet hakkında, "üç kişinin bir araya gelip fısıldaşması halinde, onların dördüncüleri O (Allah)dır" (Mücadele, 58/7) denilmesidir. Binâenaleyh dördüncüleri, köpekleri olan ümmet ile dördüncüleri Rableri olan ümmet hakkında hayli fark vardır. İkinci Soru: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şu üç şeyi minnet etmiş, sonra da ona, Rabbisinin nimetlerini hatırlamasını emretmiştir? Binâenaleyh bunlar arasındaki münasebet ve ilgiyi nasıl izah edersiniz? Cevap: Bu münasebetin izahı sadedinde şöyle diyebiliriz: Borcu ödemek vacibtir. Borç, biri mali, diğeri in'âmî (iyilik, lütuf ve nimet cinsînden) olmak üzere iki türdür. İkincisi, daha güçlü bir vacibtir. Çünkü mali olan bazan ibra (af) yolu ile düşebilir. Ama ikincisi, ibra yolu ile daha da güçlenir. Mâlî olan, bir kere ödenince, borçlu taraf bundan kurtulmuş olur. İkincisini ise, ömür boyu ödemen gerekir. Sonra kul-köle mesabesinde olan bir mü'minin, o ufacık nimetinin karşılığını ödemek bile imkansız olduğuna göre, mûn'im-i azîm olan O yüce Allah'ın o koca koca nimetlerinin durumu ya nasıl olur? İşte buna göre kul, sanki "Senin, içimdeki pisliklerimi dış derimle örttüğün gibi, af örtünle günahlarımı da örteceğine dair, senden bir müjde olarak, "Ey Rabbim Sen beni yokluktan varlığa, tığ gibi bir delikanlı olarak, dışı temiz içi berbat olarak çıkardın. O halde Senin o sınırsız nimetlerinin karşılığını vermem nasıl mümkün olabilir?" der. Bunun üzerine Allahü teâlâ, "Bunun yolu, kullarım hakkında sana yaptığım muameleyi yapmandır. Çünkü sen bir yetim idin, Ben seni barındırdım. Öyleyse bütün yetimlere sen de böyle davran. Sen şaşırmıştın, seni doğruya ilettim. Sen de bütün kullarıma böyle davran. Sen fakir ve muhtaçtın, seni ihtiyaçsız kıldım. O halde sen de kullarıma karşı bu şekilde davran. Hem sonra bunları yaparken sen, seni muvaffak kılmam, sana olan lütfum ve irşadım sayesinde yaptım. Şu halde hep bu nimetleri ve lütufları hatırlayıcı ol" buyurmuştur. 7"Seni kaybolmuş bulup da, yolunu doğrultmadı mı?". Bil ki bazı kimseler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işin başında mü'min olmadığı, Allahü teâlâ'nın ona daha sonra hidayet edip, peygamber kıldığı kanaatindedirler. Bu cümleden olarak Kelbî, bu ayete, "Sen sapık kavmin içinde bir kafir idin de, O Allah seni tevhide iletti" manasını verirken, Süddî de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kırk yıl, kavminin dini üzere olduğunu söylemiştir. Mücâhid ise bu ayete, "Sen hidayetten uzak iken, Allah seni bu ayete, "Sen hidayetten uzak iken, Allah seni dinine iletmedi mi?" manasını vermiştir. Bu görüşte olanlar, görüşlerine şu ayetleri de delil getirirler: "Sen, kitab nedir, iman nedir bilmezdin" (Şûra, 42/52); "Sen, daha önce gafillerden idin" (Yusuf, 12/3); "Eğer şirk koşarsan, şüphesiz amellerin boşa gider" (Zümer, 39/65). İşte bu ayetler, bu mananın doğru olmasını gerektirir, bu ayet de, bunun doğru olduğuna delalet edince, bu ayeti bu manaya hamletmek gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayatı Boyunca Hidayette Ama alimlerin çoğu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ömrü boyunca, bir an dahi küfür içinde olmadığında müttefiktirler. Mu'tezile ise, bunda hoşlanılmayan bir şey bulunduğu için, peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de aklen böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını söylemişlerdir. Biz ehl-i sünnet alimlerine göre ise, böyle bir şeyin olması aklen imkansız değildir. Çünkü bir şahsın önce kafir iken, derken Allah'ın imanı nasib edip de, sonra da peygamberlik vererek ikramda bulunması aklen caizdir. Ne var ki, mümkin olan bu