8

"Onların Rableri nezdindeki mükafaatı, altlarından ırmaklar akan, Adn cennetleridir. (Hepsi de), içinde ebedî, daimî kalıcılardır. Allah bunlardan razı olmuşlardır. Bunlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu (saadet), Rabbinden korkanlara mahsustur".

Bil ki, bu ayetin tefsiri açıktır. Ama biz, bu ayetteki incelikleri, şöyle birkaç mesele içinde zikredelim:

İmanın Serencami

Bil ki, insan iyice düşünürse kendisinin belalar ve sıkıntılar içinde yaratıldığını görür. Evvela, Allah onu en pis bir şeyden, en dar bir mekanda yaratmıştır. Derken o dar ana rahminden dünyaya ağlayarak çıkar. Ama bu çıkışı uzaklaşıp serbest kalmak için değil, merhamet celbetmek için hapisten şikayet etmek içindir. Nitekim hapisten çıkan kendisine acındırmak için feryad eder. Ama o çocuğa merhamet edilmez, üstelik, rahimde bağlı değilken, ebe onu bir güzel sarıp bağlar. Çok geçmeden beşiğe konur, yine iyice bağlanır. Derken, bir zaman geçince de, onu, bir hocaya teslim ederler. Ki, hocası onu, okulda alıkor ve öğretmek için de ona, arasıra dayaklar atar. Ve bu iş, insanın, buluğ çağına gelinceye değin devam eder. Bundan sonra da, akıl ve mükellefiyet çivileriyle adeta çivilenir. Derken, mükellef, kendisini şaşırmış bir vaziyette bulur ve "Benden herhangi bir kusur sudur etmediği halde, benim hakkımda bu işlemleri yapan kimdir" der, o faili buluncaya değin tefekkür ve düşüncelere dalar.

Bunu müteakip o faili, alimlere benzemeyen bir alim, hadislere benzemeyen bir kadir olarak bulur. Böylece de, bütün bunların, şeklen mihnet ve çile, ama hakikatte ise, kerem ve rahmet olduğunu anlar. Böylece de şikayeti bırakır, şükre yönelir. Derken, mükellefiyetin, kulun kalbine, o failin ihsan ve lütuflarına, O'na taat ve hizmette bulunmak suretiyle mukabelede bulunma düşüncesi gelir. Böylece de kalbini, O'nu tanımanın hükümranlığına bir mesken haline getirir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak adeta, "Ey kulum, beni öylesine tanı ki, artık hiçbir kuvvet o bilgiyi oradan çıkaramazsın" demek ister. Yahutta Cenâb-ı Hak, ta önceden, marifetullah tutkusunu oraya, kalbe yerleştirir de, bunun üzerine, bu kalbin sahibi olan kul, "Ya Rabbi, benim kalbime, meme emme arzusunu indirdin, ama ben, daha sonra onu çıkardım.. Baba, ana, dünya sevgi ve arzularımı da böyle yaptım. Ama, ben onların tümünü kalbimden çıkardım. Senin sevgine ve marifetine gelince, ben onları kalbinden çıkarmayacağım.." der. Sonra, bu marifet ve muhabbet, kalb arazisinde kalakalınca, o kaynaktan bir takım şeyler ve kanallar açılır. Artık, insanın gözüne ulaşan kanaldan, ibret alma hasıl olur. Münacaatlarım ve tesbihatlarım dinleme meydana gelir. Ve bu durum, bütün uzuv ve organlar için söz konusudur. Bunun üzerine Allahü teâlâ, "Ey kulum, sen, kalbini, benim için tıpkı bir cennet yaptın ve orada bu sürekli ebedî çayları ve nehirleri akıttın. Sen, onca acziyyetine ve kusuruna rağmen, böyle yaptın. Ama cömertlik, kerem ve rahmet ise, Bana daha çok yakışır. O halde, al sana, senin cennetine mukabil benim cennetimi." demiştir. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onların, Rableri nezdindeki mökafaati, altlarından ırmaklar akan, Adn cennetleridir" buyurmuştur. Belki, kaim ve rahim olan o Rab, şöyle demek istemiştir: "Kulum, bana, nesi var nesi yok, hepsini vermiştir. Ben ise ona, mülkündökilerden bazısını verdim. Halbuki, cömertlik ve kerem, ondan çok, Bana yakışır. İşte bu sebeple, pek yerinde olarak, ben de bunun sürekliliği ve ebediliği, verilen şeyin kısmî ve cüzî olması ve sebebiyle meydana gelennoksanlığı onarıcı olsun diye verdiğim her kısmî ve cüzî şeyi sürekli ve ebedî, daim kıldım.."

