KALEM (ALAK) SÛRESİ

Bu sûre, ondokuz ayet olup, Mekkî'dir.

Müfessirler bu sûrenin, Kur'ân'ın ilk nazil olan sûresi olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları ise, ilk defa Fatiha Sûresi'nin, peşine de Kalem (Alak) Sûresi'nin nazil olduğunu söylemişlerdir.

1

Âyetin tefsiri için bak:2

2

"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir "alaka"dan yarattı".

Bâ Harf-i Cerrinin Manası

Bil ki ayetteki, “Bi'smi Rabbike” ifadesinin başındaki "bâ" harf-i cerri hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Ebû Ubeyde, bunun zaid olduğunu ve mananın "Rabbinin adını oku" şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim şair Aktal de "Onlar asil ve iffetli kadınlardır; siyah gözlü ve örtülere büründükleri halde sûreler okumayan cariyeler değil" demiştir.

"Rabbinin adını oku" ifadesi ise, "Rabbinin ismini an, zikret" manasınadır. Bu görüş şu sebeplerden ötürü zayıftır:

1) Eğer bunun manası, "Rabbinin ismini an" olsaydı, o zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, buna karşılık, "Ben okuma bilmiyorum" demesi güzel ve yerinde olmazdı. Çünkü buna göre bu söz, "Ben Rabbimin ismini anmayacağım" manasına olurdu.

2) Bu manada, bu şekilde bir emir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uygun düşmez. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, zaten Allah'ın zikrinden başka işi yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın ona, hep meşgul olduğu şeyle meşgul olmasını emretmesi, nasıl uygun olurdu.

3) Böyle değerlendirmede hiçbir fayda elde etmeksizin bâ harfini zayi etmek vardır.

İkinci Görüş: Ayetteki, "oku" ifadesi ile, "Kur'ân oku" manası kastedilmiştir. Çünkü "okuma" (kıraat), ancak Kur'ân hakkında kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Biz onu okuduğumuz zaman, onun kıraatine" (Kıyame, 75/18) ve "Kur'ân'ı parça parça indirdik ki sen onu insanlara yavaş yavaş kıraat edesin, okuyasın" (İsra, 17/106) buyurmuştur.

Rabbin Adı

Ayetteki, “Bi'smi Rabbike” "Rabbinin adıyla..." ifadesi hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Bu ifade, "hâl" olarak, mahallen mansubtur. Buna göre takdir, "Rabbinin adıyla başlayarak, Kur'ân oku" şeklinde olur. Bu da, "Önce besmele çek, sonra oku" demektir. Mananın böyle oluşuna göre bunda, her sûrenin çekileceğine ve bunun bir emir olduğuna bir delalet vardır. Yine bunda, besmele çekmenin ve onunla başlamanın vacib (farz) olmadığını söyleyenlere de birr reddiye-cevap vardır.

2) Bu ifade, "Rabbinin adıyla meded (yardım) umarak, Kur'ân oku" manasındadır. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki ismini, kişinin dine ve dünyaya dair yapmak istediği şeyler hususunda bir alet kılmış gibidir. Bunun bir benzeri de, “Ketebtu bi'l-kalemi” (Kalemle yazdım) cümlesidir. Velhasıl Hak teâlâ, "oku" deyip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Ben okuma bilmem" deyince, Cenâb-ı Hak, "Yaratan Rabbinin adıyla oku" yani, Rabbinin isminden medet um ve o ismi, sana zor gelen bu işi başarmak için bir vasıta kıl" demışiir."

3) Ayetteki bu ifade, "Bu fiili sırf Allah için, Allah rızası için yap" manasınadır ve tıpkı senin, "Bu evi, padişah adına yaptım. Bu kitabı da, vezir adına yazdım" demen gibidir. Çünkü ibadet, sırf Allah için yapıldığı zaman, şeytan, Allah için olan şeyde, tasarruf etmeye nasıl cüret edebelir? Buna göre şayet "Bu mana, mesela "Yemeğe başlamadan ve her mubah işe girişmeden önce besmele çekilir" şeklindeki söz hakkında nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki, burada şu iki izah yapılabilir:

1) Bu, mecazi bir nisbet olup, senin tıpkı, böylece zalimlerin zulmünü bertaraf edebilmen için yaptığın işleri, bazı büyük zatlara nisbet etmen gibidir. Burda da sen, şeytanın sana ortak olması hususundaki arzu ve isteğini sona erdirmek için, yaptığın işleri Allah'a nisbet etmen söz konusudur. Nitekim şu şekilde rivayet edilmiştir: "Yemeğe başlarken besmele çekmeyen kimselere, o yiyecek hususunda, şeytan ortak olur..."

2) Çoğu kez, bu mubah olan şey ile, Allah'ın taatları için güç ve kuvvet bulmaya yol aranılır. Böylece de bu mubah iş, bir taate dönüşmüş olur. İşte bu sebeple de, burada böyle bir tevil yapılabilir.

Rabb İsmindeki İncelik

Ayetteki, “Rabbike” ifadesine gelince, burada şöyle iki soru sorulabilir:

Birinci Soru: "Rabb" fiili sıfatlardan; "Allah" ise, zati isimlerdendir. Halbuki, zati isimler, fiili isimlerden daha kıymetlidir. Bir de biz, "Allah" isminin, "Rabb" isminden daha yüce ve kıymetli olduğunu pek çok deliller ile delillendirdik. Ama, Cenâb-ı Hak burada, buyurmuş, maruf besmelede dediği gibi "Allah'ın adıyla oku..." dememiştir (niçin)?

Cevap: Allahü teâlâ böyle buyurmakla ibadeti ve zati sıfatlarını tanımayı emretmiştir. Halbuki zat ismi, herhangi bir şeyi gerektirmez. Kulluğu gerektiren şey, fiili sıfatlardır. Böylece, "Rabb" ismi, taata daha fazla teşvikkâr olmuş olur.

Ayrıca, bu sûre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in korktuğu dönemde kendisine nazil olan ilk sûrelerdendir. Binâenaleyh, kendisinden bu korkunun zail olması için, ona bu yumuşak ifade ile hitap etmiş ve adeta "O seni, eğitendir, yavaş yavaş kemale erdirendir. Daha nasıl O, seni korkutsun?.." demek istemiştir. Böylece bu metod, şu iki şeyi ifade etmektedir:

1) "Seni, ben eğittim. Dolayısıyla, sana ifa (karşılığı) gerekir. Bu sebeple sen tembel duramazsın..." demen.

2) "Bir işe başlamak, o işi tamamlamayı gerektirir. Ben seni, şunca zamandan beri eğitiyorum. O halde, daha seni nasıl zayi ederim ki?.." Yani, "Sen, bir " 'alak" iken de, senin terbiyeni, seni eğitmeyi, büyütmeyi terketmedim. Binâenaleyh sen, muvahhid, beni tanıyan nefis ve harikulade bir mahluk haline geldikten sonra da, ben seni nasıl zayi edebilirim?" demektir.

Rububiyyetin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İzafeti

İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, Kendi zâtını, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbet ederek (muzaf kılarak), “Bi'smi Rabbike” "Rabbinin adıyla..." deyişindeki hikmet nedir?

Cevap: Cenâb-ı Hak, burada olduğu gibi bazan, zatını ona, rububiyyet ile, bazan da, ubûdiyyet ile nisbet etmiş ve meselâ ubudiyyet hususunda "... Kulunu geceleyin yürüttü..." (İsrâ, 17/1) buyurmuştur. Ki, bunun bir benzeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ali, bendendir; ben de ondan..." Kenzû'l-Ummal, 11/32941. ifadesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak onun içinim..." demek istemiştir. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Resule itaat ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa, 4/81) ayeti de bunu ifade eder.

Yahut da şöyle diyebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın, zatını kuluna nisbet etmesi, kulunu Kendisine nisbet edişinden daha güzeldir. Çünkü, görünür alemde, iki oğlu olan bir kimsenin, en küçüğü değil de, ona en büyüğünün faydalı olacağı bilinen bir husustur. Kendisinden fayda gördüğü için, "Benim oğlum sadece budur" diyebilir. İşte aynen bunun gibi, Rab Teâlâ da, "Fayda ve menfaatler Ben'den sana gelip ulaşmaktadır. Ama şu ana kadar, senden bana ne bir hizmet nede bir taat ulaşmış değildir. İşte şimdi ben, "Ben senin içinim..." diyorum, fakat, "Sen benim içinsin..." demiyorum; ama, senden istediğim taatı veya tevbeyi ifa edip, yaparsan, ben seni kendime nisbet ederek, "Kuluna kitabı indiren Allah'a hamdolsun..." (Kehf, 18/1) ve "Ey, kendilerine zulmeden kullarım..." (Zumer, 39/93) dedim..." demiştir.

Halk Fiilinin Getirilmesindeki İncelik

Üçüncü Soru: Beni Cenâb-ı Hak, “Rabbike” ifâdesinin hemen peşinden “Ellezi haleka” "ki yaratan..." ifadesini niçin getirmiştir?

