ZİLZAL SURESİ

Bu sûre sekiz ayet olup, Mekkî'dir.

Kıyamet Zelzelesi

1

"Ver, kendisine ait şiddetli bir zelzele ile zelzeleye uğratıldığı zaman...".

Bu ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Önceki Sûre ile Münasebet

Alimler, bu sûrenin başı ile, öneki sûrenin sonu arasındaki ilgi ve münasebet hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Allahü teâlâ, "Onların Rableri nezdindeki mükafaat... Adn cennetleridir" (Beyyine, 8) buyurunca, insan sanki, "Bu ne zaman olacak Ya Rabbi?" demiş de, buna cevaben Cenâb-ı Hak, "Yer, kendisine ait şiddetli bir zelzele ile zelzeleye uğratıldığı zaman..." buyurmuştur. Şu halde bütün alem, bir korku ve endişe içine girerlerken sen, mükafaatını elde edecek ve "Onlar o gün o müthiş korkudan emindirler" (Neml, 89) ayetinde bildirildiği gibi, o günde emin, güvenlik içinde olacaksın.

2) Allahü teâlâ önceki sûrede hem kafirlerle ilgili tehdidden hem de mü'minlerle ilgili mükafaattan bahsedince, kafirle ilgili tehdidi pekiştirmek adeta o bahsi geçen kafir, "Yeryüzüne de ne oluyor ki böylesine zelzeleye uğratılıyor" dediği zaman, cezasını bulacak" demek istemiştir. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın mesela önce, "O gün bir takım yüzler ağarır; bir takım yüzler ise kararır" buyurup, peşisıra da, "Yüzleri kararanlara gelince... Ama yüzleri ağaranlara gelince..." (Al-i Imran, 106-107) buyurmuş olmasıdır. Hak teâlâ, daha sonra Zilzâl Sûresi'nin sonunda, her iki hususu birlikte getirerek, zerre kadar hayır ve zerre kadar serden bahsetmiştir.

İza Edatı

Ayetteki, lal, (... zaman) ifadesiyle ilgili şöyle iki bahis var:

Birinci Bahis: Birisi şöyle diyebilir, (......) edatı, zaman zarfı olarak kullanılır. Binâenaleyh bu sûreye bu edatla başlanılmış olması nasıl izah edilebilir? Buna şöyle birkaç açıdan cevap verebiliriz:

a) Onlar, Cenâb-ı Hakk'a, "Kıyamet ne zaman kopacak diye sormuşlar da, Cenâb-ı Hak da, "Yer... zelzeleye uğratıldığı zaman..." cevabını vermiştir ki buda, "Onu vakti açısından sizin için tayin etmem mümkün değil. Fakat onu alametleri açısından belirtiyorum" demektir. Şu anda cansız ve donuk olmasına rağmen yeryüzünün konuşacağı ve şehadette bulunacağı insana haber verilince, sanki, "bu ne zaman olacak?" denilmiş de, cevabı verilmiştir.

“İn” ve “İz” Şart Edatlarının Farkı

İkinci Bahis: edatı, olabilirlik (ihtimal) için kullanılır, edatı ise kesinlik arzeden şeyler için kullanılır. Mesela "Eğer eve girersen, boşsun" diyebilirsin, çünkü eve girmesi mümkündür, buna ihtimal vardır. Ama bu iş, kesinkes olabilecek bir şeye bağlamak istediğinde, artık böyle söyleyemez, aksine mesela "Yarın geldiği zaman, sen boşsun" dersin. Çünkü yarının gelmesi kesindir. İşte ile arasındaki kullanılış farkı budur. Şimdi eğer bu iadeler, aksi istikamette (birbiri yerine) kullanılmışlarsa, bu durumda mecazi olurlar. Binâenaleyh "zilzâl" (yerin zelzelesi) kesin olduğu için, Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.

