TEKÂSÜR SÛRESİ

Sekiz ayet olup, Mekkî'dir.

1

Âyetin tefsiri için bak:2

2

"Sizi, çoklukla böbürleniş (o derecede) oyaladı. Hatta kabirleri ziyaret ettiniz...".

Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır:

Çokluğa Aldanış

(el-ilhâ), lehve, eğlenceye yönelmen anlamındadır. Lehv ise, kişinin heves ve arzusunun davet ettiği şeylere yönelmek demektir. Bir şeye yönelmenin başkasından yüz çevirmeyi gerektireceği ise malumdur. İşte bundan dolayı dilciler "Beni unuttu, beni meşgul etti" anlamında, derler. "Zübeyr, gök gürültüsünün sesini duyunca, ne söyleyeceğini unuttu şeklindeki söz de buna dayanır,. Yani, sözünü bıraktı, ondan adeta yüz çevirdi, demektedir. O halde, yapmadığın, terkettiğin herşeyden yüz çevirmiş olursun. el-Tekâsür mal, makam ve şan-şöhret çokluğu ile övünmen demektir. Nitekim Arapça'da, insanlar karşılıklı olarak şan ve şereflerini denkleştirmeye çalıştıklarında, denilir. Ebû Müslim de şöyle der: "et-Tekâsür", "kesret" kökünden, "tefâül" vezninde bir kelimedir. "Tefâül" ise, şu üç manadan biri için kullanılır: Bu kalıbın, iki kimse arasındaki bir ortaklığı ifade etmiş olması, muhtemeldir. Böylece "tekâsür", "mukâseretun" babından olmuş olur. Fiili, istemeye istemeye üstlenmek anlamına da gelir. Nitekim sen bir şeyi istemeyerek yaptığın zaman, tâ dersin. Ve yine sen, bir şeyi görmemezlikten gelip, gafilmiş gibi davrandığında, dersin. Bu kalıbın, bizzat fiilin kökü, anlamına gelmiş olması da muhtemeldir. Nitekim sen, anlamında, dersin.

Bu ayette, "tekâsür" lafzı, ilk iki manaya gelebilir. Binâenaleyh, "tekâsür"ün, müfaele, yani "mukâseretun" anlamına gelmesi, muhtemeldir. Çünkü, nice iki kişi vardır ki, onlardan herbiri diğerine, "Ben senden, mal bakımından daha ileriyim, taraftar bakımından da daha güçlüyüm" der. Çoğaltmayı üstlenme anlamına da gelmiş olabilir. Çünkü, düşkün ve haris kimse, bütün ömrü boyunca, malını çoğaltmayı üstlenir, kendini buna verir. Bil ki, tefahür ve tekâsür, şey olup, bu ayetin bir benzeri de, Arasında iftihar etme..." (Hadid,20) ayetidir.

Mutluluk Nevileri

Bil ki tefâhür, insanın, saadet çeşitlerinden bir çeşidi kendisine nisbet etmesiyle, kendisinde bunun bulunduğu iddia etmesiyle olur. Saadet nevileri ise, üç tanedir.

1) Nefiste.

2) Bedende.

3) Bedeni hariçten saran şeylerde, eşyada. Nefiste olana gelince, bu, ilimler ve üstün huylar, meziyetlerdir. Ki, işte bu ikisi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in söylediğini naklettiği, "Ya Rabbi, bana bir hüküm bağışla ve beni salih kullarına ..." (şuarâ, 83) duasıyla kastedilmişlerdir. İşte bu iki şey sayesinde kişi, ebedî beka ve mutluluğu elde eder. Bedende olana gelince, bu da sıhhat ve güzelliktir. Ki bu, ikinci derecededir. Bedenî hariçten saran şeylere, gelince, bunlar da iki kısımdır:

a) Zaruri olanlar, bunlar mal ve makamdır,

b) Zaruri olmayanlar... Ki, bunlarda akraba ve dostlardır. Üçüncü mertebede saydığımız şeyin tümü, beden için amaçlanır. Bunun delili ise şudur: Bedenin uzuvlarından herhangi bir uzuv acı çektiğinde, mal ve makam, bu uzuv için feda edilir. Bedeni mutluluklara gelince, fazıl kimseler, bunları nefsanî mutluulklar için elde tutmak isterler. Zira, beden sağlam olmadığı müddetçe, nefsanî ve baki mutlulukları elde etmeye, kişi, zaman bulamaz.

Bunu iyice kavradığına göre biz diyoruz ki, aklı olan kimsenin, o say ü gayretini, daha mühim olanı mühim olana takdim etme uğrunda harcaması gerekir. O halde bu demektir ki, mal, makam, taraftar ve akraba ile övünmek, mutluluk sebeplerini en düşük dereceleriyle övünmek demektir. Halbuki bununla meşgul olmak, insanı, ilim ve amel vesilesiyle, ruhani mutlulukları elde etmekten alıkor. Böylece bu da, mutluluk derecelerinin en düşüğünü, en kıymetlisine tercih etmek olur. Halbuki bu, vacib olanın ve hak olanın, aksi ve zıddı olmuş olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, bunları zemmederek, buyurmuştur. Bu ifadeye, sayı, mal, makam, akraba, tareftar ve asker gibi şeylerle övünme de dahildir. Velhasıl, "tekâsür" ifadesinin içine, dünya, onun lezzetli ve şehevî şeylerin tümü de girer.

Üçüncü Mesele

(......) ifadesinin, onların durumlarını haber veren bir ifade olması muhtemel olduğu gibi, tevbîh ve takrîc anlamında bir istifham olması da muhtemeldir. Bu durumda kelamın takdiri, "Sizi... oyaladı mı..." şeklindedir. Ve bu tıpkı, (Nâziat, 11) ifadelerinin okunuşu gibidir.

