FÎL SÛRESİ

Beş ayet olup, Mekkidir.

1

"Rabbinin fil sahiplerine nasıl (muamele) ettiğini görmedin mi?".

Fîl Olayı

Rivayet olunduğuna göre, Ashame en-Necaşî'den önceki Yemen hükümdarı Ebrehe ibn es-Sabbâh el-Eşrem, San'â'da bir kilise yaptırır ve ona el-Kalîs adını verir. Maksadı ise, hacıları oraya çekmektir. Derken, Kinane oğullarından birisi çıkar, o kiliseye, geceleyin, büyük abdestini bozar... Bu durum da, Ebrehe'yi kızdırır. Arablardan birisinin bir ateş yakıp, rüzgarın o ateşi, kiliseye ulaştırıp, oraya yaktığı, bunun üzerine de Ebrehe'nin Kabe'yi yakmaya yemin ettiği de ileri sürülmüştür. İşte bu maksatla Ebrehe, beraberinde çok kuvvetli olan ve ismi Mahmûd olan bir fil ile birlikte, Habeşistan ve sair yerlerden topladığı ordu ile birlikte, yola çıkar. Ki bu ordunun içinde, ayrı cinsten sekiz fil daha bulunmaktadır. Bu sayının on iki ya da bin olduğu da ileri sürülmüştür. Mekke'ye yaklaşınca, kendisini Abdulmuttalib karşılar ve ona, geri dönmesi için, Mekke'deki mallarının üçte birini vermeyi teklif eder. Fakat o, kabul etmez. Derken, ordusuna silah kuşatır ve o fili de ordunun önüne alır.

Onlar her ne zaman bu fili, Harem-i Şerif cihetine doğru yönelttilerse, o çöker ve oradan kalkmaz. Ama, Yemen'e veya diğer yönlere doğru yönelttiklerindeyse, koşarak gider. Derken Ebrehe, Abdulmuttalib'e ait ikiyüz deveyi alır. Bunun üzerine Abdulmuttalib, develerini geri almak maksadıyla, onların yanına gelir. İri yapılı birisi olduğu için, Ebrehe ona önem verir. Ebrehe'ye, "Kureyş'in efendisi ve Mekke kervanının sahibi" diye takdim olunur. Abdulmuttalib ne maksadla geldiğini anlatınca da, Ebrehe, "Gözümden düştün. Zira ben, senin ve atalarının dini demek olan Kâ'be'yi yıkmak için geldim. Sen buna hiç aldırmadın; ama, alınan develerini istemek için buraya kadar geldin!.." dedi. Bunun üzerine Abdulmuttalib, "Develerin sahibi benim, o Beyt'in de sahibi vardır. Orayı, sana karşı koruyacaktır" dedi, sonra da dönüp, Kâ'be'ye geldi ve Kâ'be'nin halkasına yapışarak şöyle demeye başladı:

"Allahım, herkes kendi helal malını müdafaa eder; sen de kendi malını koru! Bu gün seni, Salib'den yana olan ve ona tapanlara karşı, kendi yandaşlarına (âline) yardım et. Onların haçı ve güçleri, haddi aşarak, senin gücüne galib gelemesin. Eğer Sen Kâ'be'mizi onların insafına terkedersen et, Sen bilirsin. Ya Rabbi, onlara karşı, Senden başka umacağım kimse yoktur. Ya Rabbi, onlara karşı, bu harîmini Sen koru, müdafaa et."

