KEVSER SÛRESİ

Bu, öç ayet olup, Mekkî'dir.

1

"Şüphesiz Biz sana kevseri verdik".

Kevser Süresindeki İncelik

Bil ki kısa olmasına rağmen bu sûrede şu incelikler yatmaktadır:

Birinci İncelik: Bu sûre, bir önceki sûrenin, mukabili gibidir. Çünkü önceki sûrede, Allahü teâlâ münafıkları şu dört sıfatla anlatmıştır:

a) Cimrilikle... Bu, "Yetimi şiddetle itip kakan, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen odur" (Mâûn, 2-3) ayetleriyle anlatmıştır.

b) Namazı terketmekle... Bu da, "Onlar namazlarından gafildirler" (Mâûn, 5) ayetiyle anlatılmıştır.

c) Namazda riyakarlık yapma ile... Bu, "Onlar, riya yapanların ta kendileridir" (Mâûn, 6) ayetinin anlattığı husustur.

d) Zekat vermemek... Bu da, "Onlar, mâûnu da vermezler" (Mâûn, 7) ayetiyle anlatılan husustur. Cenâb-ı Hak, Kevser Sûresi'nde ise, o dört sıfatın mukabili olarak şu dört sıfatı zikretmiştir. Cimriliğin karşılığında, "Biz sana kevseri verdik" ayetini getirmiştir ki bu, "Sana çok olan şeyi verdik, o halde sen de çok ver, cimrilik etme" demektir. Namazı terketme karşılığında, "Namaz kıl" ayetine yer vermiştir ki bu, "Namazını hep sürdür" demektir. Namazdaki riyakarlığın karşılığı olarak da, "Rabbin için" ifadesini getirmiştir ki bu da, "Namazı, insanlara gösteriş için değil, Rabbinin razısı için kıl" demektir. Zekatı vermemenin karşılığı olarak da, "Kurban kes" emrini getirmiş ve bununla, kurban olarak kesilen hayvanların etlerini tasadduk etmesini kastetmiştir. Binâenaleyh bu ayetler arasındaki, bu ilginç münasebetlere bir bak. Daha sonra bu sûreyi, "Sana buğzeden yok mu, işte asıl zörriyetsiz olan şüphesiz odur" (Kevser, 3) buyurarak bitirmiştir ki bu, "Bir önceki sûrede bahsi geçen o kötü fiillerin sahibi münafık ölecek, ama dünyada ardında bir eser, bir iz, bir haber bırakamayacaktır. Sana gelince (Ey Muhammed), senin için dünyada güzel ad kalacak, ahirette de bol mükafaat sürüp gidecek" demektir.

İkinci İncelik: Allah'ın yoluna girmiş kimseler için şu üç derece söz konusudur:

Birincisi ve en yükseği, kalbleri ve ruhlarıyla, Allah'ın celal nurlarının içine gömülmeleridir.

İkincisi, taatlar ve bedeni ibadetlerle meşgul olmalarıdır.

Üçüncüsü ise nefislerini, maddi ve düünyevi, şehevi ve leziz şeylere kaymaktan engelleme makamında bulunmalarıdır. İmdi, "Şüphesiz Biz sana kevseri verdik" ayeti, bunlardan birinci dereceye işaret olup, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o kudsi ruhunun, diğer beşeri ruhlardan, hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından farklı olmasıdır. Kemmiyet bakımından olana gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kudsi ruhu, mukaddime bakımından en çok olandır. Keyfiyet bakımından ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ruhunun, o mukaddimelerden, neticeye, diğer ruhlardan daha çabuk geçmesi iledir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğuna gelince bu, ikinci dereceye; ise, üçüncü dereceye bir işarettir. Çünkü, insanın nefsini, dünyevi lezzetlerden alıkoyması, onu boğazlaması demektir. Daha sonra Allahü teâlâ, "Sana buğzeden zürriyetsiz olandır" (Kevser, 3) buyurmuştur ki, bu da, "Seni bu maddî ve dünyevî arzuları istemeye davet eden nefis, fanî bir dairedir. Rabbin katında daha hayırlı olan diğer salih amellere gelince, bunlar, hep ebedî-sürekli olan, ruhanî mutluluklar ve Rabbanî bilgilerdir" demektir.

Kevser Sûresi Önceki Sûrelerin Tetimmesi

Şimdi biz, şu andan itibaren tefsire geçebiliriz: Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz Biz sana kevseri verdik" ifadesinde şöyle incelikler yatmaktadır:

Birinci İncelik: Bu sûre, daha önceki sûrelerin, bir tetimmesi, daha sonraki, sûrelerin ise, bir temeli gibidir. Bu sûrenin, kendinden önceki sûrelerin tetimmesi olmasına gelince, bu şöyledir:

a) Duhâ Sûresinin Tetimmesi

Allahü teâlâ, Duhâ Sûresi'ni, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i medheden ve onun tafsilatlı hallerinden bahseden bir sûre yapmış, bu sûrenin başında, onun peygamberliği ile ilgili olarak, şu üç şeye yer vermiştir: Birincisi, "Rabbin seni terketmedi, darılmadı da..." (Duhâ,3) ayetinin bildirdiği husus; İkincisi, "Elbette ahiret senin için dünyadan hayırlıdır" (Duhâ,4) ayetinin bildirdiği husus; Üçüncüsü de "Muhakkak Rabbin, sana verecek de, hoşnut olacaksın" (Duhâ,5) ayetinin bildirdiği husustur. Cenâb-ı Hak, Duhâ Sûresi'nin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dünya ile ilgili olan hallerinden üç halini zikrederek bitirmiştir. Ki bu haller, "O, bir yetim olduğunu bilip de (seni) barındırmadı mı? Seni, gaib olmuş bulup da yolunu doğrultmadı mı? Seni, bir fakir olduğunu bilip de, zengin yapmadı mı?"(Duhâ, 6-8) ayetlerinin ifade ettiği hallerdir.

b) İnşirah Sûresi'nin

Daha sonra Cenâb-ı Hak, İnşirah Sûresi'nde de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i şu üç şeyle teşrif ettiğini belirtmiştir:

Birincisi, "Senin göğsünü genişletmedik mi?" (inşirah, 1),

İkincisi, "Senden yüknü de attık..."(inşirah,23),

Üçüncüsü de, "Senin namını da yükselttik..."(İnşirah,4) ayetlerinin ifade ettiği hususlardır.

c) Tîn Sûresi'nin

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Tîn Sûresi'nde de, şu üç şeyle şereflendirmiştir:

Birincisi; Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğduğu beldeye yemin etmiştir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve şu emin şehre..." çnn,3) ayetinin ifade ettiği husustur;

İkincisi, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinin cehennemden kurtuluşunu haber vermiştir ki, bu da, bu sûredekki, 'İman edenler hariç..." (Tin, 6) ayetinin ifade ettiği husustur;

Üçüncüsü de, ümmetinin mükafaat elde edişidir ki, bu da, "Çünkü onlar için kesilmez mükafaat vardır" (Tin, 6) ayetinin beyan ettiği husustur.

d) Alak Sûresi'nin

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Alak Sûresi'nde de, şu üç şey ile şereflendirmiştir:

Birincisi, "Rabbinin adıyla oku..."(Alak, 1) ayetinin ifâde ettiği husus olup, bu, "Rabbinin isminden meded umarak, halka, Kur'ân oku..." demektir.

İkincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hasmını ezdiğini, "O vakit meclisini davet etsin... Biz de zebanileri çağırırız..." (Alak, 17-18) ayetleriyle bildirilmiştir.

Üçüncüsü de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, tam ve mükemmel manada bir yakınlık ve takarrubu tahsis etmesidir ki bu da, "Secde et. Yaklaş" (Alak, 19) ayetlerinden anlaşılan husustur.

e) Kadr Sûresi'nin

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Kadr Sûresi'nde de şu üç çeşit fazileti bulunan Kadir gecesiyle şereflendirmiştir:

1) O gecenin, bin aydan daha hayırlı olması,

2) O gecede meleklerin ve ruhun inmesi,

3) O gecenin, fecr doğuncaya kadar, selam ve esenlik olması.

f) Beyyine Sûresi'nin

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Beyyine Sûresi'nde de, ümmetine şu üç şeyi vermek suretiyle şereflendirmiştir:

1) Ümmetinin, mahlukatın en hayırlısı olması;

2) Onların, Rableri katındaki mükafaatlarının, ... cennetler olması;

3) Allah'ın, ümmetinden razı olması.

g) Zilzâl Sûresi'nin

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Zilzal Sûresi'nde de şu üç şeyle şereflendirmiştir:

1) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "o gün yeryüzü kendine ait haberleri anlatır" (Zilzal, 4) ayetinin anlattığı husus olup, bu, yeryüzünün kıyamet gününde, ümmetinin taat ve kullukta bulunduğuna dair şehadet etmesini gerektirir.

2) Bu, "O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilmek için, dağınık döneceklerdir" (Zilzal, 6) ayetinin ifade ettiği husus olup, bu da, Ümmet-i Muhammed'in yapmış olduğu taat ve ibadetlerin, kendilerine arzedilip de, böylece onlar için bir ferahlık ve sevincin meydana geleceğine delalet eder.

3) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa, onu görecek... "(Zilzal, 7) ayetinin ifade ettiği husustur. Marifetullahın, her büyükten daha büyük ve kıymetli olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, Ümmet-i Muhammed'in, Allah'ı tanıyıp bilmenin mükafaatını mutlaka elde etmeleri gerekir.

h) Âdiyat Sûresi'nde

Sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Âdiyât Sûresi'nde de, ümmetinden savaşanların atlarına yemin etmek ve böylece, o atları şu üç vasıfla tavsif etmek suretiyle de şereflendirmiştir. Bu vasıflar, "Andolsun o harıl harıl koşan atlara, o çakarak ateş çıkaranlara; sabahleyin baskın yapanlara"(Âdiyât, 1-3) ayetlerinin beyan ettiği vasıflardır.

ı) Kâria Sûresi'nde

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetini, Kâria Sûresi'nde de şu üç şeyle şereflendirmiştir:

1) "İşte kimin tartıları ağır gelirse" (Kâria, 6) ayetinin beyan ettiği husus.

2) Ümmet-i Muhammed'in, hoşnut olunulacak bir yaşayış içinde olmaları.

3) Ümmet-i Muhammed'in, din düşmanlarını, o azgın ateşin içinde görmeleri.

i) Tekâsür Sûresi'nde

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Tekâsür Sûresi'nde de, onun dininden ve şeriatından yüz çevirenlerin şu üç yönden azab içinde bulunacaklarını beyan etmek suretiyle şereflendirmiştir:

1) Bunların, cehennemi görmeleri.

