ASR SURESİÜç ayet olup, Mekkî'dir. 1"Andolsun asra ki...". Bil ki alimler, "asr"ın ne demek olduğu hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir: Birinci Görüş: Asr, "dehr - zaman' demektir. Bu görüşü benimseyenlerin delilleri ise şunlardır: 1) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "asr"a yemin etmiştir. Ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Asra ve zamanın belalarına yemin olsun ki..." diye okurmuş. Ancak ne var ki, bu şekildeki bir okuyuş, namazı ifsat eder. Biz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bunu, Kur'ân'ın bir lafzı olarak değil de, aksine tefsir kabilinden okumuş olduğunu söyleyebiliriz: Belki de, Cenâb-ı Hak, mülhid ve dinsiz kimselerin, bunu dillerine doladıklarını ve çok saygı duyduklarını bildiği için, demedi de buyurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, tabiâtçıların ve dehrilerin görüşlerinin yanlışlığına bir cevap olsun diye, (Dehr, 1) ayetinde (......) kelimesini zikredişi de böyledir. 2) Dehr kelimesi, insanın dikkatini çekecek tüm şeyleri içine alır. Çünkü, rahatlık sıkıntı, hastalık, sıhhat, zenginlik, fakirlik, hep zaman içinde meydana gelen şeylerdir. Hatta, her türlü ilginç şeyden daha ilginci de, zaman içinde meydana gelir. Şöyle ki akıl, zamanın yokluğuna hükmedemez; çünkü zaman, yıl, ay, gün ve saat diye dilimlere ayrılmış, artacağı eksileceği ve eşit olacağı söylenmiş, geçmişinin ve geleceğinin olduğu söylenmiştir. Binâenaleyh, bu daha nasıl, yok sayılabilir? Bunun var olduğuna da hükmetmek mümkün değildir. Çünkü mevcut olan zaman, geçmiş ve gelecek ortada mevcut değilken, taksim edilemez. Binâenaleyh, bunun varlığına daha nasıl hükmedilebilir? 3) Kişinin kalan ömrünün, kıymeti yoktur. Binâenaleyh, şayet sen, bin yıl ömür zay etsen, sonra da, o ömrün en son noktasında tevbe etsen, kendini, ebedî ve sonsuz olarak cennette bulursun. Böylece sen, kıymetli şeyin, senin o andaki yaşaman olduğunu anlamış olursun. Böylece de, "dehr" ve "zaman" adeta, temel nimetler silsilesinden olmuş olufr. İşte bu yüzden, Allahü teâlâ, zamana yemin etmiş ve gece ve gündüzün, mükellefin kendisini zayi ettiği bir değer olduğuna dikkat çekmiştir ki, "O, iyice düşünüp ibret almak arzusunda bulunan kimseler, yahut şükretmek dileyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getirendir" (Furkân, 62) ayetiyle işte buna işaret etmek istemiştir. 4) Cenâb-ı Hakk'ın, En'âm Sûresi'ndeki, "Deki, göklerde ve yerde olanlar kimindir? Deki: Allah'ın... "(En'âm,12) beyanı da, mekana ve mekanla ilgili olarak her şeye bir işaret; "Gece ve gündüzde bulunan, (sükun halinde olan) her şey, O'nundur"(Enam, 13) ayeti de, zaman ve zamanla ilgili olan her şeye bir işarettir. Biz, orada (En'âm Sûresi'nde) zamanın, mekandan daha üstün ve kıymetli olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh, böyle olunca, "asr"a yemin de, Allah'ın mülk ve melekutundan olan iki şeyin, en kıymetlisine yemin etme olmuş olur. 5) Cahiliye Arabları, zarar ve ziyan, zamanın bela ve musibetlerine bağlar, ondan olduğunu söylerlerdi. Böylece Cenâb-ı Hak, zamana ve asra yemin etmek suretiyle, zaman ve asrın, kendisinde kusuru bulunmadığı mükemmel bir nimet olduğunu; zarara uğrayanın ve kusurlu olanın ise, insan olduğunu belirtmiştir. 6) Allahü teâlâ, geçmesi ile senin ömrünün kısaldığı asrı, zamanı kastetmiştir. Binâenaleyh, onun mukabilinde bir kesb, fiil olmayacağına, yani, geçen zaman geri getirilemeyeceğine göre, bu noksanlaşan kısım, ömür de ziyandan addolunur. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, "... hüsrandadır"(Asr, 2) buyurmuştur. Şairin, "Her geçen gün, zaman ve ömürden bir noksanlık iken, biz, geçirdiğimiz günler ile sevinir, dururuz..." sözü de bunun gibidir. Buna göre mana adeta şöyledir: "Durumu çok ilginç olan zamana yemin olsun! Çünkü, aslında ömrü yıkma ve böylece kişide bir zararın meydana gelmesi söz konusu olduğu halde, ticaret edip kar elde ettiği zannı ile geçirdiği günlerden dolayı sevinir..." İkinci Görüş: Ebû Müslim'e göre, buradaki (......) kelimesiyle, gündüzün iki ucundan biri kastedilmiştir. Bunun sebebiyse şunlardır: 1) Allahü teâlâ, her ikisinde de, kudretinin delilleri bulunduğu için, gündüzün bir ucu addedilen "kuşluk vaktine - duhâ" yemin ettiği gibi, öbür ucu addedilen "ikindi zam anı"na da yemin etmiştir. Çünkü, her sabah, adeta, kıyametin kopuşu gibidir. Zira, sanki insanlar kabirlerinden çıkıyorlar; ölüler, dinliyorlar; teraziler kuruluyor, vs.... Her akşam da, dünyanın, bir sayha ile ölümle harab edilişine benzer. Halbuki, bu iki durumdan herbiri, birer adil şahittir. İki şahidin peşinden, hakim hükmünü vermezse, o hakim hüsranda sayılır. İşte, gündüzün bu iki ucu olan iki zaman diliminden habersiz olan insan da, bir zarar içindedir. 2) Hasan el-Basrî (r.h) şöyle buyurmuştur: "Cenâb-ı Hak, pazar zamanının sona ermesinin, ticaretin ve kazancın sona erdiklerine dikkat çekmek için, işte bu vakte yemin etmiştir. Şimdi sen, bir şey kazanmadan eve girersen, çoluk çocuğun da, etrafını sarar da, herkes kendi payına düşeni senden istese, (ve de bunları veremezsen), o anda mahcub olur, ziyan içinde olanlardan olmuş olursun. İşte aynen bunun gibi, biz de diyoruz ki, (......) "Yani, dünyanın ömrünün ikindi zamanında yemin olsun ki, kıyametin kopması yakındır. Halbuki sen henüz, hazırlıklı değilsin. Ve sen, yarın bir gün, dünyada iken, içinde bulunduğun nimetlerden, halka karşı yaptığın muamelelerden sorgulanıp hesaba çekileceğini biliyorsun. Ve, zulme uğramış herkesin, senden alacağının takipçisi olacağını da kesin olarak biliyorsun. O halde bu demektir ki sen, "hâsir"sin.." demektir. Bu ifadenin bir benzeri de, "İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Onlarsa hala, gaflet içinde yüz çeviriyorlar" (Enbiya, 1) ayetidir. 3) İkindi vakti, saygıdeğer bir vakittir. Delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir: "Kim, ikindiden sonra, bile bile yalan yere yemin ederse, kıyamet gününde Allah onunla konuşmaz ve ona bakmaz!.." Müslim, İman 174 (1/403), (Benzer Hadis).Şimdi Cenâb-ı Hak, kârlı olan hakkında, kuşluk vaktine yemin ettiği gibi, zararlı olan hakkında da, ikindi vaktine yemin etmiştir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, kârlı olan hakkında kuşluk vaktine yemin etmiş, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ikbal ve geleceğini, ahirete olup güzel olduğunu müjdelemiştir. Burada ise, ziyana uğrayan hakkında ikindi vaktine yemin etmiş, bu kimsenin işininse tersine dönmüş olduğunu söylemek suretiyle, onu tehdit etmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak sanki, "Henüz, gündüzden bir parça zaman vardır" diyerek, onu, bu kalan zaman içinde tevbe tedarikinde bulunmaya teşvik etmiştir. Seleften birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "ben, Asr Sûresi'nin manasını, bir buz satıcısından öğrendim. Çünkü, o satıcı bağırıyor ve "Ana sermayesi eriyip yok olana merhamet ediniz! Ana sermayesi eriyip yok olana merhamet ediniz!.." diyordu. Bunun üzerine ben, (Asr, 2) ifâdesinin manası, işte budur. Çünkü, artık insanın üzerinden ikindi de geçiyor, böylece ömrü bitiyor, ama insan henüz bir şeyler kazanmış değil... O halde insan ziyandadır.. Üçüncü Görüş: Mukâtil'e göre Cenâb-ı Hak, "Asr" sözüyle, ikindi namazını kastetmiştir. Bu görüşte olanlar bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Allahü teâlâ, faziletinden dolayı, ikindi namazına yemin etmiştir. Bunun delili ise, "ve, ... orta namaza (ikindi namazına) da devam edin..."