KUREYŞ SURESİ

Bu sûre, dört ayet olup, Mekkî'dir.

1

"Kureyş'i o emn-ü selametlerine ulaştırdığı için...".

Kureyşe Güven Verme Nimeti

Bil ki burada şöyle birkaç mesele var:

Kureyşe Güven Verme Nimeti

Ayetin başındaki "lâm" hakkında, şu üç izah yapılabilir:

1) Bu lâm, ya kendinden önceki sûreye taalluk eden (bağlama),

2) Yahut kendinden sonra gelen ayete taalluk eder,

3) Yahut da ne öncesi ile, ne de sonrası ile alakası vardır. Birincisine göre şu ihtimaller var.

Baştaki Lâm'ın Muhtemel Manaları

Birinci İhtimal: Zeccâc ve Ebû Ubeyde ye göre, ayetin takdiri, "Allah onları, Kureyş'in emn-ü selâmeti için, yenilmiş bir ekin gibi yaptı" yani "Allah, fil ordusunu, Kureyş ve alışık oldukları yaz-kış (ticari) seferleri devam etsin diye, helak etti" şeklindedir. Buna göre eğer, "Bu takdir tutarsızdır. Çünkü Allah o orduyu, küfürlerinden dolayı, yenilmiş bir ekin gibi kırıp-geçirmiştir, yoksa Kureyş'in emn-ü emaneti için böyle yapmış değildir" denilirse, biz deriz ki bu soru, şu sebeblerden ötürü tutarsızdır:

1) Biz, Allahü teâlâ'nın bu belayı, onların başına inkarlarından ötürü getirdiğini kabul etmiyoruz. Çünkü inkarlarının cezası, kıyamet gününe ertelenmiştir. Zira Hak teâlâ, "O günce, her nefis, kazandığının cezasını görecektir" (Mü'min, 17) ve "Eğer Allah, insanlara, dünyada iken yaptıkları şeylerin (hepsi) ile muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nahl, 61) buyurmuştur. Bir de Allahü teâlâ, onlara bunu inkarlarından ötürü yapmış olsaydı, bütün kafirlere böyle yapardı. Halbuki Allahü teâlâ bunu onlara, Kureyş'in emniyet ve selameti için makamlarının büyüdüğü ve kıymetini ortaya koymak için yapmıştır.

2) Farzedelim ki kafirleri, küfürlerinden caydırmak esastır. Fakat bu, bir başka gaye ve maksadın da gözetilmiş olmasına mani değildir. Dolayısıyla bu bela, her iki husus da nazar-ı dikkate alınmasına göre meydana gelmiş olabilir.

3) Farzedelim ki fil ordusu, sadece küfürleri yüzünden helak edildiler. Fakat bu iş, Kureyş'in emniyet ve selameti neticesine götürünce, onların, bu emniyet ve selamet için helak edildikleri de söylenebilir. Bu tıpkı, ... "(Firavun'un adamları onu) "Kendileriiçin bir düşman ve bir tasa olsun diye (aldılar)" (Kasas. 8) ayeti gibidir. Çünkü onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı, bu gaye ile almamışlardı. Fakat iş, neticede bu hale gelince, sanki bunun için almış gibi oldular.

İkinci İhtimal: Ayetteki takdir, "Kureyş'in ülfeti yani emniyet ve selameti için, baksana Rabbin fil ashabına nasıl yaptı" şeklinde de olabilir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Onlara yaptığımız herşeyi, Kureyş'in emniyet ve selameti için yaptık" demiş gibi olur. Çünkü Hak teâlâ onların tuzaklarını boşa çıkarmış, üzerlerine bölük-bölük kuşlar salmış. Böylece de onlar, tıpkı yenilmiş bir ekin yaprağı gibi olmuşlar. Bütün bunlar, Kureyş'in emniyet ve selameti için olmuştur.

