4

"Kitab ehlinden ve müşriklerden kafir olanlar, kendilerine apaçık bir hüccet yani içinde (kitabların) en doğru (hükümleri) yazılı temiz sahifeleri okuyacak Allah'tan bir peygamber gelinceye kadar ayrılacak değillerdi. Böyle iken kendilerine kitab verilmiş olanlar ancak, kendilerine o apaşikar hüccet geldikten sonra ayrılığa düştüler".

Ehl-i Kitap ve Müşriklere Gelen Beyyine

Bil ki, ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî, Kitâbu'l-Basît'inde, şöyle der: "Bu ayet, Kur'ân'da bulunan ayetlerin hem nazm, hem de tefsir bakımından en zorlarındandır. Ve, bu ayette, büyük ulema bile bocalamıştır." Ama, Allah kendisine rahmet etsin, Vahidî, bu ayette nasıl bir müşkilîn bulunduğunu zikretmemiştir. Bu sebeple ben diyorum ki, ayetteki bu müşküllüğün sebebi şudur: Ayetin takdiri, "Kafirler, kendilerine o beyyine, yani Resul gelinceye değin, ayrılığa düşmediler.." şeklindedir. Şimdi Cenâb-ı Hak, bu kafirlerin hangi şeyden ayrılmadıklarından söz etmemiştir. Ne var ki bu husus malumdur. Çünkü, burada kastedilen, bu kafirlerin sürdürdükleri küfürleridir. Böylece ayetin takdiri, "Kafirler, kendilerine "beyyine", yani o Resul gelinceye değin, küfürlerinden ayrılmadılar" şeklinde olmuş olur. Sonra, “Hattâ” kelimesi, "intihâyi gaye" yani, "süre ve mesafenin sonunu" ifade eden bir kelimedir. Binâenaleyh bu ayet, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince, küfürlerinden ayrılmış olmalarını gerektirir.

İnkarları Arttı mı?

Bundan sonra da Cenâb-ı Hak, "Böyle iken kendilerine kitap verilmiş olan bunlar ancak, kendilerine apaşikar hüccet geldikten sonra ayrılığa düştüler" buyurmuştur ki, bu ise, onların küfürlerinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince artmış olmasını gerektirmektedir. İşte bu durumda, ilk ifade bu ikinci ifade arasında zahiren bir çelişki meydana gelmiş olur ki, kanaatime göre, işte bu müşkilin varıp dayandığı şey budur. Bu hususa şu birkaç bakımdan cevap verebiliriz:

1) Bu konuda yapılan izahların en güzeli, Keşşaf sahibinin özetle sunduğu şu izahtır: Her iki kısmın kafirleri, yani ehl-i kitab ve putperestler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezden önce, "Biz, üzerinde bulunduğumuz dinimizden ayrılmayız ve Tevrat ve İncil'de yazılı olup, gelmesi va'dedilen o zat peygamber olarak gönderilinceye değin, dinimizi bırakmayız..." diyorlardı ki işte bekledikleri bu şahıs Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. (İşte bu ilk ifadeyle), Cenâb-ı Hak, o kafirlerin söyledikleri sözleri nakletmiştir. Daha sonra da Allahü teâlâ, buyurmuştur. Ki bu da, "Onlar, o peygamberin kendilerine gelmesi halinde birlik olacaklarına ve hak üzere ittifak edeceklerine dair söz vermeleridir. Daha sonra onları, bu "hak"dan ayıran ve küfürlerinde sebat ettiren şey ise, o peygamberin gelişi olmuştur. Ki, bunun günlük kullanıştaki bir benzeri de, fâsık ve fakir bir kimsenin, kendisine va'z ü nasihatta bulunan bir kimseye, "Allah, beni zengin kilıncaya değin, içinde bulunduğum kötü fiillerden vazgeçmeyeceğim" deyip, Allahü teâlâ'nın, o kimseyi zengin kılınca da, fıskını artırdığında, ona va'z u naihatta bulunan kimse, ona, "Zengin oluncaya değin fıskını devam ettirecektin, zengin olduktan sonra ise, başını fıska sokmayacaktın (hani!)" diyerek, bu kimseyi, daha önce söylediği sözler sebebiyle kınaması ve azarlamasıdır. Bu cevabın neticesi de, şuna varıp dayanır: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kafirler, kendilerine o "beyyine" gelinceye değin küfürlerinden ayrılmadılar" ifadesi, onların önceki sözünü nakleden bir ifade; "Böyle iken kendilerine hitab edilmiş olan bunlar ancak..." ifadesi ise, neticede olup biteni haber veren bir ifade olup, bu, "Olup biten şey, onların iddia ettiklerinin aksine vaki olmuştur" demektir.