İkinci Mesele

"Ceza", kendisiyle kendine yeterliğin meydana geldiği şeyin adıdır. Arabların, "Hayvan taze ot yiyerek, suya ihtiyaç duymadı, onunla yetindi.." şeklindeki sözleri de, bu anlama varıp dayanır. Binâenaleyh, ayet şu iki şeyi ifade etmektedir:

1) Allah, kuluna, eksiksiz, tam ve yeterli mükafaat verir.

2) Allah, kuluna yetecek miktarda nimet verir. Böylece de kulunun için ve gönlünde herhangi bir uhde kalmaz ve arzu ettiği her şey, gerçekleşmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizin için orada, gönüllerinizin arzuladığı her şey vardır... "(Fussilet, 31) buyurmuştur.

Cennet Amelin Karşılığı Mı?

Cenâb-ı Hak, buyurmuş, böylece, "cezâ-mükafaat" sözünü onlara nisbet etmiştir. Halbuki, mutlak anlamdaki nisbet, mülkiyyete delalet eder. Binâenaleyh, bu ifade ile, "Ki fazlından bizi, (ebedî) durulacak bir yurda kondurdu..."(Fatır,35) ayeti nasıl uzlaştırılabilir?

Cevap: Ehf-i sünnete gelince, onlar şöyle demektedirler: Kerim bir Hükümdar, şayet, "Kim parmağını hareket ettirirse, ben ona bin altın veririm" dediğinde bu, hem dil, hem de va'd açısından şart ve ceza cümlesi olur. Ama, zati bir hak ediş açısından ise yani gerçekte bu bir hak ediş (ceza) olmaz. Binâenaleyh, ayetteki (......) kelimesinin doğru ve yerinde bir ifade oluşu hususunda, bu mana yeterli olur. Mu'tezile'ye gelince onlar (Fatır, 35) ayeti hakkında şöyle demektedirler: "Buradaki ifâdesindeki "ibtidâ-i gaye" içindir. Buna göre mana, "Bu cennetteki hak ediş, senin, geçmiş fazlının sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü sen, şayet bizi yaratmasaydın ve lütuf fiillerinde bulunmasaydın, biz, bu dereceye çıkamaz, bunu elde edemezdik" şeklinde olur.

İmdi, şayet, Ehl-i sünnete: "Size göre Allah üzerinde hiç kimsenin hakkı ve alacağı yoktur. Öyleyse, O'nun bu in'âmı tekeffül etmesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Sen biz yokken, Cenâb-ı Hakk'ın geçmiş, dünkü in'âmını mı, yoksa, mükellef tutulduğunuz andaki o günkü in'âmını mı; yahut yarın Kıyamet günündeki in'âmını mı soruyorsunuz? Şimdi, eğersen, dünkü (geçmiş) in'âmını soruyorsan, Cenâb-ı Hak adeta, "Ben, her şeyden faydalanmaktan beriyim. Halbuki sofra, faydalanılabilecek şeylerle alabildiğine doludur. Şimdi Ben şayet mahlukatı yaratmamış olsaydım, bu, faydalanılacak şeyler zayi olurdu. Binâenaleyh, malı mülkü olup da çoluk çocuğu olmayan bir kimse o malından istifade etsinler diye, nasıl köle ve cariyeler satın alırsa, Allah da Kendi mülkünden istifade etsinler diye, yokluk yurdunda bu mahlukatı (adeta) satın almıştır. Nitekim, "Mahlukat, Allah'ın hane halkıdırlar" şeklinde de bir söz vardır. Günlük nimetine gelince, nimet vermek, başladıktan sonra o nimeti tamamlamayt gerektirir. Binâenaleyh, Rahman olan Allah, bunu haydi haydi yapar. Yarınki nimet vermesine gelince Allah adeta, "Ben, va'dim ve verdiğim haberler gereği onlara borçluyum. Artık nasılolur da bu vadimi yerine getirmem?" demek istemiştir.

