TÎN SÛRESİBu sûre sekiz ayet olup, Mekkî'dir. 1Âyetin tefsiri için bak:3 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"Andolsun incire, zeytine, Sîna dağına ve şu emin şehre ki...". Bil ki, buradaki mûşkil, "et-tîn" ve "ez-Zeytûn"un, kıymetli, nadir şeylerden olmayışlarıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, bu iki şeye yemin etmesi nasıl uygun düşebilir? İşte bu sorudan dolayı, bu hususta şu iki görüş mevcuttur. Birinci Görüş: Tîn ve Zeytûn ile, maruf olan bu iki şey, yani incir ile zeytin kastedilmiştir. Çünkü İbn Abbas, "Evet, evet, bu sizin bildiğiniz incir ve zeytindir" demiştir. Bu görüşü savunanlar, incir ve zeytinin özelliklerine dair şunları naklederler: İncire gelince, bu kimseler şöyle derler: Bu, hem bir gıda, hem zevkine yenen şey, hem de bir ilaçtır. İncirin bir gıda olmasına gelince tabipler, bunun, güzel bir taam yiyecek, hazmedilmesi çabuk, mideye oturmayan, mizacı yumuşatan, terleme yoluyla dışarı atılan, balgamı azaltan, böbrekleri temizleyen, mesanedeki kumları ve taşları düşüren, bedeni besleyen, ciğer ve dalağın gözeneklerini açan bîr şey, bir gıda olduğunu belirtmişlerdir. O halde bu yemişlerin en iyisi ve en beğenilenidir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bir tabak incir hediye edilmiş, ondan yemiş, sonra da ashabına, "Yeyiniz. Şimdi ben, şayet, cennetten bir meyvenin inmiş olduğunu söylemiş olsaydım, onun bu (incir) olduğunu söylerdim. Çünkü cennet meyveleri de, çekirdeksizdir. Binâenaleyh, onu yeyiniz; zira o incir, basuru sona erdirir, ayaktaki romatizma (ağrılarına) da faydalı olur" buyurmuştur. Ali ibn Musa er-Rıdâ (radıyallahü anh)'dan da, şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "İncir, ağız kokusunu giderir, saçları uzatır ve felce karşı da bir güvencedir." İncirin bir ilaç olmasına gelince, bununla bedendeki fazlalıkların atılması hususunda tedavi yapılır. Bil ki incirin, bahsettiğimiz şeylerin dışında kalan, daha nice şöyle özellikleri vardır: 1) İncirin dışı da içi gibi olup, mesela bir ceviz gibi değildir. Çünkü, cevizin dışı sert kabukludur. Ve mesela, bir hurma gibi de değildir Çünkü hurmanın içinde, çekirdek vardır. Tam aksine biz diyoruz ki, mesela ceviz ve karpuz gibi dışı işe yaramayan, ama içi çok güzel olan meyveler olduğu gibi, mesela hurma ve erik gibi, içi değil de dışı güzel olan meyveler vardır. Ama incire gelince, onun hem dışı hem de içi güzeldir. 2) Üç çeşit ağaç vardır. Birisi va'deder, va'dinde durmaz (yani, meyve verecekmiş gibi yapar, ama vermez). Bu, "şeceretu'l-hilâf" (vadinden cayan ağaç) denilen Sülağan'dır. İkincisi va'deder ve va'dini yerine getirir. Bunlar da, mesela elma vs. gibi, ilk önce tomurcuklanıp, çiçek açan, daha sonra da meyve verenlerdir. Üçüncüsü de, va'dden önce, meyvesini sergileyen, bol bol veren ağaçtır. Bu da, incir ağacıdır. Çünkü incir ağacı meyvesini, çiçek açarak va'd etmezden önce verir. Hatta sözü değiştirip şöyle de diyebilirsin: İncir, iddia etmeden önce, manayı, özü ortaya koyan bir ağaçtır. Bunu da geçerek şöyle diyebilirsin: İncir, kendisini çiçekle, yaprakla gizlemeden önce meyvesini veren bir ağaçtır. Halbuki elma, kayısı ve diğerleri ise işe, önce kendisinden başlar, daha sonra başkalarını görürler. Ama incir ağacına gelince, bu ağaç, kendisine ihtimam göstermeden önce başkalarına değer verir. Binâenaleyh diğer ağaçlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Önce