2) Bunların, cehennemi ayne'l-yakîn görmeleri.

3) Bu kimselerin, ümmetlerden mes'ûl olmaları.

j) Asr Sûresinde

Cenab-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetini, Asr Sûresi'nde şu üç şeyle şereflendirmiştir:

1) İman etmeleri.

2) Salih amel işlemeleri.

3) Karşılıklı olarak hakkı ve sabrı tavsiye etmek suretiyle, halkı, salih amellere sevketmeleri.

k) Hümeze Sûresi'nde

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Hümeze Sûresi'nde de, arkadan çekiştiren ve yüze karşı el kol hareketleriyle ayıplayan kimseler için, şu üç çeşit azabın olacağını belirtmesi suretiyle şereflendirmiştir:

1) Böylesi kimseler, kesinlikle, dünyalarından istifade edemezler. Ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O malının kendisine ebedi hayat verdiğini sanır. Hayır hayır... " (Hümeze, 3-4) ayetinin beyan ettiği husustur.

2) Bu kimselerin, Hutame (cehenneme) atılmaları,

3) Cehennem kapılarının, artık bir daha oradan çıkma ümidi kalmayacak bir biçimde bu kimselerin üzerine kapatılması ki, bu da, "Bu, (ateş) onların üzerine kapatılmıştır..." (Hümeze, 8) ayetinin beyan ettiği husustur.

I) Fil Suresi'nde

Cenab-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Fil Suresi'nde de, düşmanlarının tuzaklarını, kendi başlarına geçirmesi suretiyle, şu üç yönden şereflendirmiştir:

1) Onların hile ve tuzaklarını boşa çıkarmıştır.

2) Onların üzerine, sürü sürü kuşlar salıvermiştir.

3) Onları, yenilmiş bir ekin yaprağı gibi yapmıştır.

m) Kureyş Suresi'nde

Cenâb-ı Hak, Kureyş Sûresi'nde de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i şu üç yönden, atalarının faydasına olan şeyleri görüp gözettiğini beyan etmek suretiyle şereflendirmiştir:

1) Allah onları Kureyş'in emniyet ve selameti içinbir araya getirmiş, uyum içine sokmuştur.

2) Onların açlıklarını gidermiş,

3) Onları korktuklarından emin kılmıştır.

n) Maun Sûresi'nde

Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Maun Sûresinde de, dini yalanlayanları şu üç kötü sıfatla kitlemek suretiyle şereflendirmiştir:

1) Adilik, alçaklık ve cimrilik. Ki bu, Cenab-ı- Hakk'ın, "İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyendir o..." (Mâûn, 2-3) ayetlerinin ifade ettiği husustur.

2) Yaratana duyulması gereken saygıyı terketmek. Ki bu da, "Onlar namazlarından gafildirler. Onlar riyakarların ta kendileridir" (Mâûn, 5-6) ayetlerinin beyan ettiği husustur.

3) Halkı faydalandırmama. Ki bu da, "Zekatı da menederler onlar" (Mâûn, 7) ayetinin ifade ettiği husustur.

Bedenî ve Malî İbadet

Allahü teâlâ, bu sûrelerde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, işte bu denli büyük taltiflerle şereflendirince, bundan sonra, "Hakikaten biz sana, kevseri verdik..." buyurmuştur ki bu, "Biz sana, her biri, dünyanın tüm mülkünden daha büyük olan, önceki sûrelerde geçen bunca şan ve şerefi verdik. Binâenaleyh sen, Rabbine ibadet ve onun kullarını da, kendileri için en faydalı olan şeylere sevketmekle meşgul ol!.." demektir. Rabbe ibadete gelince, bu ya can ile (bedenen) olur ki, bu, "O halde Rabbin için namaz kıl" ayetinin ifade ettiği husustur. Yahut mal ile olur ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "Kurban kes" ayetinin ifade ettiği husustur. Cenâb-ı Hakk'ın, kullarını, gerek dinleri, gerekse dünyaları açısından kendileri için en faydalı şeylere sevketmesine gelince, bu, "De ki: "Ey kafirler. Ben, sizin tapmakta olduklarınıza tapmam..." (Kâfirûn, 1-2) ayetlerinin ifade ettiği husustur. Böylece bu sûrenin, kendinden önceki sûrelerin bir tetimmesi gibi olduğu sabit olmuş olur.

Kevser Suresi Müteakip Surelerin Aslıdır

Bu sûrenin, kendinden sonraki sûrelerin bir aslı gibi olmasına gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu sûrenin peşisıra, "De ki: Ey kafirler... Ben, sizin taptıklarınıza tapmam..." ifadesi ile, dünya halkının tümünü küfrü nisbet etmesini emretmesidir.

Kâfirûn Sûresi İle İrtibatı

İnsanların, inanışları ve dinleri hususundaki taassuplarının, can ve malları konusundaki taassuplarından daha şiddetli olduğu malumdur; bu böyledir, zira insanlar, kendi dinlerini destekleme hususunda mallarını ve canlarını harcarlar. Bu sebeple, İnsanların inançlarını tenkit etme, diğer şeylerin tenkit edilmesi durumunda meydana gelmeyen düşmanlık ve öfkelere sebebiyet verir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, dünya halklarının tümünü küfre nisbet etmesini ve dinlerinin aslı ve esasının bulunmadığını söylemesini emrettiğine göre, bütün dünya halklarının, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve alabildiğine düşman kesilmelerini gerektirmiştir ki bu, herkesi kendisinden sakınacağı ve buna cesaret edemeyeceği bir husustur. Baksana, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, Firavun'dan ve onun ordusundan nasıl korkmuştur. Ama, burada, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince o, bütün dünyaya peygamber olarak gönderilmiş bir zat olunca, bütün herkes, ona nisbetle, bir Firavun gibi olmuş olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, bu denli bir korkuya izale etmek için, böylesine latif bir düzenleme yapmıştır. Ki bu tedbir, bu sûreden önce, Kevser Sûresi'ni getirmiş olmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın "Hakikaten biz, sana kevseri verdik" beyanı, işte şu bakımlardan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bu korkuyu bertaraf eden bir ifadedir.

1) Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, "hiç şüphesiz biz sana, gerek dünya, gerekse din hususunda çok hayırlar verdik" anlamındadır. Böylece, bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onu koruyup destekleyeceğine dair bir va'di olmuş olur ve bu mâna ile bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Nebi, Allah sana yeter..." (Enfâl, 46), "Allah seni insanlardan korur" (Maide, 67) ve "Eğer siz ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder" (Tevbe, 40) ayetleri gibi olmuş olur. Bir kimseyi korumayı Cenâb-ı Hak üstlenmişse, bu kimse artık hiç kimseden korkmaz.

2) Cenâb-ı Hak, "Hakikat, biz sana kevseri verdik..." buyurup, bu ifade de, dünya ve ahiret hayırlarının tümünü içine alıp, dünya hayırları da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de olduğu sürece ona ulaşmayınca ve Allah'ın, sözünden vazgeçmesi de imkansız olunca, Allah'ın hikmeti gereği, bu hayırları ona ulaştırabilmesi için, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bir sûre daha dünya yurdunda tutması gerekmiştir. Böylece bu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir müjde gibi, düşmanlarının kendisini öldüremeyeceklerini, ezemeyeceklerini ve onların hile ve tuzaklarının ona ulaşamayacaklarını; tam aksine, onun işinin, hergün güçlenerek ilerleyeceğini vadetmek gibi olmuş olur.. -

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları küfre nisbet edip, dinlerini çürütüp, kendilerini de imana davet edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında toplandılar ve "Eğer sen bunu mal elde etmek için yapıyorsan, sana, insanların en zengini olacağın kadar mal verelim... Yok, eğer gayen evlenmek ise, seni kadınlarımızın en güzeli ile evlendirelim.. Yok eğer, derdin reis olmak ise, biz seni, kendimize başkan yapalım" dediler de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Hakikat biz sana kevseri verdik" buyurmuştur ki bu, "Göklerin ve yerin yaratıcısı sana, dünya ve ahiretin en hayırlılarını verdiğine göre, sen onların sana verecekleri mallarla ve seni görüp gözeteceklerini söylemelerine aldanma..." demektir.

4) ayeti, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile vasıtasız, doğrudan doğruya konhuşmuş olduğunu ifade eder ki, bu, "Allah Musa ile de konuştu..." (Nisa, 164) ayetinin yerine geçen bir ifadedir. Hatta, bu daha ileri ve kıymetli bir ifadedir. Çünkü, efendinin kölesine, onun terbiyesini ve ona ihsan ve lütufta bulunmayı üstlendiğini şifahen söylemesi, bu konuların dışındaki şeyleri şifahen söylemesinden daha üstündür. Hatta bu, kalbi kuvvetlendirmeyi ve ruhundan korkaklığı silmeyi, izale etmeyi ifade eder. Böylece, Allahü teâlâ'nın, "Hakikaten, biz sana kevseri verdik" buyurması suretiyle Hazret-i  Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitapta bulunmasının, onun kalbinden korkuyu; ruhundan, endişeyi izale eden şeylerden olduğu sabit olmuş olur. Böylece Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu zor mükellefiyeti üstlenebilmesi, bütün alemdeki küfre nisbet etmeye cesaret edebilmesi ve onlara kul olmak konusundaki teberrisini, beri oluşunu ortaya koyabilmesi için, işte Kevser Sûresi'ni Kâfirûn Şûresi'nden önce getirerek şöyle buyurmuştur:' "Madem ki sen, benim emrime uydun, o halde bak, sana olan vadimi nasıl yerine getiriyor ve sana, nasıl taraftar ve tabiler veriyorum? Çünkü, dünyadakiler, O'nun dinine bölük bölük girmişlerdir."

Ebî Leheb Sûresi ile İrtibatı

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in daveti ve şeriatını izhar etmesi tamamlanınca, Cenâb-ı Hak, onun batın ve kalb halleriyle ilgili olan şeylerini beyan etmeye başlamlıştır. Bu böyledir, zira talepte bulunan kimsenin talebi, ya dünyayla sınırlı bir talep olur, yahutta bu kimse, ahireti talep eden birisi olur. Dünyayı talep eden kimsenin ahireti, hüsran, zillet, hor ve hakir oluştur. Derken bu kimse, cehenneme yuvarlanır. İşte bu husus, Tebbet Suresi'nden anlaşılan husustur.

İhlas Sûresi İle

Ahireti talep eden kimsenin en büyük hali ise, onun batınının, diğer mevcudatın şekillerinin kendisinde gözüktüğü ayna gibi olmasıdır. Aklî ilimlerde, insanların, kendilerini yaratanı tanımaya götüren yolun iki olduğu sabittir: Kimileri, Önce yaratıcıyı tanır, sonra da, O'nu tanıması vesilesiyle mahlukatını tanır. Ki, en kıymetli olan yol, bu yoldur. Kimileri de bu yolun aksinden hareket eder. Ki bu, çoğunluğun izlediği yoldur.