Cevap: Kul, adeta "Senin, benim Rabbim oluşunun delili nedir?" demiş de, Cenâb-ı Hak da, "Sen, zatınla, sıfatlarınla yok idin... (Mu'dûm idin). Ama, daha sonra mevcut olup var oldun. Binâenaleyh, hem zatın hem de sıfatların hususunda, senin bir yaratıcının bulunması gerekir. Bu yaratma ve var etme ise terbiyedir. Böylece bu, Benim, senin Rabbin olduğuma; senin de benim "merbubum (yarattığım ve büyüttüğüm kulum)" olduğuna delalet etmektedir" buyurmuştur.

İnsanın Alakdan Yaratılışı

Cenâb-ı Hakk'ın "Yaratan... O insanı bir " 'alaka"dan yarattı" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Açıklaması

Bu ayetin ne demek olduğu hususunda, şu üç izah yapılabilir:

1) Ayetteki, “Ellezi haleka” ifadesine herhangi bir mef'ûlün takdir edilmemesi... Buna göre mana, "O, yaratma işinin, Kendisinden sudur ettiği ve bu işi sadece Kendisine tahsis ettiği, dolayısıyla da, O'nun dışında herhangi bir yaratıcının olmadığı bir zattır" şeklinde olur.

2) Bu ifadeye bir mef'ûlün takdir edilmesi; buna göre mana, "O, her şeyi yaratandır..." şeklinde olur. Böylece de bu ifade, mutlak olduğu için, mahluk olan her şeyi içine almış olur. Çünkü, ayetin bu ifadesini, mahlûkatın bir kısmına hamletmek, diğer kısmına hamletmekten daha evla değildir. Ve bu ifade, "Her şeyden büyüktür" manasında söylemiş olduğumuz, "Allahu ekber" şeklindeki sözümüz gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ya Kur'ân'ın muhatabı, yahut ta yeryüzündekilerin en azizi ve kıymetlisi olduğu için, "O insanı bir " 'alaka"dan yarattı" ifadesiyle, mahlukat içinden özellikle insanı seçmiştir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın "Yaratan Rabbinin adıyla oku..." emrinin müphem bir ifade olması, daha sonra da Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyi, insanın yaratılmasını yüceltmek ve onun fıtratının ilginçliğine işaret etmek için, "O insanı bir" ‘alak"dan yarattı..." ifadesiyle tefsir etmesi...

Allah'dan Başka Yaratıcı Yok

Alimlerimiz, bu ayetle, Allah'ın dışında bir yaratıcının olmadığına bir istidlalde bulunarak, şöyle demişlerdir: Çünkü, Cenâb-ı Hak, "hâlikıyyet" vasfını, Kendi zatını diğer zatlardan ayırdeden mümeyyiz, ayırıcı bir sıfat kılmıştır. Durumu böyle olan her sıfatta, ortaklığın düşünülmesi muhaldir.. İşte bu yolla biz, uluhiyyete mahsus olan sıfatın, "Yaratıp yoktan var etmeye dair güç..." olduğunu anlamış oluyoruz. Bunu şu da tekid etmektedir: Firavun, ilahın hakikatini öğrenmek isteyince, "Alemlerin Rabbi nedir?" (Şuara, 26/26) diye cevap vermiştir. O halde rubûbiyyet, Cenâb-ı Hakk'ın burada bahsettiği halıkıyyete bir işarettir. İşte bütün bunlar, bizim görüşümüzün doğruluğuna delalet etmektedir.

Yaratıcı Allah

Kelamcılar, Aralarındaki o meşhur ihtilafa göre, vacib (farz)lerin ilkinin, marifetullah, yahut marifetullaha nazar (ona düşünme) veyahutta, bu tefekküre yönelme olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra, Hakîm olan Allah (c.c), müşriklere bir peygamber göndermeyi istediğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şayet, "Şeriki ve benzeri olmayan Rabbinin ismi ile oku..." demiş olsaydı, bunu kabul etmeyebilirlerdi. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bunu, onları bunu itiraf etmeye mecbur eden bir mukaddime olarak bildirmiştir.

Nakledildiğine göre, Ebû Hanife, mezhebini anlatması için Züfer'i, Basra'ya gönderip; Züfer de, işe Ebû Hanife'den bahsederek başlayınca, onlar bunun üzerine iltifat etmediler ve benimsemediler. Bunun üzerine Züfer, Ebû Hanife'nin yanına dönüp de durumu ona haber verince, Ebû Hanife şöyle der: "Sen, tebliğ usulünü bilemedin. Onlara dön ve meseleler hakkında önce, onların imamlarının görüşlerini serdet. Sonra da tutarsız olduklarını açıkla. Daha sonra da, "Burada şöyle bir görüş de vardır" de, benim görüşümü ve delillerimi anlat... Bu görüş onların kalbinde yer edince de, "İşte bu Ebû Hanife'nin görüşüdür de.. Çünkü onlar bu durumda artık utanacaklar, bir daha da reddedemeyecekler..."

İşte burada da, Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Bunlar putperesttirler, binâenaleyh, şimdi sen bana övgüde bulunur, sena eder de, onların putlarından yüz çevirirsen, onlar bunu kabul etmeyebilirler. Ne var ki onlara, kendilerinin "bir 'alak"dan yaratıldıklarını anlat ki, böylece, onların bunu inkar etmeleri mümkün olmaz. Daha sonra da, "Mutlaka, her fiilin bir faili vardır" de. Böylece onlar, bunu, o putlarına nisbet edemezler. Çünkü bunlar, o putları yontanın ve yapanın kendileri olduğunu bilmektedirler. İşte bu tedricilikle, yavaş yavaş davranarak, onlar, putlarının değil de, ancak Benim sena ve hamde layık olduğumu anlarlar." Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şayet onlara, kendilerini kimin yarattığını soracak olursan, hiç şüphesiz onlar, "Allah" diyecekler" (Lokman, 31/25) buyurmuştur. Sonra, uluhiyyet (Allah olmak), yaratma vasfına varıp dayanıp, yaratamayanın ilah-Allah olmayacağı artık katiyyen arzedince de, Cenâb-ı Hak, "Yaratan, hiç yaratmayan gibi olur mu?" (Nahl, 16/17) buyurmuştur.

Bu ayet, aynı zamanda yaratıcının tabiat olduğunu söyleyen görüşün batıl olduğuna delalet etmektedir. Çünkü, bunun müessiri şayet, hadis bir varlık ise, bu da bir başka müessire muhtaç olacaktır. Yok eğer, kadîm ise, bu müessir ya "mûcib (zorunlu, otomatik)" olur, yahut da "kadir" olur. Şimdi, eğer "mûcib" ise, eserin ondan ayrılmaması gerekir. Geriye ise, bu vacib varlığın, alim, hür ve irade sahibi olması hali kalmaktadır. Çünkü, kainattaki değişiklikler, oradaki canlıların faydalarına uygun bir biçimde meydana gelmektedir.

İ'rab

Cenâb-ı Hak, çoğul sığasıyla “Min alakin” buyurmuştur. Zira, "insan" sözü de, lafzen müfret, mana bakımından ise, çoğuldur. Ve bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki insan bir hüsrandadır" (Asr, 103/2) ayetinde olduğu gibidir.

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir".

Bu ifadeyle ilgili birka mesele vardır:

Filin Tekrarındaki İncelik

Bazıları, birinci ifadenin, "Önce kendin için oku!"; ikinci ifadenin de, "Tebliğ için oku..."; yahut, birincisinin, "Cebrail'den öğrenmek için oku"; ikincisinin de, "Öğretmen için oku" yahut da, "Namazında oku" ve "Namazın dışında oku..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

el-Ekrem Sıfatı

el-Kerem, herhangi bir karşılık olmaksızın, olması gereken şeyi anlatır. Binâenaleyh, kendisi ile kendisini öldürecek olan birisine bir bıçak hibe eden kimse, kerim olmadığı gibi, verip de, sonra da verdiğinin karşılığını isteyen de kerim değildir. Karşılığın, ayn, zat olması gerekmez. Tam aksine, medh, mükafaat, kınanmaktan uzak ve beri olma... gibi şeylerin tümü de, bedel, karşılıktır. İşte bundan dolayı alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir işi bir noktada mebni olarak yapmasının muhal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir işi bir maksattan dolayı yapması halinde, bu maksadın meydana gelmesi, O'nun için gelmemesinden daha evla olurdu. Bu durumda da, O, bu şeyi yapmak suretiyle, o evla oluşu elde etmiş olurdu. Yapmaması halinde ise, bu evla oluş hali, O'nun için tahakkuk etmemiş olurdu. Böylece de O, zatının gereği noksan ve başkası ile kemale eren nakıs bir zat olmuş olurdu ki, bu muhaldir.

Ayrıca, alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın "ekrem" olması hususunda şunları zikretmişlerdir:

1) Nice kerim kimse vardır ki, suç esnasında "sabır gösterir, tahammül gösterir, ama onun ihsan ve keremi, suç işlenmezden önceki tarz üzere devam etmez.. Halbuki Allahü teâlâ, suç işlendikten sonra da, ihsanını, ziyadeleştirerek devam ettirdiği için, "Ekrem"dir. Nitekim şairin şu beyti de, bunu göstermektedir:

"Kusur işlemekle lütufta bulunulmasını gerekli kılıyormuşum gibi, ben daha çok kusur, hata yaptıkça, sen de bana lütfunu artırıyorsun."