Tefahur'un Her Şekli Kötü Değildir

Ayet, övünmenin böbürlenmesinin, kınanmış olduğuna delalet etmektedir. Akıl ise, hakiki mutluluklarda övünme ve böbürlenmenin mezmun olmadığını göstermektedir.

Abbas'ın, "sıkâye"nin kendi elinde; Şeybe'nin de, Kâ'be'nin anahtarlarının da kendi elinde olmasıyla övündükleri ve neticede de Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, "Ben, küfrün hortumunu (burnunu) kılıcımla kestim. Küfre "misle" yapıldı.. Sizler de ancak bundan sonra müslüman oldunuz..." deyip de bu onlara ağır gelince "Sizler, hacılara su vermenizi (sıkâye)... ve Mescid-i Haram'ı imar etmeyi, Allah'a ve ahirete iman eden ve Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz?" (Tevbe, 19) ayetinin nazil olduğuna dair rivayet bu kabildendir.

Biz, Cenâb-ı Hakk'ın (Duhâ, 11) ayetini tefsir ederken, insanın, bu konuda başkalarının kendisine uyacağını tahmin ettiğinde, bu durumda yaptığı taatlar ve huy güzelliği ile övünebileceğini söylemiştik. Böylece, mutlak manada bir övünmenin mezmun olmadığı sabit olur. Tam aksine, ilim, taat, güzel ahlak hususunda övünmek, güzel bir şey olup, bu, güzel şeylerin aslı ve temelidir. O halde bu demektir ki ifadesindekı elif-lâm istiğrak için olmayıp, tam aksine, "ahd" içindir. Ki bu da, dünya, onun leziz şeyleri ve dünya ile alakalı olan şeylere övünmektir. Çünkü, kişiyi, Allah'a taattan ve O'na kulluktan alıkoyan şeyler bunlardır. Bunlar aklen kabul edilen, dinlerde de, üzerinde ittifak edilen şeyler olunca, bu ifadenin başına, harf-i tarifin getirilmesi pek yerinde olmuş olur.

Nüzul Sebebi

Ayetin tefsiri hususunda da şu izahlar yapılabilir:

Birinci Görüş: "sizi, sayının çokluğu ile böbürlenmek alıkoydu..." Rivayet olunduğuna göre bu ayet-i kerime, Beni Sehm ile, Beni Abd-i Menaf hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, hangilerinin daha kalabalık olduğu hususunda karşılıklı övünmeye girişmişlerdi. Beni Abd-i Menaf, daha çok idi. Bunun üzerine Beni Sehm, "Gelin, dirilerinizi, ölülerinizin toplamını, ölülerinizin dirilerinizin toplamı ile mukayese edelim.." dedi de, bunu uyguladılar. Derken, Beni Sehm, daha kalabalık çıktı. İşte, bunun üzerine bu ayet, nazil oldu. Bu rivayet, Kur'ân'ın zahirine uygundur. Çünkü "ta kabirleri ziyaret ettiniz" ifadesi, bu işin, geçmiş bir hadise olduğuna delalet etmektedir. Böylece, Cenâb-ı Hak adeta, onları, kendi hallerine şaşmaya davet ederek, "Farzedin ki sizler, onlardan Sayıca daha çoksunuz, ama bu, ne fayda sağlar?!" demek istemiştir. "Ziyaret", bir yere gelmek-gitmek demektir. Bu geliş ise, pekçok maksat için olur. Ama, bunların en ehemmiyetlisi ve nazar-ı dikkate alınmaya en evla olanı, kendisi sebebiyle, kişinin kalbinin rikkate kavuştuğu, duygulandığı, dünya sevgisinin kalbinden silindiği ziyarettir, geliştir. Çünkü kabirleri görmek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Sizlere, kabirleri "Sizlere, kabirleri ziyareti yasaklamıştım. Dikkat, artık şimdiden sonra kabirleri ziyaret ediniz (ziyaret edebilirsiniz). Çünkü onları ziyaret etmede, ibret ve öğüt alma vardır' Müslim, cenâiz, 106 (2/672). hadis-i şerifinde de beyan ettiği gibi, bunu doğurur. Sonra sizler, kalblerinizin katılığı ve dünya sevgisi içinde, kabirleri ziyaret ediniz. Binâenaleyh hüküm değiştiği için, Allahü teâlâ bunu teaccüb (muhatabları hayrete davet) sadedinde zikretmiştir.

Mal Çokluğu İle Övünme

İkinci Görüş: Bu ifade ile, insanların mal ve zenginlik bakımından öğün meleri kastedilmiştir. Bu görüşte olanların delili ise şudur: Rivayet olunduğuna göre, Mutarraf b. Abdullah b. Şahîr, babasından, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ayetini okuyup, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İnsanoğlu "malım, malım" der. Ama (ey insanoğlu) senin malın ancak, yiyip de bitirdiğin; giyip de eskittiğin, tasadduk edip de gerçekleştirdiğin şeylerdir. Müslim, zühd, 3(4/2273); Tirmizi, Zühd, 3 (4/572).

Ayetteki, "Hatta kabirleri ziyaret ettiniz" ifâdesi, "Taki öldünüz" demektir. "Kabirleri ziyaret" mecazen ölmek manasınadır. Nitekim Arapça'da, ölen kimse içip, "Kabrini ziyaret etti" resmini (kabrini) ziyaret etti" denilir. Cerîr de Ahtal'a "Ebû Mâlik öldü, anası da onun devamlı ziyaretçisi oldu" demiştir. Buna göre ayetin manası, "Malları çoğaltmaya ve artırmaya olan hırs ve düşkünlüğünüz, Rabbinize taat ve ibadetten oyaladı, alıkoydu. Bu halinizi sürdürürken, ecelinizin gelip çattı" şeklinde olur. Ayeti bu manaya hamletmenin şu iki bakımdan müşkil olduğu ileri sürülmüştür:

a) Ziyaret eden, o anda ziyaret edip, sonra da çekip giden kimseye denir. Ölen ise, artık kabrinde kalakalır, Binâenaleyh ölen kimse için, daha nasıl, "kabirleri ziyaret etti" denilebilir.

b) Bu ayet, geçmiş zaman siğasıylasıdır. Binâenaleyh daha nasıl gelecek zamana hamledilebilir.