(Bakara,238) ayetidir. Hazret-i Hafsa'nın mushafında, "ikindi namazına..." şeklinde, bir açıklama bulunmaktadır. (Maide, 106) ayetindeki "es-Salât - namaz" sözü ile de, ikindi namazının kastedildiği ileri sürülmüştür. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İkindi namazım kılmayan kimse, sanki çoluk-çocuğunu ve malını-mülkünü kaybetmiştir!.." Buharî, Mevâkit, 14; Müslim, Mesâcit, 200 (1/436).buyurmuştur. 3) İkindi namazını eda etme mükellefiyetini yerine getirmek, çok zordur. Zira insanlar, gündüzün sonunda, ticaretlerinde, alışverişlerinde ve geçimlerini sağlama yolunda adeta çırpınmakta ve didinmektedirler. 4) Rivayet olunduğuna göre bir kadın, Medine sokaklarına bağırıyor ve "Beni Peygamber'e götürün!.." diyordu. Derken Allah'ın Resulü kendisini gördü ve ona ne olduğunu sordu. O da, "Ey Allah'ın Resulü, benim kocam, gurbete çıktı. Derken, ben de zina ettim. Ve, bundan bir çocuğum oldu. Derken o çocuğu ben, sirke küpüne attım. O orada öldü. Sonra o sirkeyi sattık. Şimdi, bunun tevbesi var mı? Ben tevbe edebilir miyim?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Zina etmene gelince, senin recmedilmen gerekir. Çocuğu öldürmenin cezası ise cehennemdir. O sirkeyi satışına gelince, onu satmak suretiyle büyük günah işlemiş oldun. Ne var ki, doğrusu, ben senin bir feryad edişinden, ikindi namazını terkettiğini sanmıştım.." Binâenaleyh bu hadiste, ikindi namazının ne denli kıymetli bir namaz olduğuna bir işaret vardır. Bu rivayet, ikindi namazının önemine açıkça delâlet etmektedir. Zina, kati, aldatma gibi suçların cezaları açıkça bilirmektedir. Bunları öğrenmek için telaş edilmesi söz kunusu değildir. Fakat İkindi namazının büyük ehemmiyeti bilinmediği için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu vesile ile onu belirtmek istemiştir. Yoksa buradan o hanımları küçümseme manası çıkarılamaz. Bu hâdise Asr suresinin indiği sırada cereyan etmiş olabilir (ç.). 5) İkindi namazı ile, gündüz namazları sona erer. İkindi namazı adeta, kendisi ile amellerin sona erdiği bir "tevbe" gibidir. Bu sebeple, "tevbe" etmenin nasıl tavsiye edilmesi gerekiyorsa, ikindi namazı da böyledir. Çünkü iş neticelerine göredirler. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, şanını yüceltmek, edası hususunda mükellefe alabildiğine tavsiyede bulunmak ve olduğu gibi eda etmen halinde zararlarının kâra ve kazanca dönüşeceğine işaret etmek için bu namaza işaret etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'İman edenler müstesna..." buyurmuştur. 6) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Üç kişiye, Cenâb-ı Hak kıyamet gününde bakmaz, onlarla konuşmaz, onlan tezkiye de etmez..." Müslim, İman, (173-174), (1/102-103).buyurmuş, ikindiden sonra yalan yere yemin eden kimseyi de bu üç kişiden birisi olarak belirtmiştir. İmdi şayet, "İkindi namazı, bizim fiilimizdir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, daha nasıl bizim fiilimiz olan ikindi namazına yemin etmiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevâp verebiliriz: Bu yemin, ikindi namazının bizim fiilimiz olması açısından değil, tam aksine, ikindi namazının, kendisi sebebiyle bizim Allah'a