kendinden başla, sonra geçimini üzerine aldığın kimselere başa" Müslim, Zekât, 95, 97, 106 (2/717-718-721). hadis-i şerifîindeki muamele erbabı gibi oldukları halde, incir Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibidir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), menfaat konusunda işe önce başkasından başlardı. Eğer artan birşey kalırsa, sonra onu kendisi alırdı. İncir ağacı da Hak teâlâ'nın, "Kendilerinin ihtiyacı olsa bile, mü'min kardeşlerine öncelik verirler" (Haşr, 59/9) beyanıyla methettiklerindendir. 3) Bu ağacın özelliklerinden birisi de şudur: Diğer ağaçların meyveleri düşürüldüğünde, artık o yıl, yeniden meyve vermez. Ama incir böyle değildir, o hep hizmet sunmaya devam eder. Çünkü düşen meyvelerin yerine yenileri çıkar. 4) Bir kimse rüyasında incir görse, bu, zengin ve hayırlı bir adam olacağına delalet eder. rüyasında incir elde ettiğini görse, büyük bir mal varlığına kavuşacağına işarettir. İncir yediğini görse, Allahü teâlâ'nın ona çoluk-çocuk vereceğine bir işarettir. 5) Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'den cennette o hata sadır olup, elbiseleri onu terkedince, incir yapraklarıyla örtünmeye çalıştı. Yine rivayet olunduğuna göre Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), incir yapraklarıyla örtünmüş olarak cennetten inince yalnızlık hissetti de, etrafında ceylanlar dolaşmaya başladı. Böylece onlara alıştı ve o incir yapraklarının bazılarını onlara yedirdi. Allahü teâlâ, o ceylanlara hem şeklen, hem manen bir güzellik nasib etti, kanlarını da miske çeviriverdi. Ceylanlar yerlerine gidince, diğer ceylanlar bunlardaki o harikulade güzellikleri gördüler. Ertesi gün diğerleri de onlar gibi, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'e geldiler. Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) onlara da incir yapraklarından yedirdi. Allahü teâlâ bunların şekillerini de güzelleştirdi, ama kanlarını miske çevirmedi. Zira birinciler, birşey umarak değil, sırf Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) için gelmişlerdi. Diğerleri ise, zahiren Hazret-i Âdem için; batınen de bu şeyleri umarak gelmişlerdi. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak, bunların zahirini güzelleştirdi fakat batınlarını değiştirmedi. "Zeytin"e gelince, bu da mübarek bir ağaçtır. Bu, bir açıdan yemiş, bir açıdan katık, bir açıdan da ilaçtır. Zeytin ağacı, hemen hemen bütün beldelerde, bir terbiye ve bakıma ihtiyaç hissetmeden biter-büyür. Hem sonra zeytinin faydası, sadece kişinin bedenine gıda olmak değildir, o aynı zamanda lambaların da gıdası (yakıtı)dır ve bu yağlı bitki yağ namına hiçbirşey bulunmayan dağlarda biter. Bir kimse rüyasında, zeytin yaprağını aldığını görse, bu, onun en sağlam bir kulpa tutunduğuna bir işarettir. Bir hasta İbn Sîrîn'e "Rüyamda sanki bana, "İki lambayı ye ki şifa bulasın" denildiğini duydum" demiş. Bunun üzerine İbn Sirîn, "Öyle ise zeytin ye, çünkü zeytin lâ-şarkiyye ve lâ garbiyye, yani ne doğulu-ne batılı bir bitkidir, her yerde bulunur" demiştir. Müfessirler, incir ve zeytinin, aslında şu yenilen iki şeyin ismi olduğunu, bunlarda işte böylesine üstün fayda ve özelliklerin bulunduğunu, dolayısıyla ayetteki bu kelimeleri zahiri manalarına hamletmek ve bunlardaki bu menfaat ve özelliklerden ötürü Allahü teâlâ'nın bunlara yemin ettiğine hükmetmek gerektiğini söylemişlerdir. Maksad Malum Meyveler Değildir Yorumu İkinci Görüş: Bu ifadelerle, şu bildiğimiz iki bitki kastedilmemiştir. Bu görüşte olanlar, şu izahları yapmışlardır: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bunlar, Arz-ı Mukaddes'de bulunan iki dağdır. Bunlara Süryânice, "Tûr-u Tînâ" ve "Tûr-u Zîtâ" denilir. Zira bu iki bitki, bu iki dağda bitmektedir. Bundan dolayı Hak teâlâ sanki, bu ifadelerle, aslında peygamberlerin çıktığı beldeye yemin etmiştir. Binâenaleyh Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın doğduğu ve kendisinde incir ile zeytinin yetiştiği bu dağ, Şam beldesi olup, Şam çoğu İsrailoğlu peygamberin gönderildiği beldedir. Tûr, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "beled-i emîn" (emin şehir) de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderildiği yerdir. Binâenaleyh bunlara yemin etmek, aslında bu peygamberleri ululamak ve derecelerinin yüce olduğunu bildirmek içindir. 2) Buradaki incir ve zeytin ile, iki mescid kastedilmiştir. İşte bu cümleden olarak, İbn Zeyd, Tîn (incir) ile, Dımeşk (Şam) mescidinin; zeytin ile de Beyt-i Makdîs'in kastedildiğini söylerken; diğerleri, "Tîn, Ashab-ı Kehf'in Mescidi; zeytin de îliyâ Mescidî'dir" demişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Tîn"in, Cûdî Dağı üzerinde yapılmış olan, Nûh (aleyhisselâm) Mescidi; "Zeytin"in de, Beyt-i Makdis olduğunu söylemiştir. Bu görüşü benimseyenler bu fikri, bir taat yeri olduğu için, mescidlere yemin etmenin son derece güzel olacağından ötürü benimsemişlerdir. Dolayısıyla incir ve zeytinin çokça bulunduğu bu beldeler, bu mescidler olunca, Hak teâlâ da, Tîn ve Zeytin'e yemin etmekle yetinmiştir. 3) Tîn ve Zeytin ile, iki belde kastedilmiştir. Bu cümleden olarak, Ka'b, "Tîn, Dımaşk (Şam); zeytin ise Beyt-i Makdis'dir" derken, Şehr b. Harşeb, "Tîn, Küfe; zeytin ise Şam'dır" demiştir. Rabî'den bunların, Hemedân ile Hulvân arasında iki dağ olduğu da rivayet edilmiştir. Bu fikri benimseyenler de, Yahudi ve Hristiyanlar ile Müslümanlar ve Kureyş müşriklerinden herbiri kendi beldelerini suladıklarından ötürü ve Allahü teâlâ'nın bu beldelerin hepsine birden yemin edişinden ötürü benimsemişlerdir. Şöyle de denebilir: "Dımaşk (Şâm beldesi) ve Beyt-i Makdis'de dünya nimetleri, Tûr (dağında) ve Mekke'de ise din nimetleri vardır, çoktur." Hak teâlâ'nın "Sina dağına (yemin olsun ki)" ifadesine gelince, buradaki "Tür" ile, üzerinde Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile konuştuğu dağ kastedilmiştir. Alimler, "sînîn" ve "sînâ"nın, bu dağın bulunduğu yerin iki ismi olduğunu ve bu yere nisbet edilerek böyle söylendiklerini söylemişlerdir. Müfessirlere gelince, mesela, İkrime'nin rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) "Tûr"un, dağ; "sînîn'in ise, Habeşce'de "güzel" manasına geldiğini söylemiştir. Mücâhîd de, "sînîn"e, "mübarek" manasını vermiş, Kelbî, "ağaçlı dağ" manasını vermiştir. Mukatil ise, "Nabatca'da, meyveli ağaçların bulunduğu her dağ "sînîn" ve "sînâ"dır" der. Vahidî de şöyle der: "Evlâ olan, "sînîn" kelimesinin, Tûr dağının bulunduğu yerin ismi olmasıdır. Sonra bu yer, güzelliğinden veya mübarek (bereketli) oluşundan ötürü sînîn ve sînâ adını almıştır. Kendisine muzaf olduğu için "sînîn"in, "Tûr"un sıfatı olması caiz değildir. Hak teâlâ'nın 'Ve şu emin şehre (yemin olsun ki)" ayetindeki "Beled-i Emîn"den murad Mekke'dir. Buradaki "emîn", âmin (emniyet veren) manasınadır. Keşşaf sahibi, "Bu ifade, Arapça'daki tıpkı "emîn" kimsenin, kendisine emanet edilen şeyi koruyup muhafaza etmesi gibi, kendisine gireni muhafaza ettiği için,”Emine'r-raculu, emanete fehuve âminun” "O adam emin oldu, o emindir" ifadesindendir. Yine aynı kökten olarak, fâ'iI sığasında, ism-i mef'ûl (güvenilen) manasında olması da mümkündür. Çünkü bu belde, Hak teâlâ'nın da, "Haremen Âminen" (Ankebût, 29/67) buyurarak, emniyetli olmakla nitelendiği gibi, her türlü endişe ve korkudan emin olunan bir beldedir" demiştir. Alimler, Mekke'nin, Harem Bölgesinin "emin" oluşu hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Allahü teâlâ burasını, inşaallah ileride de izahı geleceği üzere, o meşhur Fil (Ebrehe) Ordusu'ndan koruyup, emin kılmıştır. 2) Burası, senin için hemen hemen gerekli herşeyi bulundurmaktadır. Binâenaleyh ölümü haketmiş bir müslüman buraya iltica ettiğinde, güvenlikte olur, hatta yırtıcı hayvanlar ve av hayvanları bile, bu beldeye girip sığındıklarında, buranın eminliğinden istifade ederler, yani avlanılmazlar. 3) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer (ra.), Hacer-î Esved'i öpmüş ve "Sen ne zararı, ne faydası olan bir taşsın. Eğer Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın seni öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim" demiştir. Bunun üzerine, Hazret-i Ali (k.v) ona, "Fayda ve zarar vermeyeceğini kim demiş. O zarar da verir, fayda da verir. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in zürriyetinden mîsâk (söz) alınca, bu mîsâkı beyaz bir kağıda yazdı ve o gün Hacer-i Esved'in bulunduğu rüknün (köşenin), bir dili, iki dudağı ve iki gözü vardı. Cenâb-ı Hak, "Ağzını aç" dedi ve bu kağıdı ağzına koydu, "Kıyamete kadar sana, yani bu mîsâka vefa göstereceklerin, buna karşılık Allah'dan vefa bulacaklarına şahid ol" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "Ey Hasan'ın Babası, senin içlerinde yer almadığın bir toplumda ben de bulunmam" dedi. İnsanın Ahsen-i Takvimde Yaratılışı 4"Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık". Buradaki "insan"dan murad, şu bildiğimiz mahiyettir, insandır. "Takvîm" ise bir şeyi, te'lif ve terkibi hususunda, olması gerektiği en güzel biçime sokmak demektir. Nitekim Arapça'da bu manada, “Kavvemtuhu, tekvimen, festekâme vetekavveme” "Ben onu kıvamına getirdim, en güzel biçime koydum, o da en güzel biçime girdi" denilir. Alimler ayetteki, "en güzel biçim"in ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Allahü teâlâ, insan hariç, her canlıyı yüzü koyun yürüyecek şekilde yaratmıştır. İnsanı ise, dimdik, boylu boslu ve yiyeceği şeyleri eliyle aiıp yiyen bir şekilde yaratmıştır. 2) Esamm, bu en güzel biçimin, insanın aklının, anlayışının, edebinin, ilminin ve açıklamalarının mükemmelliğinde yattığını söylemiştir. Velhasıl birinci görüş, insanın zahiri biçimi ile, ikincisi de, batini (manevi-ruhi) biçimi ile alakalıdır. Kâdî Yahya b. Eksem'in, ayetteki "takvim"i şekil güzelliği ile tefsir ettiği rivayet edilmiştir. Çünkü nakledildiğine göre, onun zamanındaki bir kıral, mehtaplı bir gecede, hanımı ile başbaşa kalmış ve "Eğer şu aydan daha güzel olmazsan, şöyle şöyle ol (boş ol)" demiş. Böylece Yahya b. Eksem hariç, herkes, bunun yemininden hânis olacağı fetvasını vermiş. Yahya b. Eksem ise, bunun yeminini bozmayacağını söylemiştir. Bunun üzerine kendisine, "Sen hocalarına muhalefet ettin" denildiğinde ise, o "Fetva ilme göredir. Yemin olsun ki bunun böyle olduğuna hepimizden daha alim olan Allahü teâlâ fetva vermiştir. Çünkü O, "Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık" buyurmuştur" demiştir. Bazı salih kimseler de, "Ya Rabbi, dünyada bize şekillerin en güzelini verdin. Binâenaleyh ahirette de fiillerin en güzelini ver, yani günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı görme" demişlerdir. 