2) Ayetin takdiri, "Kendilerine o beyyine gelse bile, kafirler küfürlerinden vaz geçmediler..." şeklindedir. Ayetteki takdirin, böyle olması halinde ise, söz konusu olan problem zail olmuş olur. Kadî de bunu bu şekilde zikretmiştir, ancak ne var ki, lafzını bu şekilde tefsir etmek, Arapça'daki herhangi bir temel kullanışa dayanmaz.

3) Biz, (......) kelimesini, küfürlerinden..." ifadesiyle kayıtlamayız; tam aksine bu kelimeyi, onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i fazilet ve mefahiri ile anmaktan ayrılmadıkları (anmaya devam ettikleri) manasına alırız. Ve buna göre mana, "Kafirler, kendilerine o beyyine gelinceye değin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, şan, şeref ve faziletleriyle anmaya devam ettiler" şeklinde olmuş olur.

İbnu Arefe, ayetteki takdirin, "Derken onlara geldi..." şeklinde olduğunu söylemektedir. Buna göre bu demektir ki, ayette yer alan ifade her ne kadar muzari lafzı ise de, bu muzari, mazi anlamındadır. Ve bu tıpkı (Bakara,102) ayetindeki "Okudu..." manasına gelmesi gibidir. Buna göre mana, "Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mefahirini zikretmeye devam ediyorlardı. Ama ne zaman ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bilfiil peygamber olarak geliverdi, o zaman bu hususta bölündüler ve her biri, bu konuda diğerinin görüşünü reddeden sözler söylemeye başladılar" şeklinde olur ki, bu manaya göre, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar daha önce, Hazret-i Peygamber'in ismi ve şanı ile gtiştikleri savaşlarda kafirlerin aleyhine zaferler istiyorlardı. Ama ne zaman ki, onlara, o tanıyıp bildikleri şey (yani o peygamber) geldi, işte o zaman onu inkar ettiler..."(Bakara, 89) mealindeki ayetidir.

Bu ayetle ilgili olarak tercihe şayan olan görüş ise, birinci görüştür. Bu ayet hakkında şöyle dördüncü bir izah da yapılabilir: Allahü teâlâ, bu kafirin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelinceye değin, küfürlerini sürdürdüklerini bildirmiştir. Halbuki, (......) kelimesi, (burada) kendisinden sonra yer alan durumun kendinden önce olan durumun aksine olmasını gerektirir. Vakıa da böyledir. Çünkü bu toplum, o küfürleri üzere kalmamış, tam aksine bölünmüşlerdir. Böylece de, kimisi mü'min olurken, kimisi de küfrünü devam ettirmiştir. Bu topluluğun durumu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişinden sonra, o gelmezden önceki gibi kalmayınca, aynen devam etmeyince, lafzının manası ile amel etmek yeterli olmuştur. Burada yapılabilecek bir beşinci izah da şudur: Kafirler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezden önce küfürlerinde tereddüt etmiyorlardı. Tam aksine onlar, küfürlerinde kararlı ve yaptıkları işin özüne inanarak bunu sürdürüyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderildikten sonra ise, bu kararlılık ve kesinlik zail oldu. Tam aksine onlar, hem bu din, hem de diğer dinler hususunda şüphe ve hayret içinde kalakaldılar. Bu manaya göre bunun bir benzeri de, "İnsanlar tek bir ümmet idi. Derken Allah, müjdeci ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi..." (Bakara, 213) mealindeki ayetidir. Ki bu, "Üzerinde bulundukları o din, onların, adeta bedenlerine ve kanlarına karışmış bir vaziyette idi. Bu sebeple de, yahudi olan yahudiliğinde, hristiyan olan da hristiyanlığında, putperest olan da putperestliğinde kararlı idi. Ama ne zaman ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bilfiil peygamber olarak gönderildi, o zaman fikirler, zihinler karıştı ve herkes, dini, mezhebi ve görüşleri hususunda şüpheci oldu. Çünkü ayetteki sözü, işte bunu ihsas ettirmektedir. Çünkü, bir şeyin bir şeyden "infikâk"ı, onun ondan ayrılması demektir. Buna göre mana, "Onların kalbleri, o İnançlarından ve o inançlarının kesin oluşundan ayrılmadı, uzak kalmadı. Ama, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bilfiil peygamber olarak gönderildikten sonra ise, bu iş, bu hal üzere devam etmedi" şeklinde olur.

