MAUN SURESİYedi ayet olup, Mekkî'dir. 1"Dini yalan sayanı gördün mü?". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bazı kimseler, bu ifadeyi, hemzeyi hazfetmek suretiyle (......) şeklinde de okumuşlardır. Zeccâc, bu okuyuşun, tercihe şayan bir okuyuş olduğunu söyleyerek şu izahı yapmıştır: Zira hemze, bu fiilin muzarisinden, mesela, gibi kalıblarından hazfedilir, atılır. Ama, (......) fiilinin, (......) şeklinde kullanılması doğru değildir. Ancak ne var ki, istifham harfi, ifadenin başında yer alınca, hemzeyi atmak kolaylaşır. Bunun bir benzeri de, şairin, "Sen, kaba sağmış olduğu sütleri, tekrar hayvanın memesine koymuş olan bir çoban duydun ya da gördün mü?" diye bağırdı..." ifadesidir. İbn Mes'ûd da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, " (İsrâ, 62) ayetinde olduğu gibi, bu ifadenin sonuna bir kitab harfi ekleyerek, (......) şeklinde okumuştur. Bu ifadenin manası, "ceza gününü yalanlayan kimsenin kim olduğunu biliyor musun, öğrendin mi? Eğer bilmiyorsan, bil ki, "yetimi şiddetle iten kimsedir... "Bil ki, bu ifade, her ne kadar şeklen bir istifham cümlesi ise de, ancak ne var ki, bu gibi ifadelerin maksadı, alabildiğine bir taaccüb manasını ifade etmektir. Ve bu tıpkı senin, "Gördün mü, falanca ne yapmış! Kendisini neye duçar kılmış!.." demen gibidir. Ayrıca bu hitabın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapıldığı ileri sürüldüğü gibi, bu hitabın aklı olan herkese yapıldığı da ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Ey akıllı, bunca deliller ortaya çıktıktan ve bu husus apaçık, ayan beyan izah edildikten sonra, şu din gününü yalanlayanı gördün mü? O bunu, herhangi bir gaye uğruna olmaksızın mı yapmıştır?! Öyleyse, akıllı kimseye, gayesiz ya da, neticesinde dünyalık bir şey bulunmadan, ebedi bir cezayı kendisine celbetmesi uygun olur mu? Akıllı kimsenin, baki ve çok olan şeyi, fani ve az olan şeyle değiştirmesi yakışık alır mı? Söyle bakalım..." şeklinde olur. Bu ayet hakkında şöyle iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bu ayet, belli şahıslar hakkında da inmiş bir ayettir. Bu görüşte olanlar, bu şahısların şunlar olduğunu ileri sürmüşlerdir: İbn Cüreyc, bu sûrenin, Ebû Süfyan hakkında nazil olduğunu; zira Ebû Süfyan'ın, her hafta iki deve kestiğini; kendisine bir yetim gelip de et istediğinde, onu sopasıyla kovup ittiğini söylemiştir. Mukatil ise, bu ayetin, Âs ibn Vâil es-Sehmî hakkında nazil olduğunu; zira kıyameti yalanlamak ile kötü fiiller yapmanın bu adamın özelliği olduğunu söylemiştir. Süddî, bu ayetin Velid ibn Muğîre hakkında nazil olduğunu söylerken, Maverdî, bu ayetin Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu nakletmiştir. Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, bir yetimin vasîsi idi. Derken, bu yetim, Ebû Cehil'e, kendi malından bir şey istemek için, çıplak olarak gelmişti. Ama Ebû Cehil, onu kovmuş ve onun bu durumuna aldırmamıştı. Derken bu çocuk, ümitsizliğe kapılmış ve üzülmüştü. Bunun üzerine, Kureyş'in ileri gelenlerinden birisi ona, "Muhammed'e söyle, o senin için şefaaktçi olur" dedi. Halbuki bunu söyleyen Kureyşlinin maksadı alay etmekti. Fakat, o yetim çocuk, bu sözün kendisine, alay için söylendiğini anlayamadı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi ve ondan bu hususta yardım istedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, hiçbir muhtaç geriye çevirmezdi. Bu çocuğu alıp, Ebû Cehil'e gitti. Ebû Cehil, ona yer verdi; çocuğun malını da, çocuğa teslim etti. Bunun üzerine Kureyş, onu ayıplayarak, "Aşık oldun, sevdin, yer verdin!.." deyince, o, "Allah'a yemin ederim ki, sevmedim. Ne var ki, onun sağında ve solunda, dediğini yerine getirmem halinde bana vurup beni öldürecek olan bir mızrak gördüm..." dedi. İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ayet, cimrilikle riyakarlığı birlikte yaşayan bir münafık hakkında nazil olmuştur. 