"Inda Rabbihim" Sözündeki İncelikler

Ayet-i kerimedeki "Rableri nezdindeki" ifâdesindeki bir takım İncelikler vardır. Şöyle ki:

Birinci İncelik: Bazı fukaha, şöyle demektedirler: "Bir kimse, şayet, "Benim için falancanın üzerinde herhangi bir şey yoktur" dese, bu sözden, sadece borç anlaşılır. Ama bu kimse, onun yanında bir emanetin bulunduğu İddiasında bulunabilir. Yine bir kimse, "Benim için falancanın yanında ipi bir şey yoktur" demiş olsa, bu söz de, borca değil, emanete hamledilir. (Falancanın yanında emanetinin olmadığı anlalışılır). Ama, bu kimse, "Falanca tarafında benim için bir şey yoktur dediğinde, bu söz, hem borç hem de emanet manasına alınabilir. Bunu iyice kavradığına göre Cenâb-ı Hakk'ın sözü, bir vedîa'yı (O'nun katında bir emanetiin bulunduğunu) ifade eder. Halbuki "vedîa", bir "ayn"dır, bir nesnedir, somut bir şeydir. Şimdi bir kimse, "Falancanın, benim üzerimde vardır" diyecek olsa, bu, o falancanın, bu sözü söyleyenden bir alacağının bulunduğunu ikrar olmuş olur. Halbuki, "ayn" borçtan daha kıymetlidir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, Kendisi katında olan o şeyin, hazırlanmış, mevcut edilmiş muayyen bir mal gibi olduğunu ifade eder. Buna göre şayet, "Vedîa", emanettir. Dolayısıyla, tazmin edilmez. Halbuki "borç-deyn" tazmin edilir. Tazmin edilen ise, edilmeyenden daha tercihe şayandır" denilirse, biz deriz ki, tazmin edilebilecek şey, helak olması düşünüldüğünde daha hayırlı ve öncelikli olur. Halbuki, Allah hakkında, bir şeyin helak olmasının düşünülmesi imkansızdır, işte bu sebeple biz, tazmin edilmeyen vedîanın, tazmin edilmesi gereken borçtan daha hayırlı olduğunu söylüyoruz.

İkinci İncelik: "Bir beldede fitne vuku bulup, sen de malını mülkünü, kabile reisinin yanında bir emanet olarak bıraktığında, (malın konusunda) kalbin huzurlu olur. Binâenaleyh, senin bu cismani beldende, ilerde bir imtihan vaki olacaktır. Bu durumda da sen. şeytanın o beldede değişiklik yapmasından korkmaktasın. Öyleyse, sen, emanetini bana bırak, çünkü Ben, bu sayede senin için kıyamete kadar mihrablarda (okunacak) bir kitab, mektup yazacağım. Ki bu da, şeklindeki ayetimdir. Derken, bu emanetini sana, kendisine en fazla ihtiyaç duyduğun anda edeceğim. Bu an da senin kıyamet meydanında bulunduğun andır" demektir

Üçüncü İncelik: Cenâb-ı Hakk'ın, demesinde büyük bir müjde vardır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak adeta, "Sen, varlık, hayat, akıl ve kudret hakkına hiçbir şeye sahip değilken, mahzâ yokluk halinde iken, seni ilk önce eğitip büyüten, terbiye eden, bakan Benim. Çünkü seni, yoktanvar ettim ve sana, bütün bunları ben verdim! Demek ki sen, başıboş bırakılmışken, bütün bunları sana veren ve seni, zayi etmeyen Benim. Şimdi sen, bir şeyler kazanıp ve o kazandığın şeyleri benim yanımda bir emanet olarak bıraktığında, benim onları zayi edeceğimi düşünür müsün? Hayır, hayır! Bu, olacak şey değil.

Beşinci Mesele

"Onların Rableri nezdindeki mükafaatı, ... cennetlerdir" ifadesi ile ilgili olarak şu iki görüş bulunmaktadır.

