5

"Halbuki onlar, Allah'a, O'nun dininde muhlis ve muvahhid olarak ibadet etmekten; namazı dosdoğru kılmaktan ve zekatı vermekten başka birşeyle emrolunmamışlardı. En doğru din de işte budur".

Bu ayetle ilgili olarak bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetteki, ifadesiyle ilgili şu iki açıklama yapılabilir:

a) Bununla, "Onlar, Tevrat ve İncil'de, ancak hanif (tevhid) dini ile emrolunmuşlardı" manası kastedilmiştir. Böylece, onların tevhidle memur oldukları anlaşılır. Fakat Hak teâlâ bunun peşinden, "En doğru din de işte budur" buyurunca, bu hükmün onlar hakkında meşru bir hüküm olduğu gibi, bizim hakkımızda da meşru bir hüküm olduğunu anlamış oluyoruz.

b) Bu ifadeyle, "Ehl-i kitaba, Hazret-i Muhammed'in lisanıyla, İşte bu şeyler emredilmiştir" manası kastedilmşitir. Bu mana, şu üç sebepten ötürü daha uygun ve doğrudur:

1) Buna göre ayet, yeni bir hüküm ve şeriat ifade etmektedir. Allah'ın kelamını, daha fazla fayda ve mana sağlayan şeye hamletmek ise daha evladır.

2) Burada, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bahsedilmiştir. Bu da, "kendilerine o apaşikar hüccet geldikten sonra" ifadesindeki hüccet (beyyine)'dir. Burada diğer peygamberlerin bahsi ise geçmemiştir.

3) Allahü teâlâ ayeti, "En doğru din de işte budur" cümlesiyle bitirmiş ve ayetin müteallikinin, yani ilgili olduğu şeyin, "din-i kayyım" (en doğru din olduğuna hükmetmiştir. Binâenaleyh biz ister bunun, bizden öncekilerin şeriatı olduğunu veyahut da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatını anlatan yeni bir şeriat olduğunu söyleyelim, bizim için de meşru (şeriat) olması gerekir." Bu, Mukâtil'in görüşüdür.

Allah'ın Gaye Gözeterek İş Yapması

Hak teâlâ'nın, ifâdesinde şöyle bir incelik yatmaktadır: Buradaki lâm, lâmu'l-garaz (maksadı anlatan lâm)'dır. Binâenaleyh ayeti zahiri manasına almak mümkün değildir. Çünkü herhangi bir maksad için bir iş yapan herkes zatı gereği naakıs bir varlık olup, işte o maksad ile kendisini tamamlamak istemiştir. Şimdi Allahü teâlâ bir maksada mebnî olarak iş yapmış olsaydı, zatı gereği noksan ve başkasıyla tamamlanmak isteyen bir varlık olmuş olurdu ki böyle olması imkansızdır. Çünkü u "maksad", eğer kadim bir maksad ise, onun kadim oluşundan fiilen de kadim olduğu neticesi çıkar. Yok eğer bu muhdes ise, başka bir maksada muhtaç olur. Böylece de "teselsül" gerekir. Halbuki "teselsül" muhaldir. Bir de eğer Cenâb-ı Hak, bu maksadı meydana, ancak o vasıta ile meydana getirebiliyorsa, aciz demektir. Yok eğer buna ta baştan kadir ise, o vasıtayı araya sokmak abes-lüzumsuz bir iş olur. Binâenaleyh ayetteki bu ifadeyi zahiri manasına almanın mümkün olmadığı sabit olur. Dolayısıyla bu ifadeyi mutlaka te'vil etmek gerekir. Bu cümleden olarak mesela Ferrâ şöyle der: "Araplar, lâm harf-i cerrini "emr ve irade" fiilleriyle kullanılan, edatı (saff, 8) ve (En'âm, 71) ayetlerinde olduğu gibi... Üstelik Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh) bu ayeti (......) şeklinde okumuştur. Böylece bu ifade ile "Allah'a ibadetle emrolundular" manasının kastedildiği sabit olmuştur.