2) Bu, din gününü yalanlayan herkesi içine alan bir ifadedir. Bu böyledir, zira insanın, taatlarda bulunmaya yönelmesi, yasaklardan kaçınması, bu kimsenin mükafaat elde etmeye olan arzusundan ve ilahi cezadan sakınma korkusundan kaynaklanır. Binâenalyeh, bir kimse kıyameti inkar ederse, şehevî ve lezzetli şeyler namına hiçbir şeyden geri durmaz. Böylece, kıyametin inkar etmenin, bütün küfür ve günah çeşitlerinin temelinde yattığı sabit olmuş olur. "Din"in ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir: 1) Bu ifadeyle, "dinin ve İslâm'ın bizzat kendisini yalanlayan..." kimse kastedilmiştir. Bu, bu kimsenin ya, Yaratıcı'yı yahut nübüvveti ya da kıyamet gününü, yahutta sert hükümlerden herhangi bir şeyi inkar etmesinden dolayıdır. Buna göre şayet, "Herkesin mutlaka bağlı olduğu bir din bulunduğuna göre, ayeti bu manaya hamletmek nasıl mümkün olur?" denilirse, buna da şu açılardan cevap verebiliriz: a) Ehl-i İslâm'ın ve Kur'ân'ın ıstılahına göre, mutlak manada zikredilen din kelimesi ile, İslâm kastedilir. Nitekim, Cenâb-ı Hak da, "Allah katında (muteber) din, islâm'dır" (Al-i imrân, 19) buyurmuştur. Diğer inanışlara gelince, bunlar ancak, mesela Yahudilik, Hristiyanlık dini gibi, bir tür kayıtla din adını alırlar. b) "Bu batıl sözler, din değildir. Çünkü din, Allah'a boyun eğmek, inkıyad etmek demektir. Ama bu inanışlar ise, şehvete ve şüpheye boyun eğmek demektir" denilebilir. 2) Müfessirlerin ekserisinin görünüşe göre, ayetin bu ifadesiyle, "Hesabı ve işlerin karşılığını yalanlayanı gördün mü?" manası kastedilmiştir. Müfessirler şöyle demektedirler. Ayetin ifadesini bu manaya almak daha evladır. Çünkü, İslâm'ı inkar eden kimse de, kıyameti ve öldükten sonra dirilmeyi kabul etmesi halinde, güzel işler yapabilir ve çirkin şeylerden sakınabilir. Ama, hiç aldırmaksızın, her türlü kötülüğü yapan kimselere gelince, bu kimseler, ancak öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkar eden kimseler olabilirler. 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur...". Bil ki, Allahü teâlâ, din gününü yalanlayanı tarif ederken, belirlerken, onun hakkında şu iki vasfı zikretmiştir: Bunlardan birincisi, yapmak ile ilgili olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "işte yetimi şiddetle iten..." aayetinin ifade ettiği husustur. İkincisi ise, yapmamakla ilgili olup, bu da, "Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen..." ayetinin anlattığı husustur. ifadesinin başındaki fâ, sebebiyle olup, "Bu kimse kafir ve din gününü yalanlayan kimse olduğu için, onun küfrü, yetimi itip kakmasına sebep olmuştur..." demektir. Cenâb-ı Hak, "Din gününü yalanlayandan, işte bunlar sadır olur" manasında olmak üzere, bu iki sıfatı zikretmekle yetinmiştir. Çünkü biz, din gününü yalanlayanın, bu iki şeyle yetinmeyeceğini, tam aksine bu ifadenin, teşbih yoluyla böyle getirildiğini bilmekteyiz. Buna göre Hak teâlâ adeta, bunları zikretmek için, bu iki kısımdan her biri hakkında tek bir misal getirmiştir. Yahutta bu, bu iki özelliğin, şeriata göre, çirkin ve kötü şeyler olduğu gibi, kişiliğe ve insaniyete göre de kötü ve hoş olmayan şeyler olmasından dolayıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesine gelince, bunun manası, "O, o yetimi itip kakar, kaba davranır" şeklinde olup, bu tıpkı "Ogün onlar, şiddetli bir biçimde cehenneme itilir ve kakılırlar" (Tur, 13) ayeti gibidir. Yetimi itip kakma hususunda bir sözün özü şudur: 1) Yetime, malını ve hakkını zulmederek vermek. 