Birinci itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Ziyaretçi bazan, ziyaret ettiği yerde bekleyebilir. Fakat o, birgün mutlaka oradan ayrılacaktır. Kabire girenler de, birgün oradan, hesab yerine göçeceklerdir.

İkinci itiraza da şu bakımlardan cevap verilebilir:

a) Bu ifade ile, yaşlılığı sebebiyle, ölümle yüzyüze gelmiş kimseler kastedilmiş olabilir. İşte bu yüzden, bu kimseler hakkında, "o kabrin kenarında, bir ayağı çukurdadır" denilir.

b) İnsanlara ibret olsun diye, geçmiş kimselerden bahsetmek, onlardan haber verme gibidir. Çünkü onlar da, bu insanların yolu üzere idiler. Hak teâlâ'nın, "Peygamberleri öldürüyorlar" (Bakara, 61) ayeti de böyledir. (Yani ataları peygamberleri öldürdüğü halde, onların yolunda olan nesillerine böyle söylenmiştir).

c) Ebû Müslim'e göre, "Allahü teâlâ kıyamet gününde, kafirleri ayıplamak için bu sûre ile hitap edecektir. Halbuki kafirler, bundan önce kabirleri ziyaret etmişlerdi. (İşte ayet bu yüzden geçmiş zaman sığasıyladır).

Üçüncü Görüş: Mala ve onu çoğaltmaya olan düşkünlüğünüz sizi oyaladı. Böylece ölünceye kadar, o malın zekatını da vermediniz. Ama şimdi ölürken, "zekat için şu kadar, hac için şu kadar vasiyet ediyorum" demeye başladınız.

Dördüncü Görüş: Övünmeniz sizi, ibadetten alıkoydu da böylece artık dine önem vermediniz. Aksine kalbleriniz hiç kırılmayan bir taş gibi oldu. Sadece kabirlerinizi ziyaret ettiğinizde, kalbleriniz yumuşadı oysa, her zaman böyle olmalıydınız. Yazık! dininizden nasibiniz bu kadar mı olmalıydı. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Ne kadar az şükrediyorsunuz" (A'râf, 10), yani, "Bu kadar az şükrünüzle yetinmem" ayetidir.

Altıncı Mesele

Allahü teâlâ, "Sizi, çoklukla böbürlenmeniz, şundan oyaladı" dememiştir. Çünkü mutlak olarak zikretmek, yani bir şeyden gelen olarak bahsetmek daha çok zemmi ifade eder. Zira bu durumda muhatabın aklı, her türlü ihtimali düşünür. Dolayısıyla da ifadenin içine, mahallin elverdiği herşey girebilir. Yani, "Övünmeniz sizi, Allah'ı zikirden, farzlardan, mendublardan, marifetullah'dan, taattan, tefekkürden ve tedebbürden alıkoydu" demek olur. Yahut şöyle diyebiliriz: "Ayetin öncesine bakarsak mana, "Övünmeniz size, kâria (kıyamet) işi üzerinde düşünmekten ve ölmekten bu gün için hazırlanmaktan alıkoydu" şeklinde olur. Yok eğer, bu ayetten sonraki ifadeleri nazar-ı dikkate alırsak, bu durumda da mana, "Övünmeniz sizi oyaladı ve böylece (kabirlere girerek) kabirleri ziyaret edinceye kadar, ölümü unuttunuz" şeklinde olur.

Gerçeği İleride Bileceksiniz

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Hayır... İlende bileceksiniz. Yine hayır. İleride bileceksiniz".

Bu ifadeler, hem daha öncekilerle, hem de sonrakilerle alakalıdır. Kendinden öncesi ile alakası, bir red ve yalanlama tarzında olup, "Bunların sandığı gibi, hakiki mutluluk sayı, mal ve evlad çokluğuna bağlı değildir" manasındadır. Sonrası ile alakası ise, yemin manasına gelişinden ötürüdür. Buna göre, "Yemin olsun ki gerçekten bileceksiniz. Fakat fasık, tevbe ederse; kafir, müslüman olursa; hırslı da, zahid olursa durum değişir" demek olur.

Hasan el-Basrî'nin şu sözü de bu manadadır: "Etrafındakilerin çokluğu seni aldatmasın. Çünkü yalnız öleceksin, yalnız dirileceksin ve yalnız hesaba çekileceksin." Bu söz de, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün kişi kardeşinden kaçar..." (Abese, 34); "O (insan) Bize tek başına gelir" (Meryem, 80) ve "Andolsun ki Bize ferd ferd geleceksiniz"(Enam, 94) ayetlerinin hüiasasıdır. Binâenaleyh bütün bunlar, övünmene mani olması gereken hususlardır.

Kellâ Edatı İle Yapılan Tekrarın İzahı

Alimler, ayetteki tekrar hakkında şu izahları yapmışlardır:

1) Bu, te'kid (vurgu) içindir. Üstelik bu, tehdid üstüne tehdiddir. Nitekim nasihat ettiğin birisine, "Demedim mi, demedim mi böyle yapma diye..." dersin.

2) Birincisi, ölüm esnasında ona, "Sana müjde yok" denildiğinde; ikincisi de, "Kabir suali esnasında, "Rabbin kim?" denildiğinde; üçüncüsü o çağına çağırıp, herkesin dirildiği esnada "Falanca, bundan sonra bir mutluluğu olamayacağı bir biçimde artık şakidir ve "Bugün mücrimler aynîm" (Yâsîn, 59) denildiği zaman o insana, "kellâ" (hayır, hayır) denilecek.