Zilzâl Kelimesi

Ferrâ şöyle der: "Kesre ile, "zilzâl" şekli, masdar; fetha ile "zelzâl" ise isimdir. Fakat ayetteki kelime her iki şekilde de okunmuştur. Yine fetha ile "vesvâs" kelimesi isim olup, sana vesvese veren şeytanın adıdır; kesre ile "visvâs" ise, masdardır, vesvese vermek manasınadır. Buna göre, ayetin manası, "Yer, alabildiğine hareket ettirildiği zaman..." şeklinde olur. Bu tıpkı, "Yer bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman..."(Vakıa, 4) ayeti gibi olur. Bazı kimseler de şöyle demektedirler: "Ayetteki fiil ile "hareket ettirme" manası değil, "yer kendisi hareket edip, kaynadığı zaman..." manası kastedilmiştir. Bunun delili ise, Allahü teâlâ'nın, yerden bahsederken, bütün sûrelerde tıpkı hür ve kudret sahibi bir failden bahsettiği gibi bahsetmiştir. Bir de böyle olması, daha fazla dehşet arzeder. Buna göre Hak teâlâ sanki, "O cansız yer bile, kıyamet koparken hareket etmeye başlarken, senin hareket etme ve gafletten uyanma zamanın gelmedi mi?" demek istemiştir. "O (dağı), Allah'ın haşyetinden paramparça olmuş ve korkmuş olarak görürsün" (Haşr, 21) ayeti de buna yakın bir iadedir. Bil ki "zelle", mu'tâd hareketler için kullanılır; "zelzele" ise, kendisinde tekrar manası mevcut olduğu için, şiddetli-büyük hareketler için kullanılır. Bu tıpkı rüzgar gibi kullanılan "sarsar" kelimesi gibidir. İşte bu hareketin şiddetli oluşundan ötürü, Allahü teâlâ bu sarsıntıyı, büyük olarak niteleyerek, "Kıyametin sarsıntısı, büyük bir şeydir" (Hacc, 1) buyurmuştur.

Zelzele ve Sur

Mücâhid, "Bu ayette bahsi geçen zelzele ile, sûra ilk nefha (üfürüş) kastedilmiş olup, bu tıpkı, "O gün sarsan sarsacak, onun ensesine binecek olan da ardından gelecek" (Nâziat, 6-7) ayetleri gibidir. Bu ayetler de, "Yeryüzü birinci nefhada (üflenişte) sarsar; daha sonra ikinci kez sarsar ve içindeki ölüleri çıkarır" manasınadır. İşte bu ölüler, yeryüzündeki "ağırlıklardır" (Zilzal, 2) demiştir. Diğer alimler de, "Bu ayette bahsedilen zelzele, ikinci zelzeledir. Bunun delili ise, Hak teâlâ'nın, yeryüzünün ağırlıklarını çıkarma işini, bu zelzelenin ayrılmaz bir özelliği kılmış olmasıdır. Çünkü yeryüzünün, ağırlıklarını çıkarma işi, ancak ikinci zelzelede olacaktır" demişlerdir.

Buradaki İzafetin Manası

Hak teâlâ'nın izafetle, "Kendisine ait zelzele" şeklindeki ifadesi hususunda da şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, "Hak teâlâ'nın hikmetinde, o yere uygun bir zelzeleyle, yer sarsıldığında..." demektir. Buna göre ayet, tıpkı "Kendisine düşen o ikram ve hainliği kastederek, "Muttali, kendi ikramını yaptı; fasık da kendi hainliğini yaptı" demen gibidir.

b) Mana "o yeryüzü tüm mevcudatı ve varlıkları sarsdığı zaman" şeklindedir. Bu da, "o zelzeleden, mahallin taşıdığı herşey meydan çıktı" demektir.

c) Bu, "o yere vadedilen ve o yer için mukadder olan bir biçimde sarsıldığında..." demektir. Bu mana yeryüzünü canlı bir varlık saydığın zaman söz konusu olur. Bunun izahı, rivayet edilen şu husustur: "O yeryüzü İsrafil (aleyhisselâm)'in sesinin şiddetinden ötürü sarsılır". Dolayısıyla bu mana, yeryüzünü canlı sayman durumunda söz konusudur.

Arz Ağırlıklarını Çıkarınca

2

"Yer, ağırlıklarını çıkardığı zaman...".