Üçüncü İhtimal: Ayetin başındaki lâm'ın manasına gelmesi, Buna göre Hak teâlâ sanki, "Biz önceki sûrede yaptığımızı belirttiğimiz şeyleri, Kureyş'e başka bir nimette bulununcaya kadar yaptık ki o başka nimet de, Kureyş'in yaz ve kış düzenlenen (ticari) seferlere alışıp, ünsiyet etmeleridir" demek istemiştir. Nitekim sen, aynı manada olmak üzere, "Allah'ın nimeti nimettir" diyebileceğin gibi, "Nimet, nimet içindir" de diyebilirsin. Bu, Ferrâ'nın görüşüdür. Bütün bunlar, sûrenin başındaki "lâm" harf-i cerrinin önceki sûredeki bir kelimeye taalluk etmesi halinde söz konusu olan üç ihtimaldir. Geriye bir görüş mensublarına ait, şu iki şeyi açıklamamız kalmıştır:

Fîl ve Kureyş Sûrelerini Bir Sayanlar

1) Bu lâm, önceki sûreye taalluk etmesi durumunda alimler, şu iki görüşe yer vermişlerdir:

a) Bu iki sûreyi, tek bir sûre saymışlardır. Delilleri ise şunlardır:

Birincisi: Normalde iki sûreden her biri müstakil olur. Bu sûrenin başı, kendinden önceki sûreye taalluk ettiğine göre, müstakil bir sûre olmaması gerekir.

İkincisi: Ubey b. Ka'b (radıyallahü anh), bu iki sûreyi, mushafında tek bir sûre olarak yazmıştır.

Üçüncüsü: Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), akşam namazının ilk rekatında "Tîn Sûresi"ni, ikinci rekatında ise, bu İki sûreyi aralarını besmele ile ayırmaksızın okumuştur.

Ayrı İki Sûre Sayanlar

b) Meşhur ve yaygın görüşe göre, bu sûre, Fîl Sûresi'nden ayrı ve bağımsız bir sûredir. Sûrenin evvelinin, önceki sûreye taalluk etmesine gelince, bu, bu fikri savunanların görüşüne bir delil değildir. Çünkü Kur'ân'ın zaten hepsi, biribirini açıklayan ve doğrulayan, tek bir sûre ve ayet gibidir. Baksana va'îd (tehdid) ifade eden ayetler, mutlak olarak getirilmiştir. Bu fikri savunanlara göre bu ayetler, tevbe ve af ayetleriyle de alakalıdırlar. Mesela, "Onu Biz indirdik" (Kadr, 1) ifadesi, o ana kadar indirilen Kur'ân'ın tümü ile alakalı bir ayettir. Bu fikri benimseyenlerin, "Ubeyy (radıyallahü anh), bu ikisini ayırmamıştır, bir sûre saymıştır" şeklindeki görüşleri, herkesin bunların ayrı birer sûre oluşunda mutabakat edişiyle çelişen bir ifadedir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, namazın ikinci rekatında bu ikisini birlikte okuyuşu, bunların tek bir sûre oluşuna delalet etmez. Zira imam bazan, iki sûreyi ardarda okuyabilir.

2) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ashab-ı fîl'e yaptığı şeyi niçin, Kureyş'in alışıp-ünsiyet etmesine, emniyet ve selamette olmasına bir sebeb kılışının izahı hakkındadır. Bu hususta diyoruz ki: Mekke'nin Hak teâlâ'nın da, "Ekinsiz-bitkisiz bir vadide... "(Allahım) insanların kalbini onlara meylettir ve kendilerini bazı meyvelerle rızıklandir" (ibrahim, 37) buyurduğu üzere, Mekke'nin ekim-dikimden ve hayvancılıktan uzak bir yer olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh Mekke halkının ileri gelenleri bile, ticaret maksadıyla, işte bu iki seferde bulunuyor, kendileri ve belde halkı için, ihtiyaç duydukları yiyecek-içecekleri sağlamaya çalışıyorlardı. Bunlar, yaptıkları o seferlerde kazanç temin ediyorlardı. Bir de etraftaki krallar, Mekkelilere saygı duyuyor ve "Bunlar, Allah'ın evinin komşuları, Harem'inin sakinleri ve Kâ'be;nin idarecileri" diyorlardı. Öyle ki Mekkelilelir, "ehlullah", (Allah'ın ailesi-halkı) diye isimlendiriyorlardı. Şimdi eğer habeşlilerin yöneldikleri Kâ'be'yi yıkma işi gerçekleşmiş olsaydı, kureyşlilerin bu izzetleri zail olur, kendilerine duyulan ta'zîm diye birşey kalmaz ve Mekkeliler de, tıpkı diğer beldelerin sakinleri gibi, her taraftan toplanır, malları ve canlan hususunda, kendilerine sataşılır hale gelirlerdi. Binâenaleyh Hak teâlâ, Fîl ordusunu yok edip, tuzaklarını başlarına çevirince, Mekkelilerin kalblerindeki makamları büyüdü, etraftaki meliklerin onlara olan saygı ve hürmeti yenilmemiş oldu. Böylece de menfaatları ve ticaretleri o nisbette arttı ve ilerledi. İşte bu yüzden Hak teâlâ, "Kureyş'in yaz ve kış seferlerine alışması, emniyet ve selameti için Rabbin fil ordusuna nasıl yaptı baksana..." buyurmuştur. Bu görüşün doğruluğuna delalet eden ikinci şey de, Hak teâlâ'nın, sûrenin sonunda, sûrenin başına bir işaret olmak üzere, "Bu beytin Rabbine ibadet edenler" buyurmasıdır. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Fil ashabının yıkmayı hedeflediği bu beytin Rabbine ibadet etsin" demek istemiştir. Çünkü bu beytin Rabbi, sizin emniyet ve selametiniz ve faydalanmanız için, o fil ashabını maksadlarına eriştirmedi. Çünkü ibadet emri, ancak, bir menfaatin söz konusu olması durumunda güzel olur. Binâenaleyh bu ayet, sûrenin başının, önceki sûreyle ilgili olduğuna delalet eder.

İkinci görüş, yani bu "lâm" harf-i cerrinin, kendinden sonra gelen "ibadet etsinler" fiiline taalluk etmesi görüşü, Halil ve Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre ifadenin takdiri, "kureyş, emniyet ve selametleri için, bu beytin Rabbine ibadet etsinler" şeklinde olur. Bu da, "Onlar ibadetlerini, bu nimete bir şükür ve nimetin bir itirafı saysınlar" demektir. Buna göre, "Öyle ise 'nun başına niçin "fâ" gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, sözde bir şart manasının yatmasından ötürü gelmiştir. Çünkü Allah'ın onlar üzerinde sayısız nimetleri vardır ve buna göre adeta,"Eğer onlar, Allah'a, diğer verdiği nimetlerden ötürü ibâdet etmiyorlarsa, bari şu apaçık nimet olan bir tek nimetten ötürü ibadet etsinler" denilmek istenmiştir. Üçüncü görüş, sûrenin başındaki "lâm"ın, ne kendinden önceki, ne de sonraki bir ifadeye taalluk etmesidir. Zeccâc şöyle der: "Bazı kimseler, bu "tâm"ın "lâmu't-taaccüb" olduğunu ve mananın, "Kureyş'in emniyet ve selametine şaşın" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Kureyş, azgınlığını, cehaletini ve putperestliğini hergün biraız daha ileri götürüyordu. Allahü teâlâ ise, onların işlerini yoluna koyuyor, rastgetiriyor, afet ve belaları onlardan savuşturuyor; geçim sebeblerini, nizama-intizama sokuyordu. Binâenaleyh Allah'ın bunca sabrı ve keremi son derece şaşılacak bir şeydi. Arapça'da bunun bir benzeri de, "Zeyd'e ve bizim Zeyd'e yaptığımıza; Zeyd'e ve bizim Zeyd'e yaptığımız ikrama bir bak da hayret et!" şeklindeki sözüdür. Bu, Kisâî, Ahfeş ve Ferrâ'nın da tercih ettiği görüştür.