3) Dahhâk bu ifadelere, "Ey kafirler, bileceksiniz; ey mü'minler sonra, sizler de bileceksiniz" manasını vermiş ve ayetleri (......) şeklinde okumuştur. O halde birincisi va'îd (tehdid), ikincisi va'd (müjde)dir.

4) Herkes, zulmün ve yalanın çirkin olduğunu; adaletin ve doğrunun güzel olduğunu bilir. Fakat bunların neticelirinin kıymetini bilemez. Buna göre Hak teâlâ, "Sen, ayrıntılı bir şekilde bunu bileceksin. Fakat, ayrıntı ziyadeye de muhtemeldir. Binâenaleyh ne zaman daha fazla lezzet elde edilirse, ilim de o nisbette fazlalaşır. Ceza tarafında da durum böyledir" demiş olur, Böylece Cenâb-ı Hak işi, durumlara göre taksim etmiş olur. Meselâ görürken artacak, öldükten sonra dirilirken daha artacak; hesab esnasında daha da artacak; cennete veya cehenneme girerken iyice artacak (ilmi ve cezası veya mükafaatı). İşte bu yüzden bir tekrar söz konusudur.

5) Bu iki ifadeden herbiri, kabir azabıyla ilgili, diğeri de kıyamet azabıyla ilgilidir. Nitekim Ebû Zerr (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kabir azabı konusunda şüphel vardır. Taki Ali b. Ebû Talib'in "Bu ayet, kabir azabına delildir. Hak teâlâ burada (sonra) edatını kullanmıştır. Çünkü bu iki alemin ve iki hayatın arasında bir ölüm (derecesi) vardır" deyinceye kadar."

İlmel Yakın Bilseydiniz

5

Âyetin tefsiri için bak:7

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"Hayır hayır... Eğer ilm-i yakın ile bilseydiniz... Andolsun ki o alevlenmiş ateşi mutlaka göreceksiniz. Yine andolsun, onu ayne'l-yakîn ile mutlaka göreceksiniz".

Lev Edatının Cevabının Hazfi

Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Alimler ayetteki "Eğer" şart edatının cevabının mahzuf olduğu ve ifadesinin cevab olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun delili ise şu iki şeydir:

1) 'in cevabının, menfisi müsbet, müsbeti de menfidir. Şimdi eğer "Ateşi mutlaka göreceksiniz" ifadesi, 'in cevabı olmuş olsaydı, "ateşi (cehennemi) görme"nin söz konusu olmaması gerekirdi. Halbuki böyle birşey olamaz. Çünkü cehennemin görülmesi, kesin olan birşeydir. Buna göre eğer, "Buradaki "görme" ile, cehennemin dünyada iken kalben görülmesidir, bu görme ise vaki değildir?" denilecek olursa denilirse, biz deriz ki: "Ayetin zahiri manasını terk, aslolanın aksine bir hareket tarzıdır."

2) Hak teâlâ'nın "Sonra andolsun o gün elbet ve elbet size nimetler sorulacak" (Tekâsür, 9) ayeti, mutlaka olacak bir şeyi haberv ermektedir. Binâenaleyh bunun, olmayacak birşeye atfedilmesi, nazm (söz ve mana dizisi) bakımından çirkin olur.

Bil ki bu gib iyerlerde cevabın terki, daha güzel olur. Çünkü mesela bir adam bir adama, "Şöyle yapsaydın..." der ve bu sözüyle, "o zaman işte şöyle şöyle olurdu" demek istemiştir. Nitekim Hak teâlâ da, "Eğer kafirler yüzlerinden ve sırtlarından cehennem ateşini alıkoyamayacakları... zaman, bir bilselerdi..." (Enbiyâ, 39) buyurarak, cevabı hazfetmiştir.

Bunu iyice anladığına göre diyoruz ki: Alimler, bu ayetteki (eğer) şart edatının (muhzuf) cevabına ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:

a) Ahfeş, ayetin takdirinin, "Sizler, ilm-i yakîn ile bilseydiniz, bu övünmeler sizi, ibadetten ve taattan alıkoyamazdı" şeklinde olduğunu söylemiştir.

b) Ebû Müslim, bunun "Sizler, size neyin farz (gerekli) olduğunu bilseydiniz, ona sımsıkı sarılırdınız" yahut da, "Hangi ne için yaratıldığınızı bilseydiniz, o işle meşgul olurdunuz" manasında olduğunu söylemiştir.

c) Burada, herkesin aklı ve fikri, her türlü ihtimali düşünsün, böylece de, kastedilen tehdid (sakındırma) o nisbette ileri olsun diye, cevab hazfedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Eğer ilm-i yakîn ile bilseydiniz, anlatılamayacak ve künhüne erilemeyecek şeyler yapardınız. Ama sizler dalalette olan ve cahil olan kimselersiniz" demiştir.

Hak teâlâ'nın "Andolsun siz o alevlenmiş ateşi mutlaka göreceksiniz" ifadesinin başındaki "lâm", bunun mahzuf (mukadder) bir kasemin (yeminin) cevabı olduğuna delalet eder. Bu kasem ise, tehdidi te'kid etmek (pekiştirmek) ve tehdid konusu olan şeyde, asla ve kat'â şüphe bulunmadığını bildirmek içindir. Tehdidi ağırlaştırmak ve korkuyu artırmak için, Allahü teâlâ, bu ifadeyi ile atfederek, tekrarlamıştır.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, "kellâ" lafzını bu sûrede tekrar tekrar getirmiştir. Buradaki "kellâ", "zecr" (caydırma) ifade etmektedir ve "Hayır öyle sizin sandığınız gibi değil..." manasınadır. Bu şekilde bir tekrar güzel ve yerinde olmşutur. Zira Hak teâlâ bu ifadeyi, bu sûrede her yerde, bir diğer yerdekinden farklı olarak getirmiş ve buna göre de sanki, "Şunu yapmayın, zira sizler, bunu yaparsanız, şu çeşit azaba müstehak olursunuz. Şunu da yapmayın, çünkü o zaman da başka bir azab ve zararı haketmiş olursun..." demek istemiştir. Böylesi bir tekrar ise, hoşlanılmayan değil, aksine Araplarca hoşlanılan bir üslübtur. Hasan el-Basrî (r.h) buradaki "kellâ"yi, "hakka" (gerçekten) manasına alır. Buna göre ayet, "Sizler gerçekten ilm-i yakîn ile bilseydiniz..." manasında olur.