kullukta bulunduğumuz bir şey olması itibariyledir. Dördüncü Görüş: Bu, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanına, "asr"ına yapılmış bir yemindir. Bu görüşte olanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisini delil olarak getirmişlerdir: "Sizin ve sizden öncekilerin misali, ücretle bir işçi tutup da şöyle diyen kimsenin hali gibidir. Kim sabah namazından öğle namazına kadar bir "kırat" ücret mukabilinde çalışır? Yahudiler, (sabahtan akşama kadar), bu ücret karşılığında çalıştılar. Daha sonra bu kimse, "Kim, öğleden ikindiye kadar, bir "kırat" ücret mukabilinde çalışır?" der, bu ücret mukabilinde de Hristiyanlar çalışır. Daha sonra da, "Kim, ikindiden, akşam namazına kadar iki "kırat" ücret mukabilinde çalışır?" der. İşte, ey Muhammed, bu ücret mukabilinde de sizler çalıştınız. Bunun üzerine yahudi ve hristiyanlar öfkelenerek, "Biz, işin çoğunu yapıyoruz, ama ücretin azını alıyoruz, öyle mü?" dediler. Cenâb-ı Hak da, "Biz sizin ücretinizden herhangi bir şeyi noksanlaştırdınız mı?" buyurunca onlar, hayır dediler; bunun üzerine Allahü teâlâ, "Bu, benim îütfumdur; lütfumu dilediğim kimselere veririm" buyurur. O halde, ey Ümmet-i Muhammed, bu demektir ki sizler, daha az iş mukabilinde, daha çok ücrete layık olan kimselersiniz.. Benzer Hadis: Buhari, enbiya, 50. Böylece bu haber, "asr"ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve onun ümmetine mahsus bir zaman olduğuna delalet etmektedir. İşte bu yüzden pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, asr'a yemin etmiştir. O halde, (......) yani, "İçinde bulunduğun asr'a yemin olsun ki..." anlamındadır. Bu demektir ki, Allahü teâlâ, bu ayette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanına; "Sen bu beldeye girdiğinde..."(Beled, 2) ayetinde, mekanına, bulunduğu yere; "Ömrüne andolsun ki..." (Hicr, 72) ifadesinde de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ömrüne yemin etmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, "Senin asrına, senin beldene ve senin ömrüne yemin ederim ki.." demiştir ki, bütün bu hususlar, peygamber için bir zarf (onu içine alan) gibidirler. Binâenaleyh, zarfın hali bu denli tazim görürken, şimdi sen, bu zarf içinde bulunan (peygamberin) durumunu ve bu yeminin biçimini var kıyas et!.. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Ey Muhammed, sen onları hazırladın, davet ettin... Ama onlar, senden yüz çevirdiler, sana iltifat etmediler. Şu halde, onların hüsranları ne denli büyük, hizlânları ne denli vahimdir!" demek istemiştir. 2"Muhakkak insan, kati bir ziyandadır". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesinin başındaki elif-lâm, cins için de olabilir, ahd için de olabilir. İşte bu yüzden müfessirler bu hususta şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: 1) Bununla cins manası kastedilmiştir. Ve bu tıpkı, Arabların, "İnsanların elinde para çoğaldı..." demeleri gibidir. Bu görüşün delili, "iman edip salih işler işleyenler..." ifadesinin, "insan" ifadesinden istisna edilebilmiş olmasıdır. 