İlaf

Alimler, "îlâf'ın ne demek olduğu hususunda şu üç izahı yapmışlardır:

1) "îlâf", "lif" demektir. Dil alimleri, aynı manada Arapça'da, (......) denildiğini söylemişlerdir. Buna göre kelime, "sevdi, peşinden ayrılmadı, ünsiyet etti" manasındadır ve ayet, "Kureyş'in bu iki sefere ünsiyet edip de, hep sürdürmesi ve kesintiye uğramaması için..." demek olur. Ebü Ca'fer, bunu (......) şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, (......) şeklinde okumuşlardır. İkrime de (......) şeklinde okumuştur.

2) Bu kelime, "şu yere alıştım, ayrılmadım, Allah da beni oradan ayırmadı" manasındadır. Nitekim aynı manada (......) dersin. Buna göre mana bu durumda şöyle olur: "Kendisine ünsiyet etme sırrının bulunduğu bir planlamanın varlığı için" manasında olur. Nitekim Arapça'da, "Kendisi alıştı" ve "Başkası onu alıştırdı" denilir. Buna göre mana, "Bu alışma, emniyet-selamet, Kureyş için, ancak Allah'ın tedbir ve takdiri ile meydana gelmiştir" şeklinde olur. Kelime bu manasıyla tıpkı, "Fakat Allah onların arasına ülfet (sevgi) verdi" (Enfâl, 63) ve "Allah kalblerinizin araşma ülfet verdi de, O'nun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz" (Al-i imran, 103) ayetlerindeki gibi olur. Bazan sevinç, ünsiyetin ülfetin ve ittifakın bir sebebi olur. Bu tıpkı fil ordusunun, hezimete uğramasının, Kureyş'in ünsiyetine ve ittifakına sebeb olması gibi... Buna göre bu "îlâf" masdarı, mef'ûlüne muzaf olmuş ve mana da, "Allahü teâlâ'nın Kureyş'i o iki seferin müdavimleri kılması için..." şeklinde olmuş olur.

3) îlâf, hazırlanmak, teçhizatlanmak demektir. Bu, Ferrâ ve İbnu'l-A'râbî'nin görüşüdür. Buna göre, "Kureyş'in bu iki sefere hazırlanması ve böylece seferlerin, kesintisiz, ardarda yapılması için..." şeklinde olur. Ebû Cafer, bunu hemzesiz olarak, şeklinde de okumuştur. Böylece o, if'âl babının hemzesini bunda, büsbütün hazfetmiştir. Bu tıpkı onun, ta'kib ettiği kıraat gibidir.Bunun izahı daha önce geçmişti.

İlaf Kelimesinin Tekrarı

"îlâf" masdarının tekrarının sebebi şudur: Allahü teâlâ, ' "îlâf"ı, birincisinde mutlak olarak zikretmiş; sonra da mukayyed olarak zikrettiğini, bu "îlâf"ın yüceliğini ve önemini belirtip, ondaki nimet ve lutfun büyüklüğünü hatırlatmak için, mutlak olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olan, ilkinin, "Kureyş arasındaki tüm ünsiyet, emniyet, selamet ve ittifakın" hepsini içine alan genel bir ifade olmasıdır. Böylece bunun içine, onların duruşları, hareket edişleri ve bütün halleri girmiş olur. Daha sonra Hak teâlâ, onların geçimlerinin direği ve ana kaynağı olduğu için, özellikle bu iki sefere ülfet edip, bunlarda emniyet ve selamette oluşu zikretmiştir. Bu yönüyle ayet tıpkı, önce genel olarak, "Kim Allah'a ve meleklerine düşman olursa..." buyurmu, daha sonra ifadeyi tahsis ederek, "ve Cibril'e ve Mîkâil'e düşman olursa..." (Bakara, 98) buyurması gibidir. Bu iki masdar arasına atıf harfinin getirilmemesinin hikmeti ise, bunun nimetlerin tümü olduğuna dikkat çekmektir. Araplar, "Onun peşini bırakmadım" manasında, lîs' dili ifadesini kullanırlar. Peşini bırakmama (ilzam), mükellef tutma ve emretme ile yapılan ve sevgi-ünsiyet ile yapılan diye ikiye ayrılır. Çünkü kişi birşeyi sevdiğinde, onun peşini bırakmaz. Hak teâlâ'nın "(Allah) onlara, takva kelimesini ilzam etti (sevdirdi)" (Feth,26) ayeti de bu manadadır. "İlcâ" (mecburiyet) de, biri, mesela yırtıcılardan kaçma gibi, zararı defetmek için; diğeri de, mesela, büyük bir mal bulup, onu almasına ne aklen, ne şer'an, ne de hissen (maddeten) bir mani olmayan kimse gibi, büyük bir faydayı celbetmek için, iki çeşittir. Çünkü bu durumda olan, onu almaya mecbur gibidir. İlcânın dışındaki sebebler de, bazan zararı def, bazan da menfaati celb için olur. İşte "îlâf" ile kastedilen husus işte budur.