Kafirlerin Nevileri

Kafirler, iki çeşittir:

1) Mesela, yahudi ve hristiyan fırkaları gibi, ehl-i itikad olanlar. Ki bunlar, kendi dinlerinde, kendisi sebebiyle kafir olacakları şeyi ihdas etmeleri yüzünden kafir olmuşlardır. Ve bu, mesela onların, "Uzeyr; Allah'ın oğludur; Mesih, Allah'ın oğludur" demeleri ve Allah'ın kitabını ve dini tahrif etmeleri gibi... şeylerdir.

2) Herhangi bir kitaba mensub olmayan müşrikler. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu iki nevi kafiri, "Kafir olanlar..." ifadesiyle, mücmel olarak zikretmiş, daha sonra da, bu mücmel ifadenin hemen peşinden tafsilat vermiştir, bu da, ifadesidir. Burada şöyle iki soru sorulabilir.

Ayetteki Min Harf-i Cerrinin Manası

Birinci Soru: Ayetin takdiri, "Ehl-i kitab'tan müşriklerden kafir olanlar (...) olmadılar" şeklindedir ki, bu takdir, "Ehl-i kitabın, kendi arasında kafirleri olduğu gibi, kafir olmayanlarının da bulunmuş olmasını iktiza eder. Ve bu, doğrudur, gerçektir. Ve yine bu ifade, müşriklerden kimilerinin kafir, kimilerinin ise kafir olmadığını gerektirir. Halbuki, bunun ise, doğru olmadığı malumdur. Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

a) Buradaki "teb'îz" için değil, tam aksine "tebyîn - beyan" içindir. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "... Put pisliklerinden kaçının..."(Hac, 30) ifadesindeki gibidir.

b) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkar eden o kafirlerin bir kısmı, ehl-i kitab, bir kısmı ise müşriklerdendir. İşte bu sebepten dolayı, bu ifadenin başına (......) kelimesi getirilmiştir.

c) (......) ifadesi de, ehl-i kitabla ilgilidir. Bu böyledir, zira, Hristiyanlar "teslis"e inanırlar, yahudilerin tümü ise, "müşebbihe"dir. Bütün bunlar ise, şirktir. Nitekim, bazan bir kimse de, belli bir kavmi kastederek "Bana, akıllı ve zeki kimseler geldi..." deyip de, aynı kavmi iki vasıfla vasıflandırması gibidir. Cenâb-ı Hak da, "Rükû edenler, secde edenler, marufu emredenler, münkeri yasaklayanlar, hududu gözetenler..." (Tevbe, 112) buyurmuştur, ama bütün bu vasıflarla tek bir cemaati nitelemiştir. Ve Kur'ân'da bu tür ifadeler, yani bir topluluğun çeşitli sıfatlarla tavsif edilmesi ve bu sıfatların birbirlerine atıf vâv'ıyla atfedilmesi ve, halbuki bütün hepsinin de tek bir mevsufun sıfatı olması hususunun örnekleri pekçoktur.

