BEYYINE SURESİSekiz ayet olup, Medine'de nazil olmuştur. 1Âyetin tefsiri için bak:4 2Âyetin tefsiri için bak:4 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Kitab ehlinden ve müşriklerden kafir olanlar, kendilerine apaçık bir hüccet yani içinde (kitabların) en doğru (hükümleri) yazılı temiz sahifeleri okuyacak Allah'tan bir peygamber gelinceye kadar ayrılacak değillerdi. Böyle iken kendilerine kitab verilmiş olanlar ancak, kendilerine o apaşikar hüccet geldikten sonra ayrılığa düştüler". Ehl-i Kitap ve Müşriklere Gelen Beyyine Bil ki, ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî, Kitâbu'l-Basît'inde, şöyle der: "Bu ayet, Kur'ân'da bulunan ayetlerin hem nazm, hem de tefsir bakımından en zorlarındandır. Ve, bu ayette, büyük ulema bile bocalamıştır." Ama, Allah kendisine rahmet etsin, Vahidî, bu ayette nasıl bir müşkilîn bulunduğunu zikretmemiştir. Bu sebeple ben diyorum ki, ayetteki bu müşküllüğün sebebi şudur: Ayetin takdiri, "Kafirler, kendilerine o beyyine, yani Resul gelinceye değin, ayrılığa düşmediler.." şeklindedir. Şimdi Cenâb-ı Hak, bu kafirlerin hangi şeyden ayrılmadıklarından söz etmemiştir. Ne var ki bu husus malumdur. Çünkü, burada kastedilen, bu kafirlerin sürdürdükleri küfürleridir. Böylece ayetin takdiri, "Kafirler, kendilerine "beyyine", yani o Resul gelinceye değin, küfürlerinden ayrılmadılar" şeklinde olmuş olur. Sonra, “Hattâ” kelimesi, "intihâyi gaye" yani, "süre ve mesafenin sonunu" ifade eden bir kelimedir. Binâenaleyh bu ayet, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince, küfürlerinden ayrılmış olmalarını gerektirir. Bundan sonra da Cenâb-ı Hak, "Böyle iken kendilerine kitap verilmiş olan bunlar ancak, kendilerine apaşikar hüccet geldikten sonra ayrılığa düştüler" buyurmuştur ki, bu ise, onların küfürlerinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince artmış olmasını gerektirmektedir. İşte bu durumda, ilk ifade bu ikinci ifade arasında zahiren bir çelişki meydana gelmiş olur ki, kanaatime göre, işte bu müşkilin varıp dayandığı şey budur. Bu hususa şu birkaç bakımdan cevap verebiliriz: 1) Bu konuda yapılan izahların en güzeli, Keşşaf sahibinin özetle sunduğu şu izahtır: Her iki kısmın kafirleri, yani ehl-i kitab ve putperestler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezden önce, "Biz, üzerinde bulunduğumuz dinimizden ayrılmayız ve Tevrat ve İncil'de yazılı olup, gelmesi va'dedilen o zat peygamber olarak gönderilinceye değin, dinimizi bırakmayız..." diyorlardı ki işte bekledikleri bu şahıs Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. (İşte bu ilk ifadeyle), Cenâb-ı Hak, o kafirlerin söyledikleri sözleri nakletmiştir. Daha sonra da Allahü teâlâ, buyurmuştur. Ki bu da, "Onlar, o peygamberin kendilerine gelmesi halinde birlik olacaklarına ve hak üzere ittifak edeceklerine dair söz vermeleridir. Daha sonra onları, bu "hak"dan ayıran ve küfürlerinde sebat ettiren şey ise, o peygamberin gelişi olmuştur. Ki, bunun günlük kullanıştaki bir benzeri de, fâsık ve fakir bir kimsenin, kendisine va'z ü nasihatta bulunan bir kimseye, "Allah, beni zengin kilıncaya değin, içinde bulunduğum kötü fiillerden vazgeçmeyeceğim" deyip, Allahü teâlâ'nın, o kimseyi zengin kılınca da, fıskını artırdığında, ona va'z u naihatta bulunan kimse, ona, "Zengin oluncaya değin fıskını devam ettirecektin, zengin olduktan sonra ise, başını fıska sokmayacaktın (hani!)" diyerek, bu kimseyi, daha önce söylediği sözler sebebiyle kınaması ve azarlamasıdır. Bu cevabın neticesi de, şuna varıp dayanır: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kafirler, kendilerine o "beyyine" gelinceye değin küfürlerinden ayrılmadılar" ifadesi, onların önceki sözünü nakleden bir ifade; "Böyle iken kendilerine hitab edilmiş olan bunlar ancak..." ifadesi ise, neticede olup biteni haber veren bir ifade olup, bu, "Olup biten şey, onların iddia ettiklerinin aksine vaki olmuştur" demektir. 2) Ayetin takdiri, "Kendilerine o beyyine gelse bile, kafirler küfürlerinden vaz geçmediler..." şeklindedir. Ayetteki takdirin, böyle olması halinde ise, söz konusu olan problem zail olmuş olur. Kadî de bunu bu şekilde zikretmiştir, ancak ne var ki, lafzını bu şekilde tefsir etmek, Arapça'daki herhangi bir temel kullanışa dayanmaz. 3) Biz, (......) kelimesini, küfürlerinden..." ifadesiyle kayıtlamayız; tam aksine bu kelimeyi, onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i fazilet ve mefahiri ile anmaktan ayrılmadıkları (anmaya devam ettikleri) manasına alırız. Ve buna göre mana, "Kafirler, kendilerine o beyyine gelinceye değin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, şan, şeref ve faziletleriyle anmaya devam ettiler" şeklinde olmuş olur. İbnu Arefe, ayetteki takdirin, "Derken onlara geldi..." şeklinde olduğunu söylemektedir. Buna göre bu demektir ki, ayette yer alan ifade her ne kadar muzari lafzı ise de, bu muzari, mazi anlamındadır. Ve bu tıpkı (Bakara,102) ayetindeki "Okudu..." manasına gelmesi gibidir. Buna göre mana, "Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mefahirini zikretmeye devam ediyorlardı. Ama ne zaman ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bilfiil peygamber olarak geliverdi, o zaman bu hususta bölündüler ve her biri, bu konuda diğerinin görüşünü reddeden sözler söylemeye başladılar" şeklinde olur ki, bu manaya göre, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar daha önce, Hazret-i Peygamber'in ismi ve şanı ile gtiştikleri savaşlarda kafirlerin aleyhine zaferler istiyorlardı. Ama ne zaman ki, onlara, o tanıyıp bildikleri şey (yani o peygamber) geldi, işte o zaman onu inkar ettiler..."(Bakara, 89) mealindeki ayetidir. Bu ayetle ilgili olarak tercihe şayan olan görüş ise, birinci görüştür. Bu ayet hakkında şöyle dördüncü bir izah da yapılabilir: Allahü teâlâ, bu kafirin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelinceye değin, küfürlerini sürdürdüklerini bildirmiştir. Halbuki, (......) kelimesi, (burada) kendisinden sonra yer alan durumun kendinden önce olan durumun aksine olmasını gerektirir. Vakıa da böyledir. Çünkü bu toplum, o küfürleri üzere kalmamış, tam aksine bölünmüşlerdir. Böylece de, kimisi mü'min olurken, kimisi de küfrünü devam ettirmiştir. Bu topluluğun durumu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişinden sonra, o gelmezden önceki gibi kalmayınca, aynen devam etmeyince, lafzının manası ile amel etmek yeterli olmuştur. Burada yapılabilecek bir beşinci izah da şudur: Kafirler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezden önce küfürlerinde tereddüt etmiyorlardı. Tam aksine onlar, küfürlerinde kararlı ve yaptıkları işin özüne inanarak bunu sürdürüyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderildikten sonra ise, bu kararlılık ve kesinlik zail oldu. Tam aksine onlar, hem bu din, hem de diğer dinler hususunda şüphe ve hayret içinde kalakaldılar. Bu manaya göre bunun bir benzeri de, "İnsanlar tek bir ümmet idi. Derken Allah, müjdeci ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi..." (Bakara, 213) mealindeki ayetidir. Ki bu, "Üzerinde bulundukları o din, onların, adeta bedenlerine ve kanlarına karışmış bir vaziyette idi. Bu sebeple de, yahudi olan yahudiliğinde, hristiyan olan da hristiyanlığında, putperest olan da putperestliğinde kararlı idi. Ama ne zaman ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bilfiil peygamber olarak gönderildi, o zaman fikirler, zihinler karıştı ve herkes, dini, mezhebi ve görüşleri hususunda şüpheci oldu. Çünkü ayetteki sözü, işte bunu ihsas ettirmektedir. Çünkü, bir şeyin bir şeyden "infikâk"ı, onun ondan ayrılması demektir. Buna göre mana, "Onların kalbleri, o İnançlarından ve o inançlarının kesin oluşundan ayrılmadı, uzak kalmadı. Ama, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bilfiil peygamber olarak gönderildikten sonra ise, bu iş, bu hal üzere devam etmedi" şeklinde olur. Kafirler, iki çeşittir: 1) Mesela, yahudi ve hristiyan fırkaları gibi, ehl-i itikad olanlar. Ki bunlar, kendi dinlerinde, kendisi sebebiyle kafir olacakları şeyi ihdas etmeleri yüzünden kafir olmuşlardır. Ve bu, mesela onların, "Uzeyr; Allah'ın oğludur; Mesih, Allah'ın oğludur" demeleri ve Allah'ın kitabını ve dini tahrif etmeleri gibi... şeylerdir. 2) Herhangi bir kitaba mensub olmayan müşrikler. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu iki nevi kafiri, "Kafir olanlar..." ifadesiyle, mücmel olarak zikretmiş, daha sonra da, bu mücmel ifadenin hemen peşinden tafsilat vermiştir, bu da, ifadesidir. Burada şöyle iki soru sorulabilir. Ayetteki Min Harf-i Cerrinin Manası Birinci Soru: Ayetin takdiri, "Ehl-i kitab'tan müşriklerden kafir olanlar (...) olmadılar" şeklindedir ki, bu takdir, "Ehl-i kitabın, kendi arasında kafirleri olduğu gibi, kafir olmayanlarının da bulunmuş olmasını iktiza eder. Ve bu, doğrudur, gerçektir. Ve yine bu ifade, müşriklerden kimilerinin kafir, kimilerinin ise kafir olmadığını gerektirir. Halbuki, bunun ise, doğru olmadığı malumdur. Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: a) Buradaki "teb'îz" için değil, tam aksine "tebyîn - beyan" içindir. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "... Put pisliklerinden kaçının..."(Hac, 30) ifadesindeki gibidir. b) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkar eden o kafirlerin bir kısmı, ehl-i kitab, bir kısmı ise müşriklerdendir. İşte bu sebepten dolayı, bu ifadenin başına (......) kelimesi getirilmiştir. c) (......) ifadesi de, ehl-i kitabla ilgilidir. Bu böyledir, zira, Hristiyanlar "teslis"e inanırlar, yahudilerin tümü ise, "müşebbihe"dir. Bütün bunlar ise, şirktir. Nitekim, bazan bir kimse de, belli bir kavmi kastederek "Bana, akıllı ve zeki kimseler geldi..." deyip de, aynı kavmi iki vasıfla vasıflandırması gibidir. Cenâb-ı Hak da, "Rükû edenler, secde edenler, marufu emredenler, münkeri yasaklayanlar, hududu gözetenler..." (Tevbe, 112) buyurmuştur, ama bütün bu vasıflarla tek bir cemaati nitelemiştir. Ve Kur'ân'da bu tür ifadeler, yani bir topluluğun çeşitli sıfatlarla tavsif edilmesi ve bu sıfatların birbirlerine atıf vâv'ıyla atfedilmesi ve, halbuki bütün hepsinin de tek bir mevsufun sıfatı olması hususunun örnekleri pekçoktur. İkinci Soru: Mecusiler, "ehl-i kitab" teriminin içine girerler mi? Biz deriz ki, bazı ulema, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Mecusilerde Ehl-i Kitab'a yaptığınız uygulamayı tatbik ediniz" buyruğundan dolayı, bu ifadenin kapsamına girdiklerini söylerlerken, bazıları da bunu yadırgayarak şöyle demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ (burada), "Arab beldelerindeki kafirlerden söz etmişlerdir ki, bunlar yahudi ve hristiyanlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, onlardan naklen, "Bizden evvel kitabı yalnız iki taifeye indirdi" (En'âm, 156) buyurmuştur. Halbuki, buradaki iki grup ifadesi ile, yahudi ve hristiyanlar kastedilmiştir. Ehl-i Kitabın Önce Zikredilmesinin Manası Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, buyurmak suretiyle ehl-i kitabı, küfür konusunda müşriklerden önce getirmesinin manası nedir? Cevap: Bir kere vâv, tertib ifade etmez. Bununla beraber, burada yine şu inceliklerden bahsedilebilir: 1) Bu sûre, Medine'de nazil olmuştur. Binâenaleyh, ehl-i kitab, adeta, esas olarak zikredilmek istenmiştir. 