Birinci Görüş: Cenâb-ı Hak burada, çoğulu çoğul ile karşılamıştır ki, bu, tekilin tekil ile mukabele görmesini gerektirir. Ve bu tıpkı, bir kimsenin, iki hanımına veya iki kölesine, Eğer siz ikiniz, şu iki eve girerseniz, siz şöyle şöylesiniz..." demesi halinde, onun bu sözü, herbirinin, ayrı ayrı bir eve girmesi anlamına hamledilir. İmâm Ebû Yusuf'tan ise, o iki kölenin her bir her iki eve de girmedikçe bu kimse yemininde haris olmaz" dediği nakledilir. "Siz ikiniz şu iki köleye malik olursanız..." sözü de böyledir. Biriroi görüşün delili, "Parmaklarını kulaklarına soktular ve elbiselerine hüründüler" (Nuh, 7) ayetidir. Dolayısıyla, birinci görüşe göre, Cenâb-ı Hak, bu ayette, her bir mükellef için, bir cennet olacağını müjdelemiştir. Ne var ki, bu cennetlerin en düşüğü, dünyanın on kati kadardır. Bu husus, merfu olarak da böyle rivayet edilmiştir. Ki, ayetteki "ve büyük bir mülk" (Dehr, 20) ifadesi de bunun delilidir.

Bununla, herbir mükellef için Ebû Yusuf'tan rivayet edildiği gibi müteaddit cennetler olması da kastedilmiş olabilir. Kur'ân'da buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Rabbinin makamından korkan için iki cennet vardır" (Rahman. 46) buyurmuş, daha sonra da, "Onun altında iki cennet daha vardır" (Rahman, 62) buyurmuş, böylece, tek bir mükellef için dört tane cennetin olacağını belirtmiştir. Bunun sebebi, cennetlik kimsenin, Allah korkusundan dolayı anlamış olmasıdır. Çünkü bu göz yaşları, kişinin, ikisi diğer ikisinden aşağı olan dört kirpiğinden aşağı süzülmüştür. Dolayısıyla da mükellef, ikisi aşağıda olan dört cennete müstehak olmuş olur. Kişi için bu dört cennetin oluşu, onun göz yaşlarının dört kirpiğinden inmesinden ötürüdür. Sonra Cenâb-ı Hak (Rahman, 46) ifâdesinde, korkuyu önce, bu ayatte ise, buyurmak suretiyle, korkuyu sonra getirmiştir. Ki, bu kullanışta, bu korkunun sürekli olması gerektiğine bir işaret vardır.

Korkunun amelden önce olmasına gelince, bu, amelin bozulabileceği endişesinin taşınmasından dolayıdır. Amelden sonra olabilecek şey ise, o amellerin bozuk olacağı endişesinin duyulmasıdır. Çünkü bu ibadetlerimiz, o yüce Allah'a hiç de uygun değildir.

Adn Kelimesi

Ayetteki "Adn" kelimesi, cennette ikamet etmeyi ifade eder. Çünkü Hak teâlâ, "(Onlar) oradan çıkarılmazlar" (Câsiye,35); "Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir" (Hicr, 48); "Onlar bu (cennetlerde) ebedi kalıcılardır. Oradan ayrılmak da istemezler" (Kehf, 108) buyurmuştur. Arapça'da "ikamet etti" manasında, denilir. Adn cennetlerinin, cennetlerin ortasında olduğu rivayet edilmiştir. Bu cümleden olarak "Adn" kelimesinin, nimetlerin, emniyetin ve selametin merkezi, ortası, kaynağı manasında, "ma'den" kökünden olduğu da ileri sürülmüştür.

Cennet Kelimesi

Bazı kimseler şöyle demişlerdir "Cennet ya "cinn", ya "cunûn", yahut "cünne", yahut da "cenîn" kökünden olduğu için cennet denmiştir. Eğer bu kelime "cinn" kökünden ise, ki cinnin özelliği çok çok hızlı hareket etmek, mesela dünyayı bir anda dolaşıvermektir, buna göre Hak teâlâ sanki, "O cennetler cennetliklere, arzu ettikleri şeyi cennetlerin bir ikamet ve iskan yeri olmalarına ıağmen, tıpkı cinnin hareketi gibi, çok hızlı bir şekilde ulaştırırlar" demek istemiştir.

