İNŞİRAH SURESİBu sûre, sekiz ayet olup, Mekkî'dir. Tavus ve Ömer b. Abdulaziz bu sûre ile Duhâ Sûresi'nin tek bir sûre olduğunu söyledikleri, bir rekatta bu ikisini birden (zamm-i sûre olarak) okudukları, okurken araya besmeleyi sokmadıkları rivayet olunmuştur. Onları buna sevkeden sebep, "Göğsünü genişletmedik mi?" (İnşirah, 94/1) ayetinin, ... "Seni bir yetim olarak bulmadı mi?" (Duhâ, 93/6) ayetine atfedilmiş gibi gözükmektedir. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü birincisinin, yani Duhâ Sûresi'nin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kafirlerden gördüğü eziyetten ötürü, kederli olduğu bir sırada olmuştur. Dolayısıyla da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'deki göğüs darlığı hali teşekkül etmişti. İkincisi ise, bu ayetin nüzulünün, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in göğsünün ferah, kalbinin rahat olduğu bir sırada inmiş olmasını gerektirir. Hal böyle olunca, nasıl olur da bu iki sûre bir tek sûre sayılabilir? 1"Göğsünü senin için genişletmedik mi?". Cenâb-ı Hak, bu olumsuz ifadenin başına, istifham-ı inkarî için olan hemzeyi koyarak, bu soruyu sormuştur. Dolayısıyla bu, onun göğsünün genişletilmiş ve rahatlatılmış olmasını; olumsuz bu ifadenin, olumlu mana ifade ettiğini gösterir. Binâenaleyh sanki, "Biz senin göğsünü genişlettik" denilmek istenmiştir. Göğsü genişletmenin, "inşirâh"ın, ne demek olduğu hususunda iki görüş vardır: Birinci Görüş: Şu rivayette yer alan husustur: "Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi, göğsünü yardı, kalbini çıkardı, yıkadı ve o kalbi günahlardan iyice temizledi. Sonra onu ilim ve imanla doldurup göğsündeki yerine yerleştirdi." Şerh-i Sadrı Eleştiren Mu'tezile'ye Cevap Bil ki Kadî, bu rivayeti şu bir kaç açıdan tenkid etmiştir: 1) Rivayette geçen bu hadise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), küçük bir çocuk iken meydana gelmiştir ve bu mucizelerden bir mucizedir. Ama böyle bir mucizenin, onun peygamberliğinden önce meydana gelmiş olması caiz (mümkün) değildir. 2) Yıkamanın tesiri, cisim (madde) olan şeyleri giderme hususundadır. Günahlar ise, maddi değildir. Binâenaleyh yıkamanın, günahları temizlemede bir tesiri olmaz. 3) "Kalbin ilim ile doldurulması" (ifadesi) uygun değildir. Aksine Allahü teâlâ, kalbte ilimler yaratır. Kâdî'nin birinci tenkidine, "Mucizenin, peygamberlikten önce meydana gelmesi de, biz (ehl-i sünnet'e) göre mümkündür" diye cevap verilir. Bu şekilde meydana gelen mucizeye, "irhâs" denilir. Böylesi "irhâs"lar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için çokça vaki olmuştur. Kâdî'nin ikinci ve üçüncü tenkidlerine de, şöyle cevap verilir: Cebrail (aleyhisselâm)'in, Hazret-i Peygaber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinden yıkayıp temizledikleri bu siyah kan'ın kalbin günahlara meylinin ve taatlardan uzaklaşmasının bir alameti (sebebi) olması; ondan bunu giderince, bunun, o kalbin sahibinin, günahlardan kaçınıp, taatlara devam eden birisi olduğuna bir alamet olması; dolayısıyla bunun, melekler için, adeta o kalb sahiblerinin ma'sum (günahsız) olduğuna bir alamet gibi olması, akıldan uzak görülecek birşey değildir. Bir de, Allah dilediğini yapar, istediğine hükmeder (yani onun kalbini bu şekilde temizlemek murad etmiş ve böylece temizlemiştir). İkinci Görüş: "Göğsü genişletmek"den murad, marifetullah ve taatla ilgili bir husustur. Daha sonra alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cinlere ve insanlara peygamber olarak gönderilince, kalbi, cinlerin ve insanların karşı koyuşundan ve Allah'ın dışında kalan her ma'buddan ve onların abidlerinden uzak kalıp insanlar tarafından dışlanmasından ötürü sıkılmaya başladı. Böylece Allahü teâlâ, ona, üstlendiği herşeyi kapsayan ve onun nezdinde, katlandığı her türlü sıkıntıyı küçülten ayetler verdi. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tek bir gaye-düşünce haricinde kalbinde hiç bir şey bırakmaması suretiyle oldu. Artık bundan sonra onun kalbinde, geçim derdi, çoluk-cocuk derdi diye birşey kalmadı. Kafirlerden kendisine gelen eziyetlere de aldırış etmez oldu. Böylece kafirler onun gözünde, sinekten daha aşağı bir duruma düştüler. Dolayısıyla da artık onların tehdidlerinden korkmuyor ve onlarda olan şeylere meyletmiyordu. Velhasıl "göğsün genişletilmesi", Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, dünyanın önemsizliğini ve ahiretin mükemmelliğini bilip-anlaması demek olup, Hak teâlâ'nın, "Allah hidayetini dilediği kimselerin, göğsünü İslâm'a açar; dalaletini dilediği kimselerin ise göğsünü daraltır" (En'âm, 6/125) ayeti de bu manadadır. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle sorulmuştu: "Ey Allah'ın Resulü, göğüs genişletilir mi?" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evet" diye cevap vermiştir. Bunun üzerine onlar, "Bunun alameti nedir?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Aldanma diyarına meyletmemek, ebedilik yurduna yönelmek ve gelmezden önce ölüm için hazırlık yapmak" buyurdu. Velhasıl Allah'a, va'd ve va'îdine karşı arzulu olmasını ve ölüm için hazırlanmasını gerektirir. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in göğsü genişledi, açıldı. Böylece bütün işleri, canı sıkılmadan, morali bozulmadan ve endişeye kapılmadan yapar hale geldi. Öyle ki ister sıkıntılı, ister huzurlu anlarında olsun, hep gönlü ferah ve görevini ifa ile meşgul hale geldi. O halde "şerh", genişletmek demek olup, manası gamdan, kederden, üzüntüden kurtarmaktır. Çünkü araplar, gammı, kederi, endişeyi, "Göğüs darlığı" diye ifade ederler. Bu tıpkı, "Andolsun Biz, senin göğsünün daraldığını biliyoruz" (Hicr, 15/97) ayetinde olduğu gibidir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: Kalb Yerine Sadr Kelimesinin Kullanılması Birinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin burada, "kalb" değil de "sadr" (göğüs) kelimesini kullanmıştır? Cevap: Çünkü vesvesenin yeri, Hak teâlâ'nın da, "O şeytan, insanların sadırlarına vesvese verir" (Nâs, 114/5) buyurduğu gibi, "sadr" (göğüs)dür. Binâenaleyh bu vesveseyi gidermek ve bunu, hayır duygularıyla dğiştirivermek, şerh-i sadr "Göğsü açmak"tır. Binâenaleyh şüphesiz Hak teâlâ, "şerh" işini, kalbe değil de, özellikle "sadr"a tahsis etmiştir. Muhammed b. Ali et-Tirmizî de şöyle der: Kalb, aklın ve marifetin (bilginin) yeridir. Şeytanın esas hedef kalesi olan göğse yönelir. Orada ufacık bir gedik buldu mu, oraya hücum eder, ordusunu oraya indirir ve orada gammı, kederi ve hırsı yayar. Böylece de kalb sıkışır, daralır: Ne taatında lezzet, ne İslâm'ında tad bulur. Kişi düşmanını ta baştan kovar, mağlub ederse, düşman engellenmiş, emniyet meydana gelmiş; göğsü genişlemiş ve ubudiyyetini kolayca ifa eder hale gelmiş olur. İkinci Soru: Hak teâlâ niçin, “Elem neşrah leke sadrake” buyurmuş da, “Elem neşrah sadrake” buyurmamıştır? Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1) Hak teâlâ, sanki, "lâm, lâm'a karşılıktır. Çünkü sen, bütün taatlarını benim için (li'l-lâh) yapmaktasın. Nitekim Hak teâlâ, "Ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyât, 51/56) ve "Beni zikretmek için namaz kıl" (Taha: 20/12). buyurmuştur. Binâenaleyh Ben de yaptığım tüm şeyleri senin için (li-eclike) yapıyorum" demek istemiştir. 