Bu ayetle ilgili olarak iki mesele var:

Birinci Mesele

"Eşkâl (ağırlıklar)ın" ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu kelime, "sikal"in çoğuludur ve "sikal", er eşyası demektir. Nitekim Hak teâlâda, "Sen, eşkâlim taşırsın" (Nahl,7) buyurmuştur. Buna göre Allah, yerin içindeki defineleri, yerin ağırlıkları diye ifade etmiştir. Ebû Ubeyde ve Ahfeş şöyle demektedirler: "Ölüler yerin içinde oldukları zaman bu Arapçada yani "yerin ağırlığı" diye anlatılır; üzerinde olduğu zaman ise, "üzerindeki ağırlık" diye anlatılır." Cinlere ve insanlara, "sakaleyn" denilmesinin, içinde olduklarınd veya üzerinde bulunduklarında, yeryüzünün bunlarla ve oluşundan ötürü olduğu da ileri sürülmüştür. Daha sonra bunlar, "Ayetteki zelzele ile birinci sarsıntı kastedilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, peşisıra, "Yer, ağırlıklarını çıkardığı zaman" buyurarak, bu "ağırlıklar" ile, yerin içindeki defineleri kastetmiştir. Yer içindeki defineleri böylesine dışarı atınca, yeryüzü altınlarla dopdolu olur, ama hiç kimse dönüp bunlara bakmaz. Buna göre altınlar, insanlara seslenerek adeta "Hani sen, dinini ve dünyanı, benim uğruma harab etmiyor mu idin" der. Yahut bu hazinelerin ortaya çıkarılmasının hikmeti, Hak teâlâ'nın, "O gün bunlar, cehennem ateşinde kızdırılacak ve o'kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlancak" (Tevbe, 35) sırrının tecelli ettiğini göstermektir.

Bu ayetteki sarsıntı ile, ikinci sarsıntının, yani kıyametin kopmasından sonraki sarsıntının kastedildiğini söyleyenler ise demişlerdir ki: "Yeryüzü ağırlıklarını, yani içindeki ölüleri (cesetleri), tıpkı annenin çocuğu'dipdiri doğurduğu gibi, diri olarak ortaya kor" demişlerdir. Yeryüzünün, ölüleri defnedildiği gibi ölü olarak dışarı attığı, Allahü teâlâ'nın daha sonra bunları dirilttiği de söylenmiştir.

b) "Eskâ" (ağırlıklar), "yeryüzünün sırları" manasınadır. Dolayısıyla o gün sırlar ortaya çıkar. Bundan ötürü Hak teâlâ, "O gün (yer) bütün haberlerini anlatacak böylece senin lehine veya aleyhine şahadette bulunacak" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ yeryüzünden bahsederken, "Biz yeri bir toplantı yeri yapmadık mı?" (Mürselat, 25) buyurmuştur. Ama daha sonra bu yer, seni dışarı atan bir hale gelmiştir. Bu da, "Her emziklinin gözü o gün, emzirdiği evladını görmez olur" (Hacc, 2) ve "O gün kişi kardeşinden (...) kaçar" (Abese, 34) ayetlerinin anlattığı durumdur.

İnsanın Dehşeti

3

"ve insan, "Buna ne oluyor?" dediği zaman...".

Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bu, "Yeryüzüne ne oluyor da, böylesine şiddetle sarsılıp, içindekileri atıyor" demektir. Bu, ya içindeki hazineleri ve defineleri attığı zaman, birinci nefhada, yani sûra ilk üflenişte; yahut da içindeki ölüleri, dışarı çıkardığında ikzinci nefhada söylenen bir sözdür.

İkinci Mesele

Bu sözü kafirlerin söyleyeceği rivayet edilmiştir. Nitekim onlar, "Bizi uykumuzdan kim uyandırdı" (Yasin, 52) derlerken; mü'min kimse, "İşte bu Rahman'ın va'dettiği ve peygamberlerin doğru olarak haber verdikleri şeydir" (Yasin- 52) erler. Bu sözün, hem mü'minler, hem kafirler tarafından söylenecek bir siz olduğu da söylenmiştir. Yani alabildiğinenankör, sabırsız ve işi gücü gaflet ile cehalet olan zalim insan, "Bu yere de ne oluyor?" diyecektir. Bu bir soru değil, aksine kulakların hiç duymadığı, dillerin ifade edemeyeceği ilginç şeyler gördüğü için insanın hayretini ifade için söylediği bir sözdür. Bundan ötürü Hasan Basrî, bu sözün hem günahkar hem de kafir kimselerin birlikte söyleyecekleri bir söz olduğunu söylemiştir.