2) Bunlar, ilahi kitabları bilip tanıyorlardı, Binâenaleyh mana da bilmeleri gerekirdi. Binâenaleyh, buna rağmen, bunların küfürlerinde ısrar etmeleri en çirkin hareket olmuştur. 3) Ehl-i kitab, kendilerine başkalarının uydukları bilgin kimseler olduğu için, bunların küfürleri, başkalarının küfürleri için bir temel oluşturmuş olur. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, önce bunlardan bahsetmiştir. 4) Bunlar, başkalarından daha kıymetli bilgin kimseler oldukları için, önce zikredilmişlerdir. Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, "Ehl-i Kitab"tan demiş de, "Yahudi ve hritiyanlardan" dememiştir? Cevap: Çünkü, "ehl-i kitab"tan ifadesi, onların, alim olduklarına delalet eder ki bu da, ya daha çok tazimi gerektirmiştir, -ki işte bu sebeple de bunlar, "Yahudi ve hristiyanlardan..." diye değil de, bu lakabla zikredilmişlerdir. Yahutta, bunların alim olmaları, küfürlerinin daha fazla çirkin olmasını gerektirmiştir; daha fazla cezayı hak ettiklerine dikkat çekmek için de, işte bu vasıfla zikredilmişlerdir. Bu ayette, şeriat (yasa) ile ilgili birtakım hükümler vardır. 1) Cenâb-ı Hak, "kafir olanlar" ifadesini, ehl-i kitab ve müşrikler olarak tefsir etti. Binâenaleyh bu, hepsinin, küfürde aynı olmalarını gerektirir. İşte bu yüzden ulema, "Küfür, tek bir millettir" demişlerdir. O halde yahudi müşrike, müşrik de yahudiye varis olabilir. 2) Atıf, muğayereti gerektirir. İşte bu yüzden, biz zımmînin müşrik olmadığını Biz söylüyoruz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "... kadınlarını nikahlamadığınız, kestiklerini de yemediğiniz halde..." buyurmuş, böylece ehl-i kitab ' ile müşrik arasında bir farkın bulunduğunu belirtmiştir. 3) Cenâb-ı Hak, "ehl-i kitab" ifadesini zikretmek suretiyle, "ehl-i ilim"e bakarak aldanmamanın caiz olmayacağına dikkat çekmektedir. Çünkü, geçmiş ümmetler hakkında meydana gelen şeyin aynısı, Kur'ân ehli (müslümanlar) için de meydana gelmiştir. Kaffâl şöyle demektedir: "Infikâk", bir şeyin bir şeyden ayrılması demek olup, aslı, fekk kökündendir. Ki, fekk de, açmak, sona ermek, ayrılmak anlamına gelir. Mühürünü kaldırdım ve açtım.." anlamında, "üzerindeki kapalılığı gidermek" ; manasına gelen ifadesi de böyledir. Baksana, bu sözün zıddı, ifadesidir ve "Esiri kurtarmak, salıvermek" ifâdesi de böyledir. Böylece, bir şeyin bir şeyden "infak"ının, ayrılışının, tıpkı, bir kemiğin mafsalından ayrılması durumunda olduğu gibi, o şeyin ona yapışmasından sonra, o şeyi ondan izale etmek gibi olduğu sabit olmuş olur. Buna göre mana, "Onlar dinlerine son derece kuvvetli bir biçimde sarılmışlardır. Onlar o dinlerinden, ancak beyyine geldiği zaman ayrılırlar" şeklinde olur. "Beyyine" de, kendisiyle, hakkın batıldan ayrıldığı apaçık delil demektir. Binâenaleyh beyyine, hak batıldan ayrıldığı ve hakkı batıldan ayırdığı için, ya "beyân", yahut da "beynûnet" kökündendir. Bu ayetteki "beyyine"nin ne demek olduğu hususunda şu görüşler vardır: Beyyine Hazret-i Peygamber'dir Birinci Görüş: "Beyyine" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Daha sonra bu görüşte olanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hangi sebeple, "beyyine" denildiği hususunda da şu izahları yapmaktadırlar: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zatı, nübüvvetine bir beyyine, apaçık delildir. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), nübüvvetini ve risaletini anlatma konusunda son derece ciddidir. Yalancı olan, bir şeyi yapmaktan yapmaya kalkışan kimseden ise, böylesine son derece ciddi şeyler meydana gelmez. O halde bu demektir ki, geriye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ya sadık olduğu, ya da bunak olduğu malumdur. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), son derece akıllıdır. O halde geriye ancak, onun sadık olması ihtimali kalmaktadır. 2) Onda mevcut olan huyların tamamı, mükemmelin ve i'câz noktasına ulaşmıştır. Ki, cahız bunu anlatmış, Gazali (r.h) ise, "el-Munkızu mine'd-dalâl" adlı eserinde bunu teyit etmiştir. O halde, işte bu iki sebepten dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisi, "beyyine" olarak isimlendirilmiştir. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri son derece açık olduğu gibi, alabildiğine de çoktur. İşte bu iki hususun bir araya gelmesinden dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisi, aslında bir beyyine ve hüccet gibi kabul edilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, nur saçan, aydınlatan bir lamba "sirâcen münîra (Ahzab,46) olarak vasıflandırmıştır. Buradaki "beyyine" ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiğini söyleyenler, bu ifadenin hemen peşinden gelen, "Allah'dan bir resul" ifadesi ile istidlal etmişlerdir. O halde bu demektir ki, (......) kelimesi, (......) kelimesinden bedel olarak merfu okunmuştur. Abdullah ibn Mes'ûd da, "beyyine" kelimesinden hal tutarak (......) şeklinde mansub okumuştur. Bu görüşte olanlar şöyle demektedirler: "el-beyyinetu" kelimesinin başındaki elif-lâm marifelik ifade edip, bu da, (......) ifadesini Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın lisanında kılan Tevrat ve İncil'de bahsi geçen zattır. Yahut da, bu ifadenin başındaki elif-lâm tefhim için olup, "Bu, beyyine, daha mükemmelinin bulunamayacağı bir biçimde mükemmel olan bir "beyyine"dir" demektir. Yahut da, "el-beyyinetu" kelimesiyle, tüm "beyyine"ler kastedilmiştir. Çünkü marifelik bazan, tefhim için olduğu gibi, nekre getirmek de böyledir, ki, Allahü teâlâ, işte bu iki hususu da burada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında cem edip beraber kullanmıştır. Böylece, işe önce marife olanla başlamıştır, ki bu lafzıdır; daha sonra da, nekire getirerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i övmüş ve buyurmuştur ki, bu, "Bu bir Resuldür, ama ne Resul!.." manasındadır. Bu ifadenin bir benzeri ise Allah'ın, Kendisini sena ederken, zikretmiş olduğu şu ifadelerdir. Cenâb-ı Hak önce marife olarak, "Yüce Arşın sahibi" (Burûc, 15) buyurmuş, dha sonra da, bu marifelikten sonra nekre getirerek, "Her dilediğini yapan..." (Burûc, 16) buyurmuştur. İkinci Görüş: Ayetteki, "beyyine" ile, mutlak manada tüm resuller kastedilmiştir. Bu görüş, Ebû Müslim'in görüşü olup, o şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi ile, "Onlara, kendilerine tertemiz suhufu okuyan, Allah'ın meleklerinden elçiler gelinceye değin..." manası kastedilmiştir ki, bu manaya göre bu ifade, tıpkı, "Ehl-i kitab, senden, kendilerine gökyüzünden bir kitap indirmeni isterler" (Nisa, 153) ayeti ile, "Hayır, tam aksine, onlardan her biri, kendilerine yazılmış olan apaçık sahifeler verilmesini isterler" (Müddessir, 52) ayetleri gibidir. Bu, Katâde ve İbn Zeyd'in görüşü olup, bu görüşe göre, beyyine, Kur'ân'dır. Ki, bu ifadenin bir benzeri de, "Onlara, ilk sahifelerde bulunan şeylerin apaçık beyanları gelmedi mi?" (Tahâ, 133) ayetidir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi gelmiştir ki, burada, mutlaka mahzûf bir muzafın bulunması ve takdirinin de "Bu beyyine de Allah'dan olan Resule yapılan vahiydir ki, o Resul, temiz sahifeleri okur..." şeklinde olması gerekir. Ayetteki, içinde (kitabların) en doğru (hükümleri) yazılı temiz sahifeleri okuyacak..." cümlesine gelince, bil ki, "suhuf" kelimesinin çoğuludur. Sahife de, üzerine yazı yazılan şeydir. mutahhare"nin ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır: a) "Batıl şeylerden arınmış, tertemiz..." demek olup, bu, tıpkı, "Ona, ne önünden ne de arkasından batıl şeyler ilişemez..." (Fussilet, 42) ayeti ile, "... yüce, tertemiz..." (Abese, 14) ayeti gibidir. b) "Kötü, çirkin isimlerden arınmış, tertemiz..." demektir. Çünkü Kur'ân, en güzel yadlarla anılır. Ve ona, en güzel bir biçimde övgüde ve senada bulunulur. c) Buradaki "mutahhare" kelimesinin manasının, "ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir" şeklinde olduğu da söylenebilir. Bu yönüyle bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "... ona ancak, iyice temizlenenler dokunabilir..." (Vakıa,78-79) ayeti gibi olmuş olur. Bil ki, "mutahhare" kelimesi, her ne kadar zahiren (......) kelimesinin sıfatı olarak gelmiş ise de, ancak ne var ki, bu, sahifelerde yer alan şeyin, yani Kur'ân'ın sıfatıdır. Ayetteki (......) ifadesi hakkında da şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifade ile, sahifelere yazılmış ayetler kastedilmiştir. b) Sâhibu'n-Nazm (el-Cürcanî) şöyle demektedir: "Kutub", bazan hüküm anlamına elir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, "muhakkak ki Ben galip geleceğim" diye hükmetti" (Mücâdele, 21) buyurmuştur. "Aranızda, mutlaka, Allah'ın kitabıyla, yani Allah'ın hükmüyle hükmedeceğim..." cümlesinin geçtiği asîf hadisinde de bu manadadır. Binâenaleyh, ayetteki tabiri ile "dosdoğru hükümler" manası kastedilmiş olabilir. (......) kelimesinin ne demek olduğuna gelince, bu hususta da, şu iki izah yapılabilir: 1) Zeccâc, bunun manasının, "Kendisinde eğriliğin bulunmadığı ve hakkın batıldan ayırdedildiği dosdoğru... şey" şeklinde olduğunu ve bu kelimenin tıpkı, ve kelimeleri gibi, kökünden şeklinde olduğunu söylemiştir. Ki, bu, Arapların, bir şey ortaya çıkıp da dosdoğru olduğunda, "Falanca şey hakkında, apaçık delil vardır" demeleri gibidir. 