İhlas, halis-katıksız niyet demektir. Nazar-ı dikkate alınan şey, katıksız niyet olduğuna göre, her emredilen şeyin mutlaka bir niyet ile yapılması gerektiğine delalet etmektedir. İşte bu yüzden Şafiîler, Hak teâlâ'nın, "Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi.,, yıkayın"(Maide, 6) ayetiyle abdestin emrolunduğunu; bu ayetin de hem emrolunan şeyin niyet ile olması gerektiğine delalet ettiğini; dolayısıyla da, bu iki ayetin toplamından, abdestte niyetin farz olduğu neticesinin çıktığını söylemişlerdir. Mu'tezile ise, Allah'ın fiil ve hükümlerinin bir takım gaye ve maksadlara bağlanması gerektiği kanaatında oldukları için, bu ayeti zahiri manasına alarak, ayetin manasının, "Onlar Allah'a ibadet etmeleri için birşeyle emrolundular" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşün aleyhine de kuvvetli delil getirilebilir. Çünkü onların verdiği manaya göre ayetteki takdir, "Onlar o şey hususunda dini sırf Allah için yapıcılar olarak, Allah'a ibadet gayesiyle o şeyle emrolundular" şeklinde olur. Bu da, emredilen tüm şeylerde niyetin nazar-ı dikkate alınmasını gerektirmektedir. Buna göre eğer, "Marifetullah hususunda düşünmek de emrolunan şeylerdendir. Halbuki bunda niyetin nazar-ı dikkate alınması imkansızdır. Çünkü niyet, ancak birşey bilinip, tanındıktan sonra onda nazar-ı dikkate alınır; ama bilinmezden önce, nazar-ı dikkate alınamaz" denilirse biz deriz ki. Farzedin ki sizin ileri sürdüğünüz bu misalde, ayetin umûm oluşu, sizin ileri sürdüğünüz aklî delil gereği tahsis edilmiştir. Ama ayet, bu misalin dışında kalan yerlerde hüccet olmaya yine devam etmektedir.

Fiilin Meçhul Kullanılması

Ayetteki, "emrohnmuşlardı" ifadesi, meçhul siğa ile olup, tıpkı, "Size oruç yazıldı" (Bakara, 183) ve "Size kısas farz kılındı" (Bakara, 178) ayetleri gibidir. Alimler bu ifadenin "meçhul" oluşu hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Hak teâlâ sanki, "ibadet zor bir iştir. Ama Ben aslında senin zorlukla başbaşa kalmanı istemiyorum. Aksine senden ibadeti istemem, tıpkı ananın seni emzirmek İsteşiyi gibidir" demek istemiştir. İşte bu yüzden ilgili işin (ibadetin) sonu rahmete varıp dayanınca, Hak teâlâ, "Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti vacib kıldı" (En'am, 54) ve "Allah, onların kalblerine imanı yazdı" (Mücadele, 22) buyurmuştur. Görünür alemde, şu dünyada, oğiunun, bir iş yapmasını istediği zaman baba ona önce, "şöyle yapmalısın" der ve ona açıkça emretmez. Çünkü bazan oğlu, bunu kabul etmeyebilir. O zaman da suçu büyük olur. İşte burada da Hak teâlâ, reddedenlerin-kabul etmeyenlerin suçları saklı kalsın diye, açıkça emretmemiştir.

2) Biz hus'nun ve kubh'un (iyilik ve kötülüğün) bilinmesinin akıl ile olduğunu söylersek, şöyle diyebiliriz: Hak teâlâ adeta, "İbadet etmeni emreden sadece Ben değilim. Aksine aklın da sana bunu emretmektedir. Çünkü sonsuz nimetler veren zata, son derece ta'zimde bulunman aklen de gerekli olan birşeydir" demek istemiştir.