Cenâb-ı Hak, kerim kitabını, işte bu iki yolun en kıymetlisi olan yol ile hitama erdirerek, işe, Allah'ın sıfatlarını zikretmek ve O'nun celalini şerhetmekle başlar ki, bu İhlas Sûresi'dir.

Felak ve Nas Sûreleri İle

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun peşinden, mahlukatının derecelerini Felak Sûresinde sıralayarak belirtmiş, sonra da her işi, insan nefislerinin derecelerini zikretmek suretiyle hitama erdirmiştir ki, işte burada, Kur'ân da hitama erer. Bu sözün tafsilatı ancak, bu sûreyi, ayrıntılı bir biçimde tefsir etmemiz durumundu ortaya konabilir. Kerim olan kitabına koyduğu bu yüce sırları bilip anlamaya akılları muvaffak kılan zatı takdis ederiz.

İnnâ (Cemi Sığasının) Manası

Bu kelimenin başındaki ifadesiyle, bazan çoğulluk bazan da tazim manası kastedilir. Birincisine gelince, deliller, Allah'ın tek olduğuna delalet etmektedir. Binâenaleyh, buradaki, "Biz" kelimesini, çoğul anlamına almak mümkün değildir. Ancak, bu atiyye ve bağışın elde edilmesi hususunda meleklerin, Cebrail (aleyhisselâm)'in, Mikâil (aleyhisselâm)'in ve önceki peygamberlerin say'ü gayret gösterdiği şey cinninden bir bağış olduğunda, bir çoğul manası kastedilebîlir. Çünkü, ey Muhammed, İbrahim (aleyhisselâm) senin peygamber olarak gönderilmeni istemiş ve "Ey Rabbimiz, onlara, içlerinden bir peygamber gönder... "(Bakara, 129) demiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da, "Ey Rabbim, beni, Ahmed'in ümmetinden kıl" demiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa'ya o emri vahyettiğîmiz vakit, (habibim) sen ban tarafında değildin, görenlerden de değildin..." (Kasas, 44) ayetinden anlaşılan husustur ve "Benden sonra gelecek olan ve ismi Ahmed olan bir peygamberi müjdeci olarak..." (Saf, 6) demek suretiyle, İsa (aleyhisselâm) da, seni müjdelemiştir. İkincisine gelince, yani, buradaki', "Biz" ifadesinin tazim manasına alınmasına gelince, bunda, o bağışın büyüklüğüne dikkat çekme vardır. Çünkü, bu bağışı yapan, göklerin ve yerin Cebbâr'ı olan Allah, kendisine bağış yapılan, "Hakikaten, biz sana kevseri verdik" hitabının muhatabı olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, hibe ise, Kevser adını alan şeydir. Ki, Kevser; "alabildiğine çok olan" demektir. Bu lafız, bağışlayanın, kendisine bağış yapılanın ve bağışın büyüklüğünü ihsas ettirince, bu ne büyük bir nimet! Bu ne ne yüce lütuf! Bu, ne görülmemiş bir şeref!

Hediyenin İki Değeri

Üçüncü İncelik: Hediye, her ne kadar az olsa bile, ne var ki, bu hediyenin büyük bir bağışçıdan olması sebebiyle, hediye de büyük olur. İşte bundan dolayı, büyük bir padişah, ikram yoluyla, kölelerinden birine bir elma atınca, bu büyük bir ikram sayılır. Bu, o hediyenin, haddi zatında leziz oluşundan dolayı değil, tam aksine bu hediyenin o büyük hükümdardan gelmiş olması, onun büyüklüğünü gerektirir. Burada da Kevser, her ne kadar, son derece büyük, çok ise de, ancak ne var ki, bunun, mahlukatın hükümdarı olan Allah'tan sadır olması sebebiyle, büyüklüğü ve kemali, o nisbette de artmıştır.

Dördüncü İncelik: Cenâb-ı Hak, "Biz sana verdik" buyurunca, bu ifadeye, artık yaptığı bu bağıştan rücu edemeyeceğine dair bir emare de eklenmiştir. Bu böyledir, zira Ebû Hanife'nin mezhebine göre, yabancı bir kimsenin yaptığı bağıştan rücu etmesi caizdir. Ama, bağış yapan, kendisine bağış yapılandan, velev ki çok cüzi bile olsa, bir şey olması, durumunda o, bağışından dönmesi caiz değildir. Çünkü, bu dinara denk bir şeyi, birisi, bir başkasına bağışîasa, sonra da, o bağış yaptığı kimseden bir kuruş değerinde bir tarak istese, o da ona, o tarağı verse, bağış yapanın bağışından rücu etme hakkı düşer. İşte burada da Cenâb-ı Hak, "Hakikaten, Biz sana Kevseri verdik" buyurunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den buna karşılık namaz kılmasını ve kurban kesmesini istemiştir. Binâenaleyh, bu namaz kalmısanı ve kurban kesmesini istemesinin faydası, Cenâb-ı Hakk'ın rücu etme hakkını düşürmektir.

İsim Cümlesindeki İncelik

Beşinci İncelik: Hak teâlâ bu ayetinde, fiili, mübtedaya isnat etmiş, onun haberi yapmıştır. Ki bu, tekid ifade eder. Delili şudur: Sen kendisinden bahsedeceğin bir ilmi zikrettiğinde, akıl, o isimden bahsedeceğini anlar da, böylece, senin ondan ne şekilde bahsedeceğini anlamaya iştiyak duyar. Binâenaleyh, işte o haber zikredilince de, bunu tıpkı, aşıkın maşukunu kabul edişi gibi kabul eder. Böylece bu, hem gerçeği ifade de, hem de şüpheleri izale etmede beliğ bir ifade olmuş olur. İşte buradan, Cenâb-ı Hakk'ın,"Şüphesiz, gözler kör değil" (Hac, 46) ayetinde fehamet ve yücelik anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın, demesi halindekinden daha müessir, daha yüce ve büyüktür. Büyük bir kiralın kendisine va'dde bulunup ona bir şey vermesi üstlendiği kimseye, "Ben, sana vereceğim. Ben, sana yeterim. Ben senin işlerini üstlenirim" demesi, bizim görüşümüzün hakikatim ortaya koyar. Bu böyledir, zira, va'dedilen şey, küçük bir şey olunca, bu kolay kolay unutulmaz. Binâenaleyh, bunun büyüklüğü, bu işin yerine getirilip getirilmeyeceği hususunda bir şüpheye yol açabilir. Ama, böylesine büyük bir iş, öylesine büyük bir kefile isnat edildiğindeyse, artık böyle bir şüphe katmaz. İşte, ayette bu türden bir ayettir. Çünkü kevser, büyük bir şeydir. Kolay kolay unutulacak cinsten bir şey değildir; binâenaleyh, mübteda öne alınınca, ki bu, ayetteki lafızdır, bu isnad, böylesi bir şüpheyi izale eder ve bu şüpheyi bertaraf eder.

Te'kid Lafzı

Altıncı İncelik: Allahü teâlâ, bu cümlenin başına, kasem yerine geçen tekid harfini getirmiştir. Halbuki, sadık olan Allah'ın kelamı, caymaktan mahfuzdur. Binâenaleyh, ya alabildiğine tekidli bir ifade kullanırsa!

Muzari Yerine Mazi

Yedinci İncelik: Cenâb-ı Hak, buyurmuş, "Sana vereceğiz" dememiştir. Çünkü, "sana verdik" ifadesi, bu bağışın, geçmiş zamanda da mevcut olduğuna delalet etmektedir ki, bunda şu tür faydalar vardır:

1) Geçmiş zamanda da, hep aziz, gözetilen, ihtiyaçları karşılanan bir kimse ile böyle olacak olan kimseden daha kıymetlidir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Adem, su ile çamur arası bir şey iken, Ben, Peygamberdim " Keşfu'l-Hafa, 2/129). buyurmuştur.

2) Bu, Allahü teâlâ'nın, insanları saîd veya şakî; zengin veya fakir kılmasına dair olan hükmünün, şu anda meydana gelmiş bir iş olmadığına, tam aksine bütün bu işlerin, ezele varıp dayandığına, ezelde olup bittiğine bir işarettir.

3) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Senin saadet sebeplerini biz, sen varlık alemine girmeden önce hazırladık. O halde daha nasıl, sen varlık alemine girip, kullukla meşgul olduktan sonra, senin işini ihmal ederiz?

4) Cenâb-ı Hak adeta, Biz seni, senin taatından dolayı tercih etmiş değiliz. Aksi halde, bizim sana, ancak senin ibadete yöelmenden sonra vermemiz gerekirdi. Tam aksine, biz seni, sırf lütfumuz ve bizden sana olan ihsanımız sebebiyle, bir gerekçe olmaksızın tercih ettik.." demek istemiştir ki, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kabul edilen, herhangi bir gerekçeye bağlı olmaksızın kabul edilmiş, reddedilen de, herhangi bir gerekçeye bağlı olmaksızın reddedilmiştir" sözüne işarettir.

"Sana Verdik" Hitabındaki İncelik

Sekizinci İncelik: Cenâb-ı Hak, "Sana verdik" buyurmuş, "Resule", yahut "Nehîye", yahut, "Alîme", yahut da, "itaat edene verdik..." dememiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak eğer böyle demiş olsaydı, bu, ben bağışın işte bu vasıflara bağlı olarak meydana geldiğini ifade ederdi. Ama, Cenâb-ı Hak, "Biz sana verdik" buyurunca, bu bağışın herhangi bir gerekçeye bağlı olmaksızın; tam aksine, Cenâb-ı Hakk'ın sırf irade ve ihtiyarı ile yapıldığı anlaşılmış oldu. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Aranızda maişetinizi Biz taksim ettik.." (Zuhruf, 32) ve "Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer" (Hac, 75) buyurması gibidir.