2) "Kayyime" kelimesi, anlamında olup, "Bu kitablar, hüccet ve delil olma bakımından, bağımsızlık arzeden delillerdir" demektir. Buna göre bu ifade, bir kimse bir şeyi olduğu gibi icra ettiğinde söylenilen, "Falanca o işi tastamam yaptı..." şeklindeki ifadeden olmuş olur. Bir topluluğun işini üzerine alan kimseye, "kayyım" denilmesi de böyledir. Buna göre şayet, "Hazret-i Muhammed ümmî olduğu halde, daha nasıl tertemiz sahifeleri okuma işi ona izafe edilebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki, Hazret-i Peygamber, mesela o sahifelerde yer alan satırları okuduğu zaman, ondakilerin tümünü okumuş sayılır. Kaldı ki, Cafer es-Sâdık'a nisbet edilen bir kitabta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yazmasa bile, kitabı okuduğu belirtilmiştir. Belki de, bu O'nun mucizelerindendir. Ayetteki, "Böyle iken kendilerine kitab' verilmiş olan bunlar ancak, kendilerine o apaşikar hücet geldikten sonra ayrılığa düşerler" ifadesiyle ilgili olarak bir kaç mesele vardır: Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir soru sorulabilir: Allahü teâlâ bu sûrenin başında hem ehl-i kitabtan hem de müşriklerden bahsetmiştir. Bu ayette ise, sadece ehli kitabı zikretmiştir. Binâenaleyh bunun sebebi nedir? Buna şöyle birkaç yönden cevap verilebilir: 1) Müşrikler kendi dinleri üzere devam edemezler. Binâenaleyh iman ederlerse ne ala. Ama iman etmezlerse öldürülürler. Cizye vermek suretiyle küfürlerini sürdürebilecek olan ehl-i kitab'ın hükmü böyle değildir. 2) Ehl-i kitab, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olacağını, kendi kitablarında görüp bildikleri için, onun peygamberliğinden haberdar idiler. Binâenaleyh bilenler, bu şekilde "ayrılığa düşmek"le tavsif edildiklerine göre, kitabı olmayanlar haydi haydi bu şekilde tavsif edilebilirler. Cübbâî, "Bu ayet, "insanlar, kendilerine o hüccet gelmezden önce, ta babalarının sulbünde iken, şaki ve said diye ikiye ayrılmıştır" iddiasındaki Kaderiyye (yani ehl-i sünnet'in) görüşünün yanlış olduğunu gösterir" der. Buna şu şekilde cevap verilir: "Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü bununla kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın bu hususu ezelde bilmesi ve bunun, insan için olmasını ezelde istemesidir. Ama bu işin, yani saadet veya şekavetin mükellefetten zuhur etmesine gelince bu, o belli hal tahakkuk ettikten sonra meydana gelir. Onlar (yani Mu'tezile), "Bu ayet küfür ve tefrikanın, insanlar için bir kader değil, aksine bizzat onların kendi fiili olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Hak teâlâ, "Kendilerine o apaşikar hüccet geldikten sonra" buyurmuş, hem sonra da, "kitab verilmiş olan bunlar" buyurmuştur ki, bu da, "onlara bu kitabı veren, Allah ve melekleridir" demektir. Binâenaleyh iyi, güzel şeyler ile muvaffak kılma işi Allah'a nisbet edilmiş; şirk, tefrika ve küfür kullara nisbet edilmiştir. Bu ayetin maksadı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmektir. Yani, "Onların ayrılığa düşmesi, seni gama-kedere düşürmesin. Çünkü bu hüccetteki bir kusurdan değil, onların inadları yüzündendir. Onların ataları da böyle idiler. Cumartesi yasağını ihlal ve buzağıya tapma hususunda, yine "kendilerine o apaşikar hüccet geldikten sonra" tefrikaya düşmüşlerdir. Demek ki bu onların eski bir adetleridir. 5"Halbuki onlar, Allah'a, O'nun dininde muhlis ve muvahhid olarak ibadet etmekten; namazı dosdoğru kılmaktan ve zekatı vermekten başka birşeyle emrolunmamışlardı. En doğru din de işte budur". Bu ayetle ilgili olarak bir kaç mesele var: Ayetteki, ifadesiyle ilgili şu iki açıklama yapılabilir: a) Bununla, "Onlar, Tevrat ve İncil'de, ancak hanif (tevhid) dini ile emrolunmuşlardı" manası kastedilmiştir. Böylece, onların tevhidle memur oldukları anlaşılır. Fakat Hak teâlâ bunun peşinden, "En doğru din de işte budur" buyurunca, bu hükmün onlar hakkında meşru bir hüküm olduğu gibi, bizim hakkımızda da meşru bir hüküm olduğunu anlamış oluyoruz. b) Bu ifadeyle, "Ehl-i kitaba, Hazret-i Muhammed'in lisanıyla, İşte bu şeyler emredilmiştir" manası kastedilmşitir. Bu mana, şu üç sebepten ötürü daha uygun ve doğrudur: 1) Buna göre ayet, yeni bir hüküm ve şeriat ifade etmektedir. Allah'ın kelamını, daha fazla fayda ve mana sağlayan şeye hamletmek ise daha evladır. 2) Burada, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bahsedilmiştir. Bu da, "kendilerine o apaşikar hüccet geldikten sonra" ifadesindeki hüccet (beyyine)'dir. Burada diğer peygamberlerin bahsi ise geçmemiştir. 3) Allahü teâlâ ayeti, "En doğru din de işte budur" cümlesiyle bitirmiş ve ayetin müteallikinin, yani ilgili olduğu şeyin, "din-i kayyım" (en doğru din olduğuna hükmetmiştir. Binâenaleyh biz ister bunun, bizden öncekilerin şeriatı olduğunu veyahut da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatını anlatan yeni bir şeriat olduğunu söyleyelim, bizim için de meşru (şeriat) olması gerekir." Bu, Mukâtil'in görüşüdür. Allah'ın Gaye Gözeterek İş Yapması Hak teâlâ'nın, ifâdesinde şöyle bir incelik yatmaktadır: Buradaki lâm, lâmu'l-garaz (maksadı anlatan lâm)'dır. Binâenaleyh ayeti zahiri manasına almak mümkün değildir. Çünkü herhangi bir maksad için bir iş yapan herkes zatı gereği naakıs bir varlık olup, işte o maksad ile kendisini tamamlamak istemiştir. Şimdi Allahü teâlâ bir maksada mebnî olarak iş yapmış olsaydı, zatı gereği noksan ve başkasıyla tamamlanmak isteyen bir varlık olmuş olurdu ki böyle olması imkansızdır. Çünkü u "maksad", eğer kadim bir maksad ise, onun kadim oluşundan fiilen de kadim olduğu neticesi çıkar. Yok eğer bu muhdes ise, başka bir maksada muhtaç olur. Böylece de "teselsül" gerekir. Halbuki "teselsül" muhaldir. Bir de eğer Cenâb-ı Hak, bu maksadı meydana, ancak o vasıta ile meydana getirebiliyorsa, aciz demektir. Yok eğer buna ta baştan kadir ise, o vasıtayı araya sokmak abes-lüzumsuz bir iş olur. Binâenaleyh ayetteki bu ifadeyi zahiri manasına almanın mümkün olmadığı sabit olur. Dolayısıyla bu ifadeyi mutlaka te'vil etmek gerekir. Bu cümleden olarak mesela Ferrâ şöyle der: "Araplar, lâm harf-i cerrini "emr ve irade" fiilleriyle kullanılan, edatı (saff, 8) ve (En'âm, 71) ayetlerinde olduğu gibi... Üstelik Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh) bu ayeti (......) şeklinde okumuştur. Böylece bu ifade ile "Allah'a ibadetle emrolundular" manasının kastedildiği sabit olmuştur. İhlas, halis-katıksız niyet demektir. Nazar-ı dikkate alınan şey, katıksız niyet olduğuna göre, her emredilen şeyin mutlaka bir niyet ile yapılması gerektiğine delalet etmektedir. İşte bu yüzden Şafiîler, Hak teâlâ'nın, "Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi.,, yıkayın"(Maide, 6) ayetiyle abdestin emrolunduğunu; bu ayetin de hem emrolunan şeyin niyet ile olması gerektiğine delalet ettiğini; dolayısıyla da, bu iki ayetin toplamından, abdestte niyetin farz olduğu neticesinin çıktığını söylemişlerdir. Mu'tezile ise, Allah'ın fiil ve hükümlerinin bir takım gaye ve maksadlara bağlanması gerektiği kanaatında oldukları için, bu ayeti zahiri manasına alarak, ayetin manasının, "Onlar Allah'a ibadet etmeleri için birşeyle emrolundular" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşün aleyhine de kuvvetli delil getirilebilir. Çünkü onların verdiği manaya göre ayetteki takdir, "Onlar o şey hususunda dini sırf Allah için yapıcılar olarak, Allah'a ibadet gayesiyle o şeyle emrolundular" şeklinde olur. Bu da, emredilen tüm şeylerde niyetin nazar-ı dikkate alınmasını gerektirmektedir. Buna göre eğer, "Marifetullah hususunda düşünmek de emrolunan şeylerdendir. Halbuki bunda niyetin nazar-ı dikkate alınması imkansızdır. Çünkü niyet, ancak birşey bilinip, tanındıktan sonra onda nazar-ı dikkate alınır; ama bilinmezden önce, nazar-ı dikkate alınamaz" denilirse biz deriz ki. Farzedin ki sizin ileri sürdüğünüz bu misalde, ayetin umûm oluşu, sizin ileri sürdüğünüz aklî delil gereği tahsis edilmiştir. Ama ayet, bu misalin dışında kalan yerlerde hüccet olmaya yine devam etmektedir. Ayetteki, "emrohnmuşlardı" ifadesi, meçhul siğa ile olup, tıpkı, "Size oruç yazıldı" (Bakara, 183) ve "Size kısas farz kılındı" (Bakara, 178) ayetleri gibidir. Alimler bu ifadenin "meçhul" oluşu hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Hak teâlâ sanki, "ibadet zor bir iştir. Ama Ben aslında senin zorlukla başbaşa kalmanı istemiyorum. Aksine senden ibadeti istemem, tıpkı ananın seni emzirmek İsteşiyi gibidir" demek istemiştir. İşte bu yüzden ilgili işin (ibadetin) sonu rahmete varıp dayanınca, Hak teâlâ, "Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti vacib kıldı" (En'am, 54) ve "Allah, onların kalblerine imanı yazdı" (Mücadele, 22) buyurmuştur. Görünür alemde, şu dünyada, oğiunun, bir iş yapmasını istediği zaman baba ona önce, "şöyle yapmalısın" der ve ona açıkça emretmez. Çünkü bazan oğlu, bunu kabul etmeyebilir. O zaman da suçu büyük olur. İşte burada da Hak teâlâ, reddedenlerin-kabul etmeyenlerin suçları saklı kalsın diye, açıkça emretmemiştir. 2) Biz hus'nun ve kubh'un (iyilik ve kötülüğün) bilinmesinin akıl ile olduğunu söylersek, şöyle diyebiliriz: Hak teâlâ adeta, "İbadet etmeni emreden sadece Ben değilim. Aksine aklın da sana bunu emretmektedir. Çünkü sonsuz nimetler veren zata, son derece ta'zimde bulunman aklen de gerekli olan birşeydir" demek istemiştir. Bu ayetteki, "lâm", ehl-i sünnetin görüşüne delalet etmektedir. Çünkü ehl-i sünnet şöyle demektedir: İbadetler cennet mükafaatını elde etmek, yahut da cehennem azabından kurtulmak için farz kılınmamışlardır. Aksine senin bir kul, Allah'ın da bir Rab oluşundan ötürü farz kılınmışlardır. Binâenaleyh dinde kesinlikle ne bir sevab, ne de bir ikab namına hiçbirşey olmasaydı da, Cenâb-ı Hak yine sana ibadeti emretseydi, bunlar, sırf kulluğun gereği olarak farz olurdu. Dolayısıyla bu ifadede, cennet elde etmek veya cehennem azabından kurtulmak için Allah'a ibadet edenlerin, gerçekte mabudlarının o mükafaat veya cezadan kurtulma olduğuna, Hak teâlâ'nın ise bir vasıta kabul edildiğine bir işaret vardır. "İrfanı, irfan için tercih eden ikincisine taraftar olduğu için tercih etmiştir. Ama irfanı, maruf (irfan sayesinde bilinen) için tercih eden ise, vuslat deryalarına dalmış olur" şeklindeki söz, ne kadar güzel bir sözdür! İbadet, tezellül etmek, boyun eğmek demektir. Nitekim "zelil kılınmış, ayaklar altına alınmış yol" manasında da, "tarik-i muabbed" denilir. "îbadet"in, "taat" demek olduğunu söyleyenler hata etmişlerdir. Çünkü meleklere, mesih'e ve putlara ibadet eden bir grup vardır ve onlar, bunlara ibadet etmişlerdir, ama itaat etmemişlerdir. Fakat şeriatta ibadet, Allah'a taat olan ve alabildiğine tezellül ve saygı içerisinde eda edilen herşeyin ismi olmuştur. Bil ki bu manada