5"Sonra da onu aşağıların aşağısına çevirdik". Bu ayetle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Cenâb-ı Hak bu ayetiyle, erzel-î ömrü ifade etmiş olup, bu tıpkı, "O, erzel-i ömre döndürülür" (Hacc, 22/5) ayeti gibidir." İbn Kuteybe ise, ayetteki "sâfilîn" ile güçsüzler, kötürümler ve çaresizlerin kastedildiğini söyler. Nitekim Arapça'da, “Alâ, yeulu, âlin, âlune”, denildiği gibi, “Sefile, yesfulu, sâfilun, sâfilune” denilir. Cenâb-ı Hak bu ayetiyle ihtiyar kimsenin bunayacağını; duymasının, görmesinin ve aklının zayıflayacağını; çaresizlik içine düşeceğini, artık salih amellerde bulunmaktan aciz kalacağını, böylece de herkesin altında kalacağını anlatmak istemiştir. Ferrâ şöyle der: "Eğer ayetteki ifade, “Esfele sâfili” şeklinde olsaydı, yine doğru olurdu. Çünkü "insan" kelimesinin lafzı müfreddir. Zira mesela sen, “Hazâ efdalu kâimi” "Bu, ayakta olanların en faziletlisidir" dersin, ama “Hazâ efdalu kâimine” diyemezsin. Fakat ayette cemî olarak "safilîn" kullanılmıştır. Çünkü "insan" kelimesi mana bakımından cemi olup, şu ayetlerde de böyledir "Sıdkı (Kur'ân'ı) getiren ve onu tasdik eden var ya, işte bunlar müttakilerdir" (Zümer, 39/33), "Biz insana, katımızdan tattırdığımızda, bundan hoşlanır. Ama onlara bir kötülük isabet etse..." (Şûra, 42/48). 2) Mücâhid ve Hasan el-Basrî'nin söylediklerine göre, ayetin bu ifadesi, "Sonra da onu cehenneme göndeririz" manasınadır. Nitekim Hazret-i Ali (aleyhisselâm) şöyle der: "Cehennemin kapılarının bazısı, diğerlerinden daha alttadır. İşe önce en dipteki kapıdan başlanır ve orası doldurulur. İşte esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) budur." Buna göre mana, "Biz onu esfel-i sâfilîn'e, yani cehenneme göndeririz" şeklinde olur. 6"Ancak iman edip de salih amellerde bulunanlar müstesna... Çünkü onlar için kesilmez mükafaat vardır". Bil ki ayetteki bu istisna, önceki ayetle ilgili birinci görüşe göre, istisnâ-ı munkati olup, mana "Fakat sâlih-mü'min ihtiyarlara gelince, bunların eskiden taatlarına devam etmelerinden ve Allahü teâlâ'nın kendilerini ihtiyarlık ve yaşlılıkla denemesine, güçlüklere, ibadetleri yerine getirmeye ve artık ellerinden tutulur olmadıklarına karşı, sabredip-göğüs germelerinden ötürü, kendileri için sürekli bir mükafaat vardır" şeklinde olur. İkinci görüşe göre ise, bu istisna, istisnâ-yı muttasıl olur. Ayetteki, "Onlar için kesilmez bir mükafaat vardır" ifadesiyle ilgili, şu iki görüş ileri sürülmüştür. 1) Onlar için, noksansız ve kesintisiz bir mükafaat vardır. 2) Başlarına kakılmayan bir mükafaat vardır." Bil ki bütün bunlar, mükafaatın (ecrin) sıfatıdır. Çünkü mükafaatın kesintisiz olması ve başa kakılmak suretiyle boğaza takılmaması, insanı pişman etmemesi gerekir. 7"O halde artık seni dini yalanlamaya sevkeden şey ne olabilir ki?". Bu ayetle ilgili iki soru söz konusudur: Birinci Soru: Buradaki "seni" ifadesiyle kime hitab "edilmektedir? Cevap: Bu hususta şöyle iki görüş var: 1) Bu, "iltifat" üslubuyla, insana hitab olup, "Olup biten şeyi "olmadı" diye haber veren herkes yalancıdır. Buna göre ey insan, seni bu yalana mecbur eden şey nedir?" manasındadır. 