Cennet'in "cunûn" (delilik) kökünden olmasına gelince bu, cennetin, Allah'ın lutfu gereği cennetliklerin aklını sabit tutmasaydı, insanın cennetleri görür görmez, bir deli gibi aklını kaybedeceğinden ötürüdür. Cennet'in "cünne" (kalkan) kökünden oluşu da, cennetlerin seni cehennemden koruyan bir kalkan olmalarından ötürüdür. Cennetin, "cenîn" kökünden oluşu da, cennetteki mükellefin son derece yumuşak ve adeta kendisine soğuk sıcak dokunmayan ana karnındaki bir cenin gibi oluşundan ötürüdür. Çünkü Hak teâlâ, "Onlar orada ne bir güneş (sıcak), ne de bir soğuk görürler" (insan, 13) buyurmuştur.

Yedinci Mesele

Ayetteki, (akar) ifadesi, akar suyun, durgun sudan daha saydam ve güzel olduğuna bir işarettir. İşte bundan ötürü, akar suya bakmanın gözün ışığını artıracağı söylenmiştir. Belki de Hak teâlâ sanki, "Ey kulum, senin taatların ölünceye kadar devam etmiştir. Çünkü "Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et"(Hicr, 99) diye emrolundun. Öyleyse Benim ikram nehirlerimin de ebediyyete doğru akması gerekir" demek istemiştir.

Hak teâlâ daha sonra "altlarından" buyurmuştur. Bu da, o nimetlerin insanın boğazına durmayacağına bir işarettir. Çünkü bağda-bahçede boğaza durma işi, ya orada bir akar suyun olmayışı sebebiyle olur ki Cenâb-ı Hak işte bu yüzden, cennette akar suların bulunduğunu belirtmiştir. Yahut da suda boğulma ve suyun çok olma sebebiyle olur ki bu yüzden Hak teâlâ, "altlarından" buyurmuştur. Hem sonra Hak teâlâ "enhâr" (ırmaklar) ifadesinin başına, lâm-ı tarif getirmiştir. Binâenaleyh bu ırmaklarını, Kur'ân'da, geçen ırmaklar manasına alınması gerekir. Bunlar da, cennetteki su, süt, bal ve içki ırmaklarıdır.

Bil ki gerek "nehâr" (gündüz) gerekse "enhâr" (nehirler) kelimeleri, kök anlamları itibariyle, genişlik ve aydınlık ifade ederler. Binâenaleyh insanın ancak bacağına kadar çıkabilen çaylara "nehir" denmez. Aksine bundan daha derin ye kuvvetli olanlara "nehir" denir. Bunun delili ise, "(Allah) size, denizde emriyle akıp gitsin diye gemiler amade kıldı, yine size nehirleri musahhar kıldık" (ibrahim, 32) ayetinde "enhâr"ı "bihâr"a (denizlere) atfetmesidir.

Rıza, Cennetten Üstün Makam

Bil ki Allahü teâlâ, cennetleri tavsif ederken, bunlara cennetlerin bizzat kendilerinden daha üstün olan hususları da eklemiştir. Bunlar, birinci olarak, orada ebedî kalış; ikinci olarak da Rabbin rızasıdır. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cennette ebedi kalmak, cennetten daha hayırlıdır. Allah'ın rızası da cennetten daha hayırlıdır. "Birinci hususa, yani Allah'ın rızasına gelince, bil ki insan, beden ve ruhtan meydana gelir. Bedenin cenneti, Kur'ân'da anlatılan bu cennettir, Ruhun cenneti ise, Allah'ın rızasıdır. Çünkü insanın işinin başlangıcı, maddi alemden; işinin sonu ise, akıl ve ruh alemindendir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, önce cenneti zikretmiş, sonunda da Allah'ın rızasından bahsetmiştir. Hem sonra Allahü teâlâ, kendisinden kullarından razı oluşunu, kulların kendisinden razı oluşundan önce zikretmiştir. Çünkü muhdes (sonradan olma) varlıklarda müessir olan o ezeli varlıktır. Muhdes varlıklar ise ezeli alanda tesir edemez.