Allah Kuldan Müstağnidir

Dokuzuncu İncelik: Cenâb-ı Hak, önce, "Hakikaten biz sana... verdik" buyurmuş; ikinci olarak ela, "O halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" demiştir ki bu, Allah'ın, bizim yapacağımız işlerde bize muvafakiyet verip yol göstericiliğinin, bizim taatlarımızdan önce olduğuna delalet eder. Nasıl böyle olmasın ki!? Onun bize bağışta bulunması; bizim O'na taatta bulunmamız da, bizim sıfatımızdır. Halbuki, mahlukun sıfatı, Halikın sıfatında müessir olamaz. Müessir olan mahlukun sıfatındaki Halikın sıfatıdır. İşte bundan dolayı, vasıtînin "Benim taatimin kendisini memnun edeceği; günahının da kendisini öfkelendireceği bir Rabbe ibadet etmiş!" dediği rivayet edilmiştir ki, bunun manası, "O'nun rızası ve gazabı, kadim iki sıfattır. Benim taatım ve masiyetim ise, muhdestirler. Halbuki, muhdes olan şeyin, kadim'de tesir günü yoktur. Tam aksine, onun kulundan memnun ve razı oluşu, kulunu, ta ezelde iken taatına sevkedişidir. Öfke ve masiyet hususundaki söz de böyledir" demektir.

İle Arasındaki Fark

Onuncu İncelik: Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuş, ama (......) dememiştir. Bunun sebebi, şu iki şeydir:

Birincisi: (......) fiilinin kullanılması halinde, bu verme işinin bir görev, bir vazife olması da, lütuf olması da anlaşılabilir. Ama, (......) fiilinin kullanılması halinde, bundan, öncelikle, lütuf olarak vermek anlaşılır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikat, Biz sana kevseri verdik" ifadesi, "Bu, pekçok hayırlar, yani İslâmiyet, Kur'ân, nübüvvet ve dünya ve ahirette güzel isim. Bizden sana olan mahza bir lütuftur. Bunlardan hiçbiri, bir hak ediş, bir vacib oluş üzere verilmiş değildir" demek olur ki, bunda, şu iki bakımdan bir müjde yatmaktadır:

a) Kerim bir zat, lütuf yoluyla eğitip büyütme işine başladığında, görünen odur ki, o bunu, yarıda koymaz, iptal etmez; tam aksine, her gün, bunda bir artış kaydeder.

b) Müstehak olmaya sebep olan şey, müstehak oluş oranıyla sınırlanır. Halbuki, kulun fiili sınırlıdır, sonludur. Binâenaleyh, kulun fiiliyle meydana gelecek hak edişler de sınırlı olur. Ama, lütufta bulunma ve ihsan ise, Allah'ın kereminin neticesidir. Allah'ın keremi ise, sonsuzdur. Binâenaleyh, O'nun lütfü ve ihsanı da sonsuz ve sınırsız olur. Binâenaleyh ayetteki "Biz sana verdik" ifâdesi bu verişin, hakedişden dolayı değil de, bir lütuf olduğuna delalet edince, bu, bu işin artarak sürüp gideceğini anlatır. Buna göre, "Hak teâlâ "Sana esseb'ul mesânî (uzun yedi sûreyi) vermedik mi?" (Hicr, 87) buyısrmamış mıdır?" denirse, biz deriz ki: Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

1) temliki (verilen şeye mâlik kılmayı) gerektirir. Mülk ise, ihtisas (âidiyyet) sebebidir. Bunun delili şudur: Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), "Ya Rabbi bana mülk bağışla" (Sâd, 39) buyurdu. İşte bu yüzden kim "kevseri", Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in havzı manasına almışsa, o, "Ümmet-i Muhammed'in misafiri olur" demiştir. (......) kelimesine gelince, bundaki "verme" manası temliki ifade etmez. İşte bu yüz' Hak teâlâ, Kur'ân-ı Kerim hakkında, (Hicr, 87) fiilini kullanmıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in herhangi bir şeyi gizleyip vermemezlik etmesi caiz değildir.

2) Kur'ân'daki müştereklik, ilimlerdeki ortaklığı ifade eder ki bunda bir kusur yoktur. Ama "kevser" nehrindeki ortaklık, bir nesnede, bir malda ortaklık olur ki, böyle bir ortaklık bir kusur ifade eder.

İkincisi: Burada "i'tâ" fiilinin kullanılmasının, "itâ"nın kullanılmasından daha uygun oluşunun beyanı hususundaki ikinci izah şudur: "i'tâ" hem az, hem çok olanı ifade için kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Az ile i'tâ etti (verdi)" (Necm, 34) buyurmuştur. "İtâ"ya gelince, bu, ancak büyük şeylerin verilmesinde kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Allah ona mülk itâ etti (verdi)" (Bakara, 251) ve "Andolsun ki Biz Davud'a, katımızdan bir lütuf itâ ettik (verdik)" (Sebe, 10) buyurmuştur.Etiyy, aynı zamanda, apansız meydana gelen sel manasına gelir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Şüphesiz Biz sana kevseri verdik" ayeti, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in halinin, şu bakımlardan büyüklüğünü ifade eder:

a) Bu havz-ı kevser, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hazırlanan o yüce dereceler ve kıymetli mertebelerin yanında, çok önemsiz az bîr şey gibidir. Binâenaleyh bu ayet, bundan daha büyük şeylerin müjdelerini ihtiva eder.

b) Kevser, o suya işarettir. Buna göre Hak teâlâ, sanki, "Dünyada su, yiyeceğe nazaran daha kolay elde edilir (suyun önemi daha azdır). Artık su nimeti kevser (çok - bol) olduğuna göre, diğer nimetler daha da çoktur.

c) Su nimeti "i'tâ"; cennet nimeti ise "itâ" ile verilmiştir.

d) Hak teâlâ sanki, şöyle der: "Sana verdiğim bu şey, hernekadar kevser, yani çok ise de, senin için bir "i'tâ"dır, "i'tâ" değildir. Çünkü bu senin esas hakkından daha aşağıdır. Örfte kendisine hediye verilen zat, büyük bir zat olduğu zaman, hediye ne kadar büyük olursa olsun, yine de anun fazla kıymetli olmadığı ifade edilir ki bu, "Hediye verilen zatın büyüklüğüne oranla, bu hediye önemsizdir" demektir. İşte burada da böyledir.

e) Şöyle diyebiliriz: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "kevser"i verdiğini ifâde ederken, demiştir. Çünkü bu, dünyevi bir şeydir. Kur'ân'ı verdiğini ifade ederken de, buyurmuştur. Çünkü bu da dinidir.

f) Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Benim tarafımdan elde ettiğin şeylerin tümü, çok olsalar da, bir atıyye-(bağış)dır. Fakat bu kevserden daha büyüğü, senin muzaffer kalıp, hasmının ebter (nesli kesik) kalmasıdır. Çünkü Biz sana, bir ön bağış olarak, bu kevseri verdik. Ama devamlı olacak olan güzel nam ve şöhretine, düşmanına, ancak senden bir taatın sadır olmasından sonra güzel olur. O halde sen "Rabbin için namaz kıl, kurban kes" yani, "Benim için ibadet et ve ibadetinden sonra muzafferiyeti iste. Çünkü Ben, keremim gereği, her vecibenin yerine getirilişinden sonra, duaları kabul etmeyi prensip edindim. Nitekim müsned bir hadiste, "İşte bu anda dualara icabet ederim" diye varid olmuştur. Böylece senin hasmın, nesli kesik olur. İşte "i'tâ" budur." Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz Biz sana ... verdik" ifadesinin tefsiri hususunda hatırıma gelenler, bundan ibarettir.

Kevser Kelimesi

"Kevser" kelimesi ise, Arapça'da "fev'al" vezninde bir kelime olup, "kesret" (çokluk) kökündendir, "Alabildiğine çok" demektir. Çünkü oğlu seferden dönen bir bedevi kadına, "Oğlun ne getirdi, ne ile döndü?" denildiğinde, "Kevser getirdi" der ki bu, "çok çok şeyler getirdi" demektir. Yine Arapça'da çok bağışta bulunana "kevser" denilir. Nitekim el-Kumeyt şöyle der:

"Ey Mervan'ın oğlu, sen çok verensin, güzelsin. Baban ibnü'l-fezâilde çokça bağışta bulunurdu." Nitekim çok olup, her tarafa yayılmış toza da, "kevser" denilir. İşte Arapça'da "kevser'in manası bundan ibarettir.

Müfessirler "kevser" ile ilgili şu değişik izahları yapmışlardır:

Kevser: Cennet Irmağı

Birinci Görüş: En meşhur ve selef-halef tarafından en tercih edilen bu görüşe göre, Kevser, cennette bir ırmağın adıdır. Nitekim Enes (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Cennette, kenarları tıpkı içi oyuk inciler gibi olan kubbeler gibi olan bir nehir gördüm ve su yatağına elimi vurdum. Bir de baktım ki kokusu hemen yayılan, alabildiğine kokan bir misk. "Bu nedir?" dediğimde, "Bu Allah'ın sana verdiği kevserdir" denildi Buhari, rikak, 53 (Benzer Hadis). Enes (radıyallahü anh)'in bir başka rivayetinde ise, öyle "Cennette, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı bir nehir gördüm. Orada boyunları, melez develerin boyunları gibi olan yeşil kuşlar var. Kim o kuştan yer, o sudan içerse, rıdvanı (yani Allah'ın, kendisinden razı olması mertebesini) elde eder" Buhari, rikak, 53 (Benzer Hadis). seklinde buyurulmuştur. Belki de Cenâb-ı Hak bu nehre, ya bu nehrin cennet nehirlerinin suyu en bol olanı ve faydalısı olması bakımından; yahut da cennetteki nehir kollarının, o nehirden ayrılmasından ötürü "kevser" adını vermiştir. Bu tıpkı, "Cennetteki her bahçede, kevser ırmağından akan nehirler vardır" rivayetinde ifade edildiği gibidir. Yahut da bu, kendisinden içenlerin sayıca çok olmasından ötürü veya, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de ifade buyurduğu gibi, faydalarının çokluğundan ötürü "kevser" adını almıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "O Râbbimin bana va'dettiği bir nehirdir ve onda çok bol hayırlar-faydalar vardır" Müslim, salat, 53 (1/300). buyurmuştur.

Kevser: Havuz

İkinci Görüş: Kevser, bir havuzdur. Bu husustaki hadisler de meşhurdur. Bu görüş ile, birinci görüş şöylece bağdaştırabilir! Belki de o nehir, bu havuza dökülmektedir. Yahut da cennetteki nehirler, işte bu havuzdan çıkar, kollara ayrılırlar. Binâenaleyh bu havuz, cennet nehirlerinin ve çeşmelerinin kaynağı gibi olmuş olur.

Kevser: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Âlidir

Üçüncü Görüş: Kevser, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çocukları ve soyudur." Bu görüşte olanlar derler ki: Çünkü bu sûre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, "ebter" diye ayıplayanlara bir cevab olarak inmiştir. Buna göre mana, "Allah o peygambere, zamanlar geçtikçe sürüp giden nesiller vermiştir. Bir bak, ehl-i beytten ne kadar adam öldürülmüştür! Ama yine bak ki, bütün dünya ehl-i beyt ile dopdolu iken, Emevilerden, itibar edilecek hiç kimse kalmamıştır. Yine bir bak ki, ehl-i beyt içinde, Muhammed Bakır Cafer'i Sâdık, Musa Kazım, Muhammed Rızâ ve en-Nefsu'z-Zekiyye ve emsali nice yüce şahsiyetler vardır.