İkinci Soru: Mecusiler, "ehl-i kitab" teriminin içine girerler mi? Biz deriz ki, bazı ulema, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Mecusilerde Ehl-i Kitab'a yaptığınız uygulamayı tatbik ediniz" buyruğundan dolayı, bu ifadenin kapsamına girdiklerini söylerlerken, bazıları da bunu yadırgayarak şöyle demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ (burada), "Arab beldelerindeki kafirlerden söz etmişlerdir ki, bunlar yahudi ve hristiyanlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, onlardan naklen, "Bizden evvel kitabı yalnız iki taifeye indirdi" (En'âm, 156) buyurmuştur. Halbuki, buradaki iki grup ifadesi ile, yahudi ve hristiyanlar kastedilmiştir.

Ehl-i Kitabın Önce Zikredilmesinin Manası

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, buyurmak suretiyle ehl-i kitabı, küfür konusunda müşriklerden önce getirmesinin manası nedir?

Cevap: Bir kere vâv, tertib ifade etmez. Bununla beraber, burada yine şu inceliklerden bahsedilebilir:

1) Bu sûre, Medine'de nazil olmuştur. Binâenaleyh, ehl-i kitab, adeta, esas olarak zikredilmek istenmiştir.

2) Bunlar, ilahi kitabları bilip tanıyorlardı, Binâenaleyh mana da bilmeleri gerekirdi. Binâenaleyh, buna rağmen, bunların küfürlerinde ısrar etmeleri en çirkin hareket olmuştur.

3) Ehl-i kitab, kendilerine başkalarının uydukları bilgin kimseler olduğu için, bunların küfürleri, başkalarının küfürleri için bir temel oluşturmuş olur. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, önce bunlardan bahsetmiştir.

4) Bunlar, başkalarından daha kıymetli bilgin kimseler oldukları için, önce zikredilmişlerdir.

Ehl-i Kitab Tabiri

Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, "Ehl-i Kitab"tan demiş de, "Yahudi ve hritiyanlardan" dememiştir?

Cevap: Çünkü, "ehl-i kitab"tan ifadesi, onların, alim olduklarına delalet eder ki bu da, ya daha çok tazimi gerektirmiştir, -ki işte bu sebeple de bunlar, "Yahudi ve hristiyanlardan..." diye değil de, bu lakabla zikredilmişlerdir. Yahutta, bunların alim olmaları, küfürlerinin daha fazla çirkin olmasını gerektirmiştir; daha fazla cezayı hak ettiklerine dikkat çekmek için de, işte bu vasıfla zikredilmişlerdir.

İkinci Mesele

Bu ayette, şeriat (yasa) ile ilgili birtakım hükümler vardır.

1) Cenâb-ı Hak, "kafir olanlar" ifadesini, ehl-i kitab ve müşrikler olarak tefsir etti. Binâenaleyh bu, hepsinin, küfürde aynı olmalarını gerektirir. İşte bu yüzden ulema, "Küfür, tek bir millettir" demişlerdir. O halde yahudi müşrike, müşrik de yahudiye varis olabilir.

2) Atıf, muğayereti gerektirir. İşte bu yüzden, biz zımmînin müşrik olmadığını Biz söylüyoruz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "... kadınlarını nikahlamadığınız, kestiklerini de yemediğiniz halde..." buyurmuş, böylece ehl-i kitab ' ile müşrik arasında bir farkın bulunduğunu belirtmiştir.

3) Cenâb-ı Hak, "ehl-i kitab" ifadesini zikretmek suretiyle, "ehl-i ilim"e bakarak aldanmamanın caiz olmayacağına dikkat çekmektedir. Çünkü, geçmiş ümmetler hakkında meydana gelen şeyin aynısı, Kur'ân ehli (müslümanlar) için de meydana gelmiştir.