Dördüncü Mesele

Bu ayetteki, "lâm", ehl-i sünnetin görüşüne delalet etmektedir. Çünkü ehl-i sünnet şöyle demektedir: İbadetler cennet mükafaatını elde etmek, yahut da cehennem azabından kurtulmak için farz kılınmamışlardır. Aksine senin bir kul, Allah'ın da bir Rab oluşundan ötürü farz kılınmışlardır. Binâenaleyh dinde kesinlikle ne bir sevab, ne de bir ikab namına hiçbirşey olmasaydı da, Cenâb-ı Hak yine sana ibadeti emretseydi, bunlar, sırf kulluğun gereği olarak farz olurdu. Dolayısıyla bu ifadede, cennet elde etmek veya cehennem azabından kurtulmak için Allah'a ibadet edenlerin, gerçekte mabudlarının o mükafaat veya cezadan kurtulma olduğuna, Hak teâlâ'nın ise bir vasıta kabul edildiğine bir işaret vardır. "İrfanı, irfan için tercih eden ikincisine taraftar olduğu için tercih etmiştir. Ama irfanı, maruf (irfan sayesinde bilinen) için tercih eden ise, vuslat deryalarına dalmış olur" şeklindeki söz, ne kadar güzel bir sözdür!

İbadetin Manası

İbadet, tezellül etmek, boyun eğmek demektir. Nitekim "zelil kılınmış, ayaklar altına alınmış yol" manasında da, "tarik-i muabbed" denilir. "îbadet"in, "taat" demek olduğunu söyleyenler hata etmişlerdir. Çünkü meleklere, mesih'e ve putlara ibadet eden bir grup vardır ve onlar, bunlara ibadet etmişlerdir, ama itaat etmemişlerdir. Fakat şeriatta ibadet, Allah'a taat olan ve alabildiğine tezellül ve saygı içerisinde eda edilen herşeyin ismi olmuştur.

Bil ki bu manada ibadete, ancak zatı, zatî ve fiilî sıfatları hususunda tek olan zat müstehak olur. Eğer O'nun bir eşi ve benzeri olsaydı, O'na böylesine sonsuz ta'zimde bulunmak caiz olmazdı. Hem sonra biz diyoruz ki: Bir fiilin İbadet olması için, onda mutlaka şu iki şeyin bulunması gerekir:

a) O şeyin, son derece ta'zim içinde yapılmış olması.. İşte bu yüzden çocuğun kıldığı namazın ibadet olmayacağını söylüyoruz. Çünkü çocuk, Allah'ın azametini bilemez. Binâenaleyh çocuğun bu fiili alabildiğine bir ta'zim içinde olmaz.

b) Yapılan o işin, emredilmiş olması... Binâenaleyh son derece ta'zimle yapılmış olsa bile, yahudinin fiili ibadet değildir. Çünkü o, bununla emredilmemiştir. Burada alınması gereken ders şudur: Çocuğun fiili, yaptığında ta'zim vasfı olmadığı; yahudinin fiili ise, emredilmediği için, ibadet değildir. Binâenaleyh bir amir ve ta'zim olmadan, senin o noksan rükû'un nasıl bir ibadet olabilir?

İhlas

İhlas, herhangi bir işi, yapmaya götüren başka sebeplerin tesiri olmadan, sadece tek bir sebepten ötürü yapmaya denir. Bu ayette öğüt alınacak noktalar şunlardır:

a) Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ey kulum, senin, taatları artırmaya gücün yoktur. Aksine, onları ancak ihlaslı yapabilirsin. Çünkü Ben, bütün güç ve kudretimi senin için harcamadım ki, senden de tüm güç ve kuvvetini harcamanı isteyeyim. Aksine Ben, senin için bir kısmını harcadım. Binâenaleyh senden de bir kısmını, malın kırkta birini en kırk koyundan bir koyunu istiyorum (zekat olarak). Fakat Ben yaptığım kadarını, sadece senin için yaptım. Binâenaleyh sen de taatta bulunurken, sadece Benim için yap. Dolayısıyla da yaptığın o ibadetlerden, bakalarına pay ayırman şöyle dursun, kendine bile pay ayırma. Namazında kaşınma ve öksürme gibi, senden sadır olacak mubah işler bile, o ibadette kendin için ayırdığın paylar sayılır. Dolayısıyla bununla da namazın ihlası bozulur. Mekruh sayılan hareketler ise, şeytanın hissesine düşenlerdir.