Bu duayı yaptı ve döndü. Bir de ne görsün, Yemen tarafından bir takım kuşlar gelmiyor mu? Bunun üzerine Abdulmuttalib şöyle demeye başladı: "Vallahi, bunlar yabancı kuşlar, ne Necidli, ne de Tihâmeli, yani Mekkeli..." Her kuşun gagasında bir, ayaklarında da iki taş vardı ki, bunlar mercimekten büyük, nohuttan küçük idiler. İbn Abbas'ın, bu taşı, Ümmühanî'nin yanında Kafîz gibi, burnu çizgili, tıpkı Zıfâr kabilesinin gözboncuğuna benzer bir biçimde gördüğü rivayet edilmiştir. Taş, adamın başından giriyor, aşağıdan çıkıyordu. Ve, her taşın üzerine, kime ait olduğu da yazılmıştı. Böylece bu, Kâ'be'yi yıkmaya katılanların hepsi, yollarda, vadilerde, helak olup, yok oldular. Ebrehe ise hastalandı, derken parmak uçları düştü. Göğsü yarılıp, kalbi dışarı fırlayarak öldü. Derken, veziri Ebû Yeksûm, geriye döndü, üzerinde de bir kuş uçup duruyordu. Necâşî'ye geri döndü ve durumu ona anlattı. Hadiseyi anlatıp bitirince de, o taş onun üzerine düştü, Necaşî'nin önünde yığılıp kaldı... Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, filin komutanını ve bakıcısını, kör-kötürüm olmuş, dilenir oldukları bir vaziyette gördüm..." Ayetle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir:

Hadise Çok Önce İken Neden Denildi?

Birinci Soru: Bu hadise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olmasından uzun bir süre önce meydana gelmiş olmasına rağmen, Cenâb-ı Hak niçin, görmedin mi?" buyurmuştur?

Cevap: Buradaki "görmek" ifadesiyle, bilme ve hatırlatma manaları kastedilmiş olup, bu, bu haberin mütevatir bir haber olduğuna bir işarettir. Böylece bu konudaki bilgi, kesin, kuvvet ve açıklık bakımından, fiilen görmeye denk bir ilmi o muş olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, başkalarına (hadiseyi görmeyenlere) bir kınama yoluyla, "Onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olduğumuzu görmediler mi?" (Yasin, 31) buyurmuştur. "Peki, daha niçin Cenâb-ı Hak, "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" (Bakara, 106) buyurmuştur?" da denilmesin; çünkü biz diyoruz ki, buradaki fark şudur: İdraki tasavvur olunamayan şeyler hakkında, kadir olduğu için, ilim maddesi kullanılır. Ama, mesela fiilin kaçması, gitmesi gibi, idraki tasavvur olunan şeylere gelince, burada "görmek" hadisesi kullanılabilir.

Keyfe (Nasıl) Kelimesindki İncelik

İkinci Soru: Peni, Cenâb-ı Hak niçin buyurmuş da, buyurmamıştır?

Cevap: Zira varlıkların zatların zatları olduğu gibi onların birtakım keyfiyetleri de vardır bu keyfiyetler onların medlullerine delalet ederler. İşte bu keyfiyetlere, kelamcılar "Delil ciheti, yönü" adını verirler. Medhe ve övgüye müstehak olma yani nitelendirme imkanı, zatları görme ile değil, bu keyfiyetleri yakalamakla mümkün olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onlar, üstlerindeki semaya bakmadılar mı? Onu nasıl bina etmişiz..."(Kaf,6) buyurmuştur.

İrhasat

Bu hadisenin, Cenâb-ı Hakk'ın kudret, ilim, hikmetine ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şerefine delalet ettiğinde ise şüphe yoktur. Zira, biz ehl-i sünnet mezhebine göre, peygamberliklerini tesis için, peygamber olarak gönderilmezden önce bir takım olağanüstü hallerin gösterilmesi mümkün ve vaki olup bunlara irhasat denilmektedir. İşte bu yüzden ulema, bir kulunu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gölgelediğini söylemişlerdir.