2) Bununla belli şahıslar kastedilmiştir. Bu cümleden olarak mesela İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak bu ayetle, Velîd İbn Muğîre, Âs ibn Vail ve Esved ibn Abdilmuttalib gibi bir kısım müşrikleri kastetmiştir" derken, Mukâtil, bu ayetin Ebu Leheb hakkında nazii olduğunu söylemiştir. "Merfû" bir haberde de, bu ayetin Ebû Cehil hakkında indiği zikredilmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Mekkeli bu müşrikler, "Muhammed, bir hüsran içindedir!" diyorlardı. İşte bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak, durumun, onların vehmettiğinin aksine olduğuna dair yemin etmiştir. "Küfrfin"ı ifade için, nasıl kufr maddesi kullanılıyorsa, "hüsran"ı ifade için de, husr maddesi kullanılmış olup, husru kelimesinin manası, "noksanlık ve ana sermayenin elden gitmesi (iflas)"dir. Şimdi burada şöyle iki tefsir yapılabilir. Zira biz, "el-insan" kelimesinin başındaki elif-lâm'ı cins manasına alırsak, o zaman, husr kelimesinin manası, insanın bizzat kendisinin ve ömrünün sona ermesi, bitmesi şeklinde olmuş olur. Ancak, amel-i salih işleyen mü'min bundan istisna edilmiştir, çünkü o, ne ömrünü ne de malını boş yere harcamamıştır. Zira böylesi bir kimse, ömrü ve malı sayesinde, ebedi saadeti elde etmiştir. Yok eğer, "el-insan" kelimesini kafirler manasına alırsak, o zaman bu ifadeyle kastedilen, kafir kimselerin bir sapıklık ve küfür içinde olmuş olmaları olur. Bu durumda da, istisnasının manası, "Bu kafirlerden iman edenler müstesna..." şeklinde olmuş olur. Bu durumda da, iman eden kimseler, bu zarardan kurtulup kâra geçmiş olurlar. Cenâb-ı Hak, buyurmuş, ama dememiştir. Çünkü, kelimeyi belirsiz getirmek, bazan vehamet ve korkunçluğu, bazan da düşüklüğü ve önemsiz oluşu ifade eder. Şimdi biz, bu velimedeki nekireliği birinci manaya hamledersek, o zaman mana, "insan, künhünü sadece Allah'ın bilebileceği büyük bir hüsran içindedir" şeklinde olmuş olur ki, bunun izahı da şudur: Günah, hakkında günah işlenilenin büyüklüğü nisbetinde büyük olur. Yahut da bu günah, büyük bir nimetin mukabili olarak işlediği için büyük olur. bu iki hususun her ikisi de, kulun, Rabbi hakkında, işlemiş olduğu günahta mevcuttur. İşte, bu sebeple de, pek yerinde olarak, bu günah son derece büyük olmuştur. Yok eğer, bu ifadedeki nekireliği ikinci manaya alırsak, o zaman mana, "İnsanın hüsranı, şeytanındakinden daha küçüktür" şeklinde olur ve bu manada, "Benim yarattıklarım içinde, (ey insanoğlu) senden daha asi kimseler vardır.." şeklinde bir müjde olmuş olur. Ama, doğru mana birincisidir. Birisi şöyle diyebilir: sözü, tek bir tür hüsranı ifade eder. Halbuki iman, pekçok çeşit hüsran içindedir.." Buna şu şekilde cevap verebiliriz. Gerçek hüsran, kişinin, Rabbine hizmetten mahrum olmasıdır. Geriye kalanlara, yani cennetten mahrum olup da cehenneme düşmesini şeylere gelince, bunlar, birincisine nisbetle adeta hiç mesabesindedirler. Bu tıpkı insanın, varoluşunda pekçok fayda ve gayenin mevcut olması, ama Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (zâriyat, 56) demesi gibidir ki, bu da, "Bu maksat, maksatların en ilerisi olunca, hiç şüphesiz diğer gaye ve maksatlar buna nisbetle, bir hiç mesabesindedir" demektir. Bil ki Allahü teâlâ, bu ayete, insanın bir hüsran içinde olduğuna delalet eden pekçok karineleri eklemiştir. Bunlar şunlardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, (......) sözü insanın, hüsranın içine gömüldüğünü, onunla çepeçevre kuşatıldığını ifade eder. 2) (......) ifâdenin başına (......) edatının getirilmesi.. Çünkü (......) tekîd ifâ eder. 3) (......) ifadesinin başına lâm harfinin getirilişi. Burada şöyle iki ihtimal söz konusudur: (......) ifadesi, "Hüsran yolundadır" anlamındadır. Ve bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, neticesi cehennem olduğu için, yetim malını yeme hakkındaki, "... onlar muhakkak, karınlarında ateş yerler ..."