2) Ayetin bu ifadesinde, risalet görevinin sağladığı tüm faydaların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yönelik olduğuna dikkat çekme vardır. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Senin göğsünü, Benim için değil, senin için gerişlerim" demek istemiştir. Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak niçin, "Biz genişletmedik mi?" demiş de, "ben genişlettim" dememiştir? Cevap: Buradaki mütekellim (Biz) nûnunu, ta'zim (saygı ve büyüklük) ifade eden nûn manasına alırsak, ayetin manası, "İn'âm edenin yüceliği, nimetin yüceliğine delalet eder. Böylece bu, "göğsü genişletme" işinin, künhünü akılların eremeyeceği çok büyük bir nimet olduğuna delalet etmiş olur. Yok eğer bu "nûr"u, çoğul "nûn"u olarak alırsak, bu hususta meleklerin de çalıştı. Böylece sen, etrafında, sağında-solunda meleklerin dönüp dolaştığını gördün ve kalbin güç buldu, kalbi kuvvetlenmiş olarak, bu peygamberlik görevini yerine getiren; karşındakilere bir heybet arzettin de bundan dolayı sana azab veremediler. Eğer sen, kalbi daralmış bir kimse olsaydın, onlar sana mutlaka gülerlerdi. Böylece kalbinin kuvvetini onlar için korku salan, göğsünün genişletilişini de onlar için darlık yapan o yüce Zatı, noksan safıtlardan takdis ve tenzih ederiz. 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"Senin sırtına ağır gelen o yükünü de kaldırıp attık". Bu ayetlerle ilgili olarak birkaç mesele var: Müberred şöyle der: "Ayetin bu şekilde ifadesi, “Elem neşrah...” ayetinin, soru şeklindeki lafzına değil, manasına göredir. Çünkü sen, "Kaldırıp atmadık mı?" diyemezsin. Ancak, “Elem neşrah...” ayetinin manası, soru değil, olumlu “Şerehnâ” "şerh ettik, genişlettik" şeklindedir. Binâenaleyh bu ikinci ayet, genişlettik" şeklindedir. Binâenaleyh bu ikinci ayet, birinci ayetin lafzına değli, manasına göre getirilmiştir. Çünkü eğer bu ayet, birincinin zahirine (lafzına) atfedilmiş olsaydı, “Venedau anke” "yükünü kaldırıp atarız" şeklinde olması gerekirdi." "Vizr" Kelimesi Hakkında "Vizr", günah yükü demek olup, izahı "Onlar vizrlerini yüklenirler" (En'âm, 6/31) ayetinin tefsirinde geçti. Buradaki ayet, Hak teâlâ'nın, "Geçmiş gelecek günahlarını bağışlamak için..." (Feth, 48/2) ayeti gibidir. Ayetteki “Ellezi Enkada Zahrake” "Sırtına Ağır Gelen" İfadesi Hakkında Ayetteki “Ellezi enkada zahrake” "sırtına ağır gelen" ifadesine gelince, dilciler şöyle derler: "Bu hususta esas izah şudur: Yük sırta ağır geldiğinde, sırttan bir "nakîd", yani bir gıcırtı (hafif bir ses) duyulur ki bu, hayvanların sırtına yerleştirilen tahtervanın ve semerin, göç yükünün ve kaburgaların sesidir. Yahut da, üzerine yük vurulduğunda, devenin çıkardığı ses olup, bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, günah yükünün ağır geldiğini anlatmak için, mecazi bir ifadedir. Peygamberlerin de günah işleyebilecekleri görüşünde olanlar, bu ayeti delil getirmişlerdir. Ama buna şu iki şekilde cevap verilir: 1) Peygamberlerin, küçük günah işleyebileceklerini söyleyenler, ayetteki "vizr"i küçük günahlar manasına almışlardır. Buna karşı, Hak teâlâ'nın, "Sırtına ağır gelen o vizr (yükün)" ifadesi, bunların büyük günah olduğuna delalet eder. Binâenaleyh daha nasıl bu ifade, küçük günahlar manasına alınır" denilmesin. Çünkü biz diyoruz ki küçük günahlar bağışlanmış olmasına rağmen, "sırta ağır gelen", "beli