İlmel Yakîn

"İlme'l-Yakîn" hususunda şu iki izah yapılır:

a) Bu, "ilmen yakînen" (yakîn yani kesin olan bir ilim) takdirindedir. Binâenaleyh burada, mevsuf olan "ilm" sıfatına yani "yakîn" kelimesine muzaf kılınmıştır. Bu tıpkı "dâru'l-âhire" ifadesi gibidir; Mescidü'l-Câmî", "Amü'l-evveli" (ilk yıl) tabirleri de böyledir.

b) Buradaki "yakîn" ile, ölüm, diriliş ve kıyamet kastedilmiştir. Çünkü ölüm, "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et"(Hicr, 99) ayetinde, "yakîn" diye ifade edilmiştir. Bir de ölüm ve diriliş gerçekleştiğinde, yakînî ilim hasıl olur ve bütün şüpheler zail olur. Buna göre ayet, "Eğer ölümü ve insanın ölüm esnasında ve ölümden sonra ve Ahirette insanın karşılaştığı şeyleri şimdiden bilseydiniz, övünmeniz, sizi Allah'ın zikrinden alıkoymazdı" manasında olur. Çünkü insan bazan, "Onu ben gerçekleştirdim" manasında, der. Yine "Falanca tıp ve matematik ilimlerini bilir" denilir. Çünkü ilimler çeşit çeşittir. Dolayısıyla "şu ilmi biliyorum" denilebilir.

Dördüncü Mesele

İlim, amele (pratiğe) götüren en ileri sebeblerden biridir. Binâenaleyh amel vakti insanın önüne geldiğinde, bu onun için bir öğüt ve va'd olur. Eğer amel vakti, vefatından sonra gelirse, o zaman da bu, onun için bir pişmanlık vesilesi olur. Nitekim anlatıldığına göre, "Zulkarneyn (aleyhisselâm), karanlıklar diyarına girince, orada boncuk-cıncık buldu. Beraberindekiler, onlardan bol bol aldılar. Karanlıktan çıkınca da, o boncukların aslında cevahir (kıymetli taşlar) olduğunu gördüler. Binâenaleyh alanlar, "Niçin daha fazla almadık" diye; almayanlar da ("Keşke biz de alsaydık" diye) üzüldüler. İşte Kiyaset ehlinin halleri de böyledir.

Böbürlenmedeki Tehlike

Ayetteki, "alimler (bilenler)" için büyük bir tehdid var. Çünkü ayet, övünmede ve böbürlenmede yatan afetlere dair kesin bilgi hasıl olması halinde, insanın övünüp böbürlenmeyi terketmeleri gerektiğine delalet eder ki bu da, övünme ve böoürlenmeyi terketmeyen kimsede, aslında yakıni ilmin hasıl olmadığı manasına gelir. Binâenaleyh ilmiyle amel etmeyen alime yazıklar olsun, yazıklar olsun...

Altıncı Mesele

Sûrede, "görme" fiilinin tekrar edilişiyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

a) Bunun tekrarı da, tehdidi te'kid (pekiştirmek) içindir. Belki de kafirler, tehdidleri duymaktan hiç hoşlanmıyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak, bu yüzden tehdidi tekrar tekrar zikretmiştir. Keza fiilin sonucundaki te'kid nûn'u da, bu görüp bilmenin, kaçınılmazlığını anlatmaktadır. Buna göre mana, "Siz görüşünüzle ve bu bilginizle başbaşa kalsaydınız, onu görmemezlikten gelebilirdiniz. Fakat isteseniz de, istemeseniz de, onu görmeye mecbur edileceksiniz" şeklindedir.

b) Bu "görme"lerden ilki, cehennemi uzaktan görme manasınadır. Nitekim Hak teâlâ, "Cehennem onları uzaktan gördüğünde, onlar onun müthiş gazablarıni ve uğultusunu duyacaklar" (Furkan, 12) ve "Cehennem, görecekler için yaklaştırıldı" (Nâziât, 36) buyurmuştur. İkinci görme ise, onlar cehennemin kenarında oldukları zaman, cehennemi görmeleridir.

c) Birinci "görme", gelirken; ikincisi de oraya girerken olan görmedir. Bu izahın güzel olmadığı, çünkü bu ayetlerde, "Sonra andolsun o gün elbet ve elbet size nimetler sorulacaktır" buyurulduğu, bu sorulmanın, cehenneme girmezden önce olacağı da ileri sürülmüştür.

d) Birinci görme, sözleşme; ikincisi bizzat görme manasınadır.