(Nisa, 10)ayeti gibidir. İkinci İhtimal: Bu, "İnsan, hiçbir zaman, kendisini zarardan kurtaramaz" demektir. Çünkü husr ana sermayeyi zayi etmek, elden çıkarmak, demektir. Kişinin ana sermayesi ise, ömrüdür. Binâenaleyh kişinin, ömrünü zayi etmekten uzak durabilmesi hemen hemen imkânsızdır. Bu böyledir, zira, her an ve her dakika, daima insanın üzerinden geçmektedir. Şimdi, bu anlar ve dakikalar, insan tarafından günah için harcanmışsa, bu kimsenin bir hüsran içinde olduğunda şüphe yoktur. Eğer bu anlar ve dakikalar, mubah olan işlere harcanmışsa, yine, hüsran söz konusudur. Çünkü o mubah olan şeyler bittiğinde, ondan geriye hiçbir eser kalmamıştır. Halbuki insan, bu anlar ve dakikalar içinde, eseri devamlı olacak bir takım işler yapabilirdi. Yok eğer, o an ve dakikalar, taatla geçmiş ise, hem yaptığı o taatın, ya da başkası bir taatın en güzel bir biçimde yapılması da mümkün idi. Çünkü, Allah için olan huşunun mertebeleri sınırsızdır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, celâl ve kahrının mertebeleri de sınırsızdır. Binâenaleyh, insanın bu konudaki bilgisi çok ve ne kadar ileri olursa, bu kimsenin, Allah'a saygısı da o nisbette ileri olur. Dolayısıyla, bu kimsenin, o taatleri yaparken Allah'a olan tazimi de, o nisbette tam ve en mükemmel olur. Şimdi, en üstününü bırakıp da, en düşük ibadet ile yetinmek de, bir çeşit hüsrandır. Böylece insanın, bir tür hüsrandan asla uzak kalamayacağı sabit olmuş olur. Bil ki, bu ayet, insanda temel olanın, onun bir hüsran ve pişmanlık içinde olduğuna bir dikkat çekmek gibidir. Bunun izahı şöyle yapılabilir: İnsanın mutluluğu, ahireti sevmesinde, dünyaya iltifat etmeyişindedir. Çünkü Ahirete götüren sebepler gizli, dünyayı sevmeye götüren sebepler ise, zahir ve açıktır. Bunlar, beş duyu organları, şehvet ve gazabtır. İşte bu yüzden, insanların ekserisi, dünya sevgisiyle meşgul olmuş, dünyayı elde etmeye kendini vermiştir. Bu yüzden de, hep, bir hüsran ve bir helak içinde olmuşlardır. Buna göre şayet, "Allahü teâlâ, Tîn Sûresi'nde, "Andolsun ki biz, insanı en güzel biçimde yarattık. Derken onu aşağıların aşağığsma indirdik" (Tin, 4-5) buyurmuştur. Dolayısıyla oradaki ifade, başlangıcın kemal, neticenin ise, noksanlık olduğuna, buradaki ifade ise, başlangıcın noksanlık neticenin kemal olduğuna delalet etmektedirler. Şu halde, bu iki husus nasıl birleştirilebilir" denilirse, biz deriz ki: Tîn Sûresi'nde ele alınan şey, bedenin halleri; burada ele alınan şey ise, nefsin (ruhun) halleridir. Binâenaleyh, bu iki ayet arasında bir çelişki söz konusu değildir. İman Edip Salih İşler Yapanlar Hariç 3"Ancak iman edenlerle güzel güzel amellerde bulunanlar, birde birbirine hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edenler böyle değildirler...". Bil ki, "iman ve salih amel"in ne olduğu defalarca geçmişti. Sonra, burada şöyle birkaç mesele vardır: "Amel, imanın mefhumuna dahil değildir" diyenler şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Allahü teâlâ, bu ayette, "câhil amel"i kelimesini, "iman" kelimesine atfetmiştir. Şimdi "salih amel", "îman"ın muhtevasına dahil olmuş olsaydı, bu bir tekrar olmuş olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın (Ahzâb, 7) ve ve (Bakara, 98) ayetlerindeki gibi, Kur'ân-ı Kerim'de bir tekrarın . bulunduğunun söylenilmesi ise, mümkün değildir. Çünkü biz diyoruz ki, oradaki tekrarlar, güzel ve yerindedir. Zira, bu tekrar, tekrar edilen o kelimelerin, o bütünün türlerinin en kıymetlileri olduğuna delalet etmektedir. Halbuki, salih amel ise, iman olarak adlandırılan şeyin çeşitlerinin en kıymetli türü değildir. Binâenaleyh bu tevil batıl olmuş olur. Halimî şöyle der: "Bu tekrar, kaçınılmazdır. Çünkü, "îman" sözcüğü, her ne kadar "amel-i salih" sözünü