2) Hernekadar herhangi bir kimseye sahip çıkmak farz değilse de, sahip çıkmamak. Çünkü kişi, bazan nafileleri yapmamak yüzünden de kınanabilir. Hele hele bu kişinin münafık ve dinsiz olduğu söyleniyorsa... 3) Yetimi döğüp kovmak ve onu küçümsemek... Bu ifade, "terkediyor" manasında, şeklinde de okunmuştur ki bu durumda ayet, "O, yetimi davet etmiyor, yani herkesi davet ederken, yetimi terkediyor" demektir. Kaldı ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Başında yetimin bulunduğu sofradan, daha büyük (faziletli) sofra yoktur" Kenzu'l-Ummal,3/6040. buyurmuştur. Yine bu kelime, fağ yani "yetimi, riya olsun diye davet eder ama ona, (doğru-dürüst) yedirip-içirmez. Onu ancak hizmet etsin diye, yahut ezilsin diye, yahut da iyilik ediyor gözüksün diye çağırır" şeklinde de okunmuştur. Bil ki bu kelimeyi şeddeli olarak (......) şeklinde okumanın şu faydası var: Bu şekilde okumak, bahsedilen kişinin, bu işi alışkanlık haline getirdiğini ifade eder. Binâenaleyh bu tehdid, kendisinden böyle bir iş sadır olan, ama yaptığından pişmanlık duyan kimseleri kapsamaz. Hak teâlâ'nın, "Küçük günahlar hariç, büyük günahlardan ve fuhuşdan sakınanlar" (Necm, 32) ayeti de böyledir. Mü'minin bu tür küçük günahlarına "lemem" denilmiştir. Çünkü bunlar, insanları hayal-meyal sarıp, sürekli olmayan günahlardır. Zira mü'min, bu tür günahları işler işlemez, hemen pişman olur. Mükezzib (yalanlayıcı) ise, bu günahlarda, ısrar eden, bunlara aldırmayandır. Hak teâlâ'nın "Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen" ifadesi ile ilgili olarak, şu iki izah yapılır: a) Bu, "kişi, kedisini yoksulları yedirmeye teşvik etmiyor" manasına der. "Taam" (doyurma)nın, "miskin" (yoksula) izafesi ise, bu doyurmanın, fakirin hakkı olduğuna delalet eder. Buna göre bu kimse, adeta yoksulu, hakkından alıkoymuş gibidir ki bu da, bu kimsenin son derece cimri, katı kalbli ve bozuk karakterli olduğuna delalet eder. b) Bu, "O, başkalarını yoksulun doyurulmasına teşvik etmez" manasınadır. Böyle yapmasının sebebi, bunda herhangi bir mükafaatın olmadığına inanmasıdır. Velhasıl Allahü teâlâ, kıyameti yalanlamanın alametini, güçsüzlere eziyet edip, marufu (iyi işleri) engelleme olarak belirtmiştir. Binâenaleyh bu, "Bir kimse ceza-kıyamet gününü tasdik edip de, ilgili tehdidlere yakînen inanacak olursa, ondan böylesi günahlar sadır olmaz. Öyle ise, ondan bu günahın ondan sadır olmasının sebebi, onun Kıyamete inanmamasıdır" demektir. Burada şöyle iki soru sorulabilir: Birinci Soru: İnsan pek çok hususda, başkaları teşvik etmemiştir, bundan dolayı günahkar da olmamıştır? Cevap: Çünkü başkaları, bu işi onun yerine yapmaktadır, yahut da başkaları onun sözünü kabul etmeyeceği için, bunu yapmamıştır; yahut da muhtemel olan bir takım mahzurlardan dolayı, teşvikte bulunmamıştır. Ama burada, Cenâb-ı Hak, onun, bu işi, kıyameti inkar ettiği için yapmadığını belirtmiştir. İkinci Soru: Peki Cenâb-ı Hak niçin, bunun yerine, "Yoksulu da doyurmaz" dememiştir? Cevap: Bir kimse, yetime, hakkını vermediğine göre, yoksula, kendi malından nasıl yedirip-içirir. Hatta bu kimse, başkalarının malları hussunda bile cimridir. Binâenaleyh böyle bir kimse, alabildiğine cimri ve kıskançtır. O yüzden kendi malı hususunda, haydi haydi cimri olur. Bu ifadenin zıddt ise, mü'minleri övmek için kullanılan, "Merhameti tavsiye ederler, hakkı tavsiye ederler; sabrı tavsiye ederler" (Asr, 3) gibi ifadelerdir. 