Dördüncü Mesele

Kaffâl şöyle demektedir: "Infikâk", bir şeyin bir şeyden ayrılması demek olup, aslı, fekk kökündendir. Ki, fekk de, açmak, sona ermek, ayrılmak anlamına gelir. Mühürünü kaldırdım ve açtım.." anlamında, "üzerindeki kapalılığı gidermek" ; manasına gelen ifadesi de böyledir. Baksana, bu sözün zıddı, ifadesidir ve "Esiri kurtarmak, salıvermek" ifâdesi de böyledir. Böylece, bir şeyin bir şeyden "infak"ının, ayrılışının, tıpkı, bir kemiğin mafsalından ayrılması durumunda olduğu gibi, o şeyin ona yapışmasından sonra, o şeyi ondan izale etmek gibi olduğu sabit olmuş olur. Buna göre mana, "Onlar dinlerine son derece kuvvetli bir biçimde sarılmışlardır. Onlar o dinlerinden, ancak beyyine geldiği zaman ayrılırlar" şeklinde olur. "Beyyine" de, kendisiyle, hakkın batıldan ayrıldığı apaçık delil demektir. Binâenaleyh beyyine, hak batıldan ayrıldığı ve hakkı batıldan ayırdığı için, ya "beyân", yahut da "beynûnet" kökündendir. Bu ayetteki "beyyine"nin ne demek olduğu hususunda şu görüşler vardır:

Beyyine Hazret-i Peygamber'dir

Birinci Görüş: "Beyyine" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Daha sonra bu görüşte olanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hangi sebeple, "beyyine" denildiği hususunda da şu izahları yapmaktadırlar:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zatı, nübüvvetine bir beyyine, apaçık delildir. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), nübüvvetini ve risaletini anlatma konusunda son derece ciddidir. Yalancı olan, bir şeyi yapmaktan yapmaya kalkışan kimseden ise, böylesine son derece ciddi şeyler meydana gelmez. O halde bu demektir ki, geriye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ya sadık olduğu, ya da bunak olduğu malumdur. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), son derece akıllıdır. O halde geriye ancak, onun sadık olması ihtimali kalmaktadır.

2) Onda mevcut olan huyların tamamı, mükemmelin ve i'câz noktasına ulaşmıştır. Ki, cahız bunu anlatmış, Gazali (r.h) ise, "el-Munkızu mine'd-dalâl" adlı eserinde bunu teyit etmiştir. O halde, işte bu iki sebepten dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisi, "beyyine" olarak isimlendirilmiştir.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri son derece açık olduğu gibi, alabildiğine de çoktur. İşte bu iki hususun bir araya gelmesinden dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisi, aslında bir beyyine ve hüccet gibi kabul edilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, nur saçan, aydınlatan bir lamba "sirâcen münîra (Ahzab,46) olarak vasıflandırmıştır. Buradaki "beyyine" ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiğini söyleyenler, bu ifadenin hemen peşinden gelen, "Allah'dan bir resul" ifadesi ile istidlal etmişlerdir. O halde bu demektir ki, (......) kelimesi, (......) kelimesinden bedel olarak merfu okunmuştur. Abdullah ibn Mes'ûd da, "beyyine" kelimesinden hal tutarak (......) şeklinde mansub okumuştur. Bu görüşte olanlar şöyle demektedirler: "el-beyyinetu" kelimesinin başındaki elif-lâm marifelik ifade edip, bu da, (......) ifadesini Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın lisanında kılan Tevrat ve İncil'de bahsi geçen zattır. Yahut da, bu ifadenin başındaki elif-lâm tefhim için olup, "Bu, beyyine, daha mükemmelinin bulunamayacağı bir biçimde mükemmel olan bir "beyyine"dir" demektir. Yahut da, "el-beyyinetu" kelimesiyle, tüm "beyyine"ler kastedilmiştir. Çünkü marifelik bazan, tefhim için olduğu gibi, nekre getirmek de böyledir, ki, Allahü teâlâ, işte bu iki hususu da burada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında cem edip beraber kullanmıştır. Böylece, işe önce marife olanla başlamıştır, ki bu lafzıdır; daha sonra da, nekire getirerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i övmüş ve buyurmuştur ki, bu, "Bu bir Resuldür, ama ne Resul!.." manasındadır. Bu ifadenin bir benzeri ise Allah'ın, Kendisini sena ederken, zikretmiş olduğu şu ifadelerdir. Cenâb-ı Hak önce marife olarak, "Yüce Arşın sahibi" (Burûc, 15) buyurmuş, dha sonra da, bu marifelikten sonra nekre getirerek, "Her dilediğini yapan..." (Burûc, 16) buyurmuştur.