Dördüncü Mesele

Alimler, Kureyş'in, Ndr b. Kinâne'nin soyundan geldiği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber "Biz, Nadr b. Kinâne oğullarıyız, annemizi itham etmeyiz, babamızla ilgimizin olmadığım söylemeyiz" İbn Mace, hudûd, 37 (2/871). buyurmuştur.

Kureyş Kelimesi

Alimler "Kureyş"e bu adın verilmesi hususunda da şu izahları yapmışlardır:

1) Bu kelime, "Kirş" kelimesinin, ism-i tasğiridir.

Kirş ise, denizde gemilerle oynayan, ancak ateşle hareket eden, büyük bir canlıdır. (Köpek balığı'dır). Muaviye'nin, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın niçin, "Kureyş" adının verildiğini sorduğu; İbn Abbas'ın da, "Denizde yiyen fakat yenilmeyen; hükümran olan, fakat hükümran olunamayan bir hayvanın ismi olduğu için..." cevabını vermiş ve şu şiiri delil getirmiştir:

"Kureyş, onun yüzünden Kureyş'in Kureyş diye adlandınîdığı, denizde yaşay, bir hayvandır."

Kureyş'in ism-i tasgir oluşu ise, ta'zîm (büyüklüğünü anlatmak) içindir. Kureyş' ümmetin işini üstlendiği için, bu sıfatlarla nitelendiği malumdur. Çünkü halifeli Kureyş'den olur.

2) Bu kelime, "kazanmak" manasına gelen, "karşıdandır. Çünkü Kureyş şehirlere düzenledikleri ticari seferlerle, kazanç sağlıyorlardı.

3) Leys şöyle der: "Kureyş, Harem'in dışındaki bölgelerde dağınık olar yaşıyorlardı. Derken Kusayy b. Kilâb, onları Harem-i Şerifte topladı. Böylece onlı Harem-i Şerifi yurd edindiler ve Kureyş adını aldılar. Çünkü "tekarruş", bir ara gelip-toplanma demektir. Nitekim Arapça'da, bir araya gelip toplandılar, manasın denilir. İşte bu yüzden, Kusayy'a da, "mücemmî" (toplayan) denil Nitekim şair, "Babanız Kusayy, sayesinde Allahü teâlâ'nın Fikr kabilelerini bir araya topladığı, mücemmî (toplayıcı) diye adlandırılmıştır" demiştir.

4) Kureyş, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gideren bir toplumda, bu yüzden, onlara Kureyş denilmiştir. Çünkü bunu kökü olan, "karş", yoklama-araştırma manasınadır. Nitekim îbn Hurve şöyle der:

"Ey, başımıza gelenlere sevinen ve Ebû Amfin yanında, ayıplarımızı sayıp döken kişi. Daha bu ne kadar sürecek?.. (Bunu terketsene..)"

Yaz ve Kış Kervanları

1 ﴿