kıran" olarak tavsif edilmeleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendinden böyle bir şey sadır olması halinde, alabildiğine gamlanmasından ve buna son derece pişmanlık duyacağından ötürüdür. O sebeple zail olacak mükafaat büyük olduğundan dolayı bu şekilde bir tavsif yapılmıştır. Bu, Mu'tezile'nin görüşüne göre yapılmış bir izahtır. Ama bunda şöyle bir problem vardır: O da şudur: Kâdî'ye göre, Cenâb-ı Hakk'ın küçük günahları affetmesi vacibtir. Halbuki Allahü teâlâ, bu ayeti, bir lutfunu ve ihsanını anlatmak için getirmiştir. Üzerine vacib olan birşeyi yerine getirmek suretiyle lütufta bulunduğunu söylemenin doğru olmayacağı ise malumdur. 2) Buradaki "vizr" (yük), "günah"tan başka bir manaya hamledilebilir. Buna göre şu izahlar yapılabilir: a) Katâde şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamberlik öncesi, cahiliyet döneminde geçmiş günahları vardı. Bu günahlar ona ağır geliyor, üzüntü veriyordu. Dolayısıyla Allah, bunları bağışladı." b) Bundan murad, hakkıyla yerine getirme, gereklerini ifa etme ve hukukunu görüp gözetmeden ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sırtına ağır gelen, nübüvvet yüklerinin hafifletilmesidir. Dolayısıyla Allahü teâlâ, işte bu yükü ona kolaylaştırmış ve böylece yükünü ondan almış, o, nübüvvet yükünü kolay taşır hale gelmiştir. c) "Vizr", câhilyye dönemindeki insanların, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in sünnetini değiştirmelerini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hoş görmeyişi manasınadır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah onu kuvvetlendirip de, "Şimdi İbrahim'in dinine uy" deyinceye kadar, onlara karşı çıkamıyordu. d) Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sanki kendi günahı gibi ağır gelen, ümmetinin günahlarıdır. Zira Hak teâlâ, "Sen onların içinde olduğun sürece, Allah onlara azab etmeyecek" (Enfal, 33) buyurup da böylece dünyada onlara azab etmeyeceğine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e garanti verip, öbür dünyada da onlara şefaat edebileceği va'dinde bulunmaya kadar, ümmeti hakkında ne yapacağını bilemiyordu. e) Bu, "sadır olması halinde, sırtına ağır gelecek olan, böylesi günahlardan koruduk" demektir. Böylece mecazi olarak, "koruduk" yerine, "kaldırıp attık" ifadesi kullanılmıştır. Rivayet edilen şu husus da bunu gösterir. Hazret-i Peygamber, peygamber olmazdan önce, def ve zurna dinlemek için, eğlenceli bir düğün yemeğinde bulunmuş. Ama Allahü teâlâ ona bir uyku vermiş ve ancak sabahın sıcaklığı onu uyandırmış. f) "Vizr", Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Cebrail (aleyhisselâm) ile ilk karşılaştığında, ondan duyduğu heybet ve korkudur. Çünkü bu esnada onu bir titreme almış ve neredeyse kendini o dağdan atacak olmuş. Derken kendine gelmiş ve Cebrail (aleyhisselâm)'e öylesine alışmış ki, şimdi de, ona olan iştiyakından ötürü, yine neredeyse kendisini o dağdan atacak hale gelmiştir. g) "Vizr", Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in başına gelen eziyetler ve sövüp-saymalardır. Öyle ki (başlangıçta) bütün bunlar ona son derece zor geliyor ve kendisini titreme alıyordu. Derken Allahü teâlâ onu kuvvetlendirdi de, müşrikler yüzünü (Uhud'da) yaralarken bile, "Allah'ım, kavmimi hidayete erdir" diyecek hale geldi. h) Eğer bu sûrenin inişi, amcası Ebû Tâlib ve hanımı Hazret-i Hatice'nin ölümünden sonra ise, yemin olsun ki, bunlardan ayrılışı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, büyük bir vizr (yük) gibi gelmiştir, İşte Cenâb-ı