ihtiva etmese dahi, ancak ne var ki, "salih amel" ifadesi, iman sözünü ihtiva etmektedir. Böylece de, (......) kelimesi, ifâdesinin getirilmesinden müstağni olabilir. Üstelik, ifâdesi ifadelerini de içine alan bir ifadedir. Binâenaleyh bu ifadelerin de bir tekrar olması gerekir." Evvelkiler buna cevap vererek şöyle demişlerdir: Biz, tekîd maksadıyla bir tekrarın bulunmasına karşı değiliz. Ancak ne var ki, asl olan, tekrarın olmamasıdır. Bu kadarak şey ise, istidlal için yeter sebeptir. İkinci Mesele: Büyük günah işleyenlerin ceza görmelerinin kesin olduğunu söyleyenler bu ayetle istidlal ederek şöyle derler: "Ayet, insanın, her halükârda bir ziyan içinde olduğuna delalet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, böylesi insanlardan, iman edip salih amel isteyen kimseleri istisna etmiştir. Halbuki, iki şartın ikisine birden bağlanan şey, şartlardan birisi bulunmadığı zaman, onlara bağlanan şeyde bulunmaz. Böylece biz, İman ve salih ameli birlikte bulundurmayan kimselerin, mutlaka hem dünya, hem de ahirette bir zarar içinde olacaklarını anlıyoruz. Şimdi, bu iki hususiyeti birlikte yaşayanlar çok az olup, ziyan ve hüsran da bu iki özelliği birlikte yaşamayan kimseleri, zorunlu vasfı olunca, kurtulanlar, helak edenlerden daha az olmuş olur. Sonra, şayet kurtulanlar daha çok olsaydı bile, senin helak olan o az kimselerden olmaman için, yine, senin korkma ve haşyetinin büyük olması gerekir. Ya, kurtulanlar az iken, senin korkun nasıl olmalıdır?! Korkunun çok ileri derecede olması gerekmez mi?! Eşyadaki Hüsün ve Kubûh Ayetteki bu istisnada şu üç şey yatmaktadır: 1) Bu, ömrünü ve gençliğinin geçmesinden ötürü, mü'mini teselli eden bir ifadedir. Çünkü böylesi mü'minin ameli, onu, gençliğinden ve ömründen daha hayırlı bir şeye laştırmaktadır. 2) Bu, seni taata davet eden tüm duyguların, salah, güzel ve iyi şeyler; Allah'dan alıkoyan tüm şeylerin ise, fesat, kötü ve çirkin şeyler olduğuna dikkat çekmektir. 3) Mu'tezile şöyle der: "Amellerin, "sâlih" diye isimlendirilmesi, amellerin "hüsün" (güzellik) yönünün, Eş'ârîlerin ileri sürdüğü gibi, Cenâb-ı Hakk'ın onları emretmesinden ötürü olmadığına, ne var ki ilahi emrin, o ameller aslında, iyilik sayılan şeyleri ihtiva ettiği için, asıllarında hüsün (güzellik) olduğu için olduğuna dikkat çekmektir." Eş'ârîler buna şu şekilde cevap verir: "Allahü teâlâ bu amelleri "sâlih" diye nitelemiş, ama bunların, kendilerine ait bir takım sebeblerden ötürü mü, yoksa Allah'ın emretmesi sebebiyle mi salih olduklarını beyan etmemiştir." Birisi şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hak, "husr" (ziyan) ile ilgili hükmü zikretmiş, bunun sebebini zikretmemiş; "ribh" (kazanç) tarafının ise sebebini zikretmiş ve bunun, iman ile salih ameller olduğunu bildirmiş, ama hükmünü zikretmiştir. Öyleyse, aradaki fark nedir?" Biz deriz ki: Hak teâlâ, ziyanın sebebini zikretmemiştir. Çünkü ziyan, "fiil" ile yani günahı bizzat işlemekle meydana gelebileceği gibi, "terk" ile, yani taata yönelme işini terk ile de meydana gelir. "Kazanç-kâr" ise, ancak "fiil" ile elde edilir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, kazancın sebebini zikretmiştir. Bu da, salih ameldir. Burada şöyle bir izah daha yapılabilir: Allahü teâlâ, zarar tarafını kapalı geçmiş, tafsilatını vermemiştir. Ama kazanç tarafında detayı geçmiş, onu açık-seçik koymuştur ki kerimeliğe de yakışan budur. Hak teâlâ'nın, "Birbirine hakkı tavsiye eden, sabn tavsiye edenler böyle değil" ayetine gelince, bil ki Allahü teâlâ, ayette istisna edilenler