ibadete, ancak zatı, zatî ve fiilî sıfatları hususunda tek olan zat müstehak olur. Eğer O'nun bir eşi ve benzeri olsaydı, O'na böylesine sonsuz ta'zimde bulunmak caiz olmazdı. Hem sonra biz diyoruz ki: Bir fiilin İbadet olması için, onda mutlaka şu iki şeyin bulunması gerekir: a) O şeyin, son derece ta'zim içinde yapılmış olması.. İşte bu yüzden çocuğun kıldığı namazın ibadet olmayacağını söylüyoruz. Çünkü çocuk, Allah'ın azametini bilemez. Binâenaleyh çocuğun bu fiili alabildiğine bir ta'zim içinde olmaz. b) Yapılan o işin, emredilmiş olması... Binâenaleyh son derece ta'zimle yapılmış olsa bile, yahudinin fiili ibadet değildir. Çünkü o, bununla emredilmemiştir. Burada alınması gereken ders şudur: Çocuğun fiili, yaptığında ta'zim vasfı olmadığı; yahudinin fiili ise, emredilmediği için, ibadet değildir. Binâenaleyh bir amir ve ta'zim olmadan, senin o noksan rükû'un nasıl bir ibadet olabilir? İhlas, herhangi bir işi, yapmaya götüren başka sebeplerin tesiri olmadan, sadece tek bir sebepten ötürü yapmaya denir. Bu ayette öğüt alınacak noktalar şunlardır: a) Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ey kulum, senin, taatları artırmaya gücün yoktur. Aksine, onları ancak ihlaslı yapabilirsin. Çünkü Ben, bütün güç ve kudretimi senin için harcamadım ki, senden de tüm güç ve kuvvetini harcamanı isteyeyim. Aksine Ben, senin için bir kısmını harcadım. Binâenaleyh senden de bir kısmını, malın kırkta birini en kırk koyundan bir koyunu istiyorum (zekat olarak). Fakat Ben yaptığım kadarını, sadece senin için yaptım. Binâenaleyh sen de taatta bulunurken, sadece Benim için yap. Dolayısıyla da yaptığın o ibadetlerden, bakalarına pay ayırman şöyle dursun, kendine bile pay ayırma. Namazında kaşınma ve öksürme gibi, senden sadır olacak mubah işler bile, o ibadette kendin için ayırdığın paylar sayılır. Dolayısıyla bununla da namazın ihlası bozulur. Mekruh sayılan hareketler ise, şeytanın hissesine düşenlerdir. b) Hak Tealâ adeta "Ey akıl, sen cehalete ve akılsızlığa meyletmeyecek kadar hakimsin, hikmetlisin. Ben de bunu yapmayan bir hakimim. Dolayısıyla sen, ancak Benim istediğimi istersin ve Ben de senin istediğini isterim. Sonra Ben Sübhanehu ve Teâlâ, alemlerin padişahıyım. Ey akıl, sen de bu bedenin padişahısın" der. Böylece de lutfu ile şunu demek istemiştir: "Padişah padişaha hizmet etmez. Ama anlaşabiliriz. Dolayısıyla Ben, tüm yaptıklarımı senin için yapıyorum. Bu, "Yerdekilerin tümünü sizin için yaratan O'dur"(Bakara, 29) ayetiyle ifade edilmiştir. Öyleyse sen de, tüm yaptıklarını benim için yap. Bu da, "Onlar, Allah'a, O'nun dininde muhlisler ve muvahhidler olarak ibadet etmekten... başka birşeyle emrolunmarnışlardı" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki ayetteki, "muhlisin" ifadesi, "hal" olarak mensubtur ve bu, bir işin başından sonuna kadar, ihlasla yapılması gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü "muhlis", güzeli, güzel olduğu için; vacibi de vacib olduğu için yapan; böylece de yaptığını herhangi bir gösteriş, kahramanlık ve benzeri maksadları gözetmeden, sırf Allah rızası için yapan kimsedir. Hatta alimler şöyle demişlerdir: "Cennet asıl gaye edinilemez. Cehennemden kurtulma da, hernekadar elde edilmesi gereken birşey ise de, asıl gaye olamaz." Tevrat'ta da, "Benim rızam gözetilerek yapılan şeylerin azı bile çok sayılırken; rızam gözetilmeksizin yapılan şeylerin pek çoğu bile, az sayılır" demiştir. Alimler, "Meselâ kurban bayramında bir koyun kesmek, kişinin üzerinden farzı kaldırır. Ama sen, birini Allah rızası için, diğerini de emir (padişah) için iki kurban kestiğinde, alabildiğine huşu içinde olsan bile, bu bir şirk olduğu için caiz değildir. İşte aynen bunun gibi, ibadetlerde, başkasından ötürü fazla ibadette bulunmama dahi, ihlastandır. Çünkü insanlar bunu görünce, o ibadet caiz olmaz (riyaya girer). Şu halde, sen ibadetine, başka bir ibadeti karıştırdığında ya durum nasıl olur? Şayet sen bu ibadetlerine, mesela imamdan öne geçme gibi bir yasağı karıştıracak olsan, hatta ana-bâbana, çoluk-çocuğuna, kölene ve cariyene zekat vermen caiz olmadığı halde bunu yapsan durum nasıl olur? Çünkü bu durumda kişi ihlaslı olamaz. Şimdi sen böyle yapmanla, babanın veya çocuğunun sevincini sağlamak istersen, ihlas diye birşey kalmıyor. Ya, şehvetinin ve arzunun tatmini elde etmeye kalkıştığında, ihlas nasıl kalır? Selef alimleri ayetteki "muhlisler" ifadesinde ihtilaf ederek; bir kısmı buna, "ibadetin sırf Allah'a ait olduğunu kabullenerek.."; diğer bir kısmı, "Yaptıkları ibadetlerde kalbleriyle Allah'ın rızasını kastederek..." manasını verirken; zekât da bu ifadeye, "Allah'ı bir tanıyarak ve O'nun yanısıra başkasına ibadet etmeyerek..." manasını vermiştir. Bu mananın delili ise, "Onlar, ancak tek bir ilaha ibadet etmekle emrolundular" (Tevbe, 31) ayetidir. Ayetteki, "Muvahhidler olarak ... namazı kılmaktan ve zekatı vermekten (başka bir şeyle emiolunmadılar)" ifadesi ile ilgili şöyle bir kaç görüş vardır: Birinci Görüş: Mücâhid bu ifadeye, "İbrahim (aleyhisselâm)'in dinine tabi olarak..." manasını vermiştir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Sonra sana, hanif (muvahhid) olarak ibrahim'in dinine uy. O, müşriklerden değildi" diye vahyettik" (Nebe, 123) buyurmuştur. Bu tefsirde şöyle bir incelik vardır: Hak Sübhânehû ve Teâlâ "taklid"in, insanın karakterine hükümran olduğunu bildiği için, kişiyi tamamen taklidden menetmeye müsaade etmediği gibi, tamamen taklide dayanmaya da izin vermemiştir. İşte bu sebeple Hak teâlâ şüphesiz temezliğinde herkesin ittifak ettiği bir topluluğu zikretmiştir ki işte bu da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla beraber olanlardır. Bu sebeple, Allahü teâlâ "Sizin için şüphesiz İbrahim'de ve onunla birlikte olanlarda örnek alınacak güzel bir numune vardır" (Mümtahine, 4) buyurmuştur. Buna göre adeta, "Eğer dinin hususunda birisini taklid edeceksen, İbrahim (aleyhisselâm)'i taklid et. Çünkü o, putlardan uzak durmuş ve onlardan vazgeçmiştir. Ama bu o kadar enteresan değildir. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm) kendisini ateşe teslim ederken kendinden de vazgeçmişti. Yine o, misafirlere ikramda bulunurken malından; çocuğunu kurban ederken, çocuğundan vazgeçmişti. Hatta rivayet olunduğuna göre, "Subbûhun Kuddûsün" diye yapılan tesbihatı duyup hoşlandığında, bunu diyeni görüp de, tekrar etmesini isteyemedi. Bunun üzerine bu teşbihi yapan kimse, "Bu işin ücretsiz tekrarlanmasını istemen olmaz" deyince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bütün malını verdi. Bunun üzerine (teşbihi yapan) Cebrail (aleyhisselâm) kendisine gözüktü ve "Seni halîl (dost) diye adlandırdığı için bu senin hakkındır. Malını al. Çünkü, o sözü söyleyen bendim" dedi. Öyle ki İbrahim (aleyhisselâm), Cebrail (aleyhisselâm)'e bile "Sana da ihtiyacımı arzetmem" diyerek Cebrail (aleyhisselâm)'e bile durumunu arzetmemiştir." Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Eğer ibadet edeceksen, onun, yani İbrahim'in ibadeti gibi ibadet et. Binâenaleyh helali ve padişahların kapılarını terketmeyince, hiç olmazsa haramları ve şeytana uymayı terketmez misin? Eğer Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e ittiba edemiyorsan, hiç olmazsa onun çocuğuna ittiba etmeye çalış. Bak, onca küçüklüğüne rağmen, Rabbisinin hükmüne nasıl boyun eğip, boynunu o rüyanın hükmüne teslim etti. Eğer erkeklerden aşağı bir durumda isen, aklı noksan denilenlere uy. Bu da kurban edilecek o çocuğun (İsmail'in) anasıdır. Bak ki bu gamı-kederi nasıl yudumlayabildi. Sonra hür bir kadın, erkeğin yarısıdır. Zira iki kadın, hem şahidlik, hem miras hususunda bir erkeğin yerini tutar. Cariye ise hür kadının yarısıdır. Delili ise, gece taksimatında (kocaların geceleme taksimatında), hür kadınlar için iki gece, cariyeler için bir gece ayrılmasıdır. Binâenaleyh İsmail (aleyhisselâm)'in anası Hacer, bir erkeğin dörtte biridir. Şimdi bak ki bu kadın Rabbine nasıl itaatta bulunup, evladı hususunda öylesine büyük bir sıkıntıya katlanmıştır. Sonra yine bak ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), bu kadını Mekke dağlarında azıksız ve susuz, yalnız başına bıraktığında ve döndüğü zaman onunla konuşup, ona iltifat etmediğinde nasıl sabretmiş ve "Böyle yapmanı Allah mı emrediyor?" dediğinde, başıyla "Evet" diye işaret ettiğinde, nasıl sabretmiş, duruma nasıl razı olmuş ve bu sıkıntılara nasıl katlanmıştır? İkinci Görüş: Buradaki "hunefâe" kelimesi ile, "müstakimine" (müstakimler olarak) manası kastedilmiştir. Çünkü "hınf", "istikamet" demektir. Ayakları eğri olan kimseye de uğur umularak, "ahnef" denilmiştir. Bu tıpkı kör olana "basîr" (gören); tehlikeli yere, "mefâze" (kurtuluş yeri) dememiz gibidir. Bunun bir benzeri de, "Rabbimiz Allah'dır" deyip, sonra da müstakim, dosdoğru olanlara gelince..." (Fussilet, 30); "(Ey Rabbimiz) bizi Sırat-ı müstakime ilet" (Fatiha, 5) ayetleridir. Üçüncü Görüş: Bu kelimeye, "haccedenler olarak" manasını vermiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak önce kullardan bahsetmiş, sonra da "hunefâe" demiştir. Hacc'da hem namaz, hem de mal harcama bulunduğu için, haccı namazdan önce getirmiştir. Dördüncü Görüş: Ebû Kıla be de şöyle der: "Hanif, bütün peygamberlere inanan ve hiçbirisini istisna etmeyen kimsedir. Binâenaleyh, peygamberlerin en efdali olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeyen nasıl hanif olabilir." Beşinci Görüş: Hunefâ, "bütün dini câmî olarak" demektir. Çünkü haniflik, dinin bütünüdür. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben, kolay ve müsamahalı olan haniflik ile gönderildim" Keşfu'l-Hafa, 1/287. buyurmuştur. Altıncı Görüş: Katâde bu kelimeye, sünnet olma ve nikahlanması haram olan kadınlarla evlenmeyi haram kabul etme manasını vermiştir. Buna göre ayetteki bu kelime, "sünnet olmuş kimseler ve analar ile ve evlenilmesi haram kadınlar ile evlenmeyi haram sayanlar olarak..." manasına gelir. Binâenaleyh, "hunefâe" kelimesi, bir nefye işarettir. Hak teâlâ daha sonra bunun peşinden müsbet ifadeyi getirmiş ve "namazı dosdoğru kılmak ve zekatı vermek" buyurmuştur. Yedinci Görüş: Ebû Müslim bu kelimenin aslının "ayaktaki hanîf" ifadesine varıp dayandığını, bunun ise ayağın baş parmağının, diğer parmaklara sırtını dönmesi ve diğer ayaktaki baş parmağa doğru dönmesi demektir. Binâenaleyh, hanîf, bütün dinleri bırakıp, İslâm dinine yönelen demektir. Sekizinci Görüş: Rabî' b. Enes, "Hanîf, namaz kılarken kıbleye yönelen kimsedir" der. Bu zat bu görüşü benimsemiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) tekbir alırken, "Yüzümü gökleri ve yeri yaratana hanif olarak döndürdüm" (En'âm, 79) demiştir. Ayetteki namaz kılma ve zekat verme ile ilgili izahlar defalarca geçmiştir. Hak teâlâ daha sonra "En doğru din de budur" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Müberred ve Zeccâc bu ifadenin takdirinin, takdirinde olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh, "kayyime"nin mevsufu, mahzuftur. "Kayyime" ile ise, ya "müstakime" yahut da "kâime" manaları kastedilmiştir. Bu iki hususu, üçüncü ayette izah ettik. Ferrâ da bu ifadenin, sıfatın mevsufuna izafesi kabilinden olduğuna ve Hak teâlâ'nın (vakıa, 95) ayetinde olduğu gibi olduğunu; (Beyyine, 3) ifadesinde olduğu gibi, sondaki tâ'nın mübalağa için olduğunu söylemiştir. Bu ayette şöyle bir takım incelikler var: Birinci İncelik: Herşeyin mükemmeli ancak, hem usulünün (itikadın) hem de furû'nun (amelin) birlikte elde edilmesi duruumunda hasıl olur. Birtakım kimseler usulünü sapasağlam elde etmeksizin, furu'da ileri gitmişlerdir ki bunlar yahudi, hristiyan ve mecusilerdir. Çünkü bunlar kendilerini taatlarda epeyce yormuşlardır, ama hiçbir zaman hak dini, doğru inancı elde edememişlerdir. Bir takım kimseler de usulü (itikadı) iyi yapmış, furû'u ihmal etmişlerdir. Bunlar da "iman olduktan sonra günah zarar vermez diyen" mürciedir. Halbuki Allahü teâlâ, bu ayette iki grubun da hatalı olduklarını, amel ve İhlasın mutlaka bulunması gerektiğini beyan etmiştir. İhlası "muhlisine" kelimesi ile; ameli (ibadeti) de, "namazı dosdoğru kılmak ve zekatı vermek" ifadesiyle belirtmiştir. Daha sonra da "işte bütün bunların toplamı, din-i kayyime, yani dosdoğru mu'tedil beyyine (hüccettir)" buyurmuştur. Uzuvların toplamı nasıl bir beden ise, bu sayılan şeylerin toplamı da tek bir dindir. O halde dinin kalbi, itikaden (ihlasın); yüzü, namazın; dinin hakikatini ortaya koyan lisanı da zekattır. Çünkü lisanınla nasıl senin fazl-ü kıymetin ortaya çıkıyorsa, sadaka ve zekatın ile de dinin kadr-u kıymeti ortaya çıkıyor. Hem sonra “kayyim” kendi işlerini görmekten aciz olan kimselerin işlerini gören-yürüten kimsedir. Böylece Hak teâlâ sanki, "Senin hem dünyevi, hem de uhrevi işlerini gören ve sana fayda sağlayacak şey İste bu toplamdır" demek istemiştir. Bu ayetin bir benzeri de, "din-i kayyim" (En-âm, 161) ve "kitab-ı kayyim"(Kehf,2) ayetleridir. Çünkü Kur'ân, hakka iletmeyi üstlenen bir kitabtır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kim Allah'ın işinde (emri üzere) olursa, Allah da onun işinde olur (işlerini yürütür)" şeklindeki hadis-i şerifi de bunu te'kid eder. Allahü teâlâ Dâvûd (aleyhisselâm)'a da, "Ey dünya sana hizmet edeni, kendine hizmet ettir, peşinde koştur. Ama Bana hizmet edene ise, sen hizmet et" diye vahyetmiştir. İkinci İncelik: Yaptığı şeylerde muhsin olanlar, Hak teâlâ gibidirler. Çünkü Hak teâlâ kullarına ve meleklerine ihsanda bulunmaktadır, bunlar da Hâlık'larını tesbih ve takdisle meşguldürler. O halde ihsan meleklerden değil, Allah'dandır; ta'zim ve kulluk ise Allah'dan değil, meleklerdendir. Hem sonra insan kıyamet meydanına getirildiğinde, Allahü teâlâ onlarla övünerek şöyle buyurur: "Ey meleklerim, bunlar da sizin gibidirler. Bunlar da tesbihat ve tehlilatta bulunmuşlardı. Hatta bazı fiillerde, Benim gibidirler. Çünkü bunlar da ihsanda bulunmuş ve tasadduk etmişlerdir. Ama ey meleklerim size, sırf Bana olan kulluğunuzdan ötürü ikramda bulundum. Siz de Beni, size yaptığım ihsandan ötürü ululadınız. Böylece siz iki şeyden birine sabrettiniz: namaz kıldınız, böylece kulluk görevini ifa ettiniz; zekat verdiniz böylece ihsanda bulundunuz. Binâenaleyh onlar iki şeye sabrederlerken, siz iki şeyden birine sabrettiniz." Melekler insanların bu durumuna hayran olur ve dikkatlerini onlara çevirirler. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Melekler her kapıdan onların yanına girerek, "Sabrınıza karşılık selam olsun size" (Ra'd, 23-24) derler" buyurmuştur. İşte böyle bir din, "kayyim" olamaz mı? Üçüncü İncelik: Din, tıpkı can gibidir. Binâenaleyh dinin hayatiyeti, marifetullah iledir. Sonra kudretsiz ve bilgin olan can, aciz ve kötürüm gibidir. İlimsiz ama kudretli can ise, mecnun gibidir. Binâenaleyh ilim ve kudret beraber bulunduğu zaman can, mükemmel bir can olur. İşte aynen bunun gibi, namaz din için, tıpkı bir ilim; zekat da din için tıpkı bir kudret gibidirler. Bu ikisi bulunduğunda, o din "kayyime" adını alır. Dördüncü İncelik: Ayetteki tertibin (sarınan) hikmeti şudur: Hakîm olan Allahü teâlâ, peygamberine, önce insanları en kolay şeye yani, söze ve inanca davet etmesini emrederek "muhlisîne..." buyurmuştur. Daha sonra, insanlar bunu kabul edince, onların mükellefiyetlerini artırmış ve onlardan, eda edildikten sonra o canın, evvelki durumdaki gibi sapasağlam kalabileceği namazı istemiş. İnsanlar bunu kabul edince de, sadaka (zekat) vermelerini istemiş; bunun onlara zor geleceğini bildiği için de, "üzerinden bir yıl geçmedikçe, malda zekat yoktur" buyurmuş; hepsini zikredince de, "En doğru din de işte budur" buyurmuştur. "İman, söz, itikad ve amel (üçlüsünden) ibarettir" diyenler, bu ayeti delil getirerek, şöyle demişlerdir: "Söz, fiil ve amel toplamı, dinin ta kendisidir. Din, İslâm; İslâm da imandır. Binâenaleyh söz, fiil ve amelin toplamı insandır. Çünkü Allahü teâlâ, bu ayette üçünü birlikte zikretmiş ve "En doğru din de işte budur" buyurmuştur. İşte bu da, "Bahsi geçenlerin tümü, din-i kayyime, yani en doğru dindir" demektir. Biz, Hak teâlâ'nın "Allah katında din, İslâm'dır" (Âl-i İmran, 19) ayetine dayanarak, "Din, İslâm'dır" dedik. Şu iki sebebten ötürü de, "İslâm, imandır" dedik: 1) İman, eğer İslâm'dan başka birşey olsaydı, Allah katında makbul olmazdı. çünkü Hak teâlâ, "Kim İslâm'dan başka din ararsa, ondan bu kabul edilmez" (Âl-i İmran, 85) buyurmuştur. Fakat İmanın, Allah katında makbul olduğunda icma vardır. O halde iman, İslâm'ın ta kendisidir. 2) Hak teâlâ, "O beldede mü'min olanları çıkardık ve orada sadece bir tek müslüman ev bulduk" (Zâriyat, 35-36) buyurmuştur. Allah'ın bu ayette, müslümanı, mü'minden istisna edişi, İslâm'ın imanı da içine aldığına bir delildir. Bu mukaddimelerin böyle olduğu sabit olduğuna göre, bu üç şeyin, yani söz, fiil ve amel toplamının iman olduğu ortaya çıkar. Bu durumda da, "iman, sırf Allah'ı tanımanın, yahut Allah'ı ikrarın, yahut da her ikisinin birden ismidir" diyenlerin görüşü batıl olur." Buna şu şekilde cevap verilir: Ayetteki, "İşte bu" sözü ile, sadece ihtasa işaret edilmiş olması niçin caiz olmasın? Bunun böyle olabileceğinin delili şudur: Bu manaya göre, herhangi bir takdire muhtaç olmuyoruz. Siz ise bir takdir yapmaya ihtiyaç hissediyor ve bununla, "Bu zikredilenler..." manasının kastedildiğini istiyorsunuz. Halbuki gerek yokken takdir yapmamanın daha evla olduğunda şüphe yoktur. Ayetteki, (işte bu) kelimesinin, geçen şeylerin tümüne işaret olduğunu kabul etsek bile, bu, bu toplamın "din-i kayyım" (en doğru din) olduğuna delalet eder. O halde siz ne hakla bunun sadece "din" olduğunu söylüyorsunuz. Çünkü "din" başka, "din-i kayyim" başkadır. O halde din-i kayyim, "başlı başına bağımsız, tam ve mükemmel din" demektir. Bu ise, din ve dinin eser ve neticelerinin onunla birlikte bulunması durumunda söz konusu olur. Dinin eser ve neticeleri ise namaz ve zekat gibi ibadetlerdir. Şimdi bunların toplamı bulunmadığında, "din-i kayyim" hasıl olmaz. Öyle ise siz niçin, "Din hiç mevcut olmaz" diyorsunuz. İşte münakaşa sadece buradadır. En iyi bilen Allah'dır. 6"Ehl-i kitabtan olsun, müşriklerden olsun (bütün) küfredenler cehennem ateşindedirler. Onun içinde ebedi kalıcıdırlar. Yaratılanların en kötüsü de onların kendileridir". Bil ki, Allahü teâlâ, (Beyyine, 1) buyurmak suretiyle, önce kâfirlerin halini; (Beyyine, 5) buyurmak suretiyle de ikinci olarak mü'minlerin halini zikredince, bu sûrenin sonunda yine, her iki fırkadan bahsetmiş ve söze yine, kafirlerin durumu ile başlayarak, demiştir. Bil ki Allahü teâlâ, bu ayette, kafirlerin hallerinden şu iki şeyi zikretmiştir: a) Onların cehennemde ebedi kalışlarını; b) Onların, mahlukatin en şerlileri olduğunu... Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: Ehl-i Kitabın Önce Zikredilmesi Birinci Soru: Peki, Cenâb-ı Hak yine ehf-i kitabı, burada da müşriklerden önce getirmiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın hakkını, kendi hakkına takdim eder, Önce görürdü. Baksana, Uhud'daki o müşrikler topluluğu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dişini kırınca, "Allah'ım, kavmime hidayet et, zira onlar bilmiyorlar" demiş, ama, Hendek muharebesinde, ikindi namazını kılamadığı için, "Allah'ım, onların karınlarını ve kabirlerini ateşle doldur" demiştir. Buna göre, Hazret-i Peygamber, adeta, "Orada o tokat, o darbe, suretine idi; ama, Hendek Muharebesinde ise bu darbe, sîretine yani namazına olmuştur" demek istemiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, işte bunu ifa ederek, şöyle demiştir: "Sen, benim hakkımı, kendi hakkından üstün tuttuğun gibi, ben de, senin hakkını Kendi hakkımdan üstün tutuyor ve şöyle diyorum: "Kim, ömrü boyunca (farziyyetini inkar etmediği sürece) namaz kılmazsa, ona kafir denilemez. Ama sana, az da olsa ta'n eden kimse kafir sayılır." Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, ehl-i kitab, Allah'ı değil, peygamberi ta'n etmişlerdir. Müşrikler ise, Allah'ı ta'n ediyorlardı. Binâenaleyh, Allahü teâlâ, işte bu ayette, bunların kötü hallerinden bahsetmek isteyince, işte Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tenkit edenlerle yani ehl-i kitabla başlamış; ikinci olarak da, kendisini ta'n edenleri, yani müşrikleri zikretmiştir. 