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"işte o namaz kılanların vay haline ki onlar namazlarından gafildirler". Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var: Bu ayetlerin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Yetimlere eziyet edip, yedirip-içirmemek, kişinin münafıklığına delalet edince, hususuz ve huzursuz kılınan namaz, bu münafıklığa haydi haydi delalet eder. Çünkü eziyette bulunup, yedirmemek, insanlara karşı yapılan bir muameledir. Namaz ise, Allah'a karşı yapılan bir hizmettir. 2) Hak teâlâ yetime eziyetten ve insanın yedirip-içirmeye teşvik etmemesinden bahsedince, sanki birisi, "Namaz, insanı fuhşiyyattan ve kötü şeylerden alıkoymaz" (Ankebût, 45) demiş de, Cenâb-ı Hak ona, "Riya ve gafletten kurtulamayan bir namaz, insanı nasıl kötü işlerden alıkoyabilir" diye cevap vermiş. c) Hak teâlâ sanki, "Kişinin yetime eziyete yönelmesi ve yetimi doyurmaya teşvik etmemesi, Allah'ın mahlukatına karşı şefkatli olma konusunda bir kusur; namazında gaflet etmesi ise, Allah'ın emrine saygı konusunda bir kusurdur. Binâenaleyh kişiden, bu iki konuda böyle kusurlar meydana gelince, bu kişinin şakiliği doruk noktaya varmış olur. İşte bu yüzden Hak teâlâ, "Vay haline" buyurmuştur. Bil ki "veyl" (vay haline, yazıklar olsun) kelimesi, çok ileri derecede bir suçun işlenmesi halinde kullanılır. Mesela, Hak teâlâ, "Ölçekte ve tartıda hile yapanlara veyl olsun" (Mutaffifin, 1); "Ellerinin kazandığı şeyden, yaptıkları şeyden ötürü onlara veyl olsun " (Bakara, 79) ve "Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı adet haline getirenlere veyl olsun "(Hümeze, 1) buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre herkes cehennemde, suçuna göre bağırıp-çağırıp ağlayacak. Mesela birisi, "Şan ve şerefin peşinde koşmamdan ötürü veyl bana, yazık bana" diye ağlarken; bir başkası ' "Cahilî taassububdan ötürü veyl bana..", bir başkası, "Namazımdaki kusurumdan ötürü veyl bana, vay halime" deyip ağlar. İşte bu yüzden, bu gibi ayetleri dinlerken kişinin, "Eğer Cenâb-ı Hak beni bağışlamazsa, veyl bana, vay halime" demesi müstehab ..olmuştur. Bu ayet şu üç şeyi yapma yüzünden, büyük bir tehdidin meydana geleceğine delalet eder: 1) Namazdan gafil olmak, 2) Riyakarlık, 3) Milletin ihtiyacı olan, kap-kacak, alet-edevat gibi şeyleri vermemek... Bütün bunlar, kişinin günahkar olmasını, gerektiren hususlardır. Dolayısıyla da kişi bunları yapmakla münafık olmaz. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, bu fiilleri yapanlar için böyle büyük bir tehdid yöneltmiştir? İşte bu problemden ötürü, müfessirler şu izahları yapmışlardır: a) Ayetteki, ifadesinin mânası, "Bu fiilleri yapan münafık namaz kılanlara veyl olsun" şeklindedir. Buna göre ayet, kafirin, şeriatın yasakladığı işleri yapıp, şeriatın emrettiği şeyleri yapmaması sebebiyle, cezasının daha fazla olacağına delalet eder. Bu da, İmam Şafiî'nin, "Kafirler de, şeriatın hükümlerinden mesuldürler" sözünün doğruluğuna delalet eder. İşte itimada şayan cevab budur. Namazdan