e) Bununla, "Sizler o cehennemi tekrar tekrar göreceksiniz" manası kastedilmiştir. Böylece "görme"nin sûrede iki kere zikredilmesi, görmenin peşpeşe-ardarda olacağı manasına gelmiş olur. Çünkü cehennemlikler, orada ebedi kalacaklardır. Dolayısıyla kendilerine, tehdid üslubuyla, "Andolsun ki sizler bu gün eğer, o görme hususunda şüpheye düşüp, onu tasdik edemediyseniz, orayı sürekli göreceksiniz ve şekkiniz-şüpheniz böylece kaybolacak" denilmek istenmiştir. Bu tıpkı, "Rahmanın yarattığında bir bozukluk göremezsin... Binâenaleyh gözünü iki kere çevir bak" (Mülk, 3-4) ayeti gibidir. Bu, "Eğer tekrar tekrar baksan da o gökte bir çatlaklık bulamazsın" demek olup, buradaki "iki kere" ifadesiyle, sadece iki kere bakmayı kastetmemiştir. Tefsir ettiğimiz bu sûrede de böyledir. Eğer, "İkinci "görme"yi "yakînî görme" diye tavsif etmenin hikmeti nedir?" denilirse, deriz ki: Çünkü onlar, birinci kez sadece alevini; ikinci kez ise bizzat o cehennem çukurunu, oraya nasıl düşüldüğünü ve oradaki eziyet verici canlıları görmüşlerdir. Bu ikinci "görme"nin, daha net bir görme olduğunda şüphe yoktur. Daha kapalı olan bilgiden, daha açığına geçmedeki hikmet ise, bakışı terketmeye dair, teferruatlı bilgi vermedir. Çünkü onlar, zanlanyla yetiniyor, dahasını istemiyorlardı.

Kıraat Farkları

Bütün kıraat imamları fiili, tâ'nın fethası ile (......) şeklinde okumuşlardır. Ama, "Ona şunu gösterdim" manasında, şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana, "Onlar, cehenneme doğru sürülecekler ve böylece cehennemi görecekler" şeklinde olur. Bu kıraat İbn-i Âmir ve Kisâî'den rivayet edilmiştir. Sanki bu ikisi, "O cehennem sizlere gösterilecek de siz de onu göreceksiniz" manasını kastetmişlerdir. İşte bu yüzden ikincisi fetha ile, (......) şeklinde okunmuştur. İkincisinde, onlara o cehennem gösterildiğinde, onların onu göreceklerine dair delil vardır. Âmmenin kıraatinde ise, ikinci "ru'yet" (görme) fiili, hem te'kid, hem de, daha önce bahsettiğimiz diğer faydalardan ötürü tekrardır.

Bil ki âmmenin kıraati şu iki sebebten ötürü daha uygundur:

a) Ferrâ şöyle der: "Âmmenin kıraati, Arap diline daha uygundur. Çünkü bu bir tağlizdir. Binâenaleyh lafzının değiştirilmemesi gerekir.

b) Ebû Ali şöyle der: "Sizler cehennemi göreceksiniz" ifadesi, "Sizler cehennem azabını göreceksiniz" manasınadır. Baksana Hak teâlâ'nın "Hepiniz mutlaka oradan geçeceksiniz"(Meryem, 71) ayetinin de delaletiyle, mü'minler de cehennemi görecekler. Durum böyle olunca, tehdid bizzat cehennemin görülmesinde değil, azabının görülmesinde yatmış olur. Bunun delili ise, "Azabı gördükleri zaman..."(Bakara, 181) ve "Zalimler o azabı gördükleri zaman... "(Nahl, 85) ayetleridir. Bu da, fethalı kıraatin, zammeli kıraattan manaca daha beliğ olduğuna delalet eder.

Nimetlerin Hesabı Sorulacak

8

"Sonra andolsun o gün elbet ve elbet size nimet(ler) sorulacaktır".

Bu ayetle ilgili iki mesele var:

Birinci Mesele

Bu, kimlere nimetlerin hesabı sorulacağı hususundadır. Bu hususta iki görüş var:

Nüzul Sebebi: Hesap Kafirlere

Birinci Görüş: Daha açık olan bu görüşe göre, nimetlerin, sorulacağı kimseler kafirlerdir. Hasan el-Basri, cehennemliklerden başka, hiç kimse nimetlerden hesaba çekilmeyecek. Bunun delili ise şu iki şeydir:

1) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), bu ayet nazil olunca, "Ey Allah'ın Resulü, söyler misin, hani seninle birlikte, Ebu'l-Heysem İbn et-Tîhân'ın evinde arpa-ekmeği, et ve olgunlaşmamış hurma yemiş ve tatlı su içmiştik. Bu, kendisinden hesaba çekileceğimiz nimetlerden midir?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu (hesaba çekiliş), kafirler içindir" demiş ve "Nankörlerden-kafirlerden başkasını cezalandırmayız" (Sebe, 17) ayetini okumuştur.

2) Ayetin zahiri de bunun delilidir. Çünkü kafirleri, dünyalıklarla övünmeleri, dünyanın lezzetleri ile böbürlenmeleri, onları Allah'a taat ve şükürden alıkoymuştur. Böylece Allahü teâlâ, kafirler dünyada iken, kendilerinin mutluluk sebebi saydıkları bu şeylerin, ahirette kendileri için en büyük şekavet sebeplerinden olduğunu anlasınlar diye, Allahü teâlâ, Kıyamet günü bu nimetleri soracaktır.

Hesap Herkese

İkinci Görüş: "Bu hesab, hem mü'min, hem kâfir hakkında genel bir durumdur." Bu görüşte olanlar, görüşlerine şu hadisleri, delil getirirler. Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kulun, kıyamet gününde, hesaba çekileceği ilk şey, nimetlerdir. Binâenaleyh o kula, "Sana beden sıhhati vermedik mi, seni soğuk suya kandırmadık mı?" denilir" Tirmizi, tefsir, 89 (5/448).