şeyin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tahakkuk etmediğine dair naklî delil vardır. Bu da, "Sizin arkadaşınız, ne saptı ne de azdı" (Necm, 53/2) ayetidir. Dalaletin Muhtemel Yirmi Manası Alimler bu ayetin izahı sadedinde şunları söylemişlerdir: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî, Dahhâk ve Şehr b. Havşeb'den rivayet olunduğuna göre, bunlar ayete, "Rabbin seni nimetin bilgilerinden ve şeriatın hükümlerinden habersiz olarak bulup, seni bu bilgilere iletmedi mi?" manasını vermişlerdir. Bu mana, "Sen kitab nedir, iman nedir bilmezdin?" (Şûra, 42/65) ve "Sen daha önce gafillerden (habersizlerden) idin" (Yusuf, 12/3) ayetleriyle de anlatılandır. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisini dedesine teslim etmek istediğinde, süt annesi Halime'yi kaybetmişti. Süt annesi Halime, Hübel putunun yanına girmiş ve bu problemini ona arzetmiş. Derken putlar düşüşmeye başlamışlar. Halime o esnada, "Bizim helakimiz bu çocuğun eliyle olacak" diyen bir ses duymuştur. Bu hususta uzun bir hikaye vardır. 3) Merfu olarak rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: ... "Küçük bir çocuk iken ben dedem Abdülmuttalib'i kaybetmiştim. Açlıktan nerdeyse ölecek vazıyete geldim. Nihayet Allah beni ona kavuşturdu". Bu hadisi, Dahhâk nakletmiş ve Abdulmuttalib'in, Kâ'be'nin örtüsüne yapışarak şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ya Rabbi çocuğum Muhammed'i Bana geri ver. Ne olur onu bana geri ver ve bana lütufta bulun. Abdülbuttalib bu beyti-duayı tekrar ederken, devesine binmiş ve kucağında da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu halde, Ebû Cehil gelir ve şöyle der: "Senin bu oğlundan neler gördüğümüzü sen bilemezsin?" dedi. Bunun üzerine Abdulmuttalib, "Bu da niçin?" deyince, Ebû Cehil şöyle dedi: "Ben devemi çöktürdüm, onu terkime bindirdim, ama devem bir türlü kalkmadı. Ancak onu kucağıma alınca kalktı. Böylece bu deve adeta, "Ey ahmak adam, imâm (lider) budur. Öyle ise, daha nasıl muktedinin (uyanın) arkasında durabilir" dedi." İşte bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh) da, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı düşmanının elinde koruyup muhafaza ettirdiğinde, Musa (aleyhisselâm)'ya yaptığı gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de dedesine, düşmanının eliyle getirmiştir. 4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'nin kölesi Mesyere ile birlikte çıkınca, bu kafir köle onun devesinin yularından çekiyordu. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yolunu kaybetti. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, Cebrail (aleyhisselâm)'i bir insan kılığında indirdi ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Cebrail (aleyhisselâm) kılavuzladı. Şu da rivayet edilmiştir: "Ebû Tâlib onu Şam seferi için yanına almıştı. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kayboldu. Allah ona, yolunu buldurdu." 5) Arapça'da, "Su sütün içine karışıp kaybolduğunda, “Dalle'l-mâu fi'l-lebeni” denilir. Buna göre ayetin manası, "Sen, Mekke'de kafirler arasında kaybolmuştun. Derken Allah seni güçlendirdi de, böylece dinini galib getirebildin" şeklinde olur. 6) Araplar çölde tek olan, adeta çöl içinde kaybolmuş ağaca, "dâlle" derler. Buna göre Hak teâlâ sanki, "O beldeler, sen hariç, içinde Allah'a iman ve marifetullah meyvesini taşıyan hiç bir ağaç bulunmayan bir çöl gibidir. Binâenaleyh sen, bu cehalet çölünde yetişen, tek bir ağaçsın. Ben seni böylece tek, adeta yitmiş olarak buldum ve senin sebebinle, insanları hidayete erdirdim" demek istemiştir ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, “El-hikmetu dâletu'l-mü'mini” "Hikmet, mü'minin yitiğidir" Keşfü'l-Hafa 1/363. hadis-i şerifi de bunun bir benzeridir. 