Kevser: Ümmetin Uleması

Dördüncü Görüş: "Kevser", Hazret-i Muhammed ümmetinin âlimleridir. Ömrüme yemin ederim ki, en büyük ve en çok hayır, yani kevser budur. Çünkü bu ümmetin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberi gibidirler ve bunlar Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı anlatmayı sever, dininin eserlerini ve şeriatının prensiplerini yayarlar.

Alimler: Enbiyayı Benî İsrail Gibi

Ümmetin alimlerinin, İsrâiloğullarının peygamberlerine benzetilmesinin sebebi şudur: Peygamberler, marifetullahın temel prensiplerinde müttefik (yani inanç konularında aynı), şeriat ahkamında ise, her ümmete uygun olan ulaşsın diye, Allah'ın halkına bir rahmeti olarak, farklı farklıdırlar. İşte bunun gibi, Muhammed ümmetinin alimleri de, Allah'ın dininin temel prensiplerinde müttefik, insanlara bir rahmet olsun diye, ikinci derece konularda (Furû fıkıhta) ise farklı farklı, ictihadlara sahibtirler.

Alimlerimizin Fazileti

Bu alimlerin faziletleri şu iki şekilde izah edilir:

a) Rivayet olunduğuna göre, kıyamet günü her peygamber, peşinde ümmeti olduğu halde, maşher meydanına getirilir. Kimi peygamberler, peşinde bir veya iki kişi olduğu halde getirilir. Ama Ümmet-i Muhammed'in alimlerinden her biriyle birlikte, binlerce kişi olarak getirilirler. Derken hepsi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in arkasında toplanırlar. Böylece bu alimlere tabi olanların sayıları, o peygamberlere tabi olanların sayılarından, kat kat fazla olur.

b) Bu peygamberler, kendilerine tabi olanlar için, vahiyden alınmış naslarla, isabetli ve doğru cevaplar verirler. Ümmet-i Muhammed'in alimleri ise, onca zor olmasına rağmen, istinbat ve ictihad ile, yahut da bazı başka alimlerin görüşüne dayanarak isabetli cevaplar verirler. Bunlardan bazıları, görüşlerinde hata etseler bile, hata eden de, ücretini alır, sevabına ulaşır.

Kevser: Nübüvvettir

Beşinci Görüş: Kevser, nübüvvettir. Peygamberliğin, çok çok hayır olduğunda şüphe yoktur. Çünkü bu, rubübiyyetten sonra, ikinci dereceyi işgal eden bir mertebedir. İşte bu yüzden Hak teâlâ, "Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa, 80) buyurmuştur. Ki bu, imanın yarısıdır. Hatta resule itaat, marifetullah ağacının bir dalı gibidir. Çünkü peygamberlik müessesesinin bilgisinden önce, mutlaka Allah'ın zatının, ilminin kudretinin ve hikmetinin bilgisinin bulunması gerekir. Sonra nübüvveti bilme gerçekleşince, bundan, semî, basar, hayrî ve vicdanî sıfatlar gibi, diğer geriye kalan bilgiler elde edilir.

Peygamberimizin Faziletleri

Bu, alimlerin bir kısmına göredir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, bu anlatılanlanrdan, daha çoğu vardır. Çünkü o, diğer peygamberlerden önce zikredilmiş, ama onlardan sonra gönderilmiştir. Hem sonra o, hem insanlara, hem cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Yine bütün peygamberlerden sonra haşrolunacak olan da odur ve şeriatının neshi de mümkün değildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in faziletleri, sayılamayacak kadar çoktur. Ama burada şöyle bir kaçını ele alıp diyoruz ki:

Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e Üstünlüğü

Cenâb-ı Hakk'ın da, "Adem, Rabbinden kelimeler alıp öğrendi" (Bakara, 37) buyurduğu gibi, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in hitabı, birtakım kelimelerden ibaretti. Yine, "Hani Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etti"(Bakara,124) ayetinde ifade edildiği gibi, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kitabı da birtakım kelimelerden (sahifelerden) ibaretti. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kitabı ise, "İbrahim'in ve Musa'nın sahilelerinde..."(A'lâ, 19) ayetinde ifade edildiği gibi, birtakım sahifelerden ibaretti. Ama, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'in kitabı, "Onlara şahid olarak..." (Maide,46) ayetinde beyan edildiği gibi, kendinden önceki bütün peygamberlerin kitablarının hakemidir, doğruluk kıstasıdır.

Hem sonra Adem (aleyhisselâm), "Şunların isimlerini Bana haber veriniz" (Bakara, 31) buyurulduğu gibi, mensur (nesir şeklinde) isimlerle meydan okumuştur; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hak teâlâ'nın da "De ki: Eğer insanlar ve cinler bunun bir benzerini getirmek üzere toplansalar... "(Isra, 88) buyurduğu gibi, manzum ile meydan okumuştur.

Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'a Üstünlüğü

Nuh (aleyhisselâm)'a gelince, Allahü teâlâ ona, gemisini su yüzünde tutmak suretiyle, ikramda bulunmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bundan daha büyüğünü yapmıştır: Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yanında Ebû Cehil'in oğlu İkrime olduğu halde, bir suyun kenarında bulunuyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Eğer davanda sadık isen, öte taraftaki şu taşı çağır, batmadan yüzerek buraya gelsin" dedi de bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o taşa işarette bulundu. Taş yerinden ayrıldı, yüzerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in önüne geldi ve onun, peygamber olduğuna şehadette bulundu. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İkrime'ye, "Bu sana yeter mi?" deyince, o, taşın yerine gitmesini de istedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), taşa emretti ve o, eski yerine döndü.

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e Üstünlüğü

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e de iyilikte bulunmuş ve o ateşi, onun için bir serinlik ve selamet kılmıştır. Ama Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için bundan daha büyüğünü yapmıştır. Çünkü Muhammed b. Hâtıb'dan şu rivayet edilmiştir: "çocukken, üzerime kaynayan bir bakraç döküldü, baştan ayağa yandım. Annem beni, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e götürerek, "İşte, Hâtıb'ın oğlu, gördüğün gibi yandı" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), derime tükürdü, eliyle onu, yanan her tarafıma yaydı ve "bunun bir sıkıntısını, insanların Rabbine havale ediyorum" dedi. Bu sayede, ben, hiçbir sıkıntısı kalmayan, sapasağlam bir kimse oldum."

Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya Üstünlüğü

Cenâb-ı Hak Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya ikramda bulunup, onun için denizi yardı. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de ikramda bulunup, onun için de gökte ayı yardı. Şimdi yer ile gök arasında olan farkı iyi düşün! Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için, o malum kayadan su fışkırttığı halde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in parmaklarından pınarlar akıtmıştır. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, üzerine bulutu gölge yapmak suretiyle ikramda bulunduğu gibi, aynı ikramı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de yapmıştır. Çünkü bir bulut, hep onun üzerinde gezip onu gölgelemiştir. Allah Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, yed-i beyzâ mucizesiyle İkramda bulunduğu gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bundan daha büyüğü ile ikramda bulunmuştur. Bu da, ışı doğu ve batıya ulaşan o büyük Kur'ân'dır. Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın değneğini bir ejderhaya çevirmiştir. Ebû Cehil, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e taş atmak istediğinde, onun omuzlarında iki ejderha görmüş ve korkular içinde gerisin geri dönmüştür.

Hazret-i Davud (aleyhisselâm)'a Üstünlüğü

Dağlar, Hazret-i Davud (aleyhisselâm) ile birlikte tesbihatta bulunurken; taşlar da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ve ashabının elinde, tesbihatta bulunmuştur. Davud (aleyhisselâm), demire dokunduğunda demir yumuşuyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, uyuz bir koyuna elini sürünce, uyuzları dökülüyor ve süt vermeye başlıyordu. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Davud (aleyhisselâm)'a toplanmış kuşlarla ikramda bulunurken, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e de Burak ile ikramda bulunmuştur.

Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya Üstünlüğü

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya, ölüleri diriltme mucizesini vermek suretiyle ikramda bulunduğu gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de bu cinsten bir ikramda bulunmuştur. Çünkü bir yahudi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e zehirli bir koyun ikram etmişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), lokmayı ağzına koyunca, bu, kendisinin zehirli olduğunu haber vermişti. Hazret-i İsa (aleyhisselâm), anadan doğma körlüğü ve alaca hastalığını iyileştirirken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında da şu hadise rivayet edilmiştir: Muaz b. Afra'nın hanımı alacalık hastalığına tutulmuştu. Bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e arzedince o (aleyhisselâm), kadını bir ağaç dalıyla sıvazladı ve Allahü teâlâ onun bu hastalığını giderdi. Yine Uhud günü, bir adamın göz bebeği düşmüştü. Onu eline alıp, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de gözünü yerine yerleştirdi. Hazret-i İsa (aleyhisselâm), insanların evlerinde, neleri sakladıklarını biliyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, amcası Abbas'ın Ümmü'l-fazl ile birlikte, sakladıkları şeyi bilip, amcasına haber verince, o müslüman olmuştu. Süleyman (aleyhisselâm) için Allahü teâlâ, bir kere güneşi geri döndürdü. Aynı şeyi Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için de yaptı. Çünkü o, başı Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin kucağında olduğu halde uyumuştu. Güneş battıktan sonra uyanabildi. İşte bunun üzerine Hak teâlâ, onun ikindi namazını kılabilmesi için güneşi geri döndürdü, o da namazını kıldı. Hak teâlâ bu işi, bir kere de Hazret-i Ali (radıyallahü anh) için yaptı. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bu sayede o ikindi vaktinde kıldı.

Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a Üstünlüğü

Cenâb-ı Hak Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a, kuş dilini öğretmişti, aynı şeyi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de yaptı: Rivayet olunduğuna göre, yavrusu yüzünden canı yanmış bir kuş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in başucunda uçmaya ve onunla konuşmaya başladı. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hanginiz, yavrusu yüzünden bu kuşun canını yaktı?" dedi de, bir adam "Ben" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Onun yavrusunu geri ver" buyurdular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kurt ile konuşması da meşhurdur. Hak teâlâ, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a, bir kuşluk vaktinde, bir aylık mesafe alma imkanını vererek ona ikramda bulunduğu gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bir anda Beyt-i Makdis'e ulaşma imkanını vererek ikramda bulunmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), eşeği "ya'fûr"u, gelmesini istediği kimseye gönderiyor, o da onu getiriyordu. Birgün birileri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e azgın deveyi ve ona yaklaşamadıklarını şikayet ettiler. O, devenin yanına gitti. Deve onu görünce sakinleşti, azgınlığını bıraktı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Muaz (radıyallahü anh)'ı, bir bölgeye gönderdi. Muaz (radıyallahü anh), çöle çıkınca, karşısında heybetli bir arslan gördü. Bu, onu çok korkuttu. Geriye dönme cesareti gösteremedi. Derken arslana yaklaştı ve "Ben Resulüllah'ın elçisiyim" dedi. Bunun üzerine aslan, kuyruk sallamaya başladı. Cinler, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a boyun eğdikleri gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de boyun eğmişlerdir. Bir bedevi büyük bir keler getirmiş ve "Bu keler seni tasdik etmedikçe, ben de iman etmem" demişti. Derken o keler (kertenkele), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i doğruladı. Bir bedevinin salıverdiği bir ceylana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kucak açınca, ceylan koşarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kefaletinden çıkınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ayrıldığı için inlemeye başladı. Yine Hira mağarasında Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in topuğunu yılan soktuğunda, "Şunca zamandan beri o peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i arzulayıp durmuştum. Niçin benimle onun arasında bir perde oluşturdun?" demiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), azıcık yemek ile pek çok kimseleri doyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri sayılmayacak derecede çoktur. Bu yüzden Allahü teâlâ Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, seçtiği diğer peygamberlerden önce zikrederek, "Hani peygamberlerden, yani senden, Nûh'dan, İbrahim'den, Musa'dan, Meryem'in oğlu İsa'dan ahit almıştık"(Ahzab, 7) buyurmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği böyle olunca, Hak teâlâ'nın bu risalete "kevser" adını verip, "Hiç şüphesiz Biz sana kevser'i verdik" buyurması geçerli olmuştur.

Altıncı Görüş: Kevser, Kur'ân'dır. Kur'ân'ın faziletleri ise, sayılamayacak kadar çoktur. Nitekim Hak teâlâ, "Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa ve denizler de ... mürekkeb olsa, Allah'ın kelimeleri bitmez"(Lokman,27) ve "De ki: Eğer, denizler, Rabbimin kelimelerini yazmak için, mürekkeb olsaydı, Rabbim'in kelimelerinden önce, o denizler biterdi" (Kehf, 109) buyurmuştur.

Kevser: İslâm'dır

Yedinci Görüş: Kevser, İslâm'dır. Ömrüme yemin olsun ki İslâm, en büyük hayırdır. Çünkü dünya ve ahiret iyilikleri, ancak İslâm sayesinde elde edilir. Yine bu iyilikler, onun elden çıkması ile elden çıkar. Çünkü İslâm, marifetullah'dan, yahut da bilinmesi gereken şeylerden ibarettir. Nitekim Hak teâlâ da, "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir" (Bakara, 269) buyurmuştur. Binâenaleyh İslam, en büyük ve en çok hayır olunca, ona "kevser" denebilir.

Ümmet-i Muhammed'in Fazileti

Buna göre, "Cenâb-ı Hakk'ın nimetleri her yeri sarmış iken, niçin sadece İslâm'a "kevser" denmiştir?" denirse, biz deriz ki: İslâm, Allah'dan ulaşan bir nimettir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunda temel bir unsur gibi olmuştur.

Kevser: Mensupların Çokluğu

Sekizinci Görüş: Kevser, taraftarı ve adamları çok olan demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sayısını ancak Allah'ın bilebileceği kadar taraftarı olduğunda ise şüphe yoktur. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:"Ben, Allah'ın dostu Hazret-i İbrahim'in duası, Hazret-i isa'nın müjdesiyim ve ben, kıyamet günü şefaati makbul olanım. Peygamberlerle birlikte (orada) iken, bir insan topluluğu gözükür ve biz, gözlerimizi o topluluğa çeviririz. Herbirimiz, bu topluluğun, kendi ümmeti olmasını ümid ederiz. Bir de bakarız ki bunlar, abdest almalarından ötürü, yüzleri ak ve pırıltılı kimselerdir. Bunun üzerine ben, "Kâ'be'nin Rabbine yemin olsun ki bunlar benim ümmetim" derim. Onlar hesabsız olarak cennete girerler. Derken ilk önce gözüken kadar, bir başka büyük cemaat gözükür. Biz, gözlerimizi hemen onlara çeviririz. Her peygamber yine, bu topluluğun kendi ümmeti olmasını ümit ederken, bir de ne görelim, bunlarda, abdest almalarından ötürü, abdest azaları parlak ve nişanlı kimseler. Bunun üzerine ben, "Kâ'be'nin Rabbine yemin olsun ki, bunlar benim ümmetim" derim. Bunlar da hesabsız olarak cennete girerler. Derken daha önce gözükenlerin üç misli kadar bir cemaat bize gözükür ve biz gözlerimizi onlara çeviririz..." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun peşisıra da, birinci-ikinci topluluklar için söylediklerini aynen söylemiş, sonrada, "Hiç kimse cennete girmezden önce, ümmetimden üç cemaat cennete girecektir" Müsned, 5/262. demiştir. Yemin olsun ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Evlenin, üreyin ve çoğalın. Çünkü ben, kıyamet gününde sizin (çokluğunuzla) diğer peygamberlere karşı övünürüm. Hatta (ümmetimin) düşük (çocuklar) ile..." Keşfu'l-Hafa, 1/316. buyurmuştur. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mükellef çağına gelmeyenlerle bile övüneceğine göre, ya böylesine büyük kalabalık ile nasıl övünür? İşte bundan ötürü, Hak teâlâ'nın bu büyük nimeti dile getirmesi ve "Muhakkak ki Biz sana kevseri verdik" demesi, güzel ve yerinde olmuştur.

Kevser: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'deki Meziyetlerdir

Dokuzuncu Görüş: Kevser, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de bulunan çokça faziletlerdir. Çünkü o, ümmetin ittifakıyla, bütün peygamberlerden daha üstündür. Nitekim Mufaddal b. Seleme şöyle der: Arapça'da, bir kimse alabildiğine cömert, hayr-u hasenatı çok olduğu zaman, "raculün kevserun" denilir. Sıhahu'l-luğa'da ise, "Kevser, efendi; hayr-u hasenatı çok olan kimse demektir" diye varid olmuştur. Binâenaleyh Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu büyük faziletleri nasib edince, Allahü teâlâ'nın bu, büyük nimeti ona hatırlatması ve "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri verdik" demesi, güzel ve yerinde olmuştur.

Kevser: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ünlü Oluşu

Onuncu Görüş: Kevser, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şanının yüksekliğidir. Bu husus, "Senin zikrini (şanını) yükselttik" (İnşirah, 4) ayetinin tefsirinde geçmişti.

Kevser: İlimdir

Onbirinci Görüş: Kevser, ilim demektir. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Şu sebeplerden ötürü, kevseri bu manaya almak daha aladır:

1) İlim, en çok ve en büyük hayır demektir. Nitekim Hak teâlâ, "Allah sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah'ın senin üzerindeki ihsanı büyüktür" (Nisa, 113) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le, ilim peşinde gezmesini emrederek, "Ya Rabbi ilmimi artır" (Taha, 114) diye dua etmesini emretmiştir. Cenâb-ı Hak, hikmete de "çok hayır" adını vermiş ve, "Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir" (Bakara, 269) buyurmuştur.

2) Biz, kevseri, ya ahiret nimetleri, yahutta, dünya nimetleri manasına alabiliriz. Birinci manaya almamız mümkün değildir; çünkü, Cenâb-ı Hak, "verdik" buyurmuştur. Halbuki, cennet nimetlerini Allah, vermedi; verecektir. Dolayısıyla, "kevser"i, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, dünyada iken ulaşan nimetler manasına hamletmek vacib olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, dünyada iken gelip ulaşan şeylerin en kıymetlisi ise, ilimdir. Nübüvvet de, ilmin içine dahildir. Öyleyse, "kevser" lafzını, ilim manasına almak gerekir.

3) Cenâb-ı Hak, "Bizsana kevser'i verdik" buyurunca, bunun peşinden, "Şimdi, Rabbin için namaz kıl, kurban kes" buyurmuştur. İbadetten önce geçen şey ise ilimdir, marifettir. İşte bu yüzden Hak teâlâ, Nahl Sûresi'nde, "Benden başka hiçbir Tanrı olmadığını bildirerek uyarın, benden korkun diye..." (Nahl, 2) ve Tahâ Sûresi'nde de, "Ben, Allah'ım Allah... Ben'den başka ilah yoktur; o halde, ancak bana ibadet et..."(Taha, 14) buyurmuş, her iki sûrede de, ilmi ve marifeti, ibadetten önce zikretmiştir. Bir de, emrinin başındaki, takibiyye fâ'sı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "kevser"i vermenin, bu ibadeti gerektiren bir şey gibi olduğuna delalet etmektedir. İbadeti gerektiren şeyin ise, sadece ilim olacağı malumdur.

Kevser: Güzel Ahlaktır

Onikinci Görüş: Kevser, "güzel huy" demektir. Bu görüşte olanlar şöyle demektedirler: Güzel huy'dan istifade, alimin, cahilin, dört ayaklı hayvanın (behime) ve insanın kendisinden yararlanacağı genel bir istifadedir. Ama, ilimden istifade ise sadece insanlara mahsus bir husustur. Dolayısıyla, güzel huyun faydası, daha genel ve şümullü olmuş olur. Böylece de, "Kevser"ibu manaya hamletmek gerekmiş olur. Andolsun ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de böyle idi. O, yabancılar için de, tıpkı bir baba gibiydi. Müşkillerini çözer, işleri hususunda onlara yeterdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in güzel huyu, müşrik topluluğu, onun dişini kırınca, "Allahım, kavmime doğruyu göster; zira onlar bilmiyorlar Buhâri, enbiyâ, 54; Müslim, cihad, 105 (3/1417), (Benzer Hadis). diyebilecek bir noktaya ulaşmıştı...

Kevser: Makam-ı Şefaat

Onüçüncü Görüş: Kevser, şefaat demek olan, Makâm-ı Mahmûd'dur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak dünyada iken, "Sen onların içinde iken Allah onlara azab edecek değildir" (Enfal, 33) buyurmuş; ahiret hususunda da, "Benim şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir" İbn. Mâce, Zühd, 37 (2/1441); Müsned, 3/9. buyurmuştur. Ebû Hureyre'den gelen rivayete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her peygamberin, müstecab bir duası vardır. Ben ise, bu duamı, kıyamet günü ümmetime şefaatçi olayım diye sakladım (geri bıraktım) " Kenzü'l-Ummal, 14/39081. buyurmuştur.