Allah'ın Rızasının Mahiyeti

Hak teâlâ, "Allah onlardan razı oldu" buyurmuş; ama mesela "Rableri onlardan razı oldu" gibi, diğer isimlerini bu sadedde zikretmemiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın heybet ve celal bakımından zatına ve bütün sıfatlarına, yani celal ve ikram sıfatlarının hepsine delalet eden ismi, "Allah" lafzıdır. Hak teâlâ eğer, "Rableri onlardan razı oldu" demiş olsaydı, bu, kulun taatının mükemmel oluşunu ifade etmezdi. Çünkü mürebbi (Rab olan), bazan az ile de yetinebilir. Fakat "Allah" lafzı, son derece celal ve heybet ifade eder. Bu gibi büyük bir zatın huzurunda ise, rıza ancak mükemmel bir fiil ve eksiksiz bir ayeti, işte bu açıdan kalan fiilinin ter-ü tazeliğini, güzelliğini ifade eder.

Onuncu Mesele

Alimler, ayetteki, "Allah onlardan razı oldu" cümlesi hususunda değişik izahlar yapmışlardır. Bu cümleden olarak bunun, "Allah onların ibadetlerinden razı oldu" manasında olduğunu söylerlerken; bazıları bununla, "Allah onları methetmeye ve yüceltmeye razı oldu, yani bunu istedi" manasının kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü failden (yapandan) memnun kalmak başkadır, filinden memnun kalmak başkadır. Doğru olan da bu manadır.

Kulların Razı Olmaları

Hak teâlâ'nın "Bunlar da ondan razı olmuşlardır" ifadesi, "Kulları, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine verdiği nimetler ve mükafaatlara razı olmuşlardır" demektir.

Hak teâlâ'nın "işte bu, Rabbinden korkana mahsustur" ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Taatlar hususunda titiz ve endişeli olmak, güzel bir haldir. Nitekim Hak teâlâ, "Kalbleri tirtir titrer olduğu halde verdiklerini veren kimseler..." (Mü'minûn,60) buyurmuştur. Hatta "haşyet", "havf'den daha ileri bir korkuyu ifade eder. Çünkü Hak teâlâ bunu "havf'den daha ileri olan, "işfâk" (tirtir titreme) ile içice yaşayan melekleri anlatırken kullanarak, "Onlar, Rablerine karşı duydukları haşyetten dolayı tirtir titrerler" (Enbiya, 49) buyurmuştur. Havf ve haşyet ile ilgili izah meşhurdur.

İlim Ehli

Bu ayete, bir başkası da eklendiğinde, ikisinin toplamı, ilim ve âlimin faziletine bir delil olur. Bu böyledir. Çünkü Hak teâlâ, "Allah'dan ancak alim kulları haşyet duyar" (Fatır,28) buyurmuştur. Şu halde bu ayet alimlerin, "haşyet" sahibi olduklarına delalet eder. Tefsir ettiğimiz bu ayet de, yani, "işte bu, Rablerinden haşyet duyanlara mahsustur" cümlesi de, cennetin, haşyet sahibi kimseler için olduğuna delalet eder. Böylece bu iki ayetin toplamından, cennetin, alimlerin hakkı olduğu neticesi çıkmış olur.

Üçüncü Mesele

Bazı kimseler, bu ayetin, kişinin, cennetliklerden olduğunu bilmek ve bu ayeti bunun delili saymak suretiyle, kendisinin bundan kesin emin olacağı bir noktaya varmaması gerektiğine delalet ettiğini söylemişlerdir. Fakat bu görüş, kuvvetli değildir. Çünkü peygamberler, kendilerinin cennetliklerden olduklarını kesinkes biliyorlardı. Ama buna rağmen, onlar, Allah'dan en çok haşyet duyan kullardandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ı en çok bileniniz, Allah'dan en çok korkanımızdır. Ben de sizin, Allah'dan en çok korkanınızim" Aynı manada bir hadis için bkn, Buhari, İman, 13(ç.). buyurmuştur. Hak Sübhanehû ve Teâlâ en iyi bilendir. Salat-ü selâm Hazret-i Peygamber'e, âline ve ashabına olsun (amin)!

8 ﴿