Beyyine: Bütün Elçiler

İkinci Görüş: Ayetteki, "beyyine" ile, mutlak manada tüm resuller kastedilmiştir. Bu görüş, Ebû Müslim'in görüşü olup, o şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi ile, "Onlara, kendilerine tertemiz suhufu okuyan, Allah'ın meleklerinden elçiler gelinceye değin..." manası kastedilmiştir ki, bu manaya göre bu ifade, tıpkı, "Ehl-i kitab, senden, kendilerine gökyüzünden bir kitap indirmeni isterler" (Nisa, 153) ayeti ile, "Hayır, tam aksine, onlardan her biri, kendilerine yazılmış olan apaçık sahifeler verilmesini isterler" (Müddessir, 52) ayetleri gibidir.

Beyyine: Kur'ân'dır

Bu, Katâde ve İbn Zeyd'in görüşü olup, bu görüşe göre, beyyine, Kur'ân'dır. Ki, bu ifadenin bir benzeri de, "Onlara, ilk sahifelerde bulunan şeylerin apaçık beyanları gelmedi mi?" (Tahâ, 133) ayetidir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi gelmiştir ki, burada, mutlaka mahzûf bir muzafın bulunması ve takdirinin de "Bu beyyine de Allah'dan olan Resule yapılan vahiydir ki, o Resul, temiz sahifeleri okur..." şeklinde olması gerekir.

Suhufen Mutahhare

Ayetteki, içinde (kitabların) en doğru (hükümleri) yazılı temiz sahifeleri okuyacak..." cümlesine gelince, bil ki, "suhuf" kelimesinin çoğuludur. Sahife de, üzerine yazı yazılan şeydir. mutahhare"nin ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

a) "Batıl şeylerden arınmış, tertemiz..." demek olup, bu, tıpkı, "Ona, ne önünden ne de arkasından batıl şeyler ilişemez..." (Fussilet, 42) ayeti ile, "... yüce, tertemiz..." (Abese, 14) ayeti gibidir.

b) "Kötü, çirkin isimlerden arınmış, tertemiz..." demektir. Çünkü Kur'ân, en güzel yadlarla anılır. Ve ona, en güzel bir biçimde övgüde ve senada bulunulur.

c) Buradaki "mutahhare" kelimesinin manasının, "ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir" şeklinde olduğu da söylenebilir. Bu yönüyle bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "... ona ancak, iyice temizlenenler dokunabilir..." (Vakıa,78-79) ayeti gibi olmuş olur.

Bil ki, "mutahhare" kelimesi, her ne kadar zahiren (......) kelimesinin sıfatı olarak gelmiş ise de, ancak ne var ki, bu, sahifelerde yer alan şeyin, yani Kur'ân'ın sıfatıdır. Ayetteki (......) ifadesi hakkında da şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifade ile, sahifelere yazılmış ayetler kastedilmiştir.

b) Sâhibu'n-Nazm (el-Cürcanî) şöyle demektedir: "Kutub", bazan hüküm anlamına elir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, "muhakkak ki Ben galip geleceğim" diye hükmetti" (Mücâdele, 21) buyurmuştur. "Aranızda, mutlaka, Allah'ın kitabıyla, yani Allah'ın hükmüyle hükmedeceğim..." cümlesinin geçtiği asîf hadisinde de bu manadadır. Binâenaleyh, ayetteki tabiri ile "dosdoğru hükümler" manası kastedilmiş olabilir.

Kayyime

(......) kelimesinin ne demek olduğuna gelince, bu hususta da, şu iki izah yapılabilir:

1) Zeccâc, bunun manasının, "Kendisinde eğriliğin bulunmadığı ve hakkın batıldan ayırdedildiği dosdoğru... şey" şeklinde olduğunu ve bu kelimenin tıpkı, ve kelimeleri gibi, kökünden şeklinde olduğunu söylemiştir. Ki, bu, Arapların, bir şey ortaya çıkıp da dosdoğru olduğunda, "Falanca şey hakkında, apaçık delil vardır" demeleri gibidir.