2) Ehl-i kitabın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki suçu daha büyüktür. Çünkü müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i küçük iken görmüşlerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların arasında büyümüş, daha sonra da, onların akıllarının kıt olduğunu ortaya koymuş, dinlerinin batıl olduğunu söylemiştir ki, bu zor ve meşakkatli bir şeydir. Ama, ehl-i kitaba gelince, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği ile, başka kavimlere karşı fütuhat talebinde bulunuyo. ve onun peygamber olarak gönderileceğini kabul ediyorlardı. Ama, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bilfiil peygamber olarak gelince de, onu bile bile inkar etmişlerdir. Binâenaleyh, onların suçu daha ileri ve daha ağır olmuş olur. İkinci Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, ehl-i kitabı, fiil lafzıyla şeklinde; müşrikleri de ism-i fail sığasıyla, şeklinde bayan buyurmuştur? Cevap: Bu, ehl-i kitabın, işin başında kafir olmadıklarına dikkat çekmek içindir. Zira ehl-i kitab, Tevrat'ı ve İncil'i tasdik ediyor, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceğini kabul ediyorlardı. Ama, daha sonra Hazret-i Peygamber, peygamber olarak gönderildikten sonra, onlar bunu inkar etmişlerdir. Müşrikler ise böyle değillerdir. Çünkü müşrikler, putperestlik, hasrı ve kıyametin inkarı üzere doğmuşlardır. Müşriklerle Ehl-i Kitap Ahirette Bir Olur Mu? Üçüncü Soru: Müşrikler, hem bir Yaratıcıyı, hem nübüvvet müessesesini, hem de Kıyameti inkar ediyorlar. Ama ehl-i kitab ise, bütün bunları kabul ediyor, ne var ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini kabul etmiyorlardı. Binâenaleyh, ehl-i kitabın küfrü, müşriklerin küfründen daha hafif olmuş olur. Böyle olunca da, azab konusunda her iki grubun eşit olduğu nasıl söylenebilir? Cevap: Kuyu alabildiğine derin olduğu zaman, Arapça'da, denilir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Onlar, üstünlük, yücelik elde etmek için, tekebbür edip büyüklük tasladılar. Ama böylece, esfel-i safilin'i boyladılar." Şimdi bu iki grub, her ne kadar bu hususta müşterek iseler de, ne var ki, onların bu işte müşterek olmaları, azab derecelerinin farklı farklı olmasına mani değildir. Bil ki, bu azabın daha hafif olması hususundaki izahınız şudur: iki türlü kötülük yapma vardır: a) Sana kötülük edene kötülük etmek; b) Sana iyilik edene kötülük etmek.. Bu ikinci kısım, iki kısmın en çirkin olanıdır. İhsan da böyle iki kısma ayrılır. c) Sana ihsanda bulunana ihsanda bulunmak, sana kötülük yapana iyilik etmek. Bu da, bu iki kısmın en güzelidir. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın bu kafirlere ihsanda bulunması, ihsan çeşitlerinin en büyüğü; bu kafirlerin kötülük edip de kafir olmaları ise, kötülük çeşitlerinin en kötüsü olmuş olur. Cezanın, suça göre olacağı da malumdur. Binâenaleyh, sövmeye, tazir; iftiraya, "hadd"; hırsızlığa, el kesme; zinaya, recm, öldürmeye, kısas... ile mukabele edilir. Hatta, iki denk kimsenin birbirine sövmesi de, taziri gerektirir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kem gözle bakmak da, "kati"i gerektirir. Binâenaleyh, bu kafirlerin suçu, suçların en büyüğü olunca, hiç şüphesiz bunlar en büyük cezayı, yani cehennem ateşini hak etmiş olurlar. Çünkü, bu cehennem ateşi, derin, karanlık, korkunç ve kendisinden kesinlikle kaçışın olamayacağı bir yerdedir. Sonra, adeta birisi, "Farzedelim ki, orada kaçma ümidi yok. Peki, oradan çıkartılma ümidi de mi yoktur?!.." demiş de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Hayır, tam aksine onlar, orada ebedi bırakılacaklardır" demiş; sanki, "Orada, kalbi bunlara acıyacak hiçbir kimse yok mudur?" donilmiş de, Allahü teâlâ da, "Hayır, tam aksine, onlar mahlukatın en şerlisi oldukları için, başkaları onları kınar ve onlara lanet eder" buyurmuştur. Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayette, demeyip, cennetliklerden bahesttiği ayetinde, (Beyyine, 8) ise deyişinin sebebi nedir?) Buna şu birkaç bakımdan cevap verilebilir: a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin gazabından daha fazla olduğuna dikkat çekmektir. b) "Ukûbât" "hudûd" ve "keffâretler" bir içeçelik arzederler. Ama, mükafaatın kısımlar ise, böyle bir tedahül keyfiyeti arzetmezler. c) Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hakk'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey Dâvûd, beni mahlukatıma sevdir" buyurmuş, Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm), "Bunu nasıl yapabilirim?" deyince de, Cenâb-ı Hak, "Onlara rahmetimin bolluğunu hatırlat..." buyurmuştur. Binâenaleyh, bu da bu türdendir. Beşinci Soru: "el-Beriyye" kelimesi nasıl okunmuştur? Cevap: Nâfi hemze ile berie şeklinde okurken, diğerleri, hemzesiz olarak, beriyye şeklinde okumuşlardır ki, bu her iki okuyuşa göre de bu kelime, Arabların, "Allah, mahlukatı yarattı" şeklindeki sözüne varıp dayanır. Binâenaleyh, bu kelimenin okunuşundaki kıyas ve kaide, bunun hemzeli olarak okunmasıdır. Ne var ki, tıpkı kelimeleri gibi, bu kelimenin de hemzesi terkedilmiştir. O halde bu kelimeyi hemzeli okumak, meselâ (......) kelimesini hemzeli okumak (......) durumunda olduğu gibi, bu kelimeyi, kullanılışta terkedilmiş aslına döndürmek gibi olur. Ama, hemzesiz okumak daha iyidir, her ne kadar aslı, hemzeli olsa bile... Çünkü bu, artık aslı terkedilmiş olan bir şey gibidir. el-Beriyye kelimesini, hemzeli olarak okuyanların bu okuyuşu, bu kelimenin kökünün toprak manasına gelen kökünden olduğunu söyleyenlerin bu görüşünün yanlışlığına delalet eder. Altıncı Soru: Cenâb-ı Hakk'ın deyişinin hikmeti nedir? Cevap: Bu ifade, hem olumsuzluğu, hem de olumluluğu aynı anda ifâde eden bir ifade olup, "başkaları değil, bunlar bunlar!.." manasındadır. Bil ki, "şerru'l-beriyye" ifadesi, tafsilatı uzun olacak bir cümledir. Yani, "Onlar, hırsından daha şerlidirler, zira onlar, Allah'ın kitabından, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatlarını çalmışlar, çıkarmışlardır. Bunlar, yol kesicilerden daha şerlidirler. Çünkü bunlar, Hak'dan halka giden yolu kesmişlerdir. Bunlar, cascavlak cahilden daha cahildirler, çünkü bilerek, tekebbür etmek, kibirlenmek "küfrü inâdî" olur. Böylece de, en çirkin olmuş olur" demektir. Bil ki, bu da, kökü alimlerle ilgili olan tehdidin, herkesin vaîd ve tahdidinden daha büyük olacağına bir dikkat çekmedir. Yedinci Soru: Bu ayet, umumluğu üzere bırakılabilir mi? Cevap: Hayır, tam aksine, bu ayet şu iki durum ile tahsis edilebilir: a) Bunlardan tevbe edip de müslüman olanlar bu tehdidin dışında kalırlar. b) Bazı kimseler, bu ayetin hükmüne, geçmiş kafirlerin sokulmasının caiz olmayacağını söylemektedirler. "Zira, Firavun bunlardan daha şerlidir" derler. Ama, ikinci ayete, yani, mü'minlerin mükafaatına delalet eden ayete gelince bu, gelmiş geçmiş ve gelecek herkesi içine alan genel bir ifadedir. Zira bunlar, ümmetin en faziletlileridir. 7"iman edip de güzel güzel amellerde bulunanlar (a gelince): Hiç şüphe yok ki, bunlar da yaratılaların en hayırlısıdir...". Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayette vaîdin, va'dden önce gelmesinin güzel oluşundaki sebebi izah etmek için, şu açıklamalar yapılabilir: 1) Vaîd, tıpkı bir ilaç; va'd ise, tıpkı bir gıda gibidir. Binâenaleyh, bedenin, yediği gıdalardan istifade edebilecek arı duru, temiz bir beden olabilmesi için, ilacın öne alınması gerekir. Çünkü, böyle olmayan bedeni gıdalandırdıkça, onun kötülüğünü artırmış olursun. Hipokrat, "Kitâbu'l-Fusûl"ünde de böyle demektedir. 2) Deri, debbağlandıktan sonra, medreseler ve mest için elverişli ve uygun hale gelir. Ama, debbağlanmazdan önceki durumuna gelince, hayır! İşte bu yüzden insan, her ne zaman bir sıkıntı veya belaya duçar olursa, Allah'a yönelir, ama, dünyalık elde ederse, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Onları kafaya çıkarıp da kurtarınca, bir de bakarsın şirk koşarlar... "(Ankebût, 65) buyurduğu gibi, dinden ve diyanetten yüz çevirir. 3) Bunda, şöyle bir müjde bulunmaktadır: Cenâb-ı Hak adeta, "Bu iki şey, mutlaka olması gerekli olan şey olunca, senin işini hayırla sona erdirmen hususunda, Benden bir müjde olan va'dimle bitiriyorum: Sen, necis bir yerde, necis olmadın mı? Ama ben seni, dünyaya tertemiz olarak çıkardım. Şimdi ben seni, cennetime de tertemiz olarak sokamam mı?" demek istemiştir. Taatların, iman kapsamına girmediğini söyleyenler, "Bu ayette, "sâlih amel işleyenler" ifadesi, "iman edenler" ifadesine atfedilmiştir. Halbuki matuf, matufun aleyh'ten başkadır" diyerek, bu ayette istidlal etmişlerdir. Onların, tam kesat, durgun olduğu bir sırada, İslâm pazarına hareketlilik kazandırdıklarına, işte, İslâm için mallarını canlarını harcadıklarına işaret etmek için de, Cenâb-ı Hak, Ol, buyurmuş, "Muhakkak ki mü'minler..." buyurmuştur. İşte bu yüzden de, en büyük mükafaatı, fazileti onlar hak etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizden, Fetih'ten önce infak edip de savaşmaları, (başkalarıyla) hiç denk olur mu?.. "(Hadid, 10) buyurmuştur. ifâdesi, "onlar bir kere iman ettiler.." demektir. Bil ki, kişinin ölüm anlarını nazar-ı dikkate alanlar, işte bu ayetle istidlal etmişlerdir. Bu böyledir, zira bu ayet, tek bir defa iman eden kimseler için, bu mükafaatın tahakkuk edeceğine delalet etmektedir. Küfürleri üzere ölenlere gelince, onlar için mükafaat yoktur. Böylece biz, bu kimseden, bundan önce, yani ölüm anından önce de, gerçek anlamda imanın sudur etmediğini anlamış oluyoruz. Ayetteki, (......) cümlesi çoğulun, çoğul ile mukabele edilişi kabilinden bir ifadedir. Binâenaleyh, bu demektir ki, tek bir kişi bütün salih amellerle mükellef tutulamaz; tam aksine her mükellefin kendisine düşen bir payı vardır. Binâenaleyh, zenginin kendine düşen payı, infak etmek ve vermektir; fakire düşen de almaktır. Bazı kimseler, beşerin melekten üstün olduğu konusunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Ebû Hureyre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Meleklerin, Allah katnda edindikleri mertebeye hayret edersiniz değil mi? Canım, elinde olan Allah'a yemin ederim ki, mü'min bir kulun makamı, kıyamet gününde, Allah katında, bundan daha büyüktür... isterseniz, Cenâb-ı Hakk'ın, iman edip de güzel güzel amellerde bulunanlarfa gelince): Hiç şüphe yok ki, bunlar da yaratılanların en hayırlısıdır" (Beyyine, 7) ayetini okuyun.." Bil ki, bu istidlal, şu bakımlardan zayıftır. 1) Yezid en-Nahvi'den rivayet olunduğuna göre o, şöyle demektedir: "Ayetteki (......) kelimesiyle, insanoğlu kastedilmiş olup, bu kelime, toprak anlamına gelen (......) kelimesindendir." Binâenaleyh, melekler, kesinlikle bu ifadenin muhtevasına girmez. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edip de güzel güzel amellerde bulunanlar..." cümlesi, sadece beşere has değildir; tam aksine, bunun içine melek de girmektedir. 