Mahmud b. Lebîd şöyle der: "Bu süre nazil olunca, ashab, "Ey Allah'ın Resulü, biz hancfi nimetten mesul olacakmışız? Yediğimiz hurma, içtiğimiz su... Kılıçlarımız, koltuğumuzun altında, düşman önümüzde, daha hangi nimetten sorulacağız" dediler de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu (hesabı sorulacak) nimetler ileride olacak" buyurdu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ya Resûlellah, "Biz malımızı -mülkümüzü bırakıp, yurtlarımızı terketmiş kimseler olarak, daha hangi nimetlerden hesaba sorulacağız?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bunlar, 'soğuk ile sıcaktan koruyan ev, ağaç ve çadırlarınızın gölgeleri ile, sıcak bir gündeki soğuk su nimetleridir." Şu hadis-i şerifin manası da buna yakındır: "Kim evinde güvenlik içinde, bedenen sıhhatli olur, yanında da birgünlük yiyeceği bulunursa, dünya bütün kenar-bucağı ile bu kimsenin önüne konulmuş gibi olur." Ibn Mace, zühd, 9 (2/1387).

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bir genç müslüman olur, derken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu gence, Tekâsür Sûresi'ni öğretir, sonra da, onu bir kadınla evlendirir. O, hanımının yanına girip de, onca çeyizleri ve nimetleri görünce, geri çıkar ve "Ben bunu istemem" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunun sebebini sorunca o, "Sen bana, "Sonra andolsun o gün elbet ve elbet size nimetlerden sorulacaktır" ayetini öğretmedin mi? Ben bu nimetlerin hesabını veremem" dedi."

Hazret-i Enes (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, bu ayet nazil olunca, bir fakir kalktı da, "Benim üzerimde nimet namına birşey var mı?" dedi. Bunun üzerine, "Gölge, ayakkabı ve soğuk su nimetleri (var ya)?" denildi.

Bu husustaki en meşhur haber, rivayet edilen şu husustur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece Mescid'e çıkar, çok geçmeden, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) da çıkagelir. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Ebâ Bekir seni evinden çıkaran şey nedir?" deyince, o, "Açlık" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'a yemin ederim ki, beni evimden çıkaran şey de, seni çıkaranın aynısıdır" der. Derken, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) gelir ve aynı şeyi söyler. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Haydi Ebu'l-Heysem'in evine gidelim" der ve Ebu'l-Heysem'in evine giderler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kapıyı üç kez vurur. Fakat hiç kimse cevap vermez. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), gitmek için döner. Tam o sırada, evin hanımı kapıya çıkar ve "Ey Allah'ın Resulü sesini-selamını duyduk. Fakat daha fazla selam vermeni istediğimiz için ses çıkarmadık" diye seslenir. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hayırlar olsun" der. Sonra kadın, "Anam-babam sana kurban olsun. Ebu'l-Heysem, bize tatlı su getirmek için çıktı" der ve bir sa' (ölçek) arpa alır, öğütür ve ekmek yapar. Ebu'l-Heysem gelince de, beraber yerler-içerler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İşte bu, sorulacak nimetlerdendir" Nesai, vasiya, 4 (6/246). buyurur.

Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kul dört şeyden, yani ömründen, malından, gençliğinden ve amelinden hesaba çekilmedikçe yerinden kıpırdayamaz" Tirmizi, Kıyame 1 (4/612). Mu'âz (radıyallahü anh) da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:"Kul, kıyamet gününde, gözlerinin sürmesinden de, parmağıyla uf attığı çamurdan da, kardeşinin elbisesine dokunmasından da hesaba çekilecek."

Bil ki evlâ olan, ayetin ifadelin, mü'min ve kafir herkes hakkında genel olmasıdır. Fakat nimetlerden hesaba çekilme, şükrü terkettiği için, kafir için birterbîh (kınama); şükrünü eda edip, itaatta bulunduğu için, mü'min hakkında, bir şeref bahsetme vesilesidir.

Hesap Sebebi Nimetler

Alimler, hesap sebebi olan nimetlerin neler olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Rivayet olunduğuna göre bunlar, beştir: karın doyurma, soğuk su içme, uyku lezzeti, evlerin gölgesi ve sıhhat...

2) İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), bunların, emniyet, sıhhat ve boş vakit olduğunu söylemiştir.

3) İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bunlar, sıhhat ve yeme-içme gibi diğer leziz şeylerdir" demiştir.

4) Bazıları da bu nimetlerin, duyma ve görme duygularından faydalanma olduğunu söylemişlerdir.

5) Hasan b. Fazl, "Bunlar, serî hükümlerin hafifletilmiş olması ve Kur'ân'ın kolay kılınmış olmasıdır" der.

6) Ibn Ömer (radıyallahü anh), bunun soğuk su olduğunu söyler.

7) Muhammed el-Bakır ise, bunun afiyet ve sıhhat olduğunu söylemiştir.

Câbir el-Cu'fîn'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Muhammed Bakır'ın yanına girdim. O, "Te'vilciler (tefsirciler), "Sonra ... size nimetlerden sorulacak" ayeti hakkında ne derler?" deyince, ben, "Hesabı sorulacak nimetlerin, gölge ve soğuk su" olduğunu söylüyorlar" dedim. Bunun üzerine, "Şimdi sen evine, birini misafir etsen, gölgede oturtsan ve ona soğuk su içirtsen, bunu onun başına kakar mısın?" dedi. Ben, "Hayır" deyince o, "Allahü teâlâ da, kuluna yedirip, içirip, sonra da ona bunun hesabını sormayacak derecede kerimdir, cömerttir" dedi. Bunun üzerine, "Peki o halde, bu ayetin tefsiri nasıl olur?" dediğimde, "Naîm (nimetler), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Allah onu bu aleme nimet olarak göndermiş ve onun sebebiyle alemdekileri dalaletten kurtarmıştır. Peki sen Allah'ın, "Anâolsun ki Allah, içlerinden bir peygamber gönderdiği için, mü'minlere lütfetmiştir" (Al-i imran, 164) ayetini duymadın mı?" der.

8) İnsanlar, yeme, içme, ev gibi şeylerin fazlalarından hesaba çekilecekler.