2) Bu, "Sen, kerimsin.. Ancak ne var ki, "Senin Rabbin, ekrem'dir, en keremlisidir. Nasıl böyle olmasın ki, çünkü her kerim kimse, keremi ile, medh veya mükafaat gibi ya bir menfaat elde eder veya bir zararı savuşturur. Ama, Ben ise, en kerim olanım... Çünkü, yaptığımı sırf keremimden dolayı yapmaktayım.." demektir.

3) Ekrem olan, O'dur; zira, her kereme ve ihsana başlangıç, hep O'na aittir. O'nun keremi, eksiklikten münezzehtir.

4) Bunun, okunmaya teşvik eden bir ifade olması da muhtemel olup, "Sana, her harfe karşılık on katıyla mukabele ettiği için, en kerim O'dur" demektir. Yahut da bu ifade, kişiyi ihlasa teşvik eden bir kelimedir. Buna göre mana "Bir şeyler umarak okuma; ancak ve ancak Benim için oku ve işini bana havale et. Çünkü Ben, Senin hatırına gelmeyecek şeyleri verecek kadar kerim ve cömerdim..." şeklinde olur. Yine mananın, "Kendini, insanları İslâm'a davete ver.. Hiç kimseden korkma, çünkü Ben, sana zor mükellefiyetleri yükleyip de, daha sonra da sana yardım etmemekten münezzeh olan bir "ekremim..." şeklinde olması da muhtemeldir.

İnsan Hilkatinin Başlangıcı ve Kemali

Cenâb-ı Hak kendisini, önce, "insanı bir 'alak'dan yaratmış olmak"la tavsif etmiş, ikinci olarak da, Kendisini, "Kalemle öğreten" olmakla nitelemiştir. Halbuki, zahiren bu iki şey arasında bir münasabet yoktur. Ancak ne var ki, gerçek şudur: İnsanın hallerinin ilki ve başlangıcı, O'nun, bir " 'alaka" olmasıdır. Halbuki, " 'alaka" adi bir şeydir. Hallerinin sonu ise, nesnelerin hakikatlarını bilir bir duruma erişmeleridir ki, işte bu, mahlukatta bulunması gereken mertebelerin en kıymetlisidir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Sen bu en düşük mertebeden en üst mertebeye geçtin. Binâenaleyh, senin için, seni bu bayağı mertebeden o kıymetli duruma taşıyan ve geçiren, kudret sahibi bir müdebbirin olması gerekir." demiştir. Sonra, bu ifadede, ilmin, insanda bulunması gereken sıfatların en kıymetlisi olduğuna dair bir tenbihat bulunmaktadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Yoktan var etmek, can vermek, güç kuvvet sahibi kılmak, rızık vermek, keremdir ve rubûbiyyettir. Ama "ekrem" olan ise, sana ilim verendir. Çünkü ilim, sonsuz bir şereftir" demek istemiştir.

Rububiyyetin Tanınması ve Nübüvvetin Bilinmesi

Cenâb-ı Hakk'ın "... Rabbinin adıyla... O insanı bir " 'alak"dan yarattı" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudret, hikmet, ilim ve rahmetinin mükemmelliğine delalet eden akli delillere, "Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir" ifadesi de, ancak nakl ile bilinen farz hükümlere bir işarettir. O halde birincisi, rububiyyetin tanınmasına; ikincisi de nübüvvetin bilinmesine bir işarettir. Rububiyyetin tanınmasından nübüvvetten müstağni olduğuna, ama nübüvvetin ise rububiyyetin tanınmasına muhtaç olduğuna dikkat çekmek için de, birincisini ikincisinden önce getirdi.

Kalemle Öğretme

Ayetteki, “Alleme bi'l-kalemi” ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir:

1) "Kalem" sözü ile, kendisi sebebiyle, gaib şeylerin bilinip öğrenildiği yazma işi kastedilmiş, "kalem" ise, bu yazma işinden kinaye olarak getirilmiştir.

2) İnsanın yazmayı "kalemle öğretmesi kastedilmiştir. Bu iki görüş, birbirine yakındır; zira, ayetin gayesi, yazmanın faziletli bir şey olduğuna dikkat çekmektir.

Rivayet olunduğuna göre Süleyman (aleyhisselâm) İfrit e, "kelam"in ne demek olduğunu "sormuş da, İfrit de, "Geçip giden bir rüzgar" diye tarif eylemiş, bunun üzerine Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), "Peki o sözü zapt u rapt altına almanın yolu nedir?" deyince, İfrit de, "Yazmaktır" cevabını vermiştir. O halde kalem, ilimleri avlayan bir avcı olup, bazan ağlatır, bazan güldürür. Kalemin fakir düşmesiyle, de boyun eğer, zelil olur. Ama, insan kalemin harekete geçmesiyle, ilimler, zamanlar süresince, ebediyyen kalır. Bunun bir benzeri de, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm) ile ilgili olan şu ifadedir: "O, Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman..." (Meryem, 19/3) bu, "o saklı tuttu, ama duyuldu..." demektir. Kalem de böyledir. Çünkü, kalem konuşmaz ama, doğudakilere batıdakilere duyurur, konuşur. Seni, gözündeki o siyah göz bebeğinle gören bir varlık kıldığı gibi, o siyah mürekkeb ile de, dini münevver, aydın ve nurlu kılan o yüce kudret sahibini takdis ve tenzih ederiz. O halde "kalem", insanın insan da, gözün kıvamı ve dayanağıdır. Kalemin, lisanın vekili, onun yerine geçen bir şey olduğunu söyleme.. Zira kalem, dilin yerini tutar da, dil kalemin yerini tutamaz.

İnsana Bilmediğini Öğretti

5

"İnsana bilmediğini O öğretti...".

Bu ayet ile, insanın kalem ile öğrenmesi murad edildiği gibi, insanın, bundan başka şeyleri öğrenmesi de murad edilmiş olabilir. Cenâb-ı Hak bu ifadenin başına, atıf vâv'ını getirmemiştir. Söz, bu şekilde de ifade edilebilir. Nitekim sen meselâ, "Sana ikram ettim, sana lütufta bulundum, seni mal mülk sahibi yaptım, seni, vilayetlere idareci yaptım" dersin. Bu, her iki cümle ile de, tek bir şeyin kastedilmiş olması mananın, "İnsana kalem ile bilmediği şeyleri öğretti" şeklinde olması muhtemeldir. Böyle olması durumunda, 'İnsana bilmediğini O öğretti" ifadesi, "Kalem ile öğretti..." ifadesinin bir açıklaması olmuş olur.

Azan İnsan

6

"Sakın!.. Çünkü insan muhakkak azar...".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Nüzul Sebebi

1) Müfessirlerin ekserisi, buradaki "insan" sözü ile tek bir insanın kastedildiğini, bunun ise Ebû Cehil olduğunu söylemektedirler. Şimdi, bu görüşte olanlardan kimileri, bu sûrenin, buradan başlamak üzere, sonuna kadarki kısmın Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu söylerlerken, “Eraeytellezi yenhâ” (Alak, 9) ayetinden itibaren sonuna kadar olan kısmın Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu da söyleyenler bulunmaktadır.

İbn Abbas şöyle demektedir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılıyordu. Derken Ebû Cehil geldi ve "Ben sana bunu yasaklamamış mıydım?" dedi de, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu kovdu.. Derken Ebû Cehil, "Vallahi sen, benim Mekke vadisinde en fazla taraftan bulunan kimse olduğumu biliyorsun.." dedi de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "O vakit meclisini toplasın. Biz (de) zebanileri çağırırız..." (Alak, 96/17-18) ayetini gönderdi. İbn Abbas şöyle der: "Vallahi, o, şayet taraftarlarını çağıracak olsaydı, Allah'ın zebanileri onu kıskıvrak yakalayacaktı.." Cenâb-ı Hak, böylece sanki ona, Kendisini bir "alakdan, meniden yaratıldığını, dolayısıyla kibirlenmemesi gerektiğini anlatınca, o, böylece, tuğyan ve azgınlığını azdırdı ve Mekke'deki malı ve önderliği ile üstünlük tasladı. Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, "Mekke'de benden daha kerimi yoktur.." dedi. Allah'ın laneti üzerine olsun, o, belki de bunu, Cenâb-ı Hakk'ın “Ve Rabbuke'l-ekrem” ifâdesine karşı söylemiştir.

Bu görüşü savunanlardan bazıları, bu sûrenin, ilk nazil olan sûrelerden olmadığını iddia ederken, bazıları da şöyle demektedirler. Bu sûrenin başından itibaren beş ayet, ilk nazil olan ayetler olup, geriye kalan kısım ise, bundan sonra Ebû Cehil hakkında nazil olmuş olabilir. Daha sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu kısmın, bu sûrenin sonuna eklenmesi emredilmiş olabilir. Çünkü, ayetlerin sıralanması, ancak Allah'ın emriyle olmuştur. Baksana, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 2/281) ayeti, müfessirlerce, en son nazil olan ayetlerdendir. Ama, bu, kendisinden şunca zaman evvel nazil olan bir sûreye yerleştirilmiştir.