3) Melek, diğer deliller muvacehesinde, bu nassın muhtevasından çıkmaktadır. Bu böyledir, zira fazilet ve üstünlük, ya kesbîdir, yahutta vehbî'dir. Binâenaleyh, sen bunun vehbîolduğunu nazar-ı dikkate alırsan, bunların aslının, nûr'dan; senin aslının İse, kokmuş balçıktan, çamurdan yaratılmış olduğunu görürsün. Yine, meleklerin meskenleri, senin atanın (Adem'in) o zellesinden dolayı kendisinde duramadığı bir yurttur; sizin meskeniniz ise, şeytanların meskeni de olan yeryüzüdür. Ayrıca bizim menfaatimize olan şeyler, onlar sayesinde intizama girerler. Meselâ, rızkımız, onların birinin elinde, canınız da diğer birinin elindedir. Sonra, onlar alim, biz ise öğrenciyiz. Sonra, himmetlerinin ne denli büyük olduğuna bir bak ki, onlar küçük günahları işlemeye dahi yeltenemezler. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onlardan kim, "Ben, onun dışında bir ilahım" derse..."(Enbiyâ,29) buyururken, uluhiyyet iddiasının dışında, onlar namına hiçbir şeyi nakletmem iştir ki bu, "Şayet o melekler ki günah işlemeye yeltenmiş olsalardı, onların himmetleri, ancak rububiyyet iddiasında bulunmaya uygun düşen bir noktaya varırdı..." demektir. (Onlar hiçbir günah işlememişlerdir; şayet böyle bir şeye yeltenseler, ancak rububiyyet iddia etmek gibi, büyük bir günah işlerlerdi). Ama sen ise, hep midenin ve belinin (tenasül uzvunun, nefsinin) kulusun. İbadetlerine gelince, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de daha çok ibadet etmektedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, gecenin, 2/3'ünü ihya ettiği için, medh ü sena etmiştir. Ama onlar hakkında ise, bir yerde, "Gevşeklik göstermeksizin, gece gündüz Allah'ı tesbih ederler"(Enbiyâ, 20) ve "Onlar, Rablerini, usanmaksızın, gece gündüz tesbih ederler..." (Fussilet, 38) buyurmuştur. Bir başka yerde bu hususla ilgili sözümüzün tamamı, Bakara Sûresi'nde geçmişti. 8"Onların Rableri nezdindeki mükafaatı, altlarından ırmaklar akan, Adn cennetleridir. (Hepsi de), içinde ebedî, daimî kalıcılardır. Allah bunlardan razı olmuşlardır. Bunlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu (saadet), Rabbinden korkanlara mahsustur". Bil ki, bu ayetin tefsiri açıktır. Ama biz, bu ayetteki incelikleri, şöyle birkaç mesele içinde zikredelim: Bil ki, insan iyice düşünürse kendisinin belalar ve sıkıntılar içinde yaratıldığını görür. Evvela, Allah onu en pis bir şeyden, en dar bir mekanda yaratmıştır. Derken o dar ana rahminden dünyaya ağlayarak çıkar. Ama bu çıkışı uzaklaşıp serbest kalmak için değil, merhamet celbetmek için hapisten şikayet etmek içindir. Nitekim hapisten çıkan kendisine acındırmak için feryad eder. Ama o çocuğa merhamet edilmez, üstelik, rahimde bağlı değilken, ebe onu bir güzel sarıp bağlar. Çok geçmeden beşiğe konur, yine iyice bağlanır. Derken, bir zaman geçince de, onu, bir hocaya teslim ederler. Ki, hocası onu, okulda alıkor ve öğretmek için de ona, arasıra dayaklar atar. Ve bu iş, insanın, buluğ çağına gelinceye değin devam eder. Bundan sonra da, akıl ve mükellefiyet çivileriyle adeta çivilenir. Derken, mükellef, kendisini şaşırmış bir vaziyette bulur ve "Benden herhangi bir kusur sudur etmediği halde, benim hakkımda bu işlemleri yapan kimdir" der, o faili buluncaya değin tefekkür ve düşüncelere dalar. Bunu müteakip o faili, alimlere benzemeyen bir alim, hadislere benzemeyen bir kadir olarak bulur. Böylece de, bütün bunların, şeklen mihnet ve çile, ama hakikatte ise, kerem ve rahmet olduğunu anlar. Böylece de şikayeti bırakır, şükre yönelir. Derken, mükellefiyetin, kulun kalbine, o failin ihsan ve lütuflarına, O'na taat ve hizmette bulunmak suretiyle mukabelede bulunma düşüncesi gelir. Böylece de kalbini, O'nu tanımanın hükümranlığına bir mesken haline getirir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak adeta, "Ey kulum, beni öylesine tanı ki, artık hiçbir kuvvet o bilgiyi oradan çıkaramazsın" demek ister. Yahutta Cenâb-ı Hak, ta önceden, marifetullah tutkusunu oraya, kalbe yerleştirir de, bunun üzerine, bu kalbin sahibi olan kul, "Ya Rabbi, benim kalbime, meme emme arzusunu indirdin, ama ben, daha sonra onu çıkardım.. Baba, ana, dünya sevgi ve arzularımı da böyle yaptım. Ama, ben onların tümünü kalbimden çıkardım. Senin sevgine ve marifetine gelince, ben onları kalbinden çıkarmayacağım.." der. Sonra, bu marifet ve muhabbet, kalb arazisinde kalakalınca, o kaynaktan bir takım şeyler ve kanallar açılır. Artık, insanın gözüne ulaşan kanaldan, ibret alma hasıl olur. Münacaatlarım ve tesbihatlarım dinleme meydana gelir. Ve bu durum, bütün uzuv ve organlar için söz konusudur. Bunun üzerine Allahü teâlâ, "Ey kulum, sen, kalbini, benim için tıpkı bir cennet yaptın ve orada bu sürekli ebedî çayları ve nehirleri akıttın. Sen, onca acziyyetine ve kusuruna rağmen, böyle yaptın. Ama cömertlik, kerem ve rahmet ise, Bana daha çok yakışır. O halde, al sana, senin cennetine mukabil benim cennetimi." demiştir. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onların, Rableri nezdindeki mökafaati, altlarından ırmaklar akan, Adn cennetleridir" buyurmuştur. Belki, kaim ve rahim olan o Rab, şöyle demek istemiştir: "Kulum, bana, nesi var nesi yok, hepsini vermiştir. Ben ise ona, mülkündökilerden bazısını verdim. Halbuki, cömertlik ve kerem, ondan çok, Bana yakışır. İşte bu sebeple, pek yerinde olarak, ben de bunun sürekliliği ve ebediliği, verilen şeyin kısmî ve cüzî olması ve sebebiyle meydana gelennoksanlığı onarıcı olsun diye verdiğim her kısmî ve cüzî şeyi sürekli ve ebedî, daim kıldım.." "Ceza", kendisiyle kendine yeterliğin meydana geldiği şeyin adıdır. Arabların, "Hayvan taze ot yiyerek, suya ihtiyaç duymadı, onunla yetindi.." şeklindeki sözleri de, bu anlama varıp dayanır. Binâenaleyh, ayet şu iki şeyi ifade etmektedir: 1) Allah, kuluna, eksiksiz, tam ve yeterli mükafaat verir. 2) Allah, kuluna yetecek miktarda nimet verir. Böylece de kulunun için ve gönlünde herhangi bir uhde kalmaz ve arzu ettiği her şey, gerçekleşmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizin için orada, gönüllerinizin arzuladığı her şey vardır... "(Fussilet, 31) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, buyurmuş, böylece, "cezâ-mükafaat" sözünü onlara nisbet etmiştir. Halbuki, mutlak anlamdaki nisbet, mülkiyyete delalet eder. Binâenaleyh, bu ifade ile, "Ki fazlından bizi, (ebedî) durulacak bir yurda kondurdu..."(Fatır,35) ayeti nasıl uzlaştırılabilir? Cevap: Ehf-i sünnete gelince, onlar şöyle demektedirler: Kerim bir Hükümdar, şayet, "Kim parmağını hareket ettirirse, ben ona bin altın veririm" dediğinde bu, hem dil, hem de va'd açısından şart ve ceza cümlesi olur. Ama, zati bir hak ediş açısından ise yani gerçekte bu bir hak ediş (ceza) olmaz. Binâenaleyh, ayetteki (......) kelimesinin doğru ve yerinde bir ifade oluşu hususunda, bu mana yeterli olur. Mu'tezile'ye gelince onlar (Fatır, 35) ayeti hakkında şöyle demektedirler: "Buradaki ifâdesindeki "ibtidâ-i gaye" içindir. Buna göre mana, "Bu cennetteki hak ediş, senin, geçmiş fazlının sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü sen, şayet bizi yaratmasaydın ve lütuf fiillerinde bulunmasaydın, biz, bu dereceye çıkamaz, bunu elde edemezdik" şeklinde olur. İmdi, şayet, Ehl-i sünnete: "Size göre Allah üzerinde hiç kimsenin hakkı ve alacağı yoktur. Öyleyse, O'nun bu in'âmı tekeffül etmesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Sen biz yokken, Cenâb-ı Hakk'ın geçmiş, dünkü in'âmını mı, yoksa, mükellef tutulduğunuz andaki o günkü in'âmını mı; yahut yarın Kıyamet günündeki in'âmını mı soruyorsunuz? Şimdi, eğersen, dünkü (geçmiş) in'âmını soruyorsan, Cenâb-ı Hak adeta, "Ben, her şeyden faydalanmaktan beriyim. Halbuki sofra, faydalanılabilecek şeylerle alabildiğine doludur. Şimdi Ben şayet mahlukatı yaratmamış olsaydım, bu, faydalanılacak şeyler zayi olurdu. Binâenaleyh, malı mülkü olup da çoluk çocuğu olmayan bir kimse o malından istifade etsinler diye, nasıl köle ve cariyeler satın alırsa, Allah da Kendi mülkünden istifade etsinler diye, yokluk yurdunda bu mahlukatı (adeta) satın almıştır. Nitekim, "Mahlukat, Allah'ın hane halkıdırlar" şeklinde de bir söz vardır. Günlük nimetine gelince, nimet vermek, başladıktan sonra o nimeti tamamlamayt gerektirir. Binâenaleyh, Rahman olan Allah, bunu haydi haydi yapar. Yarınki nimet vermesine gelince Allah adeta, "Ben, va'dim ve verdiğim haberler gereği onlara borçluyum. Artık nasılolur da bu vadimi yerine getirmem?" demek istemiştir. "Inda Rabbihim" Sözündeki İncelikler Ayet-i kerimedeki "Rableri nezdindeki" ifâdesindeki bir takım İncelikler vardır. Şöyle ki: Birinci İncelik: Bazı fukaha, şöyle demektedirler: "Bir kimse, şayet, "Benim için falancanın üzerinde herhangi bir şey yoktur" dese, bu sözden, sadece borç anlaşılır. Ama bu kimse, onun yanında bir emanetin bulunduğu İddiasında bulunabilir. Yine bir kimse, "Benim için falancanın yanında ipi bir şey yoktur" demiş olsa, bu söz de, borca değil, emanete hamledilir. (Falancanın yanında emanetinin olmadığı anlalışılır). Ama, bu kimse, "Falanca tarafında benim için bir şey yoktur dediğinde, bu söz, hem borç hem de emanet manasına alınabilir. Bunu iyice kavradığına göre Cenâb-ı Hakk'ın sözü, bir vedîa'yı (O'nun katında bir emanetiin bulunduğunu) ifade eder. Halbuki "vedîa", bir "ayn"dır, bir nesnedir, somut bir şeydir. Şimdi bir kimse, "Falancanın, benim üzerimde vardır" diyecek olsa, bu, o falancanın, bu sözü söyleyenden bir alacağının bulunduğunu ikrar olmuş olur. Halbuki, "ayn" borçtan daha kıymetlidir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, Kendisi katında olan o şeyin, hazırlanmış, mevcut edilmiş muayyen bir mal gibi olduğunu ifade eder. Buna göre şayet, "Vedîa", emanettir. Dolayısıyla, tazmin edilmez. Halbuki "borç-deyn" tazmin edilir. Tazmin edilen ise, edilmeyenden daha tercihe şayandır" denilirse, biz deriz ki, tazmin edilebilecek şey, helak olması düşünüldüğünde daha hayırlı ve öncelikli olur. Halbuki, Allah hakkında, bir şeyin helak olmasının düşünülmesi imkansızdır, işte bu sebeple biz, tazmin edilmeyen vedîanın, tazmin edilmesi gereken borçtan daha hayırlı olduğunu söylüyoruz. İkinci İncelik: "Bir beldede fitne vuku bulup, sen de malını mülkünü, kabile reisinin yanında bir emanet olarak bıraktığında, (malın konusunda) kalbin huzurlu olur. Binâenaleyh, senin bu cismani beldende, ilerde bir imtihan vaki olacaktır. Bu durumda da sen. şeytanın o beldede değişiklik yapmasından korkmaktasın. Öyleyse, sen, emanetini bana bırak, çünkü Ben, bu sayede senin için kıyamete kadar mihrablarda (okunacak) bir kitab, mektup yazacağım. Ki bu da, şeklindeki ayetimdir. Derken, bu emanetini sana, kendisine