İltifat Üslubundaki Gaye

Cenâb-ı Hak bu ifadeyi muhatab zamiri ile, "Sana ne oluyor?" şeklinde değil, gaib zamiriyle "Buna ne oluyor?" şeklinde getirmiştir. Çünkü kişi bu sözle kendi kendini kınamakta, pişmanlığını ifade etmektedir. Binâenaleyh o, "Ey nefsim, şu yere de ne oluyor ki böyle yapıyor" demek istemiştir ki bu da, "Ey nefsim bunun sebebi sensin. Çünkü sen günah işlemeseydin, yer böyle yapmazdı" demektir. İşte kafirler böyle derken, mü'minler de, "Bizden endişe ve tasayı gideren Rabbimize hamd olsun"(Fâtır, 34) derler.

Arzın Dile Gelmesi

4

"O gün yer, bütün haberlerini anlatacaktır".

Bil ki İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), (......) kelimesini (haber emir) şeklinde okurken; Sa'îd b. Cübeyr, (......) şeklinde okumuştur. Bu ayetle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir:

Mef'ûlün Hazfi

Birinci Soru: "haber verdi" fiilinin, iki mef'ûlü nelerdir?

Cevap: Birinci mef'ûl hazfedilmiş ikincisi ise, "ahbar - (haberlerini) ifadesidir. Bunun takdiri, "Yeryüzü, halka haberlerini anlatır" şeklindedir. Ayette anlatılmak istenen, hadisenin büyüklüğünü ortaya koymaktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, "haberlerini" ifadesini zikretmiş, "halk" hazfetmiştir.

Arzın Anlatması Nasıl Olur?

İkinci Soru: "Yeryüzünün anlatması" ne demektir?" Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Ebû Müslim'e göre "O gün, herkes için, yaptığının karşılığı ortaya çıkar. Böylece de sanki yeryüzü bunları anlatmış olur. Bu tıpkı senin, "Ev, bize, içinde oturanlar olduğunu anlatmaktadır" demen gibidir. Aynen bunun gibi, o sarsıntı sebebiyle, yeryüzünün darmadağınık olması, adeta yeryüzünün, "Artık dünya kalmadı. Ahiret ise geldi" diye konuşmasıdır."

b) Ekseri alimlere göre, Allahü teâlâ yeryüzünü, konsan ve akledebilen canlı bir varlık haline getirir ve yeryüzüne, üzerindeki kişilerin yaptıkları şeylerin tümünü bildirir de, böylece yeryüzü itaatta bulunanbların lehine, asilerin aleyhine şahidlikte bulunur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yeryüzü kıyamet günü, üzerinde işlenen tüm işleri haber verir" buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Bu, biz ehl-i sünnete göre, imkansız birşey değildir. Çünkü bize göre, hayatiyyetin olabilmesi için, bir bünyenin bulunması şart değildir. Binâenaleyh yer, aynı şeklini, aynı kuruluğunu, aynı sertliğini sürdürmesine rağmen, Allahü teâlâ onda hem hayatı, hem de konuşma kabiliyetini yaratabilir. Buna göre ayette anlatılmak istenen şudur: Yeryüzü adeta asilerden şikayette bulunup, Allah'a itaat edenlere teşekkür ederek, "Falanca üzerimde namaz kıldı, zekat verdi, oruç tuttu, haccetti. Falanca ise inkarda, zinada, hırsızlıkta ve zulümde bulundu" der. Bu durumda kafir bir an önce cehenneme sürülmeyi arzu eder. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Beytü'l-mâl'deki işini bitirip, orada iki rekat namaz kıldı ve "Ey Beytü'l-mal, seni hak ile doldurduğuma ve hak ile boşalttığıma şahidlik yap" diye dua etti.

c) Mu'tezile şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, cansız varlıklarda konuşma kabiliyeti yatarması mümkündür. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın cansız yeryüzünde, kesik kesik ve özel bir takım sesler yaratması, böylece de konuşanın da, şehadet edenin de yeryüzü değil, Allahü teâlâ'nın Kendisi olması mümkündür.