2) Bu ayette geçen, "insan" sözüyle, tüm insanlar kastedilmiştir. Birinci görüş, rivayetler nazar-ı dikkate alınınca, her ne kadar daha açık ise de, ancak ne var ki, bu görüş, ayetin zahiri açısından doğruya daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanı, bir "alaka"dan yaratmasına ve onu zengin kılıp nimetlerini ziyadeleştirmek suretiyle, ona, daha önce bahsetmiş olduğu pekçok nimet ve ihsanlarda bulunmasına rağmen, o insanın azdığını, günahlarda aşın gittiğini ve nefsinin arzularına uyduğunu beyan buyurmuştur ki, bu, bir tehdittir ve insanı, böyle bir tutumdan caydıran, men eden bir husustur. Sonra Cenâb-ı Hak, bu caydırıcilsğı, "Muhakkak ki Rabbinedir dönüş..." (Alak, 96/8) ayetiyle pekiştirmiştir ki bu, "O'nun dışında mâlik'in bulunmadığı yeredir dönüş..." demektir. Böylece, insandan sudur eden amellerden dolayı muhasebe tahakkuk edecek ve insan, yaptığı ile hesaba çekilecektir.

Kellâ Edatı Hakkında

Bu ayetin başındaki “Kellâ” ifâdesi hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Bu, Allah'ın nimetlerine tuğyanı ile karşılık vermek suretiyle küfrân-ı nimette bulunanlar için bir caydırma ve men etmedir. Burada, nankörlük yapan birisinden bahsedilmiş olmasa bile, ilgili söz, buna delalet etmektedir.

2) Mukatil de şöyle der: "Bu ayetin manası, "Hayır, insan, kendisini " 'alaka"dan yaratanın, cahil iken onu alim yapanın Allah olduğunu bilmemektedir. Çünkü insan zenginleşince, azıyor, tekebbür ediyor ve kalben, dünya ve sevgisine iyice dalıyor, böylece de, bu durumlar hakkında tefekkür edemiyor ve bunlar hakkında düşünemiyor.

3) Sahibu-n Nazm olan el-Cürcanî de şunu zikretmektedir: "Buradaki “Kellâ”, “Hakkan” "gerçekten" anlamındadır, zira bu ifadeden ne önce, ne de sonra, “Kellâ” nın kendisi için cevap teşkil edeceği herhangi bir şey yoktur. Ve bu ifade, ulemanın, “Kellâ ve'l-kamer” (Müddessir, 74/32) ayeti hakkında, dedikleri gibidir. Çünkü onlar, bu ayetteki “Kellâ”nın, "Evet, aya yemin olsun ki..." anlamına geldiğini iddia etmişlerdir.

Lâm İle Te'kid

"Tuğyan", tekebbür ve temerrüddür. Bu ayet hakkında sözün özü şudur: Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, herhangi bir insanın kendisine muttali olamayacağı ve hakikatlerine vakıf olamayacağı bir biçimde tevhidine, kudret ve hikmetine dair apaçık delillerden bahsedince, bunun peşinden, bu delillerden gaflet etmedeki asıl sebebin, dünya sevgisi, mal, makam, servet ve kudret tutkusu olduğunu belirtmiştir. Çünkü, kalb körlüğünün gerçek sebebi, işte ancak budur. Buna göre şayet, "Firavun rububiyyet iddiasında bulundu. Ama Cenâb-ı Hak onun hakkında, "Firavun'a git, çünkü o azdı" “Tağa” (Nâziât, 79/17) buyurmuş, ama burada ise, Ebû Cehil hakkında “Leyetğâ” buyurmuş, böylece, bu fiili lâm ile pekiştirmiştir. Binâenaleyh, bu ilave lamın sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki: Burada şu izahlar yapılabilir:

1) Cenâb-ı Hak, Musa (aleyhisselâm)'ya, "Firavun'a git, çünkü o azdı..." demiştir. Ama bu söz, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Firavun'la karşılaşmasından, ona delilleri sunmasından ve onun da, rububiyyet iddiasında bulunmasından önce söylenmiş bir sözdür. Ama, burada Cenâb-ı Hakk'ın ayeti, Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i çirkin bir biçimde karşılayıp onun fiilini yadırgayınca, Resulünü teselli için zikretmiştir.

2) Firavun, onca saltanatına rağmen, küfrü, söz olmaktan öteye geçmemiş, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmeye ve ona eziyyet etmeye yeltenmemiştir. Ama Ebû Cehil'e gelince, mevkiinin bunca azlığına rağmen, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürmeye ve ona eziyyet etmeye niyetlenmiştir.

3) Firavun, başlangıçta Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya ihsanda bulunmuş, ölürken de, "Amentü" demiştir. Ama, Ebû Cehil'e gelince, ta çocukken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haset etmiş, son nefesinde de, "Muhammed'e benim öldüğümü ve bana ondan daha kötü birisinin gelmemiş olduğunu söyleyin..." demiştir.

4) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Musa (aleyhisselâm), peygamber iseler de, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) (habîb), kelîm (Hazret-i Musa) (aleyhisselâm) karşısında, elin, göz mukabilinde olması gibidir. İnsan, gözünü elinden çok daha fazla korur. Hatta, gözünü eliyle korur. İşte bu sebepten dolayı, buradaki mübalağa ve tekid daha fazladır.

7

"Kendisini ihtiyaçtan vareste gördü diye...".

Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle birkaç mesele vardır:

İ'rab

Ahfeş, ayetin takdirinin, “Lâ terâhu” şeklinde olduğunu söylemektedir. Buna göre bu demektir ki, ayetin başından bir lâm hazfedilmiştir. Ve bu tıpkı, "Sizler, kendinizi zengin gördüğünüz için, azıyorsunuz..." denilmesi gibidir.

“Raâ” Fiilinin Manası

Ferrâ da şöyle der: "Cenâb-ı Hak “En raâhu” buyurmuş, fakat “Katele nefsehu” "kendini öldürdü" denildiği gibi, “Raâ nefsehu” "kendini öldürdü" denilmemiştir. Çünkü “Raâ” fiili de, tıpkı “Zanne” ve “Hasibe” fiilleri gibi, isim ve haber alan fiillerdir. Araplar, bu tür fiilleri kullanırken, "nefs" kelimesini zikretmezler. Ve nitekim, sen de mesela, “Raeyteni, hasibteni, zanenteni” dersin. O halde, bu demektir ki, “Enraâhu...” ifâdesi de, işte bu tür bir ifâdedir.

“İsteğnâ” İfadesi Hakkında

Ayetteki, “İsteğnâ” ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir:

1) "Malı sebebiyle Rabbinden müstağni oldu..." Buna göre bu ayetten kastedilen mana, mutlak anlamda insan değildir. Çünkü insan, bazan mal mülk sahibi olur, ama Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) gibi, bu onun tevazuuna tevazu kadar. Çünkü Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) fakirlerle durur ve "Ben miskin, başka bir miskin (yoksul) ile oturuyorum" derdi. Abdurrahman ibn Avf da, onca malına rağmen azıp sapmamıştır. Tam aksine, aklı başında olan insan, zenginleşince, Cenâb-ı Hakk'a olan ihtiyacının fakir iken olan ihtiyacından daha fazla olacağını bilir. Çünkü fakir iken, insan, sadece kendi nefsinin esenliğini temenni edip durur, ama zengin olunca, hem kendi nefsinin, hem malının, hem de çalıştırdığı insan ve vasıtaların selametini temenni etmeye başlar.

2) Ayetle ilgili olarak şöyle üçüncü bir izah daha yapılabilir: “İsteğnâ” fiilindeki sîn, talep gibidir. Buna göre mana, "İnsan, kendisini, kendisi istediği ve bu uğurda çaba sarfettiği; böylece de, işte bu çaba yüzünden servet va zenginliği elde ettiğini, yoksa onu, Allah'ın ona vermesiyle ve muvaffak kilmasıyla elde etmediğini sandığı için müstağni addeder..." şeklinde olur. Halbuki, bu durum, bir cehalettir ve ahmaklıktır. Hırs ve talep hususunda çalışıp çabalayan nice kimseler vardır ki, aç olarak ölür. Sonra sen, zenginlerin ekserisinin, en sonunda, çok çekingen ve korkak hale geldiklerini görürsün. Cenâb-ı Hak onlara, bu zenginliğin kendi fiil ve kuvvetiyle olmadığını gösterir.

İlim ve Mal

Bu sûrenin başı, ilmi medhe, sonu da malı ve mülkü kınamaya delalet etmektedir. Dine ve ilme rağbet ettirici, dünyadan, maldan mülkten uzaklaştırıcı olması bakımından bu yeter.

8

"Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir...".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Verdiği Mesaj

Bu ayet, İnsanı tehdit etmek ve tuğyanın neticesinden sakındırmak için iltifat üslubuyla, insana yönelik bir sözdür.

İ'rab

“Er-ruc'a” kelimesi, merci ve rücu etmek anlamında olup, hepsi de masdardırlar. Nitekim Arapça'da “Racea ileyhi, rucuen, mercian” ve fu'lâ vezninde “Er-ruc'a” ifâdesi kullanılır.

Ayetin Açıklaması

Ayetin ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir:

1) İnsan taatının mükafaatını ve inad, azgınlık ve kibrinin de cezasını görecektir. Bu ayetin bir benzeri de, "Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma O, onları, gözlerin belereceği bir güne ertelemektedir" (İbrahim, 14/42) ayetidir. Bu öğüt, ancak kalbinde kadîm (ezeli) bir sadakati bulunan kimselere tesir eder. Cahile gelince, o, bu tür ifadelerden öfkelenir ve ancak dünyevi bir huzura inanır.