Hak, bu yük ve sıkıntısını, onu göklere çıkarıp, her melek tarafından karşılanıp selamlaması ile kaldırıp atmıştır. Böylece de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in namı yücelmiştir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Senin namını da yükselttik" (İnşirah, 94/4) buyurmuştur. i) Buradaki "vizr" (yük) ile ve "ağır gelme" ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamberlik öncesi hayreti kastedilmiştir. Çünkü O, mükemmel aklıyla, Allahü teâlâ'nın, kendisi üzerindeki büyük nimetleri, kendisini yokluktan varlığa çıkarışını, hayat, akıl ve çeşitli nimetler verişini görünce, Allah'ın bu tür nimetleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde öylesine bir ağırlık oluşturuyordu ki, neredeyse bu, utancından ötürü, onun belini kıracaktı. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın üzerindeki nimetlerinin kesintiye uğramadan devam ettiğini görüyor, ama (bunlara karşılık) Rabbisine nasıl itaat edeceğini bilemiyordu. Binâenaleyh kendisine nübüvvet ve mükellefiyet gelip de, Rabbisine nasıl itaat etmesi gerektiğini öğrenince, utancı azaldı ve yükleri hafifledi. Çünkü cimri bir kimse, kendilerine hizmetle karşılıkta bulunmaksızın dahi, nimetlerin artışından utanmaz. Fakat kerim bir insan, herhangi bir hizmet ile de olsa, nimetlere karşılık veremez bir halde iken, kendisine durmadan nimet verildiğinde, bu durum, neredeyse utancından ölecek şekilde, onda bir yük oluşturur. Binâenaleyh nimet veren, bir tür hizmetle, nimet verdiğini mükellef tutunca, nimet ona hafif gelir ve günlü rahatlar. Hazret-i Peygamber'în Ününün Yüceliği 4"Senin namım da yükselttik". Bil ki bu ayet, âlimlerin bununla ilgili olarak söylediği, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber oluşu, yerde ve gökte meşhur oluşu, isminin Arş üzerine yazılışı, kelime-i şehadette ve tahiyyatta adının, Allah'ın adıyla birlikte zikredilişi, nâmının önceki kitablarda yer alışı; her tarafa yayılışı; kendisiyle peygamberliğin noktalanışı, hutbelerde, ezanlarda ve kitabların başlarında - sonlarında zikredilişi; "Allah ve Resulü razı edilmeye en müstehaktırlar" (Tevbe, 9/62); "Kim Allah ve Resulüne itaat ederse" (Nisa, 4/69); "Allah'a ve Resulüne itaat edin" (Nisa, 4/59) ve benzeri ayetlerde, Kur'ân-ı Kerim'de, isminin Allah'ın ismiyle birlikte zikredilişi; Hak teâlâ diğer peygamberlere, "Ey Musa, ey İsa" diye isimleriyle seslenirken, ona, "Ey Resul, Ey Nebî" diye hitab edişi gibi şeylerin tümünü içine alır. Yine bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kalblerde, insanların zikrinden hoşlanır bir biçimde sokuşunu da içine alır. Bu Hak teâlâ, "Rahman onlar için bir sevgi verir" (Meryem, 19/96) ayetinin beyan ettiği manadır. Buna göre Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Alemi, sana tabi olanlar ve seni sevenlerle doldurdum. Hepsi de seni övüyor, sana salat-ü selam getiriyor ve sünnetini sürdürüyorlar. Hatta farz namazlardan herbirinin yanısıra mutlaka sünnet namazlar var. Binâenaleyh sana tabi olanlar, farzlar hususunda Benim emrime; sünnetler hususunda da senin emrine uyuyorlar. Çünkü, "Kim Resule uyarsa, Allah'a uymuş olur" (Nisa, 4/80) ve "Şüphesiz sana biat edenler, gerçekte Allah'a biat etmişlerdir" (Fetih, 48/10) sultanlar bile sana tabi olmaktan, yoluna gitmekten yüz çevirmemişlerdir. Kıraat alimleri, senin getirdiğin ayetleri ezberliyor; müfessirler, senin getirdiğin Furkan'ın manalarını tefsir ediyor; vaizler de senin öğütlerini tebliğ ediyorlar. Hatta alimler ve hükümdarlar, senin için hizmete üşüyüyor; kapılar ötesinden seni selamlıyor, yüzlerini senin "Ravza"nın toprağına sürüyor, şefaatini umuyorlar. Şu halde senin namın, şerefin, kıyamete kadar sürecektir. 