b) Hak Tealâ adeta "Ey akıl, sen cehalete ve akılsızlığa meyletmeyecek kadar hakimsin, hikmetlisin. Ben de bunu yapmayan bir hakimim. Dolayısıyla sen, ancak Benim istediğimi istersin ve Ben de senin istediğini isterim. Sonra Ben Sübhanehu ve Teâlâ, alemlerin padişahıyım. Ey akıl, sen de bu bedenin padişahısın" der. Böylece de lutfu ile şunu demek istemiştir: "Padişah padişaha hizmet etmez. Ama anlaşabiliriz. Dolayısıyla Ben, tüm yaptıklarımı senin için yapıyorum. Bu, "Yerdekilerin tümünü sizin için yaratan O'dur"(Bakara, 29) ayetiyle ifade edilmiştir. Öyleyse sen de, tüm yaptıklarını benim için yap. Bu da, "Onlar, Allah'a, O'nun dininde muhlisler ve muvahhidler olarak ibadet etmekten... başka birşeyle emrolunmarnışlardı" ayetinin ifade ettiği husustur.

Bil ki ayetteki, "muhlisin" ifadesi, "hal" olarak mensubtur ve bu, bir işin başından sonuna kadar, ihlasla yapılması gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü "muhlis", güzeli, güzel olduğu için; vacibi de vacib olduğu için yapan; böylece de yaptığını herhangi bir gösteriş, kahramanlık ve benzeri maksadları gözetmeden, sırf Allah rızası için yapan kimsedir. Hatta alimler şöyle demişlerdir: "Cennet asıl gaye edinilemez. Cehennemden kurtulma da, hernekadar elde edilmesi gereken birşey ise de, asıl gaye olamaz." Tevrat'ta da, "Benim rızam gözetilerek yapılan şeylerin azı bile çok sayılırken; rızam gözetilmeksizin yapılan şeylerin pek çoğu bile, az sayılır" demiştir. Alimler, "Meselâ kurban bayramında bir koyun kesmek, kişinin üzerinden farzı kaldırır. Ama sen, birini Allah rızası için, diğerini de emir (padişah) için iki kurban kestiğinde, alabildiğine huşu içinde olsan bile, bu bir şirk olduğu için caiz değildir. İşte aynen bunun gibi, ibadetlerde, başkasından ötürü fazla ibadette bulunmama dahi, ihlastandır. Çünkü insanlar bunu görünce, o ibadet caiz olmaz (riyaya girer). Şu halde, sen ibadetine, başka bir ibadeti karıştırdığında ya durum nasıl olur? Şayet sen bu ibadetlerine, mesela imamdan öne geçme gibi bir yasağı karıştıracak olsan, hatta ana-bâbana, çoluk-çocuğuna, kölene ve cariyene zekat vermen caiz olmadığı halde bunu yapsan durum nasıl olur? Çünkü bu durumda kişi ihlaslı olamaz. Şimdi sen böyle yapmanla, babanın veya çocuğunun sevincini sağlamak istersen, ihlas diye birşey kalmıyor. Ya, şehvetinin ve arzunun tatmini elde etmeye kalkıştığında, ihlas nasıl kalır?

Selef alimleri ayetteki "muhlisler" ifadesinde ihtilaf ederek; bir kısmı buna, "ibadetin sırf Allah'a ait olduğunu kabullenerek.."; diğer bir kısmı, "Yaptıkları ibadetlerde kalbleriyle Allah'ın rızasını kastederek..." manasını verirken; zekât da bu ifadeye, "Allah'ı bir tanıyarak ve O'nun yanısıra başkasına ibadet etmeyerek..." manasını vermiştir. Bu mananın delili ise, "Onlar, ancak tek bir ilaha ibadet etmekle emrolundular" (Tevbe, 31) ayetidir.

Hanifler

Ayetteki, "Muvahhidler olarak ... namazı kılmaktan ve zekatı vermekten (başka bir şeyle emiolunmadılar)" ifadesi ile ilgili şöyle bir kaç görüş vardır:

Birinci Görüş: Mücâhid bu ifadeye, "İbrahim (aleyhisselâm)'in dinine tabi olarak..." manasını vermiştir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Sonra sana, hanif (muvahhid) olarak ibrahim'in dinine uy. O, müşriklerden değildi" diye vahyettik" (Nebe, 123) buyurmuştur. Bu tefsirde şöyle bir incelik vardır: Hak Sübhânehû ve Teâlâ "taklid"in, insanın karakterine hükümran olduğunu bildiği için, kişiyi tamamen taklidden menetmeye müsaade etmediği gibi, tamamen taklide dayanmaya da izin vermemiştir. İşte bu sebeple Hak teâlâ şüphesiz temezliğinde herkesin ittifak ettiği bir topluluğu zikretmiştir ki işte bu da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla beraber olanlardır. Bu sebeple, Allahü teâlâ "Sizin için şüphesiz İbrahim'de ve onunla birlikte olanlarda örnek alınacak güzel bir numune vardır" (Mümtahine, 4) buyurmuştur. Buna göre adeta, "Eğer dinin hususunda birisini taklid edeceksen, İbrahim (aleyhisselâm)'i taklid et. Çünkü o, putlardan uzak durmuş ve onlardan vazgeçmiştir. Ama bu o kadar enteresan değildir. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm) kendisini ateşe teslim ederken kendinden de vazgeçmişti. Yine o, misafirlere ikramda bulunurken malından; çocuğunu kurban ederken, çocuğundan vazgeçmişti. Hatta rivayet olunduğuna göre, "Subbûhun Kuddûsün" diye yapılan tesbihatı duyup hoşlandığında, bunu diyeni görüp de, tekrar etmesini isteyemedi. Bunun üzerine bu teşbihi yapan kimse, "Bu işin ücretsiz tekrarlanmasını istemen olmaz" deyince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bütün malını verdi. Bunun üzerine (teşbihi yapan) Cebrail (aleyhisselâm) kendisine gözüktü ve "Seni halîl (dost) diye adlandırdığı için bu senin hakkındır. Malını al. Çünkü, o sözü söyleyen bendim" dedi. Öyle ki İbrahim (aleyhisselâm), Cebrail (aleyhisselâm)'e bile "Sana da ihtiyacımı arzetmem" diyerek Cebrail (aleyhisselâm)'e bile durumunu arzetmemiştir." Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Eğer ibadet edeceksen, onun, yani İbrahim'in ibadeti gibi ibadet et. Binâenaleyh helali ve padişahların kapılarını terketmeyince, hiç olmazsa haramları ve şeytana uymayı terketmez misin?

Eğer Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e ittiba edemiyorsan, hiç olmazsa onun çocuğuna ittiba etmeye çalış. Bak, onca küçüklüğüne rağmen, Rabbisinin hükmüne nasıl boyun eğip, boynunu o rüyanın hükmüne teslim etti. Eğer erkeklerden aşağı bir durumda isen, aklı noksan denilenlere uy. Bu da kurban edilecek o çocuğun (İsmail'in) anasıdır. Bak ki bu gamı-kederi nasıl yudumlayabildi. Sonra hür bir kadın, erkeğin yarısıdır. Zira iki kadın, hem şahidlik, hem miras hususunda bir erkeğin yerini tutar. Cariye ise hür kadının yarısıdır. Delili ise, gece taksimatında (kocaların geceleme taksimatında), hür kadınlar için iki gece, cariyeler için bir gece ayrılmasıdır. Binâenaleyh İsmail (aleyhisselâm)'in anası Hacer, bir erkeğin dörtte biridir. Şimdi bak ki bu kadın Rabbine nasıl itaatta bulunup, evladı hususunda öylesine büyük bir sıkıntıya katlanmıştır. Sonra yine bak ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), bu kadını Mekke dağlarında azıksız ve susuz, yalnız başına bıraktığında ve döndüğü zaman onunla konuşup, ona iltifat etmediğinde nasıl sabretmiş ve "Böyle yapmanı Allah mı emrediyor?" dediğinde, başıyla "Evet" diye işaret ettiğinde, nasıl sabretmiş, duruma nasıl razı olmuş ve bu sıkıntılara nasıl katlanmıştır?

İkinci Görüş: Buradaki "hunefâe" kelimesi ile, "müstakimine" (müstakimler olarak) manası kastedilmiştir. Çünkü "hınf", "istikamet" demektir. Ayakları eğri olan kimseye de uğur umularak, "ahnef" denilmiştir. Bu tıpkı kör olana "basîr" (gören); tehlikeli yere, "mefâze" (kurtuluş yeri) dememiz gibidir. Bunun bir benzeri de, "Rabbimiz Allah'dır" deyip, sonra da müstakim, dosdoğru olanlara gelince..." (Fussilet, 30); "(Ey Rabbimiz) bizi Sırat-ı müstakime ilet" (Fatiha, 5) ayetleridir.