2) Allahü teâlâ insanı yeniden noksanlığa, fakirliğe ve ölüme döndürür. Bu tıpkı, Allahü teâlâ'nın, insanı cansızlıktan canlılığa, fakirlikten zenginliğe, zilletten izzete (azizliğe-şerefe) taşıdığı için, onu noksanlıktan mükemmelliğe döndürmesi gibidir. Binâeaneleyh (Ey Ebû Cehiller) bu şeref ve kudret taslamanız da ne oluyor?

Ayetle İlgili Rivayet

Rivayet edildiğine göre Ebû Cehil, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demiştir: "Sen zengin olacağını mı iddia ediyorsun? O halde, Mekke dağlarını bizim için altına-gümüşe çevir. Belki de biz onlardan alır, azgınlık edip dinimizi terkeder, senin dinine tabi oluruz." Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve "(Ey Muhammed) eğer istersen, biz bunu yaparız. Ama eğer onlar iman etmezlerse, onlara tıpkı Ashâb-ı Mâide'ye (gökten kendilerine sofra indirilenlere, yani hristiyanlara) yaptığımızın aynısını yaparız" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları hali üzere bırakmak için, bunu istemekten vazgeçti.

Namazı Engelleyenler

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"Bir kulu namaz kılarken men edecek (adamı) gördün mü sen?".

Bu ifadeyle ilgili olarak birkaç mesele var:

Nüzul Sebebi

Rivayet olunduğuna göre, Allah'ın laneti üzerine olası Ebû Cehil şöyle demiştir:

"Muhammed aranızda yüzünü yere sürüyor (namaz kılıyor) mu?" dedi. Onlar da "Evet" deyince o, "Kendisine yemin edilen zata yemin ederim ki, onu bu halde görürsem, boynuna basacağım" dedi. Sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı namaz kılarken gördü ama, yanına yaklaşamayıp gerisin geriye döndü. Onlar ona, "Ey Ebu'l-Hakem, sana ne oluyor, niçin böyle yaptın?" deyince, "Benimle onun arasında ateş dolu bir çukur ve dehşetli bir manzara vardı" dedi.

Hasan el-Basrî'den rivayet edildiğine göre, Ümeyye b. Halef, Selmân (radıyallahü anh)'ı namaz kılmaktan alıkoymuştur.

Bil ki ayetin zahiri, bu ayetle kastedilenin daha önce bahsi geçen insanın olduğunu göstermektedir. İşte bundan ötürü, alimler ayetin Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu söylemişler; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, namaz kılıyor olarak görünce de, onun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den nasıl korktuğunu anlatmışlardır. Bu ayetin, Ebû Cehil hakkında nazil olup, sonra da öyle olan herkesi içine almış olması imkansız değildir. Fakat bu ayetten sonraki ayetler, bu ayetin, belli bir kimse hakkında nazil olmasını gerektirmiştir.

“Eraeyte” Fiilinin Manası

“Eraeyte” "Gördün mü sen" ifadesi, taaccüb üslubuyla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmış bir hitabtır. Bu taaccübün sebepleri şunlardır:

1) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allahım, İslâm'ı iki Ömer'den biri vasıtasıyla güçlendir" diye dua etmiştir. Buna göre Hak teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sanki, "Sen, İslâm'ın bununla güçleneceğini sanıyordun. Namaz kılana engel olan böyle birisi ile İslâm güçlenir mi?" demek istemiştir.

2) Ebû Cehil'in lakabı (künyesi), Ebu'l-Hakem (hükmün, hikmetin, adaletin babası)'dir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Rablerine ibadetten kulları alıkoyan birisine böylesi bir lakab uygun düşer mi? Rahman'a taattan yüz çevirip de, putlara secde eden, hikmetle nitelenebilir mi?" demek istemiştir.

3) Bu ahmak, bir takım emirler verip, bir takım yasaklar koyuyor, kendisi Yaratıcı ve rab olmadığı halde, başkalarının kendisine itaat etmesinin farz olduğuna inanıyor, sonra da gerçek Rabbe ve Yaratcıya taattan nehyediyor. Böylesi bir kimse, ahmaklığın doruk noktasında değil midir?

Abd Kelimesindeki Nekirelik

Cenâb-ı Hak burada, "Bir kulu namaz kılarken men edecek.." buyurmuş da, "Seni namaz kılarken..." dememiştir. Burada şu incelikler vardır:

1) "Abd" (kul) kelimesinin nekire (belirsiz) getirilişi, herşeyden önce bu kulun, kullukta mükemmel olduğunu ifade eder. Buna göre Hak teâlâ sanki, "O, alemin, açıklamaya, kulluktaki ihlasını anlatmaya gücü yetmeyecek bir kuldur" demek istemiştir.

Hazret-i Ali'nin Peygamberimizi Tavsifi

Bu manada rivayet olunduğuna göre, fasîh yahudilerden birisi, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in halifeliği döneminde ona gelir ve "Peygamberinizin huyunu-ahlakını bana anlat" der. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, "Bunu Bilal'den sor. Çünkü o, bu konuda benden daha bilgilidir" der. Bilal (radıyallahü anh) ona, Hazret-i Fatıma (radıyallahü anha)'ya, o da Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye gönderir. Yahudi aynı soruyu Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye sorunca, o, "Bana dünyanın metaını anlat, ben de sana Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huyunu-ahlakını anlatayım" demiş. Bunun üzerine yahudi, "Bunu anlatmak benim için zor" deyince, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) "Sen, dünya malını-mülkünü bile anlatmaktan aciz kaldın. Halbuki Allahü teâlâ, dünya metaının, "De ki: Dünya metaı azdır" (Nisa, 4/72) buyurmak suretiyle az olduğunu bildirmiştir. O halde Allahü teâlâ'nın, "(Ey Peygamber), hiç şüphesiz sen, çok büyük bir ahlak üzeresin" (Kalem, 68/4) buyurmak suretiyle, büyüklüğüne şehadet ettiğini, o peygamber ahlakını nasıl anlatayım" cevabını vermiştir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "O Ebû Cehil en ileri derecede kulluk gösteren bir zatı kulluktan nehyediyor. Halbuki bu cahilliğin ve ahmaklığın tâ kendisidir" demek istemiştir.

2) Ayetteki bu ifade, namaz kılmaya mani olan için daha ileri bir zemmi (kınamayı) gösterir. Çünkü mana, "Bu iş, onun adeti ve tutumudur. Bu şekilde gördüğü herkesi engeller" şeklindedir.

3) Bu, namazı nehyeden herkes için bir ilahi korkutma ve tehdit ifadesidir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh), namazgahda bayram namazından önce namaz kılmakta olan bir takım kimseler gördü ve şöyle dedi: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öyle yaptığını görmedim." Ona, "Öyle ise, onları namazdan alıkoymacak mısın?" denilince de, "Ben, Hak teâlâ'nın, "Bir kulu namaz kılarken men edecek (adamı) gördün mü sen!" ayetinin kapsamına girmekten çekiniyorum" demiş ve böylece onları bu namazdan açıkça nehyetmemiştir.

Ebû Hanife bu ayetten, şu güzel edebi çıkarmıştır: Ebû Yusuf ona, "Namaz kılarken bir kimse, başını rükudan kaldırdığında, "Allahümmağfirlî" (Allah'ım beni bağışla) diyebilir mi?" dediğinde, Ebû Hanife, "O, bundan sonra "Rabbena leke'l-hamd" (Ey Rabbim, hamd sanadır) der ve secdeye gider" demiş ve böylece diyemeyeceğini açıkça söylememiştir.

4) Bu, "Ebû Cehil, Muhammed bana secde etmezse, bundan başka Bana secde edecek kimseler bulamayacağımı mı sanır? Çünkü Muhammed tek bir kuldur. Halbuki Benim, sayılarını ancak Benim bilebileceğim mukarreb meleklerim vardır ki onlar hep namazda ve tesbihtedirler" demektir.

5) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şanını yücelten bir ifadedir. Çünkü ayetteki bu "bir kul" ifadesi, "Nekire (belirsiz) olarak zikredilmesine rağmen o, maruftur, marifedir" manasınadır. Bunun bir benzeri de, Kadr Sûresî'ndeki, "onu" zamirinin, daha önce mercii geçmediği haide, "Kur'ân'a raci kılınması ve Hak teâlâ'nın, "Kulu gece yürüttü" (Isrâ, 17/1); "Kuluna indirdi" (Kehf, 18/1); "Allah'ın kulu kalkınca..." (... 19) ayetleridir.

Hidayet ve Takvayı Yayana Düşmanlık

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"Gördün mü (söyle bakalım), ya o (kul) hidayet üzere ise, yahut takvayı emrediyorsa".

Bu ayetle igili olarak birkaç mesele var:

"Gördün mü" İfadesinin Muhatabı Kimdir?