2) Ferrâ'nın tercihine göre, bu hitab Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olup, mana, "Ey peygamber, getirdiğin din ile, böylesine deliller ortaya çıktıktan sonra, artık seni kim yalanlayabilir" şeklindedir. İkinci Soru: Ayetteki taaccübün (hayretin) sebebi nedir? Cevap: İnsanın, nutfeden yaratılıp, tığ gibi bir delikanlı haline getirilmesi, sonra olgunlaşıncaya kadar gitgide geliştirilmesi, daha sonra da, erzel-i ömre ulaşana kadar, baş aşağı eğdirilmesi, (kamburunun çıkarılması), yaratıcının haşre ve neşre de kadir olduğuna en açık bir delildir. Şimdi bu durumu görüp de, haşri inkarda ısrar edenin bu inkarından daha şaşılacak ne var!" 8"Allah, hakimlerin hakimi değil midir?". Bu ayetle ilgili iki mesele var: Alimler bunun ne demek olduğu hususunda şu iki izahı yapmışlardır: 1) Bu, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, insanın yaratılıp, büyütülüp, sonra da erzel-i ömre kadar yaşatılışını (bundaki kudret delilini) ortaya koyan bir ifadedir. Çünkü Allahü teâlâ, sanki şöyle demek istemiştir. "Bunları böyle yapan, sanat ve idare bakımından hakimler hakimi değil midir!" İşte bu delil ile, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve hikmeti sabit olunca, haşrin hem mümkün olacağına, hem de mutlaka vuku bulacağına dair söz de doğru olmuş olur. Haşrin "mümkün" oluşu, Cenâb-ı Hakk'ın kudretine; bil-fiil vuku buluşu da, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine nazarandır. Zira haşrin bilfiil vuku bulmaması, Allah'ın hikmetini zedeler. Nitekim Hak teâlâ, "Biz, göğü, yeri ve bunlar arasındaki şeyleri batıl (boş) olarak yaratmadık. Bu kafirlerin zannıdır" (Sâd, 38/27) buyurmuştur. 2) Bu, Allahü teâlâ'nın, kıyamet gününde kendisi ile düşmanları arasında adaletle hükmedeceğine dair, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dikkatini çekmesidir. Kâdî'nin Ayet Hakkındaki Yorumu Kâdî şöyle der: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın kabîh (çirkin ve boş bir şey) yapmayacağına ve içinde sefehin (akılsızlık ve hikmetsizliğin) bulunduğu kullarının fillerini Kendisinin yaratmadığına, en kuvvetli delillerdendir. Çünkü eğer kulların fiillerini yaratan, Allahü teâlâ olmuş olsaydı, hikmetin hikmeti emirin ve hikmete teşvikin ancak Allahü teâlâ'dan olması, böylesine hikmetli olanın ise ahkemü'l-hâkimîn, yani hakimlerin en hakimi, hikmetlilerin en hikmetlisi olması gibi, sefehi (akılsızlığı) emir ve buna teşvik de Allah'dan olurdu. Böyle olan ise, hâşâ esfehi's-süfehâ, (sefihlerin en sefihi) olurdu. Allahü teâlâ hakkında, bu iki vasıf söz konusu olunca, Allahü teâlâ'yı "ahkemü'l-Hâkimîn" diye tavsif etmek, "esfehü's-süfehâ" diye tavsif etmekten daha evla olmazdı. Cenâb-ı Hak hakkında böyle denilemeyeceğine göre, O'nun, kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığını anlıyoruz. "Buna şöyle cevap verilir: Bu görüş, "ilim" ve dâi meselesi ile çelişir. Hem sonra biz diyoruz ki: Sefih (akılsız), kendisinde sefihlik bulunan kimse olup, sefihliği yaratan kimse değildir. Bu tıpkı hareketli ve hareketsiz olanın, hareketliliği ve hareketsizliği yaratan değil, kendilerinde bu özelliklerin bulunduğu kimseler oluşu gibidir. Allahü teâlâ, doğruyu en iyi bilendir. Salat-ü selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, aline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