arasında, imanları ve salih amelleri sebebiyle, bir ziyan ve iflas içinde olmaktan hariç kalıp, kendilerini mükafaat elde etmeye ve ilahi cezadan kurtulmaya götüren şeylere sımsıkı sarılmaları açısından, mutluluk erbabı kimseler (saidler) haline gelenler olduğunu beyan edince, bundan sonra onları, alabildiğine taata düşkün olmakla ve sadece kendilerini ilgilendiren şeylerle yetinmeyip, dindarların içinde bulunmaları gereken bir durum olarak, başkalarının da taatlarına sebep olsunlar diye, yollarını, "başkalarına da tavsiye eden kimseler" olarak tavsif etmiştir. İşte Hak teâlâ bu yüzden ve bu tarz üzere, "Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu ateşten koruyunuz" (Tahrîm, 6) buyurmuştur. Binâenaleyh "hakkı tavsiye"nin içine, ilim ve amel gibi, dinin diğer hususları; "sabrı tavsiye"nin içine de, kişinin kendi nefsini, hem kendine farz olanları yapma hususunda, hem de haramlardan kaçınma hususunda, mükellefiyet meşakkatlerine katlanması da girer. Çünkü, nefsin hoşuna gitmeyen işlere yönelip, hoşuna giden (haramlardan) geri durması, bu her ikisi de, çok zor iştir. Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var: Bu ayette, alabildiğine bir tehdid vardır. Çünkü Hak teâlâ, şu dört şeyi yani, iman, salih amel, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye işini yerine getirenler hariç, bütün insanlığın hüsranda (ziyanda) olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh bu, kurtuluşun ancak bunların tümüne bağlı olduğuna delalet eder ve mükellefe, kendi İşlerini yapması gerektiği gibi, kendisi dışındakiler için de dine davet etmek, nasihat, emr-i maruf nehy-i münkerde bulunmak ve kendisi için sevip, arzu ettiği şeyi, bakaları için de sevip arzu etmesi gibi, yapması gereken işler olduğunu gösterir. Hak teâlâ daha sonra, birincisi Allah'a daveti, ikincisi davet işini sürdürme; yahut da birincisi, emr-i ma'rufu (iyiliği emir ve tavsiyeyi); İkincisi de, nehyi münkeri (kötülükten sakındırmak ve alıkoymayı) içine alsın diye, fiilini tekrar etmiştir. Hak teâlâ'nın, "Münkeri nehyet ve sabret"(Lokman, 17) ayeti de böyledir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, "Beni, kusurlarım hususunda ikaz edenden Allah razı olsun, Allah ona rahmet etsin" demiştir. Ayet, hakkın ağır bir şey olduğuna; mihnet ve sıkıntıların ise onun ayrılmaz vasfı olduğuna delalet etmekedir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ buyurarak, "tavsiye" fiilini bununla kullanmıştır. Hak teâlâ bir emir sanılmasın diye, "tavsiye edenler" buyurmuş, ama "tavsiye ederler" buyurmam ıştır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, bu kimseleri, kendilerinden geçmişte sadır olmuş şeyler sebebiyle methetmektir. Bu da, onların ileride de bunu sürdürme arzusunda olduklarını ifade eder. Ebû Amr, bâ harfinin zammesi ile, işba' edilmeyen bir harfmiş gibi, (......) şeklinde okumuştur. Ebû Ali bunun, vakıf halinde caiz olabileceğini; ama vasıl halinde, ancak o vaslın, vakıf gibi yapılması durumunda caiz olacağını söylemiştir. Fakat kıraatta böyle, vakıf gibi bir vasıl yok gibidir. İşte bu yüzden, Selâm b. Münzir'in de sâd'ın kesresi ile, (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Belki de o, nefesi kesildiği için, yahut da kıraati dere etmeye mani bir sebeb meydana geldiği için vakıf yapmıştır. İşte o, vaslın vakıf gibi yapılmasından dolayı değil de, bu izah ettiğimiz ihtimalden dolayı olmuş olabilir. Allah Sübhânehu ve Teâlâ en iyi bilendir. Salat-ü selâm efendimiz Hazret-i Muhammed'e, âline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