Üçüncü Görüş: Bu kelimeye, "haccedenler olarak" manasını vermiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak önce kullardan bahsetmiş, sonra da "hunefâe" demiştir. Hacc'da hem namaz, hem de mal harcama bulunduğu için, haccı namazdan önce getirmiştir.

Dördüncü Görüş: Ebû Kıla be de şöyle der: "Hanif, bütün peygamberlere inanan ve hiçbirisini istisna etmeyen kimsedir. Binâenaleyh, peygamberlerin en efdali olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeyen nasıl hanif olabilir."

Beşinci Görüş: Hunefâ, "bütün dini câmî olarak" demektir. Çünkü haniflik, dinin bütünüdür. Zira Hazret-i  Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben, kolay ve müsamahalı olan haniflik ile gönderildim" Keşfu'l-Hafa, 1/287. buyurmuştur.

Altıncı Görüş: Katâde bu kelimeye, sünnet olma ve nikahlanması haram olan kadınlarla evlenmeyi haram kabul etme manasını vermiştir. Buna göre ayetteki bu kelime, "sünnet olmuş kimseler ve analar ile ve evlenilmesi haram kadınlar ile evlenmeyi haram sayanlar olarak..." manasına gelir. Binâenaleyh, "hunefâe" kelimesi, bir nefye işarettir. Hak teâlâ daha sonra bunun peşinden müsbet ifadeyi getirmiş ve "namazı dosdoğru kılmak ve zekatı vermek" buyurmuştur.

Yedinci Görüş: Ebû Müslim bu kelimenin aslının "ayaktaki hanîf" ifadesine varıp dayandığını, bunun ise ayağın baş parmağının, diğer parmaklara sırtını dönmesi ve diğer ayaktaki baş parmağa doğru dönmesi demektir. Binâenaleyh, hanîf, bütün dinleri bırakıp, İslâm dinine yönelen demektir.

Sekizinci Görüş: Rabî' b. Enes, "Hanîf, namaz kılarken kıbleye yönelen kimsedir" der. Bu zat bu görüşü benimsemiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) tekbir alırken, "Yüzümü gökleri ve yeri yaratana hanif olarak döndürdüm" (En'âm, 79) demiştir.

Ayetteki namaz kılma ve zekat verme ile ilgili izahlar defalarca geçmiştir.

Hak teâlâ daha sonra "En doğru din de budur" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Dinu'l-Kayyime

Müberred ve Zeccâc bu ifadenin takdirinin, takdirinde olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh, "kayyime"nin mevsufu, mahzuftur. "Kayyime" ile ise, ya "müstakime" yahut da "kâime" manaları kastedilmiştir. Bu iki hususu, üçüncü ayette izah ettik. Ferrâ da bu ifadenin, sıfatın mevsufuna izafesi kabilinden olduğuna ve Hak teâlâ'nın (vakıa, 95) ayetinde olduğu gibi olduğunu; (Beyyine, 3) ifadesinde olduğu gibi, sondaki tâ'nın mübalağa için olduğunu söylemiştir.

Batıl Dinlerdeki Dengesizlik

Bu ayette şöyle bir takım incelikler var:

Birinci İncelik: Herşeyin mükemmeli ancak, hem usulünün (itikadın) hem de furû'nun (amelin) birlikte elde edilmesi duruumunda hasıl olur. Birtakım kimseler usulünü sapasağlam elde etmeksizin, furu'da ileri gitmişlerdir ki bunlar yahudi, hristiyan ve mecusilerdir. Çünkü bunlar kendilerini taatlarda epeyce yormuşlardır, ama hiçbir zaman hak dini, doğru inancı elde edememişlerdir. Bir takım kimseler de usulü (itikadı) iyi yapmış, furû'u ihmal etmişlerdir. Bunlar da "iman olduktan sonra günah zarar vermez diyen" mürciedir. Halbuki Allahü teâlâ, bu ayette iki grubun da hatalı olduklarını, amel ve İhlasın mutlaka bulunması gerektiğini beyan etmiştir. İhlası "muhlisine" kelimesi ile; ameli (ibadeti) de, "namazı dosdoğru kılmak ve zekatı vermek" ifadesiyle belirtmiştir.