7) Bu, "Allah seni, küçük bir çocuk iken, marifetullah'dan habersiz olarak bulup da, sende akıl, hidayet ve marifet yaratmadı mı?" demektir. Nitekim Hak teâlâ, bir başka ayette, "Allah sizi, analarınızın karnından, siz bir şey bilmez iken alarak çıkardı" (Nahl, 16/78) buyurmuştur. O halde bu ayette geçen, "dâli" ile, "ilimden boş" manası kastedilmiş olup, "yanlış inançlara kapılmış ve sapıtmış" manası kastedilmemiştir. 8) Bu, "Sen, peygamberlikten bî-haberdin; böyle birşey arzusunu bile taşımıyordun. Bu aklına bile gelmiyordu." Çünkü yahudi ve hristiyanlar, peygamberliğin İsrailoğullarına mahsus olduğunu iddia ediyorlar. Dolayısıyla Ben, seni, kesinlikle bir arzu ve düşüncen bulunmayan, nübüvvete ilettim" demektir. 9) Bazan kavmin reisine, kavmi murad edilerek, bu şekilde hitab edilir. Buna göre bu ayet, "Senin kavmini sapmış olarak bulup da, senin ve şeriatın sayesinde doğruya iletmedi mi?" manasında olur. 10) Bu ifade, "seni sapıtan kimlerden ayrı, onlardan uzak tek başına bulmadı mı? Binâenaleyh senin onlardan uzaklığın her ne zaman ileri olursa, onların sapıklıkları da o nisbette ileri olur. İşte bu sebeple, seni onlara karışmaya, içlerine girmeye ve onları apaçık olan bu dine davet etmeye iletmedi mi?" demektir. 11) Bu, "Seni, hicretten uzak, Kureyş'in elinde şaşkın ve onlardan ayrılmayı arzulayan biri olarak bulmadı mı?" Halbuki Allah'ın izni olmadan, hicret etmen mümkün değildir. Binâenaleyh Allah, hicretine müsaade edip, Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'i de, hicrette sana yoldaş kılıp, seni Ümmü Ma'bed'in çadırına iletip, Sürâka hadisesinde olanlar olup, dindeki kuvvet ortaya çıkınca, ayetteki “Fehedâ” "yolunu doğrulttu" ifadesi ile murad edilen şey olmadı mı?" demektir. 12) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıbleyi bilmiyordu. O hep kıblesinin, Kâ'be olmasını temenni edip duruyordu ve bunun mümkün olup-olmadığını bilemiyordu. İşte Hak teâlâ onu, "Seni, razı olacağın bir kıbleye çevireceğiz" (Bakara, 2/144) beyanıyla bu arzusuna iletmiştir. Böylece Hak teâlâ, bu şaşkınlığı, bilememeyi, "dalâlet" diye adlandırmıştır. 13) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tâ işin başında Cebrail (aleyhisselâm) gözükünce, o, bunun Cebrail (aleyhisselâm) olup-olmadığını bilememiş ve bundan alabildiğine korkmuştu. Derken, kendisini o dağdan atmak, intihar etmek istemişti. İşte Allahü teâlâ, ona bu hususta hidayet etti, böylece bunun Cebrail (aleyhisselâm) olduğunu anladı. 14) "Dalâl", sevgi ve muhabbet manasınadır. Bu tıpkı, "Şüphesiz sen, o eski dalailindesin (sevgindesin)" (Yusuf, 12/95) ifadesinde olduğu gibidir. Buna göre mana, "Sen hep o sevgiyi yaşıyorsun. Binâenaleyh Ben seni, sevdiğine kendi vasıtasıyla hizmet edebileceğin şeriat ahkamına ilettim" şeklinde olur. 15) Bu, "Sen dünya işleri, ticaret ve benzeri şeyleri bilmiyordun. Bunlara seni Ben ilettim ve böylece ticaretinde kazanç sağladın; çok kâr elde ettin. Derken Hatice, böylece sana meyletti" demektir ki bu da, "Senin dünyaya vukufiyyetin yoktu. Dinden başka birşey bilmiyordun. Dolayısıyla artık bundan sonra, sana dünya işlerini de öğrettik" demektir. 16) Bu, "Kavmin içinde adeta kaybolmuştun. Onlar sana eziyet ediyorlardı. Senin tebaa olarak kalmana bile rızâ göstermiyorlardı. Derken Allah senin işini takviye etti ve seni, onların amiri-reisi yaptı" demektir. 17) Bu, "Sen kaybolmuştun. Göklerin yollarını bilemiyordun. Binâenaleyh Ben sana bu yolları gösterdim. Böylece Miraç gecesinde, göklere çıkarıldın" demektir. 