2) "Kayyime" kelimesi, anlamında olup, "Bu kitablar, hüccet ve delil olma bakımından, bağımsızlık arzeden delillerdir" demektir. Buna göre bu ifade, bir kimse bir şeyi olduğu gibi icra ettiğinde söylenilen, "Falanca o işi tastamam yaptı..." şeklindeki ifadeden olmuş olur. Bir topluluğun işini üzerine alan kimseye, "kayyım" denilmesi de böyledir.

Buna göre şayet, "Hazret-i Muhammed ümmî olduğu halde, daha nasıl tertemiz sahifeleri okuma işi ona izafe edilebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki, Hazret-i Peygamber, mesela o sahifelerde yer alan satırları okuduğu zaman, ondakilerin tümünü okumuş sayılır. Kaldı ki, Cafer es-Sâdık'a nisbet edilen bir kitabta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yazmasa bile, kitabı okuduğu belirtilmiştir. Belki de, bu O'nun mucizelerindendir.

Ayetteki, "Böyle iken kendilerine kitab' verilmiş olan bunlar ancak, kendilerine o apaşikar hücet geldikten sonra ayrılığa düşerler" ifadesiyle ilgili olarak bir kaç mesele vardır:

Niçin Özellikle Ehl-i Kitap?

Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir soru sorulabilir: Allahü teâlâ bu sûrenin başında hem ehl-i kitabtan hem de müşriklerden bahsetmiştir. Bu ayette ise, sadece ehli kitabı zikretmiştir. Binâenaleyh bunun sebebi nedir? Buna şöyle birkaç yönden cevap verilebilir:

1) Müşrikler kendi dinleri üzere devam edemezler. Binâenaleyh iman ederlerse ne ala. Ama iman etmezlerse öldürülürler. Cizye vermek suretiyle küfürlerini sürdürebilecek olan ehl-i kitab'ın hükmü böyle değildir.

2) Ehl-i kitab, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olacağını, kendi kitablarında görüp bildikleri için, onun peygamberliğinden haberdar idiler. Binâenaleyh bilenler, bu şekilde "ayrılığa düşmek"le tavsif edildiklerine göre, kitabı olmayanlar haydi haydi bu şekilde tavsif edilebilirler.

Cübbaî'ye Cevap

Cübbâî, "Bu ayet, "insanlar, kendilerine o hüccet gelmezden önce, ta babalarının sulbünde iken, şaki ve said diye ikiye ayrılmıştır" iddiasındaki Kaderiyye (yani ehl-i sünnet'in) görüşünün yanlış olduğunu gösterir" der. Buna şu şekilde cevap verilir: "Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü bununla kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın bu hususu ezelde bilmesi ve bunun, insan için olmasını ezelde istemesidir. Ama bu işin, yani saadet veya şekavetin mükellefetten zuhur etmesine gelince bu, o belli hal tahakkuk ettikten sonra meydana gelir.

Üçüncü Mesele

Onlar (yani Mu'tezile), "Bu ayet küfür ve tefrikanın, insanlar için bir kader değil, aksine bizzat onların kendi fiili olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Hak teâlâ, "Kendilerine o apaşikar hüccet geldikten sonra" buyurmuş, hem sonra da, "kitab verilmiş olan bunlar" buyurmuştur ki, bu da, "onlara bu kitabı veren, Allah ve melekleridir" demektir. Binâenaleyh iyi, güzel şeyler ile muvaffak kılma işi Allah'a nisbet edilmiş; şirk, tefrika ve küfür kullara nisbet edilmiştir.

Dördüncü Mesele

Bu ayetin maksadı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmektir. Yani, "Onların ayrılığa düşmesi, seni gama-kedere düşürmesin. Çünkü bu hüccetteki bir kusurdan değil, onların inadları yüzündendir. Onların ataları da böyle idiler. Cumartesi yasağını ihlal ve buzağıya tapma hususunda, yine "kendilerine o apaşikar hüccet geldikten sonra" tefrikaya düşmüşlerdir. Demek ki bu onların eski bir adetleridir.

İhlas Emri

4 ﴿