"Gördün mü" ifadesinin muhatabı kimdir? Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

Birinci Görüş: Bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılan bir hitabtır. Delili ise, hem birincinin yani, “Eraeytellezi yenha abden” ifâdesinin, hem de üçüncünün yani “Eraeyte in kezzebe vetevellâ” ifadesinin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmış bir hitab olmasıdır. Şimdi biz, bu ikisinin ortasındakinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başkasına hitab olduğunu söylersek, söz, güzel olan nazmını (düzenini) kaybetmiş olur. Allahü teâlâ, “İn kâne...” Eğer zamana bir işaret olsun diye “İn kâne...” yani "Ey Muhammed bu kafir... olur ise" demiş; ama "Lev kâne" yani, "... olsaydı" dememişdir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "De bakayım, eğer o kul hidayet üzere ve kendi vazifesiyle meşgul ise, akıllı ve zengin olduğu için o kafire böyle yapmak uygun düşer mi? Şimdi o dini, hidayeti ve takvayı emretme yolunu tercih etmiş ise, bu, o kafir için Allah'a küfretmekten ve ona ibadetten nehyetmekten daha hayırlı olmaz mıydı?" demek istemiştir. Bu da, "O nasıl bu yüksek dereceleri kaçırıp da âdî ve alçak derecelerle yetinişine hayıflansın" demektir.

İkinci Görüş: Bu hitab, o kafiredir. Çünkü Allahü teâlâ zalimi de mazlumu da görür; adeta iki kulu arasında duran bir efendidir ve huzurunda hem davalı hem davacının bulunduğu bir hakim gibidir. Dolayısıyla bazan buna, bazan da berikine hitab etmektedir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bir kulu namaz kılarken men edecek (adamı) gördün mü sen?" demiş, sonra da o kafire dönerek, "Söyle bakayım ey kafir, eğer (engellediğin) kişinin namazı bir hidayet, Allah'a çağırması da takvayı emir ise, buna rağmen bunu nasıl engellersin" demiştir.

Hidayet İle Takvanın Beraberliği

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Birinci ayette, yani "Bir kulu namaz kılarken men edecek..." ayetinde, namazdan bahsedilmektedir. Bu ikinci ayette ise, iki şeyden bahsedilmiştir: Birincisi "ya o kul hidayet üzere ise" ifadesi ki bu, "Ya o kul namaz kılıyorsa" demektir. Peki bu namaza daha niçin, ikinci olarak bir diğer şeyi yani, "Yahut takvayı emrediyorsa" ifadesini katmıştır? Buna şöyle bir kaç şekilde cevap verebiliriz:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işlerinden, Ebû Cehîl'e en zor geleni iki şeydir, namaz kılması ve Allah'a davet etmesidir. İşte hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak bunları, bundan ötürü burada zikretmiştir.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hep şu iki şeyi yapmaya gayret etmiştir:

a) Kendini ıslaha... ki bunu namaz kılarak yapmıştır.

b) Başkalarını ıslaha... ki bunu da takvayı emrederek yapmıştır.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılarken de hidayet üzere ve takva emri üzere idi. Çünkü onu namaz kılarken görenin kalbi rikkate kavuşuyor, böylece de imana yöneliyordu. Bu sebeple Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in namaz kılması lisan-ı hal ile bizzat İslâm'a davet olmuş olur. Bu dil ile olan davetten daha güçlüdür.

Aklını Kullanmıyor Mu?

13

"Gördün mü (söyle bakalım), ya (Öbürünü) yalan saydı (imandan) yüz çevirdi ise...".

Bu ayetle ilgili olarak şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmış bir hitabtır. Çünkü Allahü teâlâ'nın sûrenin başında zikrettiği deliller açık delillerdir ve herkes, bedîhî aklı ile, bir kulu Rabbine kulluktan alıkoymanın yanlış bir iş ve açık bir akılsızlık olduğunu bilir. Binâenaleyh bu delilleri yalanlayan, Mevlâ'sına kulluktan yüz çeviren, hatta başkalarını da Mevlâ'sına kulluktan engelleyen herkes, akl-ı selimi ile kendisinin yanlış yolda olduğunu ve bunu sırf bir inad yüzünden yaptığını bilir. Hak teâlâ işte bundan ötürü Peygamberine, "Söyle bakalım ey Muhammed, eğer bu kafir, bu apaçık delilleri yalanlıyor; yaratıcısına kulluktan yüz çeviriyor ise, bu, aklı ile, Allah'ın ondan bu kötü amellerin sadır olduğunu bildiğini kestiremiyor mu? Şimdi onun aklı, kendisini bu kötü işleri yapmaktan alıkoymuyor mu?" demek istemiştir.

İkinci Görüş: Bu, o kafir (Ebû Cehil'e) bir hitabtır ve "Ey kafir, eğer Muhammed (faraza) yalancı ise ve yaratıcısına kulluktan yüz çeviriyor ise, o, Allah'ın kendisini gördüğünü, böylece de yaptığı bu şeylerden vazgeçmesi gerektiğini kestiremez mi ki, senin yasaklamana ihtiyaç hissetsin" manasındadır.

Allah'ın Her Şeyi Gördüğünü Bilmez Mi?

14

"(O adam) Allah'ın herşeyi gördüğünü bilmiyor mu?".

Bu ifadeyle ilgili olarak İki mesele var:

Ayetin Manası

Ayetin maksadı, haşr ve neşr (kıyamet ve diriliş) ile insanları tehdid ve ikaz etmektir. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, herşeyi bilen bir alim, ihmal etmeyen bir hakim; gökte ve yerde zerre miktarı şeylerin dahi bilgisi dışına çıkamayacağı bir alimdir. Binâenaleyh herkese yaptığının karşılığını mutlaka ve mutlaka tastamam vermesi gerekir" şeklindedir. Böylece bu ifade, günahkarlar için alabildiğine bir korkutma, ehl-i taat için de alabildiğine bir teşvik olur.

Ayetten Çıkan Hükümler

Bu ayet, her ne kadar Ebû Cehil hakkında nazil olmuş ise de, Allah'a itaattan nehyeden herkes, ayetteki bu va'îd (tehdid) konusunda, Ebû Cehil ile ortaktır. Bu fikrin aleyhine, "Gasbedilmiş bir evde, yahut hareket vakitlerinde namaz kılmaktan men edilebileceği" hususu ileri sürülemez. Çünkü bu durumda yasaklanan şey, namazın kendisi değil, kılınması halinde işlenecek günahtır. Yine, "Efendinin kölesini gece namazından, nafile oruçtan; hanımını da i'tikaftan menedebileceği" hususu da buna karşı delil olarak ileri sürülemez. Çünkü bütün bunlar, Rabbe yapılan ibadetten buğuz için değil de, Rabbinin izniyle, kendi menfaatine olan şeyi tastamam elde etmeden ötürü yapılan şeylerdir.

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Sakınsın O. Eğer vazgeçmezse, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleriz, yalana günahkar perçeminden...".

"Kellâ" Hakkında

Ayetin başındaki "kellâ" ile ilgili olarak şu açıklamalar yapılabilir:

1) Bu, Ebû Cehil'i caydıran ve onu Allah'a ibadetten nehyedip de Lât'a ibadeti emretmesinden meneden öldürme veya onun boynuna basma gibi, ileri sürdüğü şeyleri hiçbir zaman yapamayacak, bu arzusuna ulaşamayacak. Aksine, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in talebesi olan (Abdullah b. Mes'ûd) onu öldürecek, göğsüne oturacak" demektir.

2) Mukâtil bu ayete şu manayı vermiştir. "Hayır hayır. O, Allah'ın kendisini gördüğünü bilmiyor. Bilse bile, bildiğinden istifade etmeyince, sanki bilmemiş gibi oluyor."

Hak teâlâ daha sonra, "Eğer vazgeçmezse" yani içinde bulunduğu halden, takibettiği yoldan vazgeçmezse, "Andolsun, onu perçeminden tutup sürükleriz, yalancı günahkar perçeminden" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:

"Sürükleriz" İfadesi Hakkında

Ayetteki, "sürükleriz" ifadesinin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Bu "Biz onun perçeminden tutar, çekerek cehenneme sürükleriz" demektir. Çünkü "şef ", birşeyi birşeye tıkmak ve onu şiddetli bir biçimde çekmek demektir. Buna göre ifade tıpkı, "O (kafirler), perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar" (Rahman, 55/41) ayeti gibi olur.

2) "Şef ", vurmaktır. Buna göre ayet, "Biz onun yüzünü tokatlarız" demektir.

3) Bu, "Biz onun yüzünü karartırız" demektir. Nitekim dilci Halil şöyle der: "Bir şeyi, yüzünü ve derisini değiştirecek bir biçimde ateş yaladığı zaman, “Kad sefehatuhu'n-nâru” denilir. Çünkü "sef " üzerine, kazan konulan üç taş demektir. Bu taşlara, siyahlaşmış oldukları için bu ad vermiştir. Binâenaleyh "sefa", yanlarda-yanaklarda meydana gelen siyahlık demektir. Velhasıl yüzün karartılması, o şahsın hor ve hakir kılındığının bir işaretidir.

4) Bu ifade, "Biz onu damgalarız" manasınadır. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh) "Onun hortumu (burnu) üzerine damga basarız" (Kalem, 68/16) ayetinin tefsirinde bahsedilen kişinin de yine Ebû Cehil olduğunu söylemiştir.

5) Bu, "Onu zelil kılarız" demektir.