Üçüncü Soru: Ayetteki (......) ve (......). "O zaman, o gün" kelimelerini ne nasbetmiştir?

Cevap: (......) kelimesi (......)'den bedel olup, her ikisini de fiili nasbetmiştir, yani bunlar onun mef'ulüdürler.

Dördüncü Soru: "Haddese" fiili, bir ünsiyet ve dostluğu ifade eder. Halbuki o günde böyle bir ünsiyet söz konusu olmaz. Öyleyse burada bu fiilin kullanılmış olmasını nasıl izah edersiniz?

Cevap: Yeryüzü, bu yöndeki şikayetini, adeta Allah dostlarına ve meleklerine yapmıştır.

Rabbinin Arza İlhamı

5

"Çünkü Rabbisi kendisine vahyetmiştir" .

Bu, ayetle ilgili olarak, şöyle iki soru sorulabilir:

Birinci Soru: Ayetin başındaki bâ harf-i cerrinin muteallakı nedir?

Cevap: Bunun muteallakı, fiili olup, manası, "Rabbinin yeryüzüne olan vahyinden ötürü, yer haberlerini anlatır" şeklindedir.

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin bunu, (......) şeklinde ifade etmemiştir?

Cevap; Bu hususta iki izah yapılır:

a) Ebû Ubeyde, (......)'nın takdirinde olduğunu, el-Accâc'ın bu manada, "O ona karan ulaştırdı, o da karar kıldı" demiştir.

b) Belki de Cenâb-ı Hak, "bu vahyi o yer için yaptık" manasında demiştir. Çünkü böylece yer, bunu, asilerden ötürü, içini dökmeye vesile etmiştir.

İnsanların Kabirlerinden Kalkışları

6

"O gün insanlar amelleri kendilerine gösterilmek için bölük bölük döneceklerdir".

"Sudur", "vurûd"un zıddıdır. Çünkü "varid", gelene, "sâdır" da dönene denir. "Eştât" ise, "dağınık vaziyete" demektir. Binâenaleyh onların yere vurûd edip, yani gelip; yerden de kıyamet meydanına sudur etmeleri, yani dönmeleri muhtemel olduğu gibi, hesab için kıyamet meydanına "vurûd" etmeleri, oradan da mükafaat ve ceza yerlerine "sudur" etmeleri de mümkündür. Çünkü ayetteki "eştât", birinci manaya; "sudur" lafzı da ikinci manaya da uygundur. Ayetteki "Amelleri kendilerine gösterilmek için" ifadesi birinci manaya daha yakın bir ifadedir. Çünkü hakikat manasına, onların amellerini defterlerine yazılmış olarak görmeleri, amellerinin mükafatını görmeleri ihtimalinden daha muhtemeldir. Bununla beraber, amellerinin mukafaatını görme manasında geçerlidir.

Eştâtâ

Ayetteki "eştât" hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Kıyamettekilerin bir kısmı, durak yerlerine binitli olarak, güzel elbiselerle, yüzleri bembeyaz ve önlerinde, "işte Allah'ın velileri" diye nida eden bir münadi bulunduğu halde giderlerken; diğer bir kısmı yüzleri simsiyah, yalın ayak, baş açık, zincirlerle ve bukağılarla bağlı olarak ve önlerinde "işte Allah'ın düşmanları" diye nida eden bir münadi bulunduğu halde götürülürler.

2) "Eştât" kelimesi,her fırka,kendi benzeriyle birlikte, yani yahudi yahudi ile, hristiyan hristiyan ile birlikte olur" demektir.

3) Bu, "Yeryüzünün her bölgesinden gelerek" demektir. Hak teâlâ daha sonra, bu gelişin maksadını anlatarak, "Amelleri kendilerine gösterilmek için" buyurmuştur. Bazıları bu ifadeye, "Amel defterlerini görmeleri için..." manasını vermiş ve "Çünkü amel defteri kişinin önüne konur ve "işte talakın, işte alış verişin işte..." Sen bunu gördün mü?" denir. Halbuki görünen şey, yaptıkları değil, yazılı olan şeylerdir" demişlerdir. Bazıları da, "Amellerinin karşılığını görmek için..." manasını vermişlerdir. Bu karşılık da cennet veya cehennemdir. En uygun karşılık olduğu için ceza (karşılığına) yerine, "amelleri" kelimesi kullanılmıştır. Böylece o ceza (karşılık) amelin bizzat kendisi gibi olmuş olur. .Halbuki bu gibi yerlerde mecazi mana, hakiki manadan daha uygun ve kuvvetli olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ifadeyi, yâ'nın fethasıyla "Görsünler idye" şeklinde de okumuştur.