18) Bu, "O seni dâll, yani unutan birisi olarak bulup da, hidayete erdirmedi mi, yani sana hatırlatmadı mı?" demektir. Çünkü Hak teâlâ, "O kadınlardan birisi unutursa, diğeri ona hatırlatsın diye..." (Bakara, 2/282) ayetinde "dalâlet" kelimesini "unutma" manasına kullanmıştır. Bu böyledir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), miraç gecesi, Cenâb-ı Hakk'ın heybeti yüzünden, denilmesi gerekli şeyleri unuttu da, Allahü teâlâ ona, Kendisini nasıl medh-ü sena edeceğini hatırlattı. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sana yapılacak sana layık, medh-ü senaları sayamam" diyebildi. 19) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her ne kadar kalben (aklen) Allah'ı tanıyor idiyse de, peygamber olmazdan önce, müşriklere karşı açıktan muhalefet gösteremiyordu. İşte onun bu hali, "dalâlet" diye ifade edilmiştir. 20) Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ehl-i cahiliyyenin yaptıkları şeylerden sadece iki şey yapmaya yeltendim. Ama her defasında Allah, benimle istediğim o şey arasına girip, bana mani oldu. Artık bu iki şeyden sonra, Allah bana peygamberlik görevi ile ikramda bulunana kadar (ve ondan sonra), hiçbir kötü şey yapmaya yeltenmedim. (O iki şey de şu idi:) Bir gece, Mekke'nin yüksek yerlerinde benimle beraber koyun güden Kureyşli bir çocuğa "Keşke benim koyunlarıma da göz-kulak olsan da, Mekke'ye gidip gençlerin sohbetlerine (eğlencelerine) katılsam" dedim ve bu istekle oradan ayrıldım. Derken yolumun üzerindeki ilk eve vardım ve bir def-zurna (eğlence) sesi duydum. Onlar, "falan oğlu falan, falan kızla evleniyor" diye ilan ediyorlardı. Onları seyredeyim diye oturdum. Allah bana bir uyku verdi, ben de uyuya kaldım. Güneşin dokunuşu beni uyandırdı." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözüne şöyle devam eder: "Arkadaşımın yanına döndüm. O bana, "Ne yaptın" diye sorunca, "Birşey yapmadım" deyip, hadiseyi anlattım. Yine bir başka gece arkadaşıma aynı şeyi söyledim. Derken Allahü teâlâ, bana bir uyku verdi, yine güneşin dokunuşu beni uyandırdı. Artık bu iki şeyden sonra, Allah bana risalet görevi ile ikram edinceye kadar, böylesi mâlâyânî (lüzumsuz) şeylere yeltenmedim. Kenzü'l-Ummal, 11/32135, 12/35438. Seni Gayre Muhtaç Etmedi 8"Seni fakir bulup da, zengin kılmadı mı?". Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: "A'il", ihtiyaç sahibi manasınadır. Bu kelimenin izahını, “En lâ teulu” (Nisa, 4/3) ayetinin tefsirinde yaptık. Bu kelimenin, "ihtiyaçlı (fakir)" manasına gelişinin delili, “Vein hiftum ayleten” "Eğer fakirlikten korkarsanız..." (Tevbe, 9/28) ayetidir. Bu kelime daha sonra, lyâli (ailesi) olmasa bile, "fakir" manasına kullanılır olmuştur. Birinci Görüş: Meşhur görüşe göre, bununla "fakir" manası kastedilmiş olup, bunun delili, Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh)'un mushafında bu ayetin, “Vevecedeke adimen” şeklinde yer almasıdır. “Âilen” kelimesi, tıpkı “Seyyihâtin” şeklinde okunduğu gibi, “Ayyilen” şeklinde de okunmuştur. Bu zengin kılmanın keyfiyeti hususunda da şu izahlar yapılabilir: 1) Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Ebû Tâlib'in yetiştirmesi ile zengin ve müstağni kılmıştır.Ebü Tâlib"in durumu bozulunca, Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Hazret-i Hatice'nin malı ile zengin kılmıştı. Bu da bozulunca, Cenâb-ı Hak onu, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in malı ile zengin kıldı. Bu da, bozulup haleldar olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hicret etmesini emretti ve onu, ensarın yardımıyla zengin kıldı. Derken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e cihad emrini verdi de, böylece onu, ganimet mallarıyla müstağni kıdı. Bu iş her ne kadar bu sûrenin inişinden sonra tahakkuk etmişse de, ancak ne var ki, bunun tahakkuk edeceği malum olunca adeta olup bitmiş gibi kabul edilmiştir. Hazret-i Hatice ile Müstağni Oluşu Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üzgün bir şekilde Hazret-i Hatice'nin yanına varır. Hazret-i Hatice ona, "Sana ne oldu?