Kıraat

Bu ifade, nûn-u müşeddede ile, “Lenesfeanne” şeklinde de okunmuştur. Bu sürükleme işini yapan Allah ve melekleridir. Nitekim Hak teâlâ, "Şüphesiz Allah da, Cebrail de, salih mü'minler de o peygamberin dostudur. Hepsine ilaveten melekler de onun destekçisidir" (Tahrim, 66/4) buyurmuştur.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) bu kelimeyi "Ben sürüklerim" şeklinde okumuştur. Buna göre Allahü teâlâ, "Ey Muhammed, o kafiri hor ve hakir kılmayı üzerine alan Benim" demiş olur. Bu manada ayetin bir benzeri de, "Seni destekleyen O'dur" (Enfal, 8/62) ve "Sana sekîneti indiren O'dur" (Fetih,48/4) ayetleridir.

Nüzul Sebebi: Ebû Cehil ve İbn Mes'ûd

Buradaki "sef " (sürükleme) ile, bu kafirin Ahirette cehenneme sürükleneceği kastedileceği gibi, dünyadaki sürüklenişi de kastedilmiş olabilir. Dünyada sürüklenişi hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, "Eğer Muhammed'i namaz kılarken görürsem, ensesine basacağım" deyince Allahü teâlâ bu sûreyi indirdi. Cebrail (aleyhisselâm)'ı, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bunu Ebû Cehil'e okumasını, sonunda da Allah'a secde etmesini emretti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de aynen böyle yaptı. Bunun üzerine Ebû Cehil, ensesine basmak için ona doğru koştu, ona yaklaşınca da, birden gerisin geri döndü. Ona, "Ne oldu?" denildiğinde de, "Benimle onun arasında, ağzını açmış bir hayvan gördüm. Eğer Muhammed'e doğru yürüseydim, kesinlikle beni yutacaktı" dedi. Cebrail (aleyhisselâm) ile Mikâil (aleyhisselâm)'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iki omuzunda aslan şeklinde gözüktükleri ileri sürülmüştür.

2) Bununla, Bedir günündeki hadise kastedilmiştir. Dolayısıyla bu ifade, Allahü teâlâ'nın, müslümanların o Ebû Cehil"in perçeminden (kakülünden) yakalayacaklarını; yasaklama işini yeniden yapınca onu öldürmeye sürükleyeceklerini müjdeleyen bir ifade olmuş olur. Binâenaleyh Ebû Cehil, bu engelleme işine yeniden yeltenince, Allahü teâlâ müslümanlara Bedir günü onun perçeminden tutma fırsatını vermiştir.

Rivayet olunduğuna göre, Rahman Sûresi nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabına, "Sizden kim bu sûreyi, Kureyş'in ileri gelenlerine okuyacak?" dedi. Kureyş'in işkencesinden korktukları için ashab, buna cesaret edemeyip, ağırdan aldılar. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh) kalkıp, "Ey Allah'ın Resulü, Ben (okurum)" dedi. Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu oturttu. Aynı şeyi tekrar sordu, yine İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) kalktı. Bu iş, sonunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yine İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'a müsaade edinceye kadar tekrarlandı. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) güçsüz ve cüssesiz olduğu için, bu işi onun yapmamasını istiyordu. Böylece İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), Kureyş'in ileri gelenlerinin yanına vardı. Onları Kâ'be'nin etrafında toplanmış olarak buldu ve bu sûreyi okumaya başladı. Bunun üzerine Ebû Cehil kalktı, onu tokatladı ve kulağını yarıp kanattı. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) gözleri yaşlı bir vaziyette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına döndü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu bu vaziyette görünce, kalbi rikkate geldi ve başını kederli bir biçimde önüne eğdi. O sırada Cebrail (aleyhisselâm) gülerek ve müjdeli bir şekilde çıka geldi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Cibril, İbn Mes'ûd ağlarken sen gülüyorsun" deyince, Cebrail (aleyhisselâm), "İleride bunun sebebini anlayacaksın" dedi. Müslümanlar Bedir günü galip gelince, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), mücahidler arasında kendisinin de bir payı olsun diye, bir şeyler araştırıyor, ölüler arasında dolaşıyordu. Birden Ebû Cehil'i, baygın ve hırlar bir vaziyette önünde buldu. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) yine de, Ebû Cehil'in gücünün-kuvvetinin yerinde olabileceğinden, dolayısıyla kendisine zarar vereceğinden enşidelendi de, uzaktan mızrağını Ebû Cehil'in burnu üzerine koyup, dürttü. Belki de Hak teâlâ'nın, "Onun hortumu (burnu) üzerine damga basacağız" (Kalem, 68/16) ayetiyle kastettiği damga bu idi. Ebû Cehil'in güçsüz olduğunu ve kalkamayacağını anlayınca, usta bir biçimde üzerine çullandı, göğsünün üstüne oturdu. Ebû Cehil, gözlerini açıp onu görünce, "Ey küçük çoban, yemin olsun ki sen sarp-yüce bir yere çıktın" dedi. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) da, "İslâm üste çıkar, onun üstüne çıkılmaz" Kenzû'l-Ummal, 1/246. dedi. Ebû Cehli, "Arkadaşına (Muhammed'e) şunu ulaştır: Hayatımda, ondan daha çok öfkelendiğim-buğzettiğim hiç kimse yoktur. Şu öldüğüm anda da yine en çok öfkelendiğim odur" dedi. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun böyle dediğini duyunca: "Benim Firavun'um Musa'nın Firavun'undan daha şedid. Çünkü onun Firavun'u (ölürken-boğulurken) "iman ettim" dediği halde, benimki, isyanını artırdı" buyurmuştur. Ebû Cehil daha sonra İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'a, "Başımı kendi kılıcımla kes. Çünkü bu daha keskin ve bilenmiştir" dedi. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) onun başını kesince, taşıyamadı. Belki de Allah Sübhanehû ve Teâlâ, şu sebeplerden ötürü, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) bu başı taşıyamasın diye, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'u çelimsiz yarattı:

a) Herşeyden önce Ebû Cehil, bir köpektir. Köpek ise çekilir, sürüklenir.

b) O, Kur'ân okuyunca İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un kulağını yarmıştı. Böylece kulak kulağa bir kısaslaşma olacak.

c) Hak teâlâ'nın, "Perçeminden tutup sürükleriz" buyurarak haber verdiği tehdidin gerçekleşmesi için... Böylece onun başı, ön tarafından sürüklenmiştir. Çünkü İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), onun başını taşıyamayınca, kulaklarını deldi, oralardan ip taktı ve onu sürükleyerek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e götürdü. İşte tam bu sırada Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında gülüyor ve "Ey Muhammed, kulağa karşılık kulak... Fakat burada, kulağın yanısıra bir de baş var" diyordu. Ebû Cehil'in öldürülmesi hususunda lafız olarak değil de mana olarak nakledilenler bundan ibarettir ki bütün bunlar, Hak teâlâ'nın "perçeminden tutup sürükleriz" ifadesinin manasıdır.

Nâsiye

Nâsiye, alındaki saç, yani kaküldür. Ama bazan, saçların bittiği yere de "nâsiye" denir. Fakat Hak teâlâ burada, bununla Ebû Cehil'in bütün yüzünü ve başını kastetmiştir. Belki de bunun sebebi, onun kakülünü taramayı ve onu güzelleştirmeye fazla ihtimam göstermesidir. O, saçlarının siyah olmasına ve siyaha boyamaya önem verirdi. İşte Allahü teâlâ ona, saçlarıyla birlikte yüzünü de siyahlaştıracağını haber vermiştir.

Yalancı Nâsiye

"en-Nâsiye"nin başına harf-i tarif getirilmek suretiyle "marife" yapılmıştır. Buna göre Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Sizce maruf olan, bilinen nâsiye, onun kendisidir. Fakat bu nâsiyenin özellikleri sizce meçhuldür. Yani, o, söz bakımından, yalancı, fiil bakımından suçlu bir nâsiyedir." Allahü teâlâ bu nâsiye'yi, "yalancılık"la nitelemiştir. Çünkü bu nâsiye (perçem sahibi), "Muhammed'i peygamber olarak göndermedi" diyerek Allah'a karşı; "O ya sihirbazdır, ya yalancıdır, yahut peygamber değildir" demek suretiyle de peygambere karşı yalan söylüyordu. Onun yalanının, "Mekke vadisinde en çok taraftarı (adamı) bulunan benim" şeklindeki sözü olduğu da söylenmiştir.

Günahkâr Nâsiye

Cenâb-ı Hak bu nâsiye (sahibini), "hâtıe", yani hatalı-günahkar diye de tavsif etmiştir. Çünkü bunun sahibi, Allah'a karşı direten bir nankördür. Nitekim Hak teâlâ, "O (pis) akıntıları ancak hâtıeler, günahkarlar yer" (Hakka, 69/37) buyurmuştur. "Hâtı" ile "muhti'" arasındaki fark şudur: Hâti', yaptığının karşılığını gören, bundan dolayı hesaba çekilen; "muhti" ise, (bunu hataen yaptığı için), hesaba çekilmeyen, muaheze edilmeyendir.

Hak teâlâ tıpkı yüzleri, "Onlar Rablerine bakacaklardır" (Kıyame, 75/23) ayetinde, "nazır" (bakan) diye niteleyişi gibi, "nâsiye"yi (kakülü) de "yalancı" diye nitelemiştir.