Gafletin Doğru Tefsiri b) Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Allahü teâlâ, "Namazlarında gafil olanlara..." demiş olsaydı, bu tehdid, mü'minler hakkında olurdu. Fakat Hak teâlâ, "Namazlarından gafil olanlara..." demiştir. Namazdan gafil olan, namazı hatırlamayan ve namaza boş veren kimsedir." Bu görüş, zayıftır. Çünkü, "namazdan gafil olma", namaz kılmama ve terketme namazına alınamaz. Zira Hak teâlâ, ayetin baında, "işte o namaz kılanların vay haline..." demek suretiyle, zaten bahsedilen bu kişilerin namaz kıldıklarını belirtmiştir. Namazdan gafil olma, namazı terk manasına olsa bile, bunu yapan, bundan dolayı ne münafık olur, ne kafir olur. Bunlardan birinci itiraza şu şekilde cevap vermek mümkündür: Allahü teâlâ, şekle nazaran, bunlara "namaz kılanlar" demiş, batına ve gerçek hallerine nazaran da, "namazdan gafil olduklarına, yani namaz kılmadıklarına hükmetmiştir. Bu tıpkı, "Namaza kalktıkları zaman, tembel tembel kalkarlar, insanlara riya olsun diye namaz kılarlar ve Allah'ı hiç zikretmezler" (nisa, 142) ayetinde anlatıldığı gibidir. İkinci itiraza da şöyle cevap verilir: Namazı unutmak, kişinin namazın tüm parçalarında, Allah'ın zikrini unutup kalması manasına gelir ki böyle bir namaz, ancak namazın hiçbir faydası olmadığını düşünen münafıktan sadır olur. Namazda açık bir fayda olduğuna inanan müslümanın ise, namazın hiçbir parçasında din, sevab, ikab işlerini hatırlamaması imkansızdır. Aksine namazının bazı kısımlarında gafil olup, başka düşüncelere dalması manasında, mü'min için, namazda bazan gaflet hali meydana gelebilir. Böylece namaz kılarken sehvetmek, yani bazan gaflete düşmenin, mü'minin hallerinden; namazdan gaflete düşmenin de kafirin hallerinden olduğu sabit olur. c) Ayetteki "sâhûn" (gafil) kelimesinin manası, "Namazlarının vakitlerine ve şartlarına uymazlar" şeklinde olabilir. Buna göre ayet, "O, namaz kılıp, kıl mamaya aldırmaz" manasında olur. Bu, Sa'd b. Ebû Vakkâs (radıyallahü anh), Mesrûk, Hasan el-Basrî ve Mukâtil'in görüşüdür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hakkında Sehiv Mümkün Mü? Alimler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in namazda, sehvedip etmediği konusunda ihtilaf etmişler ve çoğu; "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç sehvetmemiştir. Fakat Allahü teâlâ, bu hükmü fiilen (pratik olarak) beyan olsun diye, bu hususta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, sehveden (unutan-gafil olanın) yaptığı gibi yapmasına izin vermiştir. Çünkü birşeyi fiilen (pratik olarak) açıklamak, daha kuvvetlidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yanılmanın gafletin olduğunun farzedilmesi durumunda "sehv", şu üç kısma ayrılır: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ve sahabenin sehvi... Bu, bazan sehiv secdesiyle, bazan da sünnet ve nafilelerle onardır. b) Namazdaki gaflet, namaza ve niyetine hazırlıklı olmamadır. c) Namazı, kazaya bırakmaksızın büsbütün terketmek ve vaktini geçirmek... Münafığın namazı böyledir ve bu namazı terketmeden daha şerli bir harekettir. Çünkü münafık kıldığı bu namazı ile adeta dinle eğlenmektedir. "Onlar, riya yapanların ta kendileridir ve onlar mâûnu da vermezler" (Mâûn, 6-7). Bil ki münafıkla riyakar arasındaki fark şudur: Münafık zahiren iman etmiş görünüp, içinde küfrü saklayan kimsedir. Riyakar ise, kendisini görenler dindar olduğuna inansınlar diye, kalbinde olmadığı halde, alabildiğine bir huşu