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Zaman, kıtlık zamanıdır. Şimdi ben şayet, senin malını harcayacak olursam, o zaman malın tükenir. Bundan dolayı da senden utanırım. Yok eğer, malını harcamayacak olursam, Allah'tan korkarım" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Hatice, Kureyş'i çağırdı. İçlerinde, Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk de vardı. Hazret-i Ebû Bekir şunları anlatmaktadır: "Hazret-i Hatice, altınları çıkardı. Bu altınlar, çokluğundan dolayı, ayağının dibinde oturanları göremeyeceğim bir seviyeye yükseldi. Sonra da Hazret-i Hatice şöyle dedi: "Şahit olun, bu mal, onun malıdır, onundur. İsterse dağıtır harcar, isterse yanında alıkor!" 2) Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, ashabıyla zengin kıldı. Onlar, (başlangıçta) Allah'a gizlice ibadet ediyorlardı. Öyle ki, müslüman olduğunda Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "Ortaya çıkalım. Lât'a açıktan açığa tapılırken, biz, Allah'a gizlice mi ibadet edeceğiz" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Taraftarlarımız çoğalıncaya kadar..." deyince, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) "Allah ve ben, sana yeteriz..." dedi. Nitekim, "Sana, Allah ve beraberinde bulunan mü'minler yeter" (Enfâl, 8/64) ayeti nazil olmuştur. Böylece Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in malı, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in de heybeti ve cesareti ile zengin kıldı. Kanaatkarlığı İle Müstağni Oluşu 3) Bu, "Allah seni, kanaat ile müstağni kıldı da, böylece sen, katında, taş ile altının eşdeğerde olacağı bir duruma geliverdin. Kalbinde, Rabbinden başkasını bulamadın. Binâenaleyh senin Rabbin, bir şey sebebiyle diğer bir şeyden değil de, her şeyden müstağnidir. Sen ise, kanaatkarlığınla eşyadan müstağni oldun.. Çünkü en üstün zenginlik, bir şey ile başka bir şeyden değil de, doğrudan doğruya her şeyden müstağni olma halidir" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, zengin olma ile fakir olma arasında muhayyer bırakılıp da, Peygamberin fakirliği tercih edişi, işte bundandır. 4) Bu, "Sen, burhan ve hüccetlerden yoksundun da, Allahü teâlâ sana Kur'ân'ı indirdi; böylece, bilmediğini öğretti de, seni, müstağni kıldı.." demektir. İkinci Görüş: “Âilen” kelimesinin ne demek olduğu hususundaki ikinci görüş de şöyledir: "Sen, evlad u iyali çokça olan bir kimsesin; senin efrâd-ailen de, ümmetindir. Böylece Allah, sana yetmiş ve kafi gelmiştir." Ayetteki bu ifadeye, "Allah, ümmetini, senin sayende müstağni kıldı. Çünkü ümmetin, cehaletleri sebebiyle fakir idiler. Sen ise, ilim sahibisin. Dolayısıyla, Allah ümmetini, senin elinle, senin sayende doğruya iletti" manası da verilmiştir. Burada birkaç soru sorulabilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Yetimliğindeki Hikmet Birinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i "yetim" kılmasının hikmeti nedir? Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Peygambere, yetimlerin kadr u kıymetini bilmesini, böylece de onların, hak ve hukuklarına riayet etmesini öğretmektir. Yusuf (aleyhisselâm), "Doyup da, açlığı unutmamdan endişeleniyorum" diye cevap vermiştir. 