İ'rab

Ayetteki "nâsiye" kelimesi, "en-Nâsiye"den bedeldir. Nekire olduğu halde, marife olan o kelimeden bedel yapılması caiz olmuştur. Çünkü nekire olan bu kelime kazibe ve hatıe kelimeleriyle tasvif edilince, bir tür mariferik kazanmıştır.

Nâsiye Kelimesindeki Kıraatler

Ayetteki "nâsiyeten" kelimesi ref ile "nâsiyetün" şeklinde de okunmuştur. Buna göre takdiri, "O, yalancı ve hatalı bir nâsiyedir" şeklindedir. Bu kelime, nasb ile "nâsiyeten" şeklinde de okunmuştur. Ref ile okunuşu da, nasb ile okunuşu da şetm (zemm) üzeredir. (Onun kınamak için...).

O Adamlarını Toplasın, Biz De Toplarız

Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Cehil'e ağır konuşup, bu ayetleri ona okuyunca, o, "Ben bu Mekke vadisinde, en çok taraftarı olan birisi olduğum halde sen beni kimle tehdid ediyorsun" deyip de, malını yedirdiği taraftarlarıyla övününce, Hak teâlâ'nın şu ayetleri nazil oluverdi:

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"Şimdi meclisini çağırsın o. Biz de zebanileri çağırırız".

Nâdi

"Nâdi"nin ne demek olduğu, (Ankebût, 29/50) ayetinin tefsirinde geçmişti. Ebû Ubeyde, ayetteki bu kelimeye "Meclisiniz halkını - adamlarını çağırsın" manasını vermiştir. Velhasıl nâdiye denilmez. İnsanlar oraya gidip-geldikleri, orada toplandıkları için oraya "nâdiye" ismi verilir. Mekke'deki "dâru'n-Nedve"ye de bu ad, işte bu yüzden verilmiştir. Çünkü onlar, "dâru'n-Nedve" de (meclislerinde), meşverette bulunmak için toplanıyorlardı. Buraya, burasının iyilik ve cömertlik yeri olmasından ötürü, yine "nâdiye" ismi verildiği de ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hak bu ayette, onların meclisine, tehekküm (istihza) için "nâdiye" demiştir, yani "senin iddiana göre sana yardım etmeleri için, o kerem ve cesaret ehli insanlan (!) haydi topla" demek istemiştir.

Zebaniye

Ebû Ubeyde ve Müberred, "zebâniye"nin müfredinin "zibniyetün" şeklinde olduğunu; aslının ise, "Onu defetti, yitti" manasındaki “Zebenethu” fiilinden olduğunu; insanların ve cinlerin azgınlarına da "zebani" denildiğini söylemişlerdir. Hem mana, hem de takdir açısından "ifrit" kelimesi de böyledir. Nitekim Arapça'da, "Falanca zebanidir, ifrittir" denilir. Ahfeş, bazı kimselerin, "zebaniyetün" kelimesinin müfredinin, "zebânî" olduğunu söylediklerini naklederken; diğer bazıları bunun müfredinin, "zâbin" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları da bunun, tıpkı "ebâbîl" ve "abâdîd" kelimeleri gibi, kendi lafzında müfredi bulunmayan bir cemî olduğunu söylemişlerdir. Sözün özü, bu kelimeyle, azab melekleri kastedilmiştir. Bunların, çok ileri derecede kuvvetli olduklarında şüphe yoktur. Mukâtil, “Bunlar, ayakları yerde, başları gökte olan cehennem bekçileridir.” Derken; Katade, “Zebani”nin Arapça'da, “polis” manasına olduğunu ve bunların çok çetin, kuvvetli ve haşin melekler olduğunu söylemiştir. Cehennem meleklerine, bunlar, kâfirleri cehenneme fırlatıp attıkları için “zebani” denmiştir.

Ayetin Açıklaması

Bu ayetle ilgili olarak iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bu, "Adamlarını çağıracağına ve onlarla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in davasını boşa çıkaracağına dair olan iddiasını yapsın. Çünkü eğer o böyle yapsaydı, Biz de meclisinin adamlarının, karşısında aciz kalacakları, zebanileri çağırırdık" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Eğer Ebû Cehil meclisini çağırsaydı, o anda zebaniler, kendisinin göreceği şekilde, onu kıskıvrak yakalarlardı." Ayetin bu ifadesinin, onun dünyada iken tıpkı bir köpek leşi gibi sürükleneceğine dair Allah'ın bir haberi olduğu ve bunun bedir günü gerçekleştiği ileri sürüldüğü gibi, "Hayır, ayetin bu ifadesi, ahirette zebanilerin onu cehenneme sürükleyeceğini anlatıyor" da denilmiştir.

İkinci Görüş: Ayette bir takdim-tehir vardır. Buna göre mana, "Biz onun perçeminden yakalacağız ve ahirette zebanileri çağıracağız. Şimdi o da ahirette, meclisini çağırsın da, onlar onun bu haline mani olsunlar, mani olabilirlerse..." şeklinde olur.

Buradaki Mucize

“Felyed'u nâdiyeh” ifadesinin başındaki fâ, ayetin ifade ettiği hususun bir mucize olduğunu gösterir. Çünkü bu, o kafiri, meclisini ve kavmini davet hususunda tahrik etmektedir. O kafir her ne zaman bunu yapmaya yeltense, mutlaka (Allah'ın) zebanileri davet işi de olacaktı. Binâenaleyh o buna cesaret edemeyince bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizesinin zuhur ettiğine delalet eder.

Kıraat

Bu ifade meçhul olarak, “Senud'â” "çoğrılırlar" şeklinde de okunmuştur. Bunun başındaki "sîn", şek (şüphe-ihtimal) taşıyan bir ifade değildir. Çünkü bizzat Allahü teâlâ tarafından kullanılan, (umulur ki) lafzı, o şeyin muhakkak olacağını ifade eder. Hele de Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun için düşmanlarından intikam alacağını müjdelediği zaman... Belki de, buradaki ifadenin başındaki sîn ile, "Velev ki bir müddet sonrakiler olsa, mutlaka sana yardım edeceğim" İbn. Mace, sıyaim, 48 (1/557). ifadesi kastedilmiştir.

Sakın Kafire İtaat Etme

19

"Sakın ona boyun eğme. Secde et. Yaklaş".

Bu ayetin başındaki “Kellâ” edatı da, yine Ebu Cehil için reddiye ifade eder, onu, davasından vazgeçiren bir ifadedir. Bunun manasının, "O, meclisini çağıracağına dair laf ettiği, kendisiyle övündüğü bu şeye hiçbir zaman ulaşamayacak. Yemin olsun ki, şayet, o meclisini çağıracak olsa bile, onlar ona, faydalı olamayacak ve onlar ona yardım edemeyecekler. Ve o, sana mukavemet etmekten aciz olup, aynı zamanda zelildir" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Bunun manasının, "Seni namazdan nehyederken, o, hiçbir zaman senin ona itaat edeceğin yolundaki temennisine kavuşamayacak.." şeklinde olması da muhtemeldir. Yine bunun manasının, "Dikkat, aman, sakın, ona itaat etme, boyun eğme..." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ona boyun eğme" buyurmuştur ki, bu, tıpkı, "Yalanlayanlara itaat etme..." (Kalem, 68/8) ayeti gibidir.

“Secde et” İfadesi Hakkında

"Secde et". Müfessirlerin ekserisine göre Cenâb-ı Hak bu emir ile, "Namaz kıl; gerek fiil, gerekse tebliğ açısından Allah'a ibadete devam et. Bu düşmanın hakkındaki fikrini açıkça söyle, çünkü Allah, senin destekçin ve senin yardımcındır" manasını kastetmiştir. Bazıları, "Bununla, huşu ve huzû manası kastedilmiştir.." derken, diğer bazıları da, "Hayır, bu ifade ile, namazdaki secdeler kastedilmiştir" demişlerdir.

"Yaklaş" İfadesi Hakkında

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yaklaş" buyurmuştur ki bu da, "Yaptığın secdelerle Rabbine iyice yaklaşmayı iste..." demektir. Çünkü bir hadiste, "Kulun Rabbine en çok yakın olduğu zaman, secde ettiği vakittir" Müslim, Salat, 215 (1/350). buyurulmuştur. Bazıları da, bunun manasının, "Ey Muhammed, secde et... Ey Ebû Cehil, zebanilerin seni yakalayacakları hakikatini görebilmen için, Muhammed'e yaklaş..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Böylece, Cenâb-ı Hak sanki, o kafirin öfkesinin artması için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e secde etmesini emretmiştir. Bu manaya göre bu ifade, "... onunla, kafirleri öfkelendirmek için..." (Fetih, 48/29) ayeti gibi olmuş olur. Öfkenin artmasını gerektiren sebep şudur: Kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in namaz kılmasına mani oluyorlardı. Böylece, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i secde ederken görmeleri durumunda ise, kin ve öfkeleri doruk noktaya çıkıyordu. Daha sonra Cenâb-ı Hak, tam bu sırada, Peygamber secde ederken, "Ey Ebû Cehil, ona yaklaş ve ayağını ensesine bas... Çünkü peygamber secde ediyor ve kendi işiyle meşgul... (yapabiliyorsan yap bakalım)" demiştir ki, bu, Ebû Cehil ile istihza etmek ve onu hafife almaktır. Allah (c.c) en iyi bilendir. Salat ü selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed'e, onun aline ve ashabına olsun (amin)!

0 ﴿