Kevser Sûresi'ndeki Mucizevi Özellikler

Ondördüncü Görüş: Kevser ile, bu sûre kastedilmiştir. Bu böyledir, zira bu sûre, kısa olmasına rağmen, dünyevi ve uhrevi bütün menfaatleri tastamam İhtiva eden bir sûredir. Çünkü bu sûre, şu bakımlardan mu'cizevi durum ihtiva eden bir sûredir.

1) Biz, "Kevser"i, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etbâının çokluğuna ve manevi neslinin kesilmeyeceği manasına aldığımızda, bu bir gaybtan haber verme olmuş olur. Nitekim, verilen bu haber, vakıaya da, uygun olarak gerçekleşmiştir. Böylece bu, bir mucize olmuş olur.

2) Cenâb-ı Hak, "Şimdi, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" buyurmuştur ki, bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in fakirliğinin sona ereceğine, kurban kesebilecek mali güce ulaşacağına bir işarettir. Bu, böyle olmuştur. Binâenaleyh, bu da, gaybtan bir haber verme; dolayısıyla da bir mucize olmuş olur.

3) Cenâb-ı Hak, "sana buğzeden asıl zürriyetsizdir" buyurmuştur. Bu durumda, haber verildiği gibi gerçekleşmiştir. Dolayısıyla da bir mucize olmuştur.

4) Onlar, küçük olmasına rağmen, bu sûreye muarazada bulunamamışlardır. Böylece, Kur'ân'ın tümünün mucizeliğinin, bu sûre ile ortaya çıktığı sabit olmuş olur. Çünkü onlar, kısa olmasına rağmen, bu sûreye muaraza edemediklerine göre, Kur'ân'ın tümünü haydi haydi muarazada bulunamazlar. İşte bu bakımlardan, bu sûrenin mucizeliği zahir olunca, nübüvvet takarrür etmiş olur; nübüvvet takarrür edince de, tevhid ve yaratıcının bilgisi kesinleşmiş olur; böylece de, din ve İslâm takarrür etmiş olur. Derken Kur'ân'ın, Allah'ın kelamı olduğu ortaya çıkmış olur. Bütün bu hususlar kesinleşince de, dünyevi ve uhrevi iyiliklerin tümü kesinleşmiş, ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh bu sûre, tüm maksatları, tastamam ve güçlü bir biçimde ispatlayan kısa ve özlü nükte gibi olmuş olur. Böylece de, şeklen küçük, ama manaca büyük bir sûre olmuş olur. Ayrıca bu sûrenin, diğerlerinde bulunmayan bir takım özellikleri vardır. Bu sûrenin tamamı, üç ayettir. Halbuki biz, bu üç ayetten her birinin haber verdiği şeyin mucize olduğunu beyan ettik. O halde, bu demektir ki, bu sûre, hem herbir ayeti açısından, hem de toplamı açısından bir mucizedir. Ki, bu özellik diğer sûrelerde bulunmaz. Binâenaleyh, kevser sözüyle bu sûrenin kendisi kastedilmiş olabilir.

Cenâb-ı Hakk'ın Peygamberimize Verdiği Nimetler

Onbeşinci Görüş: Kevser ile, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdiği tüm nimetler kastedilmiştir. Ki bu husus, İbn Abbas'tan nakledilen bir husustur. Çünkü Kevser Sûresi, çok olan şeyin tümünü içine alır. Binâenaleyh, ayeti, bu çok olan nimetlerin bu kısmına hamletmek, geriye kalanına hamletmekten daha evla değildir. Bu sebeple, tümüne hamletmek gerekir. Rivayet olunduğuna göre Sid ibn Cübeyr, bu görüşü İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayet edince, cennette bir nehir, bir say olduğunu iddia etmişlerdir" deyince, Said ibn Cübeyr, bu görüşü İbn Abbas'tan rivayet edince, bazıları ona, "Bir takım kimseler kevserin, cennette bir nehir, bir say olduğunu iddia etmişlerdir" deyince, Said ibn Cübeyr, "Cennetteki o nehir de, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdiği O çok hayırlardan biridir" cevabını vermiştir. Bazı ulema da şöyle demiştir: ayetinin zahiri, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu kevseri vermiş olduğunu iktiza eder. Şu halde, doğruya en yakın olanın, ayetin bu ifadesini, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, nübüvvvet, Kur'ân, zikr-i hakim ve düşmanlarına karşı muzafferiyet elde etmesi gibi, vermiş olduğu şeylere hamletmek gerekir. Ama, Havz-ı Kevser ve Hazret-i Peygamber için hazırlanan diğer mükafaatlara gelince, Allah'ın va'dinin hükmüü gereği şahit oldukları için her ne kadar bunların da bu ifadenin içine dahil olmamış, ilerde olacak şeyler gibidirler. Ne var ki, hakikat, bizim daha önce bahsettiğimiz husustur. Çünkü, her ne kadar bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için hazırlanmış ise de gerçek anlamda "Allahü teâlâ, bunları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Mekke'de bu sûre nazil olurken vermiştir" denilmesi de doğru olmaz. Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür. Küçük çocuğuna bir şeyler vereceğini söyleyen bir kimse hakkında, her ne kadar çocuk o anda buna ehil değil ise de, "O, ona o şeyi verdi" denilmesi mümkündür. Allah en iyi bilendir.

Rabbin İçin Namaz Kıl

2

"O halde Rabbin için namaz kıl, kurban kes".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, "O halde ... namaz kıl..." (Kevser, 2) emriyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

1) Bu emirle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den namaz kılması istenmiştir.

Namaz İle Şükürün İlgisi

Buna göre şayet, "Nimetten bahsedildiğine göre, buraya en uygun olan, şükür ifadesinin yer almasıydı.. O halde daha niçin, Cenâb-ı Hak, "O halde ... namaz kıl" demiş de, "şükret..." dememiştir?" denilirse, buna şu bakımlardan cevap verebiliriz:

a) Şükür, tazim demek olup, bunun, üç rüknü vardır:

Birincisi: Kalbi alakadar eden şey olup, bu da, kişinin, kalben bu nimetin, başkasından değil, Allah'tan olduğunu bitmesidir.

İkincisi: Bu nimetin, dili alakadar eden kısmı... Ki bu da, kişinin, lisanıyla, Allah'ı övmesidir...

Üçüncüsü: Amelle ilgili olan kısım ki, bu da, kişinin, Allah'a hizmet etmesi, inkıyad edip, boyun eğmesidir. Ki, namaz, bu hususları, hatta daha fazlasını kapsamaktadır. O halde namaz kılmayı emretmek, fazlasıyla beraber şükrü emretmek demektir. Demek ki, burada namazın emredilmesi daha güzel ve yerinde olmuştur.

b) Eğer Cenâb-ı Hak, "O halde şükret" demiş olsaydı, bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in daha önce şükretmemiş olduğunu düşündürürdü. Ne var ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ta işin başından itibaren Rabbini tanımış, O'na itaat etmiş ve O'nun nimetlerine şükretmiştir. Ama, namaza gelince, o, namazı ancak vahiy ile tanımış ve öğrenmiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "Daha önce kitab nedir, iman nedir bilmezdin..." (Şura, 52) buyurmuştur.

c) Cenâb-ı Hak, işin başında (burada), Hazret-i  Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e namazı emretmiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben abdestli değilim, nasıl namaz kılayım?" buyurmuş, sonra da Cebrail (aleyhisselâm), kanadıyla yere vurmuş, derken, Kevser suyu fışkırmış; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de abdest alınca, "Şimdi namaz kıl..." denilmiştir. Biz, kevseri, peygamberlik manasına aldığımızda, Cenâb-ı Hak adeta, "Biz, sana risaleti, hem kendine hem de insanlara taatı emretmen için verdik. Ki, taatların en kıymetlisi, namazdır. O halde, Rabbin için namaz kıl..." demek istemiştir.

2) "O halde Rabbin için namaz kıl..." ifadesi, "İmdi, Rabbin için şükret..." anlamındadır. Bu, Mücâhid ve Ikrime'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, alimler, J-ûi emrinin başına fâ'nın getirilmesinin faydası hususunda şu izahları yapmışlardır:

a) Bu, "Nimetlere şükretmenin, hemen değil, "terahî" (daha sonra da) olabileceğine de dikkat çekmektedir.

b) Buradaki takibiyye fâ'sı ile, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, cinleri ve insanı, ancak Bana ibadet etmeleri için yarattım" (Zâriyât, 56) ifadesiyle anlattığı şeye işaret etmek kastolunmuştur. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu konuda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, daha fazlasını tahsis etmiştir. Ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "sana yakın (ölüm) gelinceye değin, Rabbine ibadet ef"(Hicr,99) ayetinin ifade ettiği husustur. Bir de Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e (inşirah, 7) demiştir ki, bu, "Birisinin hemen peşinden senin, diğerini yapman gerekir. Binâenaleyh, benim nimetim sana ulaştıktan sonra ya nasıl olacak!? Bunun peşinden, hemen şükretmeye başlaman hemen gerekmez mi?!" demektir.

3) emri, "Allah'a dua et" manasındadır. Çünkü, "namaz" dua demektir. Mananın böyle olması halinde, emrin başındaki fâ'nın faydasına gelince, bu da şöyledir: Cenâb-ı Hak adeta, "Sen, istemezden, dua etmezden önce, Biz, sana kevseri verme hususunda cimri davranmadık. Binâenaleyh, ya sen istedikten sonra durum nasıl olur?! Ne var kî, sen iste; sana verilir. Şefaat et; şefaatin kabul olunur" demek istemiştir. Bu böyledir, zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hep, nimetini düşünmüştür. Bil ki, bu görüşlerden en evla olanı, birinci görüştür; çünkü, o görüşe göre (......) kelimesinin ifade ettiği husus, şeriat örfüne en yakın manadır.

Emrinin Manası

Cenâb-ı Hakk'ın 'Ve, kurban kes" emriyle ilgili olarak iki açıklama yapılabilir:

1) Müfessirlerin hemen hemen hepsinin görüşüne göre bu ifade ile, Hazret-i  Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in deve kesmesi kastedilmiştir.