2) Yetimler, bu isimde, Hazret-i Peygamber ile bir müştereklik arzetsinler de, işte bu yüzden ikram görsünler., diye Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Çocuğunuza, Muhammed adını koyduğunuzda, ona değer veriniz ve oturduğunuz mecliste ona yer açın... " Kenzû'l Ummal, 16/45108; feyzu'l-Kâdir, 1/385. buyurması da buna benzer. 3) Babası veya annesi bulunan kimseler, babasına anasına güvenirler. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hem babasını hem anasını almıştır ki böylece o, çocukluğunun başından ömrünün sonuna değin, Allah'tan başka hiç kimseye güvenmesin... Böylece de, ta çocuk iken, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Senin, benim durumumu bilmen, benim Sen'den bir şey istememe manidir!" şeklindeki sözü hususunda İbrahim (aleyhisselâm)'a benzemiş olsun... Ve bu tıpkı, Hazret-i Meryem'in, ayetteki, "Bu sana nereden (geliyor?)., (dedi). (Hazret-i Meryem de), Bu, Allah katındandır" (Al-i İmran, 3/37) şeklindeki cevabı gibidir. 4) Örfe göre, yetimin kusurları, saklı kalmaz, tam aksine yetimin üzerinde gözükür... Hatta cemiyet ve insanlar, yetimdeki kusurlara kusur katarlar. İşte bu yüzden, herkes, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında düşünsün de, onda hiçbir ayıp bulamasınlar ve böylece onun nezih oluşunda ittifak etsinler diye Cenâb-ı Hak, onun yetim olmasını tercih etmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i risalet görevi için seçince, insanlar onda, hiçbir ta'n ve tenkit sebebi bulamadılar. 5) Herkes onun üstünlüğünün, doğrudan doğruya Allah tarafından olduğunu anlasın diye, Allah onu yetim bırakmıştır. Çünkü, babası olan kimsenin babası, onun talim ve terbiyesi hususunda çaba gösterir. 6) Yetimlik ve fakirlik insanlar hakkında bir noksanlık kabul edilir. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bu iki vasfı üzerinde bulundurmasına rağmen, mahlukatın en kerimi olunca, bu harikulade bir şey olmuştur. Dolayısıyla da, mucize cinsinden oluvermiştir. İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, bütün bu hususları dile getirişinin hikmeti nedir? Cevap: Bundaki hikmet, kendisini unutup da, kendini beğenme duygusuna kapılmamasını temindir. Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'in Yüce Makamı Üçüncü Soru: Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: "Sormamayı arzu etmeme rağmen, Rabbime şöyle bir soru yönelttim: "Hazret-i İbrahim'i Halîl edindin. Musa ile, mukalemede bulundun (onu kelîm edindin). Dağları Davud'un emrine verdin. Süleyman'a şunu şunu verdin; filancaya şunu şunu verdin..." Cenâb-ı Hak da, "Ben seni yetim olarak bulup da, seni barındırmadım mı? Seni, yoluma ulaştırmadım mı? Seni, fakir olarak bulup da, zengin kılmadım mı?" deyince, ben de, "Evet" dedim. Bunun üzerine O, "Senin göğsünü açmadım mı?" deyince, ben,"Evet" cevabını verdim. "Senin zikrini yüceltmedim mi?" deyince, ben, "Evet" dedim. "Senden yükünü almadım, hafifletmedim mi?" deyince, ben, "Evet" dedim. "Sana, senden önce hiçbir peygambere vermediğimi, yani Bakara Sûresi'nin son üç ayetini sana vermedim mi?" İbrahim'i Halil, dost edindiğim gibi, seni de Halîl, dost edinmedim mi?" dedi." Ne dersin? Bu hadis, sahih midir? Biz deriz ki: Kadî bu hadisi tenkit eder ve şöyle der: Peygamberler (aleyhisselâm), böylesi soruları, ancak bir izin ve müsaade neticesinde sorarlar. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den böylesi bir sorunun, Cenâb-ı Hak'dan da bir sitem yerine geçen bir şeyin sudur etmesi nasıl doğru olabilir? 9“O halde yetime gelince (ona sakın) kahretme...”