Zerre Miktarı Hayır ve Şer

7

Âyetin tefsiri için bak:8

8

"İşte kim, zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa, onu görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yapıyorsa, onu görecek...".

Bu ifadeyle iigili birkaç mesele vardır:

Zerrenin Manası

Ayetteki, tabiri, "zerre kadar" demektir. Kelbî, "Zerre, karıncanın en küçüğüdür" derlerken, İbn Abbas, şöyle demektedir: "Avcunu toprağa koyup da daha sonra kaldırdığında, işte oraya yapışan toz zerreciklerinden herbiri, "miskâl-i zerre"dir. Binâenaleyh, ister iyi ister kötü, ister az, ister çok olsun, Allah, kuluna, yaptığı bu şeyleri gösterecektir."

İkinci Mesele

Asımın bu rivayetine göre, Hafs yâ'nın ref'i ile,"yurahû" şeklinde okurken, diğerleri yâ'nın fethası ise, (......) şeklinde okumuşlardır. Bunları da, hâ'nın cezmi (sükunu) ile "yerah" şeklinde okumuştur.

Amellerin Karşılığı

Ayette şöyle bir müşkil vardır: Kafirlerin haseneleri, yok mesabesindedir. Mü'minlerin seyyieleri ise bağışlanmıştır. Kafirlerin amellerinin geçersiz kılınması, ya doğrudan, ya da büyük günah irtikap etmeleri yüzündendir. Binâenaleyh artık, ister iyi isterse kötü olsun, zerre miktarınca dahi cezalandırmak ne demektir?

Bil ki müfessirler buna şöyle birkaç yönden cevap vermişlerdir:

a) Ahmed ibn Ka'b el-Kurazî, ayete, "Kim kafir olduğu halde zerre miktarı hayır yaparsa ahirette de, kendisi için bu hususta herhangi bir şey olmadığı halde (eli boş) gelir" manasını vermiştir. Bu husus, İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Bu mananın doğruluğuna Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu hadis te delalet etmektedir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir (radıyallahü anh)'e "Ey Ebû bekir, dünyada görmüş olduğun bu nahoş şeyler, kötülük zerresinin miktarlarıncadır: Ama, Allahü teâlâ, senin için hayır miktar ve miskallerini, geriye bırakmaktadır. Böylece sen onları, kıyamet gününde tastamam elde edeceksin... " Kenzü'l-Ummal, 2/4710.demiştir.

b) Ibn Abbas, bu ayete, "ister mü'min, ister kafir olsun, iyi veya kötü herhangi bir iş yaptığında, Allah, onu ona gösterir. Mü'mine gelince, Allah, günahlarını bağışlar, yaptığı hasenata karşı da, ona mükafaat verir. Kafire gelince, hasenatı reddedilir, günahları, yüzünden azab edilir" manasını vermiştir.

c) Kafirin iyilikleri, her ne kadar küfrü yüzünden batıl ve geçersiz olsa bile, ne var ki, yine tartılma işi, kafir hakkında da söz konusudur. Böylece, o haseneleri, küfrünün cezasından dolayı, geçersiz addedilir. Beri taraf hakkındaki söz de böyledir. Binâenaleyh bü, ayetin umumiliğini zedelemez.

d) Ayetteki, cümlesinin umumiliğinin tahsis edilip sınırlanması... Buna göre biz diyoruz ki, ayetle, "Saîd kimselerden, kim zerre miktarı hayır işlerse o onu görür; şakî kimselerden de kim zerre miktarı kötülük işlerse, o da onu görür" manası kastedilmiştir.

İstihfaf Günahtan Daha Büyük Suç

Birisi şöyle diyebilir: İş bu noktaya vardığında, daha, Allah'ın kerem sıfatı nerede kaldı?