Daha sonra da "işte bütün bunların toplamı, din-i kayyime, yani dosdoğru mu'tedil beyyine (hüccettir)" buyurmuştur. Uzuvların toplamı nasıl bir beden ise, bu sayılan şeylerin toplamı da tek bir dindir. O halde dinin kalbi, itikaden (ihlasın); yüzü, namazın; dinin hakikatini ortaya koyan lisanı da zekattır. Çünkü lisanınla nasıl senin fazl-ü kıymetin ortaya çıkıyorsa, sadaka ve zekatın ile de dinin kadr-u kıymeti ortaya çıkıyor. Hem sonra “kayyim” kendi işlerini görmekten aciz olan kimselerin işlerini gören-yürüten kimsedir. Böylece Hak teâlâ sanki, "Senin hem dünyevi, hem de uhrevi işlerini gören ve sana fayda sağlayacak şey İste bu toplamdır" demek istemiştir.

Bu ayetin bir benzeri de, "din-i kayyim" (En-âm, 161) ve "kitab-ı kayyim"(Kehf,2) ayetleridir. Çünkü Kur'ân, hakka iletmeyi üstlenen bir kitabtır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kim Allah'ın işinde (emri üzere) olursa, Allah da onun işinde olur (işlerini yürütür)" şeklindeki hadis-i şerifi de bunu te'kid eder. Allahü teâlâ Dâvûd (aleyhisselâm)'a da, "Ey dünya sana hizmet edeni, kendine hizmet ettir, peşinde koştur. Ama Bana hizmet edene ise, sen hizmet et" diye vahyetmiştir.

Melek-İnsan Mukayesesi

İkinci İncelik: Yaptığı şeylerde muhsin olanlar, Hak teâlâ gibidirler. Çünkü Hak teâlâ kullarına ve meleklerine ihsanda bulunmaktadır, bunlar da Hâlık'larını tesbih ve takdisle meşguldürler. O halde ihsan meleklerden değil, Allah'dandır; ta'zim ve kulluk ise Allah'dan değil, meleklerdendir. Hem sonra insan kıyamet meydanına getirildiğinde, Allahü teâlâ onlarla övünerek şöyle buyurur: "Ey meleklerim, bunlar da sizin gibidirler. Bunlar da tesbihat ve tehlilatta bulunmuşlardı. Hatta bazı fiillerde, Benim gibidirler. Çünkü bunlar da ihsanda bulunmuş ve tasadduk etmişlerdir. Ama ey meleklerim size, sırf Bana olan kulluğunuzdan ötürü ikramda bulundum. Siz de Beni, size yaptığım ihsandan ötürü ululadınız. Böylece siz iki şeyden birine sabrettiniz: namaz kıldınız, böylece kulluk görevini ifa ettiniz; zekat verdiniz böylece ihsanda bulundunuz. Binâenaleyh onlar iki şeye sabrederlerken, siz iki şeyden birine sabrettiniz." Melekler insanların bu durumuna hayran olur ve dikkatlerini onlara çevirirler. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Melekler her kapıdan onların yanına girerek, "Sabrınıza karşılık selam olsun size" (Ra'd, 23-24) derler" buyurmuştur. İşte böyle bir din, "kayyim" olamaz mı?

Üçüncü İncelik: Din, tıpkı can gibidir. Binâenaleyh dinin hayatiyeti, marifetullah iledir. Sonra kudretsiz ve bilgin olan can, aciz ve kötürüm gibidir. İlimsiz ama kudretli can ise, mecnun gibidir. Binâenaleyh ilim ve kudret beraber bulunduğu zaman can, mükemmel bir can olur. İşte aynen bunun gibi, namaz din için, tıpkı bir ilim; zekat da din için tıpkı bir kudret gibidirler. Bu ikisi bulunduğunda, o din "kayyime" adını alır.