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Demek, hakikaten güçlükle beraber kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber kolaylık var". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayetin kendisinden önceki ifadelerle münasebeti şudur: Müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, fakirlikle ayıplıyor ve eğer bu ileri sürdüğün şeyden maksadın zengin olmak ise, sen Mekke ehlinin en zengini gibi oluncaya kadar senin için mal toplayalım" diyorlardı. Dolayısıyla bu husus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gücüne gidiyordu. Hatta aklına, bunların İslâm'dan, kendisi fakir olduğu ve onlar tarafından hakir addedildiği için yüz çevirdikleri fikri geliyordu. İşte, bu yüzden Cenâb-ı Hak, bu sûrede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan lütuflarını tadad ederek, "Senin için göğsünü açmadık mı?" Senden yükünü, yani cahiliyyede içinde bulunduğun sıkıntıları kaldırıp atmadık mı?" buyurmuş, sonra da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kalbinden, müşriklerin kendisini fakirlikle ayıplaması sebebiyle duyduğu o sıkıntıyı silmek için, dünyada müstağni kılacağı vadinde bulunmuştur. Bunun delili ise, “Finnemea'l-usri yusran” ifâdesinin başına, fâ harfinin gelmesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Onların dediklerine ve senin içinde bulunduğun malının azlığına üzülme. Çünkü dünyada iken, senin için, sana yetecek kadar bir kolaylık tahakkuk edecektir" demek istemiştir. Bir Zorlukla Beraber İki Kolaylık İbn Abbas şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak adeta, bu ayette "iki kolaylık arasında bir zorluğu yarattım. Binâenaleyh, bu demektir ki, bir zorluk, kesinlikle iki kolaylığa galib gelemez" demek istemiştir. Mukatil de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bir zorluk, kesinlikle iki kolaylığı yenemeyecek..." dediğini ve bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir. Bu mananın izahı sadedinde şu iki şey ileri sürülmüştür: 1) Ferrâ ve Zeccâc şöyle demektedirler: "Bu ayetlerdeki “Usr” kelimesi, her iki yerde de elif-lâm'lı olarak “El-usru” şeklinde gelmiştir. Halbuki, burada daha önce geçmiş belirli herhangi bir şey de yoktur. Binâenaleyh, bu demektir ki, bu ifadeler, hakiki manaya alınırlar. Böylece de, her iki yerde geçen “El-usr” kelimesiyle, ayrı ayrı iki şey değil, tek bir şey, zorluk kastedilmiş olur. Ama, “El-yusr” kelimesine gelince, bu kelime, her iki yerde de nekire olarak geçmektedir. Bu demektir ki, bunlar ayrı ayrı şeylerdir." Cürcanî bu izahı zayıf bularak şöyle demektedir: "Bir kimse, “İnnemea'l-farisi seyfen, innemea'l-farisi seyfen” "Süvariyle beraber, yanında bir kılıç vardır. Süvariyle beraber, yanında bir kılıç vardır" dediğinde, burada, iki kılıç, demekten bir binicinin kastedilmiş olması gerekir. Bu ifadeden ise, bunun anlaşılmayacağı malumdur." 