Cevap: İşte kerem budur; çünkü günah, her ne kadar az olsa bile, günah işlemede, karşı tarafı hafife alma vardır. Halbuki kerim, buna tahammül edemez. Taatta ise, tazim vardır. Her ne kadar az olsa bile, kerim, onu zayi etmez. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Zerre kadar hayırı küçük sanmaz. Çünkü sen, onca değersizliğine ve zayıflığına rağmen, benim bir zerremi zayi etmedin, onu nazar-ı dikkate aldın, o hususta tefekkür ettin ve onunla, Benim zatım ve sıfatlarım hususunda istidlalde bulundun ve o zaruri bir binit edinerek Bana ulaştın, beni tanıdın, beni buldun. Sen Benim zerremi zayi etmediğine göre, ben senin zerreni zayi eder miyim?" demek istemiştir.

Sözün özü şudur: Esas olan, niyet ve maksaddır. Yapılan amel az bile olsa, niyet halis olduğunda, netice elde edilmiş demektir. Ama, yapılan amel çok bile olsa, niyet bozuk olduğu için, maksad elde edilemez. Ka'b'dan rivayet edilen şu husus da bunu göstermektedir. "İyilik namına, herhangi bir şeyi küçük görmeyin. Çünkü bir kimse, Allah rızası için kullanılmak üzere, bir iğneyi dahi emanet olarak verse, cennete girer. Bir kadın da, Beyti Makdis'in yapımı sırasında bir dane ile yardımda bulunduğu için, cennete girmeyi hak etmiştir.

Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'den de şu rivayet edilmiştir: "Kendisinin yanında üzüm bulunuyordu. Derken bunu, yanındaki kadına ikram etti. O esnada bir dilence gelince, Hazret-i Aişe, o kadına, üzümden bir habbe de o dilenciye vermesini istedi. Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin yanında bulunanlardan birisi buna güldü. Bunun üzerine Hazret-i Aişe (radıyallahü anh), "Ayette bahsedilen zerre miktarı hayırlar, işte, bu gördüğünüz basit şeylerde bulunmaktadır" dedi ve bu ayeti okudu, belki de, Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin maksadı, bunu yanındakilere öğretmekti. Yoksa, Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) son derece cömertti (yani, salkımın tamamını o dilenciye verebilirdi). Zübeyr, Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'ye iki torba içinde yüzseksenbin dirhem gönderdi. Bunun üzerine Hazret-i Aişe (radıyallahü anh), bir tabak getirilmesini emretti ve onu, halka dağıtmaya başladı. Akşam olunca da, "Ey cariye, iftarlığımı getir" dedi. Bunun üzerine cariye de, ekmek zeytin getirdi. Kendisine, "Kendisiyle et alıp da iftarımızı açacağımız kadar yanında dirhem bıraksaydm ya?!" denildiğinde de, "Eğer hatırlatsaydın, bunu yapardım" dedi.

Mukatil de, bu ayetin iki kişi hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bunlardan birisi, kendisine bir dilenci gelip de, kendine az bir hurma, ekmek kırık döküğü ve bir miktar ceviz vermesini istediğinde, bu adam, "Bu bir şey değil. Biz, verdiklerimize karşılık ücret alacağız" derken; diğeri de, küçük günahları bir şey saymıyor ve "Bundan dolayı bana herhangi bir şey terettüp etme. Cehennem tehdidi, büyük günahlara karşı yapılmıştır" diyordu. İşte bu ayet, yapılacak hayrın miktarı az bile olsa, hayra teşvik etmek ve önemsiz sayılan günahlardan da sakındırmak için nazil olmuştur. Zira, az olan o güzel şeyler birike birike bir yığın oluştururken, önemsenmeyen küçük günahlar da, yapıla yapıla büyük günah halini alır. İşte bu yüzden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Velev ki, yarım hurma ile bile olsun, bunu tasadduk ederek, cehennem ateşinden korununuz. Bunu bulamayan da (o dilenciyi), güzel söz söylemek suretiyle başından savsın " Buhari, rikak, 51, Müslim, zekat, 66-68(2/704). buyurmuştur.

En iyi bilen Allahü teâlâ'dır. Salat ü selâm efendimiz Hazret-i Muhammed'e, onun âline ve onun ashabına olsun (amin)!

0 ﴿