Dördüncü İncelik: Ayetteki tertibin (sarınan) hikmeti şudur: Hakîm olan Allahü teâlâ, peygamberine, önce insanları en kolay şeye yani, söze ve inanca davet etmesini emrederek "muhlisîne..." buyurmuştur. Daha sonra, insanlar bunu kabul edince, onların mükellefiyetlerini artırmış ve onlardan, eda edildikten sonra o canın, evvelki durumdaki gibi sapasağlam kalabileceği namazı istemiş. İnsanlar bunu kabul edince de, sadaka (zekat) vermelerini istemiş; bunun onlara zor geleceğini bildiği için de, "üzerinden bir yıl geçmedikçe, malda zekat yoktur" buyurmuş; hepsini zikredince de, "En doğru din de işte budur" buyurmuştur.

İman-İslâm

"İman, söz, itikad ve amel (üçlüsünden) ibarettir" diyenler, bu ayeti delil getirerek, şöyle demişlerdir: "Söz, fiil ve amel toplamı, dinin ta kendisidir. Din, İslâm; İslâm da imandır. Binâenaleyh söz, fiil ve amelin toplamı insandır. Çünkü Allahü teâlâ, bu ayette üçünü birlikte zikretmiş ve "En doğru din de işte budur" buyurmuştur. İşte bu da, "Bahsi geçenlerin tümü, din-i kayyime, yani en doğru dindir" demektir. Biz, Hak teâlâ'nın "Allah katında din, İslâm'dır" (Âl-i İmran, 19) ayetine dayanarak, "Din, İslâm'dır" dedik. Şu iki sebebten ötürü de, "İslâm, imandır" dedik:

1) İman, eğer İslâm'dan başka birşey olsaydı, Allah katında makbul olmazdı. çünkü Hak teâlâ, "Kim İslâm'dan başka din ararsa, ondan bu kabul edilmez" (Âl-i İmran, 85) buyurmuştur. Fakat İmanın, Allah katında makbul olduğunda icma vardır. O halde iman, İslâm'ın ta kendisidir.

2) Hak teâlâ, "O beldede mü'min olanları çıkardık ve orada sadece bir tek müslüman ev bulduk" (Zâriyat, 35-36) buyurmuştur. Allah'ın bu ayette, müslümanı, mü'minden istisna edişi, İslâm'ın imanı da içine aldığına bir delildir. Bu mukaddimelerin böyle olduğu sabit olduğuna göre, bu üç şeyin, yani söz, fiil ve amel toplamının iman olduğu ortaya çıkar. Bu durumda da, "iman, sırf Allah'ı tanımanın, yahut Allah'ı ikrarın, yahut da her ikisinin birden ismidir" diyenlerin görüşü batıl olur."

Buna şu şekilde cevap verilir: Ayetteki, "İşte bu" sözü ile, sadece ihtasa işaret edilmiş olması niçin caiz olmasın? Bunun böyle olabileceğinin delili şudur: Bu manaya göre, herhangi bir takdire muhtaç olmuyoruz. Siz ise bir takdir yapmaya ihtiyaç hissediyor ve bununla, "Bu zikredilenler..." manasının kastedildiğini istiyorsunuz. Halbuki gerek yokken takdir yapmamanın daha evla olduğunda şüphe yoktur. Ayetteki, (işte bu) kelimesinin, geçen şeylerin tümüne işaret olduğunu kabul etsek bile, bu, bu toplamın "din-i kayyım" (en doğru din) olduğuna delalet eder. O halde siz ne hakla bunun sadece "din" olduğunu söylüyorsunuz. Çünkü "din" başka, "din-i kayyim" başkadır. O halde din-i kayyim, "başlı başına bağımsız, tam ve mükemmel din" demektir. Bu ise, din ve dinin eser ve neticelerinin onunla birlikte bulunması durumunda söz konusu olur. Dinin eser ve neticeleri ise namaz ve zekat gibi ibadetlerdir. Şimdi bunların toplamı bulunmadığında, "din-i kayyim" hasıl olmaz. Öyle ise siz niçin, "Din hiç mevcut olmaz" diyorsunuz. İşte münakaşa sadece buradadır. En iyi bilen Allah'dır.

Kafirler Cehennemliktir

5 ﴿