en fazla ihtiyaç duyduğun anda edeceğim. Bu an da senin kıyamet meydanında bulunduğun andır" demektir Üçüncü İncelik: Cenâb-ı Hakk'ın, demesinde büyük bir müjde vardır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak adeta, "Sen, varlık, hayat, akıl ve kudret hakkına hiçbir şeye sahip değilken, mahzâ yokluk halinde iken, seni ilk önce eğitip büyüten, terbiye eden, bakan Benim. Çünkü seni, yoktanvar ettim ve sana, bütün bunları ben verdim! Demek ki sen, başıboş bırakılmışken, bütün bunları sana veren ve seni, zayi etmeyen Benim. Şimdi sen, bir şeyler kazanıp ve o kazandığın şeyleri benim yanımda bir emanet olarak bıraktığında, benim onları zayi edeceğimi düşünür müsün? Hayır, hayır! Bu, olacak şey değil. "Onların Rableri nezdindeki mükafaatı, ... cennetlerdir" ifadesi ile ilgili olarak şu iki görüş bulunmaktadır. Birinci Görüş: Cenâb-ı Hak burada, çoğulu çoğul ile karşılamıştır ki, bu, tekilin tekil ile mukabele görmesini gerektirir. Ve bu tıpkı, bir kimsenin, iki hanımına veya iki kölesine, Eğer siz ikiniz, şu iki eve girerseniz, siz şöyle şöylesiniz..." demesi halinde, onun bu sözü, herbirinin, ayrı ayrı bir eve girmesi anlamına hamledilir. İmâm Ebû Yusuf'tan ise, o iki kölenin her bir her iki eve de girmedikçe bu kimse yemininde haris olmaz" dediği nakledilir. "Siz ikiniz şu iki köleye malik olursanız..." sözü de böyledir. Biriroi görüşün delili, "Parmaklarını kulaklarına soktular ve elbiselerine hüründüler" (Nuh, 7) ayetidir. Dolayısıyla, birinci görüşe göre, Cenâb-ı Hak, bu ayette, her bir mükellef için, bir cennet olacağını müjdelemiştir. Ne var ki, bu cennetlerin en düşüğü, dünyanın on kati kadardır. Bu husus, merfu olarak da böyle rivayet edilmiştir. Ki, ayetteki "ve büyük bir mülk" (Dehr, 20) ifadesi de bunun delilidir. Bununla, herbir mükellef için Ebû Yusuf'tan rivayet edildiği gibi müteaddit cennetler olması da kastedilmiş olabilir. Kur'ân'da buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Rabbinin makamından korkan için iki cennet vardır" (Rahman. 46) buyurmuş, daha sonra da, "Onun altında iki cennet daha vardır" (Rahman, 62) buyurmuş, böylece, tek bir mükellef için dört tane cennetin olacağını belirtmiştir. Bunun sebebi, cennetlik kimsenin, Allah korkusundan dolayı anlamış olmasıdır. Çünkü bu göz yaşları, kişinin, ikisi diğer ikisinden aşağı olan dört kirpiğinden aşağı süzülmüştür. Dolayısıyla da mükellef, ikisi aşağıda olan dört cennete müstehak olmuş olur. Kişi için bu dört cennetin oluşu, onun göz yaşlarının dört kirpiğinden inmesinden ötürüdür. Sonra Cenâb-ı Hak (Rahman, 46) ifâdesinde, korkuyu önce, bu ayatte ise, buyurmak suretiyle, korkuyu sonra getirmiştir. Ki, bu kullanışta, bu korkunun sürekli olması gerektiğine bir işaret vardır. Korkunun amelden önce olmasına gelince, bu, amelin bozulabileceği endişesinin taşınmasından dolayıdır. Amelden sonra olabilecek şey ise, o amellerin bozuk olacağı endişesinin duyulmasıdır. Çünkü bu ibadetlerimiz, o yüce Allah'a hiç de uygun değildir. Ayetteki "Adn" kelimesi, cennette ikamet etmeyi ifade eder. Çünkü Hak teâlâ, "(Onlar) oradan çıkarılmazlar" (Câsiye,35); "Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir" (Hicr, 48); "Onlar bu (cennetlerde) ebedi kalıcılardır. Oradan ayrılmak da istemezler" (Kehf, 108) buyurmuştur. Arapça'da "ikamet etti" manasında, denilir. Adn cennetlerinin, cennetlerin ortasında olduğu rivayet edilmiştir. Bu cümleden olarak "Adn" kelimesinin, nimetlerin, emniyetin ve selametin merkezi, ortası, kaynağı manasında, "ma'den" kökünden olduğu da ileri sürülmüştür. Bazı kimseler şöyle demişlerdir "Cennet ya "cinn", ya "cunûn", yahut "cünne", yahut da "cenîn" kökünden olduğu için cennet denmiştir. Eğer bu kelime "cinn" kökünden ise, ki cinnin özelliği çok çok hızlı hareket etmek, mesela dünyayı bir anda dolaşıvermektir, buna göre Hak teâlâ sanki, "O cennetler cennetliklere, arzu ettikleri şeyi cennetlerin bir ikamet ve iskan yeri olmalarına ıağmen, tıpkı cinnin hareketi gibi, çok hızlı bir şekilde ulaştırırlar" demek istemiştir. Cennet'in "cunûn" (delilik) kökünden olmasına gelince bu, cennetin, Allah'ın lutfu gereği cennetliklerin aklını sabit tutmasaydı, insanın cennetleri görür görmez, bir deli gibi aklını kaybedeceğinden ötürüdür. Cennet'in "cünne" (kalkan) kökünden oluşu da, cennetlerin seni cehennemden koruyan bir kalkan olmalarından ötürüdür. Cennetin, "cenîn" kökünden oluşu da, cennetteki mükellefin son derece yumuşak ve adeta kendisine soğuk sıcak dokunmayan ana karnındaki bir cenin gibi oluşundan ötürüdür. Çünkü Hak teâlâ, "Onlar orada ne bir güneş (sıcak), ne de bir soğuk görürler" (insan, 13) buyurmuştur. Ayetteki, (akar) ifadesi, akar suyun, durgun sudan daha saydam ve güzel olduğuna bir işarettir. İşte bundan ötürü, akar suya bakmanın gözün ışığını artıracağı söylenmiştir. Belki de Hak teâlâ sanki, "Ey kulum, senin taatların ölünceye kadar devam etmiştir. Çünkü "Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et"(Hicr, 99) diye emrolundun. Öyleyse Benim ikram nehirlerimin de ebediyyete doğru akması gerekir" demek istemiştir. Hak teâlâ daha sonra "altlarından" buyurmuştur. Bu da, o nimetlerin insanın boğazına durmayacağına bir işarettir. Çünkü bağda-bahçede boğaza durma işi, ya orada bir akar suyun olmayışı sebebiyle olur ki Cenâb-ı Hak işte bu yüzden, cennette akar suların bulunduğunu belirtmiştir. Yahut da suda boğulma ve suyun çok olma sebebiyle olur ki bu yüzden Hak teâlâ, "altlarından" buyurmuştur. Hem sonra Hak teâlâ "enhâr" (ırmaklar) ifadesinin başına, lâm-ı tarif getirmiştir. Binâenaleyh bu ırmaklarını, Kur'ân'da, geçen ırmaklar manasına alınması gerekir. Bunlar da, cennetteki su, süt, bal ve içki ırmaklarıdır. Bil ki gerek "nehâr" (gündüz) gerekse "enhâr" (nehirler) kelimeleri, kök anlamları itibariyle, genişlik ve aydınlık ifade ederler. Binâenaleyh insanın ancak bacağına kadar çıkabilen çaylara "nehir" denmez. Aksine bundan daha derin ye kuvvetli olanlara "nehir" denir. Bunun delili ise, "(Allah) size, denizde emriyle akıp gitsin diye gemiler amade kıldı, yine size nehirleri musahhar kıldık" (ibrahim, 32) ayetinde "enhâr"ı "bihâr"a (denizlere) atfetmesidir. Bil ki Allahü teâlâ, cennetleri tavsif ederken, bunlara cennetlerin bizzat kendilerinden daha üstün olan hususları da eklemiştir. Bunlar, birinci olarak, orada ebedî kalış; ikinci olarak da Rabbin rızasıdır. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cennette ebedi kalmak, cennetten daha hayırlıdır. Allah'ın rızası da cennetten daha hayırlıdır. "Birinci hususa, yani Allah'ın rızasına gelince, bil ki insan, beden ve ruhtan meydana gelir. Bedenin cenneti, Kur'ân'da anlatılan bu cennettir, Ruhun cenneti ise, Allah'ın rızasıdır. Çünkü insanın işinin başlangıcı, maddi alemden; işinin sonu ise, akıl ve ruh alemindendir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, önce cenneti zikretmiş, sonunda da Allah'ın rızasından bahsetmiştir. Hem sonra Allahü teâlâ, kendisinden kullarından razı oluşunu, kulların kendisinden razı oluşundan önce zikretmiştir. Çünkü muhdes (sonradan olma) varlıklarda müessir olan o ezeli varlıktır. Muhdes varlıklar ise ezeli alanda tesir edemez. Hak teâlâ, "Allah onlardan razı oldu" buyurmuş; ama mesela "Rableri onlardan razı oldu" gibi, diğer isimlerini bu sadedde zikretmemiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın heybet ve celal bakımından zatına ve bütün sıfatlarına, yani celal ve ikram sıfatlarının hepsine delalet eden ismi, "Allah" lafzıdır. Hak teâlâ eğer, "Rableri onlardan razı oldu" demiş olsaydı, bu, kulun taatının mükemmel oluşunu ifade etmezdi. Çünkü mürebbi (Rab olan), bazan az ile de yetinebilir. Fakat "Allah" lafzı, son derece celal ve heybet ifade eder. Bu gibi büyük bir zatın huzurunda ise, rıza ancak mükemmel bir fiil ve eksiksiz bir ayeti, işte bu açıdan kalan fiilinin ter-ü tazeliğini, güzelliğini ifade eder. Alimler, ayetteki, "Allah onlardan razı oldu" cümlesi hususunda değişik izahlar yapmışlardır. Bu cümleden olarak bunun, "Allah onların ibadetlerinden razı oldu" manasında olduğunu söylerlerken; bazıları bununla, "Allah onları methetmeye ve yüceltmeye razı oldu, yani bunu istedi" manasının kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü failden (yapandan) memnun kalmak başkadır, filinden memnun kalmak başkadır. Doğru olan da bu manadır. Hak teâlâ'nın "Bunlar da ondan razı olmuşlardır" ifadesi, "Kulları, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine verdiği nimetler ve mükafaatlara razı olmuşlardır" demektir. Hak teâlâ'nın "işte bu, Rabbinden korkana mahsustur" ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir kaç mesele var: Taatlar hususunda titiz ve endişeli olmak, güzel bir haldir. Nitekim Hak teâlâ, "Kalbleri tirtir titrer olduğu halde verdiklerini veren kimseler..." (Mü'minûn,60) buyurmuştur. Hatta "haşyet", "havf'den daha ileri bir korkuyu ifade eder. Çünkü Hak teâlâ bunu "havf'den daha ileri olan, "işfâk" (tirtir titreme) ile içice yaşayan melekleri anlatırken kullanarak, "Onlar, Rablerine karşı duydukları haşyetten dolayı tirtir titrerler" (Enbiya, 49) buyurmuştur. Havf ve haşyet ile ilgili izah meşhurdur. Bu ayete, bir başkası da eklendiğinde, ikisinin toplamı, ilim ve âlimin faziletine bir delil olur. Bu böyledir. Çünkü Hak teâlâ, "Allah'dan ancak alim kulları haşyet duyar" (Fatır,28) buyurmuştur. Şu halde bu ayet alimlerin, "haşyet" sahibi olduklarına delalet eder. Tefsir ettiğimiz bu ayet de, yani, "işte bu, Rablerinden haşyet duyanlara mahsustur" cümlesi de, cennetin, haşyet sahibi kimseler için olduğuna delalet eder. Böylece bu iki ayetin toplamından, cennetin, alimlerin hakkı olduğu neticesi çıkmış olur. Bazı kimseler, bu ayetin, kişinin, cennetliklerden olduğunu bilmek ve bu ayeti bunun delili saymak suretiyle, kendisinin bundan kesin emin olacağı bir noktaya varmaması gerektiğine delalet ettiğini söylemişlerdir. Fakat bu görüş, kuvvetli değildir. Çünkü peygamberler, kendilerinin cennetliklerden olduklarını kesinkes biliyorlardı. Ama buna rağmen, onlar, Allah'dan en çok haşyet duyan kullardandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ı en çok bileniniz, Allah'dan en çok korkanımızdır. Ben de sizin, Allah'dan en çok korkanınızim" Aynı manada bir hadis için bkn, Buhari, İman, 13(ç.). buyurmuştur. Hak Sübhanehû ve Teâlâ en iyi bilendir. Salat-ü selâm Hazret-i Peygamber'e, âline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