gösteren kimsedir. Yahut şöyle de diyebiliriz: Münafık, kimsenin olmadığı, görmediği yer ve zamanda namaz kılmayan; riyakar ise, en güzel namazı insanların yanında kılan kimsedir. Bil ki namaz ve zekat gibi farz ibadetleri açıktan yapmak vacibtir. Çünkü bunlar, İslâm'ın alametlerindendir. Bunları terkedenler, lanete müstehak olurlar. Binâenaleyh bunları açıktan yapmak suretiyle, insanın, hakkında oluşabilecek töhmetleri bertaraf etmesi gerekir. Gizli yapma ise, nafileler için söz konusudur. Fakat nafileler de, açıktan yapılınca, başkalarına örnek olacağı umulursa, açıktan yapılır. Birisi, mescidde şükür secdesi yapan ve bunu çok uzatan bir adam görmüş, "Bu ne güzel şey, keşke bunu evinde yapsaydı!" demiştir. Fakat alimler şöyle demektedirler: "Nafileler, utanmadan dolayı terkedilemeyeceği gibi, riyakarane de yapılmamalıdırlar. Çünkü nafilelerde riyadan kaçınmak zordur. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "riya, siyah karıncanın, kapkaranlık gecede, siyah bir zemin üzerindeki hareketinden daha gizlidir" Benzer bir hadis için bakınız: Müsned, 4/403. buyurmuştur. Buna göre eğer, "Ayetteki fiili ne manaya gelir?" denirse, biz deriz ki: Bu, "irâe" (gösterme) masdarından, müfâ'ale'sidir. Çünkü mürâî, yaptığını insanlara gösteren kimsedir. Böylece insanlar da onu görünce, överler ve ona takdirlerini sunarlar. Bil ki "Onlar namazlarından gafildirler"(Mâûn, 5) ayeti şu iki şeyi ifade eder: a) Namazın vaktini geçirmeyi; b) İnsanın namazda iken gaflette olmasını... "Onlar, riya yapanların ta kendileridt" ayeti de, riyakarlığı anlatır. Böylece namazın, bu üç durumdan hali olması gerektiği anlaşılır. Hak teâlâ, namazın durumunu anlatınca, peşisıra bağışta bulunmayı zikrederek, "Onlar mâûnu da vermezler" demiştir. Burada şu izahlar yapılır: 1) Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali, İbn Abbas (radıyallahü anha)m), İbnu'l-Hanefiyye, İbn Ömer (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî, Sa'id b. Cübeyr, İkrime, Katâde ve Dahhâk'a göre, ayetin bu kelimesi ile zekat kastedilmiştir. Ubeyy (radıyallahü anh)'in hadisinde şu yer almaktadır: "Kim, Eraeyte (mâûn) sûresini okursa, eğer bu kimse zekatını da veriyorsa, Allah onu bağışlar." İşte bu ifade, sûredeki "mâûn" ile, zekatın kastedildiği düşüncesini vermektedir. Bir de Allahü teâlâ, bu ifadeyi, "namaz" ile ilgili ayetin, peşinden getirmiştir. Binâenaleyh bununla zekatın kastedilmesi gerekir. 2) Müfessirlerin çoğunun görüşüne göre, "mâûn", örfen verilmesi gereken, verilmemezlik edilmeyen, fakir-zengin herkesin birbirinden istediği şeylerin adıdır. Böyle şeyleri vermeyenler, kötü huylu ve cimri diye nitelenirler. Bu şeyler, balta, kazan, kova, bakraç, tencere, çengel, kalbur ve keser gibi, kap-kacak, alet-edevattır. Bunlara, tuz, su ve ateş (kibrit vs.) gibi şeylerin verilmesi de girer. Çünkü şöyle rivayet edilmiştir. "Üç şeyin verilmemesi helal değildir: Su, ateş ve tuz'un... " Ebû Davud, zekat, 36 (2/127). (Benzer Hadis). Konusunun, fırında (tandırında) ekmek pişirmeyi istemesi veya bir günlüğünü-yarım günlüğüne bir eşyasını senin yanına koyması da ayetin hükmüne girer. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Mâûn", fâ'ûl vezninde olup kökündendir ise, ufacık-azıcık şey demektir. "Malı çoktur, az değildir" manasında, denilmesi de böyledir. Zekata da "mâûn" denmiştir. Çünkü zekat, malın kırkta biri olarak alınır. Binâenaleyh zekat, çok şeyden az olarak alınan şey demektir. Örfte balta, bıçak gibi şeylere de "mâûn" denmiştir. Bu manaya göre ayet, bu basit, ufacık, önemsiz şeyler hususunda insanları cimrilik etmekten menetmektedir. Çünkü bunlar hususunda cimrilik etmek, son derece düşüklük ve basitliktir. Ki münafıklar da böyle basit insanlardı. Çünkü Hak teâlâ, "Onlar, cimrilik yaparlar ve insanlara da cimrilik emreden (tavsiye edenleridir" (Nisa, 37) ve "O, hayrı alabildiğine engelleyen, haddi aşan ve çok günah işleyendir" (Kalem, 12) buyurmuştur. Alimler, bir kimsenin evinde, komşularının ihtiyaç duyacağı şeyleri çokça bulundurmasının fazilet olduğunu söylemişlerdir. İşte Cenâb-ı Hak insanları bu hususta ayıplamış ve farzları yapmaları ile yetinmemiştir. 3) Ferrâ da şöyle demektedir: "Araplardan birinin, "mâûn, su demektir" dediğini duydum. O, bana şu beyti delil getirdi: "Onun devesi suyu, ağzıyla püskürtüyor" Belki de Cenâb-ı Hak, bulunmadığında en kıymetli, bulunduğunda ise en ucuz şey oluşundan ötürü özellikle bu ayette, "mâûn" diye suyu zikretmiştir. Bir de su, cehennemliklerin, "Üzerimize su dökün" (A'raf, 50) deyişi gibi, ilk isteyecekleri şey "Rableri onları temiz bir içecekle savardı" (insan, 21) ayetinde ifade edildiği gibi, cennetliklerin ilk tadacakları lezzettir. 4) Mâûn, inkiyâd etmektir. Nitekim "Sana itaat etsin" manasında, "Deven sana itaat etsin diye, onun ağzını burnunu kır" denilir. Bil ki evla olan "mâûn"un, yapılması kolay ve basit her türlü taat manasına alınmasıdır. Çünkü bu manaya almak, daha fazla fayda (mana zenginliği) sağlar. Muhakkak alimler, buradaki, "Onlar riya yapanların ta kendileridir" ifadesi ile, "Onlar mâûn da vermezler" ifadesi arasındaki münasebet hususunda şöyle derler: "Hak teâlâ adeta, "Namaz benim için, mâûn ise halk içindir. Binâenaleyh Benim için yapılması gereken şeyi, bu riyakarlar, halka sunup, gösteriyorlar; halkın hakkı olanı ise, onlara vermiyorlar" demek istemiştir. Buna göre sanki bu riyakarlar, hem Hakka hem halka, olması gerekenin tersine muamele ediyorlar. Eğer, "Cenâb-ı Hak niçin din gününü yalanlayan ve (bu sıfatlara sahip olan) kimsenin ismini açıkça zikretmemiştir? Eğer sen, "O kimseyi teşhir etmemek için..." diyecek olursan, ben de derim ki: "Peki o zaman, Cenâb-ı Hak niçin, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'i teşhir etti de, "Adem Rabbine asi oldu"(Taha, 121) buyurdu?" denilirse, şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in hatasını, ölümünden sonra, evladları için bir lütuf olsun diye, tevbe ettiğini de belirtmek suretiyle zikretmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, o ufacık zelleden (hatadan) ötürü, onu cennetten çıkarmıştır. Peki onun evladları daha nasıl, bunca büyük günahları işledikleri halde, oraya gelmeyi umabilirler. Bir de bu hatanın, bu şekilde açıkça anlatılması, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in kadr-u kıymetinin yüceliğini belirtmektir. Çünkü Hazret-i Adem (aleyhisselâm), kedisinden bu tek hata sadır olan, ama buna da böylesine tevbe ve yakarışta bulunan bir yiğittir. Şimdi bu sûreyi şöyle bir dua ile sona erdirelim: "Ey Allahımız, bu sûre münafıklar hakkında; bundan sonraki sûre ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabının derecesine erişemediysek de, bu kötü fiillerde, o münafıkların derekesine düşmedik. Binâenaleyh ey Rabbimiz, ey Erhame'r-Râhimîn fazlınla bizi affet. Salat ve selam efendimiz Hazret-i Muhammed'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