9) En evlâ olan bu görüşe göre, bu hesab bütün nimetlere şamildir. Bunun böyle olduğunun delili şunlardır:

a) en-Nâîm'in başındaki elif-lâm istiğrak (genellik) ifade eder.

b) Lafzı, ifade ettiği manaların bir kısmına hamledip, diğer kısımlarına hamletmemek daha uygun bir hareket değildir. Hele de delil, bu dünya menfaatlarım elde etmenin maksadının, kulun Allah'a kullukla meşgul olmasını sağlamak olduğuna delalet ederse...

c) Hak teâlâ, "Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetlerimi hatırlayın" (Bakara, 40) buyurmuştur ki bu nimetlerle, o denizin yarılması, Firavun'un elinden kurtarılma, yemeleri için kudret helvası ve bıldırcın eti İndirilmesi gibi tüm nimetler kastedilmiştir. İşte burada da böyledir.

d) Gerçek manada nimet, parçaları ve uzuvları bulunan bir bütün gibidir. Binâenaleyh "naîm" (nimet)e işaret edildiğinde, bunun içine, bütün parçalar girer. Bu tıpkı ilacın, pek çok maddelerin karışımından meydana gelmiş bir karışımın ismi olması gibidir. Binâenaleyh "İlaç" denilince, bu maddelerin hepsi bunun içine girer.

Nimet Çeşitleri

Bil ki nimetler pek çok çeşittir:

a) Açık-kapalı

b) Bitişik-ayrı;

c) Dinî-dünyevî... Mutluluğun çeşitlerini cins olarak, bu sûrenin başında zikretmiştik. Fakat bunları tür ve şahıs olarak (tek tek) saymaya gelince bu, "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız" (Nahl, 18) ayetinde de ifade edildiği gibi, mümkün değildir. Binâenaleyh Allah'ın, senin üzerindeki, sadece bedeninin sıhhati açısından olan nimetlerini bilmek için, doktorlara başvur. Ama doktorlar, gaflet bakımından en ileri kimselerdendir. Allah'ın gökleri ve yıldızları yaratmasında sana olan nimetlerini de müneccimlerden (astronomi ile uğraşanlardan) öğrenmeye çalış. Ama gelgör ki bunlar da o yaratıcıyı bilmeme bakımından, yine ileride olanlardandır. Allah'ın saltanatını da hükümdarlardan öğrenmeye çalış. Ama bunlar da insanların (iman açısından) en cahili kimselerdendir. İbn Ömer(radıyallahü anh)'in, ayette geçen nimetleri, "soğuksu" olarak tefsir etmesi, "soğuk su da bu nimetlerden biridir" manasınadır. Belki de bulunduğunda kendisine hiç kıymet verilmeyen, bulunamayınca ise alabildğine kıymet arzeden birşey olduğu için, İbn Ömer, bu nimeti, özellikle "su" diye tefsir etmiştir. İbnu's-Semmâhin Harun Reşîd'e söylediği şu söz de böyledir: "Bir çölde su içme ihtiyacı içine düşsen, bunun için mülkünün yarısını feda eder miydin? Birşey boğazına takıldığında, bunun için de mülkünün yarısını harcar miydin? İdrarın tıkandığında, bunun için bütün mülkünü vermez miydin? Binâenaleyh kıymetli iki içimlik su kadar olan mülküne aldanma." Yahut da cehennemlikler başka şeylerden en fazla suyu taleb ederler. (Bundan dolayı İbn Ömer, ayeti böyle tefsir etmiştir). Nitekim Allahü teâlâ, cehennemliklerin, cennetlikleri, "Bizim üzerimize su dökün" dediklerini haber vermiştir. Yahut da bu sûre, nimetler içinde yüzenler hakkında nazil olmuştur ve bunlar, özellikle soğuk suyu ve gölgeyi temin eden kimselerdir. Gerçek şu ki, ayette bahsi geçen hesaba çekme işi, hem mü'mini, hem de kafiri içine alan ve ister mutlaka tabii ihtiyaçlardan olsun, isterse fantazi (lüks) türünden olsun, tüm nimetlerden hesaba çekmeyi içine alır. Halbuki böyle değildir. Çünkü bütün bunların, Allah'ın masiyetine değil de, Allah'ın taatına harcanması gerekir. Böylece bu sorgulama, hepsinden olmuş olur. Ki bu hususu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadisi de tekid eder: "Kıyamet gününde kul, şu dört şeyden: ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nereye infak ettiğinden ve ilmiyle nasıl amel ettiğinden sorulmadıkça, kul, bir yere kıpırdayamaz." Tirmizi, Kıyam 1 (4/612).

Binâenaleyh, Allah'tan olan tüm nimetler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu hadisinde bahsettiği şeylerin içine dahildir demektir.

Hesaba Çekmenin Yeri

Alimler, bu hesaba çekmenin nerede olacağı hususunda da ihtilaf etmişlerdir.

Birinci Görüş: Bu iş, hesap durağında olacaktır. Buna göre şayet, "Bu doğru olmaz, çünkü Allahü teâlâ, bu sorgulamanın, "Sonra, andolsun.. elbet ve elbet size sorulacaktır..." buyurmak sureti ile, cehennemi bizzat görmeden sonra olacağını haber vermiştir. Halbuki, sorgulama yeri ve durağı, cehennemin fiilen görülmesinden öncedir" denilirse, biz deriz ki, ifâdesinin başındaki sonra" ile, "Sonra, size, sizin kıyamet gününde mesul olacağınızı haber veriyorum" manası kastedilmiş olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "...Sonra da, iman edenlerden olun (Beled, 13-17) ayetleri gibidir.

İkinci Görüş: Bunlar, cehenneme girdiklerinde, kendileriyle alay etmek için o nimetler onlara sorulacaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Oraya her ne zaman bir grup atılırsa, o cehennem bekçileri onlara ... sorar..." (Mülk,8) ve "Sizi cehenneme sokan nedir?" (Mûddessir, 42) buyurmuştur.

0 ﴿