2) İkinci cümlenin birincisinin bir tekrarı olmasıdır. Ve bu tıpkı, meselâ, Mürselât Sûresi'inde ifadelerinin tekrar edilmesi gibidir. Ki, bu tekrarın maksadı, manayı gönüllere yerleştirmen ve kalblere sokmaktır. Ve yine bu ifade, "Bana, Zeyd Zeyd geldi" ifadesinde olduğu gibi, tekil kelimelerin tekrar edilişi gibidir. Ayetteki "iki kolaylık" ile, dünya kolaylığı, yani beldelerin kolayca fethedilişi ile ahiret kolaylığı, yani cennet mükafaatının elde edilişi kastedilmiştir. Delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Sizler, bizim için en güzel iki şeyden birisini bekleyip duruyorsunuz..." (Tevbe, 9/52) ayetidir ki, bu "en güzel iki şey" de, zaferler kazanmanın güzelliği ile, (ölüm halinde) cennet mükafaatının elde edilmesidir. O halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bir zorluk, kesinlikle iki kolaylığı yenemeyecek..." ifadesinden kastedilen işte budur. Bu böyledir, zira dünyanın zorluğu, hem dünyanın hem de ahiretin kolaylığına nisbetle, işte ufacık ve az bir şey mesabesindedir. Burada şöyle iki soru sorulabilir: Birinci Soru: “El-yusru, yusran” kelimesindeki nekirelik ne ifade eder? Cevap: Tefhîm ve tazim içindir. Buna göre adeta, “İnnemea'l-usri yusran” denilirken, "Bir zorluğa karşılık ne büyük bir kolaylık ne yüce bir kolaylık vardır" denilmek istenmiştir. İkinci Soru: Kolaylık zorlukla birlikte olamaz. Çünkü bunlar, iki zıt şeydirler. Binâenaleyh, birarada bulunamazlar! Cevap: Zorluktan sonra kolaylığın meydana gelişi, kısa bir zaman içinde olacağı için, bu kesin addedilmiş, dolayısıyla da, adeta "kolaylık"la birlikte imişcesine kabul edilmiştir. 7"O halde bir işi bitirince hemen bir başka işe giriş, hemen yorul...". Bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti de şudur: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, daha önceki nimetlerini tadad edip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ümmetine, ilerde birtakım nimetler ihsan edeceği va'dini verince, hiç şüphesiz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, bu nimetlere şükretmeye ve ibadetler hususunda sa'y u gayret göstermeye teşvik ederek, "Bir işi bitirince, hemen bir başka işe giriş" buyurmuştur. Arapça'da bu manada, “Feizâ ferağte fensab” ifâdesi kullanılır. “Feizâ Ferağte Fensab” İfâdesi Hakkında Katâde, Dahhâk ve Mukatil de, ayetteki bu kelimeye, "Farz namazlarını bitirdiğinde, yaptığın duada, Rabbine sarıl ve talebin konusunda O'na yönel. o, sana verir" manasını vermişlerdir. Şa'bî de, "Teşehhüd'ü bitirince, (yani selam verince), dünyan ve ahiretin için dua et" manasını verirken, Mücâhid de, "Dünya işlerini bitirdiğinde, kalk ve namaz kıl..." demiştir. Abdullah ibn Mes'ûd da, "Farz namazlarını bitirdiğinde, gece namazı kılmaya kalk" manasını verirken, Hasan el-Basrî, "Savaşı bitirdiğinde.ibadet hususunda gayret göster..." der. Ali ibn Ebî Talha da, "Eğer sıhhatin yerinde ise, “Fensab” yani, boş zamanını ibadet ile geçirmek için kalk..." demiştir ki, bunun delili, rivayet edilen şu husustur. Şurayh, güreşen iki adama rastlar. Bunun üzerine, "Boş kalan, bu işle emrolunmadı... Çünkü Cenâb-ı Hak, "O halde, bir ibadeti bitirdiğinde, başka bir ibadete koyul..." buyurmuştur" der." Velhasıl ayetteki ifadelerle ibadetlerin birbirine eklenmeleri ve herhangi bir zamanın ibadetsiz olarak boş geçirilmemesi; birini bitirdiğinde diğerini yapmaya koyulması manası kastedilmiştir. 8'Ve ancak Rabbini arzula". Bu hususta iki izah şekli bulunmaktadır: 1) "Rağbet ve arzunu, ancak Allah'a tahsis et. Ancak, O'na tevekkül ederek, O'nun lütfunu iste..." 2) "Din, dünya ve düşmanlarına karşı muzafferiyet elde etme gibi arzuladığın diğer şeyler hususunda Rabbine yapış ancak..." Bu ifade (Rağben), "rağgıb..." şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana, "İnsanları, Allah katında olan şeyleri istemeye teşvik et, arzulandır" şeklinde olur. Allah (c.c) en iyi bilendir. Salat u selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)! Bu ifade (Rağben), "rağgıb..." şeklinde de okunmuştur. |
﴾ 0 ﴿