Mu'tezile ise şöyle demektedir: "Bu, caiz değildir." Bunu söyleyen Mu'tezile, muhakkak ki şunu iddia etmiştir: O zaman da, meselâ Halib ibn Sinan veya Kus Ibn Sâlde gibi, bir nebî ya da hatip mevcut idi. Bunların, mevcudiyetlerinin herkes tarafından bilinmesi ve tevatür derecesine ulaşmış olması gerekmez. Çünkü, bu kimsenin, sayıca az bir topluma peygamber olarak gönderilmesi muhtemeldir. İşte bu yüzden de, haberi, çok duyulmamıştır. Bil ki, fîl hadisesi, dinsizler üzerinde, kendisini cidden hissettiren bir hadisedir. Zira dinsizler, zelzele, kasırga, yıldırım ve Cenâb-ı Hakk'ın, kendisiyle, geçmiş ümmetlere azab ettiği diğer musibetler hususunda tutarsız bir takım şeyler ileri sürebilirler. Ama, bu hadiseye gelince, burada, bu tür mazeret ileri sürme de mümkün değildir. Çünkü, tabiatta ve diğer yol ve yöntemlerde, bir kuşun, gagasında ve ayaklarında taşlar taşıyıp da, su toplama değil beriki topluma atıp, böylece o toplumun helak etmesi diye bir şey yer almaz. Bunun, diğer tutarsız hadiseler gibi olduğu da söylenemez. Çünkü fil yoluyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bi'seti arasında, kırk yıllık bir zaman bulunur. Hazret-i Peygamber bu sûreyi okurken, Mekke'de, bu hadiseyi görüp müşahede eden kimseler bulunuyordu. Şimdi eğer bu nasıl zail olmuş olsaydı, onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bizzat şifahi olarak yalanlarlardı. Böyle bir şey olmadığına göre, biz bu hadisenin tenkit edilecek bir yönü olmadığını anlamış oluyoruz.

Kelimesinin Özelliği

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, "kıldı, yarattı, amel etti.." demedi de, buyurdu?

Cevap: Çünkü, bir işin başlangıcı için "kıldı" da, keyfiyet için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gölderi ve yeri yarattı; karanlıkları ve nuru var etti" (En'âm, 1) buyurmuştur. ise, talepten sonra kullanılan bir fiildir. Halbuki daha genel bir ifâdedir, daha genel bir ifadedir. Binâenaleyh, bu ayette, Jtt'nın kullanılması daha münasip olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hak, o kuşları yaratmış, o filin karakterini de, (o anda), üzerinde bulunduğu karakterin aksine kılmıştır. Mekkeliler, Cenâb-ı Hak'dan, Beytullah'ı korumasını istemişlerdir. Belki de onların içinde, duaları makbul olacak kimseler vardır. Şimdi, Cenâb-ı Hak şayet, bu üç fiili zikredecek olsaydı, o zaman söz uzardı. Böylece bu fiillerin üçünü de içine alan bir fiil zikretmiştir.

Niçin er-Rabb Değil De Rab büke Denildi?

Dördüncü Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, (......) demiş de, (......) dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

1) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Onlar, bu intikam alışımı gözleriyle görüp müşahede ettiler. Ama, yine de putlara tapmayı bırakmadılar. Halbuki, ey Muhammed, sen, bu intikam alışımı bizzat gözünle görmedin. Ama, bana şükretmek ve itaatta bulunmak suretiyle, bunu itiraf edip kabul ettin. Böylece de, bu intikam alışımı gören, (adeta) sen görmüş oldun. Böylece de, hiç şüphesiz, onlardan ayrıldın. Ben de, onların içinden seni seçtim. Şimdi Ben, "Senin Rabbin" diyorum. Yani, Ben, senin içinim, onlar için değil; tam aksine Ben, onların aleyhineyim."

2) Cenâb-ı Hak adeta, "Ben, fil ordusuna bunu, seni ululumak ve senin peygamber olarak gelişini kutlamak için yaptım. Bu demektir ki ben, seni, senin toplumundan önce eğitenim. Binâenaleyh, sen bilfiil zuhur ettikten ve dünyaya geldikten sonra beni eğitmeyi nasıl bırakabilirim?.." demek istemiştir ki, bunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendisinin galib geleceği hususunda bir müjde yatmaktadır.

Teaccübün Sebebi?

Beşinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, taaccüb sadedinde zikredilmiş bir ifadedir. Halbuki, bu tür şeyler, Allah'ın kudretine nisbetle pek de ilginç değildir. Binâenaleyh, bu taaccübün sebebi nedir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

1) Kâ'be, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tabidir (ikinci derecede gelir). Bu böyledir, zira ilim, mes'ûd olmadan da ifa edilir. Ama, alimsiz mescid olmaz. O halde alim, inci; mescid ise, onun sedefi mesabesindedir. Sonra, o peygamber, Velîd ibn Muğîre'nin kendisiyle alay ettiği, böylece de kalbi daralmış olan o muhterem zattır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Büyük bir hükümdar mescidini ta'n edince, onu yerle bir ettim, yok ettim.. Binâenaleyh, senin hakkında ileri geri konuşan kimseye gelince -ki sen, her şeyin esası ve maksadısın- onları helak ve yok ederim" demek istemiştir ki, bu cidden enteresandır.

2) "Kâ'be, senin namazında, kendisine yöneldiğin kıblendir. Kalbin ise, bilgi ve marifetinin kıblesidir. Ben, senin amelinin kıblesini, düşmanlardan korumaktayım. Şimdi, senin dinini kıblesini, günahlardan ve masiyetlerden korumaz olur muyuz?" demektir.

Ashab Kelimesi

Altıncı Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, veya dememiş de, buyurmuştur?

Cevap: Çünkü, "sâhib", aynı cinsten olur. O halde, ifâdesi, o topluluğun, hayvanlıkda, anlayışsızlık ve akılsızlıkta, o fiilin cinsinden olduklarına delalet eder. Hatta, bunda şöyle bir incelik vardır: İki kişi arasında arkadaşlık (beraberlik) varsa bunu ifade etmek için, seviyece daha alt olan, üstte ki ne izafe edilerek "Bu şahıs falanın sahibidir" denilir, yoksa bunun aksi yapılmaz (meselâ Ammar Sahibu'n-Nebiyyi denir, fakat Nebî Sahia Ammar denilmez). İşte bu yüzden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabına, "sahabe" ismi verilmiştir. Binâenaleyh, ifadesi, o topluluğun, o filden derece bakımından daha aşağı ve dûn olduklarına delalet eder ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın "hatta daha da sapık..." (A'râf, 179) ifadesinden kastedilen budur. Şu hadise de bunu tekid eder: Onlar her ne zaman o fili, Kâ'be tarafına döndürmeye çalışmışlarsa, o oraya dönmemiş ve o cihetten aksi istikamete doğru kaçmıştır. Fil bu hareketiyle adeta, "Hakk'a isyanın bulunduğu yerlerde, mahluka itaat edilmez. Benim azmim ve iradem, medhe layık bir azmdir. Onlar o, adi azim ve iradelerini terketmediklerine göre, hem niye bu azim ve irademi terkedecekmişim?" demek istemiştir ki, böylece bu, o filin, o topluluktan daha iyi halli olduğuna delalet eder.

Kul Hakkının Önemi

Yedinci Soru: Kureyş kafirleri, ta öteden beri, Kâ'be'yi putlarla doldurmamışlar mıydı? Bunun, Kâ'be'nin duvarlarını yıkmaktan daha çirkin bir şey olduğundaysa, şüphe yoktur. Öyleyse, Cenâb-ı Hak daha niçin, Kâ'be'yi yıkmaya gelenlere o azabı vermiş de, orayı putlarla dolduranlara bir azabta bulunmamıştır?

Cevap: Çünkü, Kâ'be'yi putlarla doldurmak, Allah'ın hakkını çiğnemek; orayı harab etmek ise, mahlukatın hakkını çiğnemektir. Ki, bunun bir benzeri de, yol kesen ve meşru devlet reisine başkaldırmış olan kimsenin durumudur. Bunlardan adam öldürenler müslüman olmalarına rağmen, öldürülürler. Halbuki, yaşlı kimseler, körler, ibadetgâhlarda bulunan din adamları, ve kadınlar, kafir bile olsalar, öldürülmezler. Zira, bunların zararları, insanlara ulaşmaz.

Sekizinci Soru: Bu ayetin irabı nasıldır?

Cevap: Zeccâc şöyle der: (......) kelimesi, (......) ifâdesiyle değil de, başka bir fiil ile, mahallen mansubtur. Çünkü istifham harfidir. Bil ki Allahü teâlâ, onlara ne yaptığını belirtince,

1 ﴿