. “Felâ tegher” kelimesi “Felâ tekner” şeklinde de okunmuştur. Yani “yetime yüzünü ekşitme onu kovma...” demek olup mani ise "Yetime Allah'ın sana muamele ettiği biçimde muamele et.” şeklindedir ki Cenab-ı Hakk-ın “Allah'ın sana ihsanda bulunduğu gibi, sen de ihsanda bulun..." (Kasas, 28/77) şeklindeki hitabı da bir açıdan bu ifadenin benzeridir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'tan başka kimsesi bulunmayanlar hakkındaki, "Allah'tan başka kimsesi olmayanlar hakkında, Allah'tan sakının, Allah'dan!..." şeklindeki hadisi de, bu noktaya varıp dayanır. Rivayet olunduğuna göre ayetin bu ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'nin çocuğuna seslendiği bir sırada nazil olmuştur. Musa (aleyhisselâm)'nın, "Allah'ım, hangi şey yüzünden, nail olduğum bu makama nail olabildim?" dediğinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hatırlar mısın, hani bir kuzu kaçmıştı da, sen onu yakaladığında, "Sen kendini yordun..." dedin, sonra da onu sırtlayıp gittin... İşte bu yüzden seni, insanların yöneticisi kıldım..." şeklinde buyurmuş olması da böyledir. Şimdi, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bir kuzuya iyilikte bulunması yüzünden nübüvvete müstehak olunca, ya yetime ihsanda bulunulduğunda nasıl olur? Ve yine, böylesi bir sitem, sırf seslenme veyahutta yüz dökme, yüzünü ekşitme yüzünden olunca, onu tökezlettiren, yahut da, onun malını nahak yere yiyenin hali nice olur? Enes (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yetim ağladığında, gözyaşları Allahü teâlâ'nın avucunun içine düşer de, bunun üzerine O: "Babasını toprağa belediğim bu yetimi kim ağlattı. Kim onu, susturur da rahatlatırsa, ona cennet var..." der." 10"Sâile gelince, (onu) da azarlayıp koğma..." . Birisi birisini, onu azarlarcasına karşıladığında, Arapça'da, “Neherahu, inteherahu” ifadesi kullanılır. Ayette bahsi geçen "sâil" ile kimin murad edildiği hususunda da şu iki görüş ileri sürülmektedir: 1) Hasan el-Basrî'nin tercih ettiği bu görüşe göre, bununla, ilim, bilgi talep edenler kastedilmiştir. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisine a'mâ geldi diye yüzünü ekşitti ve yüz çevirdi" (Abese, 80/1-2) ayeti de, bir açıdan bu ifadenin bir benzeridir. İşte bu durumda, ayetler arasında bir münasebet ve tenasüb oluşmuş olur. Çünkü, Cenâb-ı Hak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, sırasıyla, "O, bir yetim olduğunu bilip de (seni) barındırmadı mı? Seni (çocukluğunda) gaib olmuş bulup da yolunu doğrultmadı mı? Seni, bir fakir olduğunu bilip de, zengin yapmadı mı?" (Duhâ, 93/6-8) buyurmuş, daha sonra da sırayı nazar-ı dikkate alarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, yetimin hakkını, ilim ve hidayet isteyenlerin hakkını; daha sonra da, Allah'ın nimetleri karşısında O'na şükretmesini tavsiye edip emretmiştir. 2) Bununla, mutlak anlamda bir sâil kastedilmiştir. Andolsun ki, Cenâb-ı Hak, Resulüne Kur'ân'da, şu üç yerde, fakirler hususunda sitemde bulunmuştur: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), etrafında Kureyş'in ileri gelenlerinin bulunduğu bir zamanda, oturuyordu. Derken, İbn Ümmî Mektûm ed-Darîr çıkageldi. İnsanların omuzuna basa basa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in önüne oturdu ve "Bana, Allah'ın sana öğrettiği şeylerden bir şeyler öğret" dedi. Bunun bu hareketi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gücüne gitti de, yüzünü ekşitti. İşte bunun üzerine (Abese, 80/1) ayeti nazil oldu. 2) Kureyş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Keşke, bize, ayrı bir meclis, fakirlere de ayrı bir meclis düzenlesen" dediler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, böyle yapmayı kafasına koydu. İşte bunun üzerine, "Kendini, Rablerine ibadet edenlerle beraber tut, onlardan ayrılma" (Kehf, 18/28) ayeti nazil oldu. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oturuyordu. Derken, Hazret-i Osman (radıyallahü anh), kendisine bîr salkım meyve (üzüm kurusu) getirdi ve önüne koydu. Tam yiyeceği bir sırada, bir dilenci, kapının üzerinde dikiliverdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "bize acıyıp merhamet eden kula (Hazret-i Osman), Allah rahmet etsin" dedi; Hazret-i Osman'a, o salkımı dilenciye vermesini emretti. Hazret-i Osman bundan mennun kalmadı; ille de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ondan yemesini istiyordu. Çıktı ve o salkımı, o dilenciden parasıyla satın aldı. Derken, dilenci yeniden geldi ve bu işi üç kez tekrarladı. Her defasında da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dilenci misin, yoksa satıcı mı?" demek zorunda kaldı da, bunun üzerine, "Sâile gelince, (onu) da azarlayıp koğma" ayeti nazil oldu. 11"Bununla beraber, Rabbinin nimetini söyle, dile getir". Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Mücâhid, "Bu nimet, Kur'ân'dır. Zira Kur'ân, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e lütfettiği nimetlerin en büyüğüdür. "Onun bu tahdis etmesi" de, Kur'ân'ı okuması, başkalarına okutması ve hakikatlarını onlara açıklaması demektir" demiştir. 2) Yine Mücâhid'in, "Bu nimet, nübüvvet nimeti olup bu, "Rabbinden sana indirileni tebliğ et" demektir" dediği de rivayet edilmiştir. 3) "Allah seni muvaffak kılıp da, böylece sen de yetimin ve dilencinin hakkına riayet ettiğinde, ki, bu muvaffak kılma işi, Allah'ın sana olan bir nimetidir başkalarının da sana uymaları için, bu nimetleri anlat, dile getir" demektir. Ali (radıyallahü anh)'nin oğlu Hazret-i Hüseyin'den, "Bir iyilik yaptığında, onların da sana uymaları için, onu kardeşlerine anlat" şeklinde rivayet edilen sözü de buna varıp dayanır. Ancak ne var ki bu husus, işin içine bir riya karışmadığı ve başkalarının da ona uyacağı zannedildiğinde güzel ve yerinde olur. Emirü'l-Mü'minîn Hazret-i Ali'ye, sahabe-i kiramın durumu sorulup da, onun onları güzellikle yadedip, hasletlerini tadâd etmesi meselesi de, işte buna varıp dayanır. Çünkü, onlar, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye, "Biraz da kendinden bahset" dediklerinde. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Yavaş olunuz, zira Cenâb-ı Hak, kişinin kendi nefsini tezkiye etmesini yasaklamıştır" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ali'ye, "Allahü teâlâ, "Rabbinin nimetlerini anlat" diye buyurmamış mıdır?" şeklinde bir hatırlatmada bulunulunca da, O, "O halde şimdi ben anlatayım. Benden istenildiğinde verdim; sorulduğunda söze başladım. Göğsümde pekçok ilim bulunmaktadır. O halde bana sorunuz" demiştir. Allah Hakkının Sona Bırakılması Buna göre şayet, "Allahü teâlâ'nın, Kendi hakkını, yetim ve fakirlerin hakkından sonra getirmesinin hikmeti nedir? denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Allahü teâlâ adeta, "Ben ganiyim, bunlarsa muhtaç; muhtacın hakkını öne almakta, daha uygun bir harekettir" buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Hak, yetim ile fakirin paylan hususunda, fiili yapmayı öngörmüş, Kendisi için de, sözlü olanla yetinip ona razı olmuştur. 3) Bütün taatların maksadı, kişinin kalbinin, Allah'ı yadetmeye gark olmasını temindir. İşte bu sebeple, taatların zirvesi, zikrullah ile son bulsun diye, bu taatların hatimesini, kalbin ve dilin, Allah'ın nimetlerinden bahsetmek kılmıştır. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber nezdinde unutulmayan ve şefaatla tekrar edilen bir söz olsun diye, "anlat" sözünü, "haber ver" sözüne tercih etmiştir. En iyi bilen Allah'tır. Salat ü selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed'e, O'nun âline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