2) Bu emirle, ya önce ya içinde ya da sonra olmak üzere, namazla ilgili bir fiil kastedilmiştir. Bu görüşü savunanlar, bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) Ferrâ, "Bunun manası, kıbleye dönmektir" demiştir.

b) Esbağ İbn Nebâte de, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu sûre nazil olunca, Hazret-i Peygamber, Cebrail'e, "Rabbimin bana emrettiği bu boğazlama, bu nahîre, "boğazlama" değildir. Ne var ki, Cenâb-ı Hak sana, namaza başladığın zaman, ellerini kaldırmanı, tekbir aldığında, rükûya gittiğinde, başını rükûdan kaldırdığında ve secde ettiğinde, ellerini kaldırmanı emrediyor. Çünkü bu, bizim, hem de yedi kat gökteki meleklerin namazıdır. Her şeyin bir süsü vardır. Namazın süsü de, her tekbir almada elleri kaldırmaktır.." buyurdu.

c) Ali ibn Ebî Tâlib'in, bu ifadeyi, "namazda iken elleri göğüs (en-nahr) üzerine koyma olarak" diye tefsir ettiği ve "Namazdan önce elleri kaldırmak, sığınanın ve ücret taleb edenin; onları nahr (göğüs) üzerine koymak ise, huzû ve huşu içinde olan kimsenin adetidir" dediği rivayet edilmiştir.

d) Atâ, "Bunun manası, "nahr"ın, göğüsün gözükünceye kadar iki secde arasında otur..." şeklindedir" demiştir.

e) Dahhâk ve Süleyman et-Teymî'nin şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Bu ifadenin manası, "İki elini, dua ederken, göğüs hizana kaldır" şeklindedir."

Vahidî şöyle demektedir: "Bütün bu görüşler aslında, "göğüs" anlamına gelen "en-Nahr" kelimesine varıp dayanmaktadır. Çünkü devenin kesileceği yere, "en-Nahr" denilmektedir. Zira devenin boğazlanma yeri, göğsündedir. Onun boğazı, göğsün en üst tarafından görülür. O halde, buradaki "en-nahr" kelimesinin anlamı, göğüse dokunmaktır. Nitekim başa ve karna dokunulduğunda, ve denilir.

Ferrâ'nın görüşüne, yani, ayetteki ifâdeyle, kıbleye dönme manasının kastedil meşine gelince, İbnu'l-A'rabî şöyle demektedir: "Nahr, bir kimsenin, namazda, mihrabın karşısına dikilmesi demektir ki, bu da, bu kimsenin göğsünü, kıbleye doğru dikmesi, yönelmesi; sağa sola dönmemesi demektir. Yine Ferrâ şöyle demektedir. "Arapça'da, "onların evleri karşı karşıyadır" anlamında denilir." Nitekim bir şair de, şöyle demiştir:

"Ey Ebâ Hakem, sen, yiğit ve savaşçı olan birini amcası ve birbirine bakan vadiler halkının seyyidi ve efendisi misin?" Namazın bu şekilde olması halinde ayetteki manevi nükte şudur: Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Kâ'be, benim Beytim'dir. O, senin namazın, kalbinin kıblesi, rahmetinin kıblesi ve iki gözünün nazargahıdır. O halde, bu iki kıble hep devamlı, bir birini hizasında, yüzyüze bulunsun..."

Deve Boğazlama Emri

Ekseri ulema, ayetteki bu ifadeyi, şu sebeplerden dolayı, deve kesme manasına hamletmenin evla olacağını söylemişlerdir:

1) Allahü teâlâ, kitabında her ne zaman, namazdan bahsederse, onun peşinden, zekattan da bahseder.

2) Mekkeliler, putları için dua edip, kurban kesiyorlardı. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Şimdi sen de, Rabbin için namaz kıl ve kurban kes..." demiştir.

3) Bütün bu şeyler, namazın adabı ve kısımlarıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbin için namaz kıl..." emrinin muhtevasına dahil olmluş olurlar. Bu sebeple, eseriyle, namazdan başka bir şeyin kastedilmiş olması gerekir. Çünkü, bir şeyin parçasının, bütünü üzerine atfedilmesi uzak bir ihtimaldir.

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Şimdi namaz kıl" emri, Allah'ın emirlerine son derece saygı duyulması gerektiğine ifadesi de, Allah'ın mahlukatına, alabildiğine şefkat duymaya bir işarettir. Kulluğun tamamı da, bu iki temel unsurun şümulü içindedir.

5) kelimesinin, deve boğazlamak anlamına alınması, yukarda bahsi geçen şeyler hakkında kullanılmasından daha yaygın ve meşhurdur. Binâenaleyh, Allah'ın kelamını bu manaya almak gerekir.

Kurbanın Vacip Oluşunun Delilleri

Bu sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki: Hanefiler, kurban kesmenin vacib olduğu hususunda şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: "Allahü teâlâ, "Hazret-i Muhammed'e, kurban kesmesini emretmiştir. Öyleyse, onun bu işi mutlaka yapması gerekir. Zira, kendisine vacib olan şeyi yapmaması caiz değildir. Hazret-i Peygamber, bu işi yapınca da, Cenâb-ı Hakk'ın "Ona uyunuz..." (A'râf, 158) emri ile, "Bana uyun ki Allah da sizi sevsin..."(al-i imran, 31) ayetlerinden dolayı bize de vacibdir."

Şafiî uleması ise, şöyle demektedirler: "Ona uyun" emir ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisiyle tahsis edilmiş bir emirdir: "Şu üç şey, yani kuşluk namazı, kurban kesmek ve vitir namazı, size değil, bana farz kılınmıştır..."

Namaz Hususundaki Farklı Tefsirler

Cenâb-ı Hakk'ın, emrini "namaz" ile tefsir edenler de, kendi aralarında ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:

1) Cenâb-ı Hak, buradaki "namaz" sözüyle, namaz cinsini kastetmiştir. Çünkü Mekkeliler, Allah'dan başkası için dua ediyorlar, Allah'dan başkası için kurban kesiyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Kendinden başkası için namaz kılmamasını ve kurban kesmemesini emretmiştir. Mücmeli beyan eden ifadenin daha sonra gelebileceğini söyleyenler, işte bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Çünkü, Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber, namazı nasıl kılacağını beyan etmeden nasıl olmuş da namaz kılmasını emretmiştir. Ebû Müslim buna şöyle cevap verir: "Cenâb-ı Hak, buradaki ifade ile, farz olan beş vakit namazı kastetmiştir. Cenâb-ı Hak, keyfiyetten bahsetmemiştir; çünkü, namazın nasıl kılınacağı daha önce biliniyordu.

2) Allahü teâlâ bu emir ile, bayram namazını ve kurban kesmeyi kastetmiştir. Zira, Mekkeliler, kurban kesme, "işini, namazdan önce yapıyorlardı da, işte bu ayet bunun üzerine nazil oldu. Muhakkik ulema ise, "Bir şeyi başka bir şeye vâv atıf harfiyle atfetmek, tertibi gerektirmediği için, bu görüş zayıftır" demişlerdir.

3) Said ibn Cübeyr'in, bu ifadelere, "Sabah namazını Müzdelife'de kıl, Mina'da da kurban kes..." manasını verdiği rivayet edilmiştir. Doğruya en yakın görüş ise, birinci görüştür; çünkü, "kes..." ifadesinin "namaz kıl" ifadesiyle birlikte zikredilmesi durumunda, "namaz kıl" ifâdesinin, Kurban bayramı gününde yapılanlar manasına alınması gerekmez.

Li-Rabbike'deki İncelikler

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki lâm'ın şu nükteleri vardır:

Birinci Nükte: Beden için ruh ne ise, namaz için de bu lâm o durumdadır. Binâenaleyh, nasıl ki beden, tepeden tırnağa, onda ruh mevcut olduğunda güzel ve makbul oluyor, ama ruh çıktığında ise, atıyorsa, namaz, rüku ve secde de böyledir. Çünkü, kılınan namaz her ne kadar şeklen güzel ve uzun ise de, şayet orada, "Rabbin rızası için" ifadesinin lamı yer almıyorsa, kılınan bu namaz da, ölü ve atılmış bir şey olur. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) buyurduğu "Beni anmak için namaz kıl" (Tâha, 14) emrinden de bu kastedilmiştir. Mekkelilerin kıldıkları namaz ve kestikleri kurban putlar için olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Senin namazın ve kurbanın da Allah için olsun..." denilmiştir.

İkinci Nükte: Cenâb-ı Hak, bir önceki sürede onların, gösteriş için, riya için namaz kıldıklarından bahsedince, "Sen, riya için değil, ancak ihlasla namaz kıl..." demek istemiştir.

Fe-Sallî Emrindeki Fâ

Ayetteki ifadesinin başındaki fâ, şu iki şeyin sebeb olmalarını ifade eder:

1) İbadetin, "Sana, bunca nimet vermek, senin, kullukla meşgul olmanı gerektirir" denilmek istenmiştir.

2) Aldırmamazlığa sebep olması. Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen ebtersin..." deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sana bunca nimetleri vermiş olmamızdan dolayı taatla meşgul ol, onların sözlerine ve saçma sapan lakırdılarına aldanma..." denilmek istenmiştir.

Bil ki, çok nimet, arzulanan bir şey olup, bunun ayrılmaz vasfı da, arzulanıp, Cenâb-ı Hakk'ın, emrindeki fâ da, bu namazın, o nimetlerin ayrılmaz vasfı olunca, pek yerinde olarak namaz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için en sevimli ve arzulanan şey olmuştur. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), e

"Gözümün aydınlığı da namazdadır" buyurmuştur. Andolsun ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Bunun üzerine kendisine, "Senin geçmiş ve gelecek tüm günahların bağışlanmış değil mi?" denilince de, "Şükreden bir kul olmayayım mı?" demiştir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Şükreden bir kul olmayayım mı?" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki fâ'dan dolayı, onun taatla meşgul olması gerektiğine bir işarettir.

Li-Rahbike iltifat Üslubu

Zahire en uygun, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz Biz sana, kevseri verdik; o halde bizim için namaz kıl, kurban kes..." demesiydi. Ne var ki, o, böyle değil de, şu hikmetlerden dolayı, "Rabbin için namaz ki!" demiştir:

1) Bu ifadelerin, "iltifat" üslubuyla gelmesi fesahat babının temel unsurlarındandır.

2) Bir sözü, zahirden zahir isme çevirmek, bir tür, azamet ve heybet ifade eder. Ki, mesela halifelerin (idarecilerin) kendilerine hitap ettiği kimselere, "Sana, emîru'l-mü'minîn'in emrediyor. Sana, emîrü'l-mü'minîn'in yasak koyuyor" demeleri işte böyledir.

3) "Hakikaten Biz sana Kevseri verdik" ayetinin sarih beyanında, bu sözü söyleyenin, Allah mı, yoksa başkaları mı olduğuna dair herhangi bir karine yoktur. Hem, "Biz" ifadesi, aazametini göstermek isteyen tek bir kimseyi ifade edebileceği gibi, bir topluluğu da ifade eder. Şimdi, Cenâb-ı Hak şayet, "Bizim için namaz kıl" demiş olsaydı, bu İkili ihtimali nefyetmiş olurdu. Bu ihtimal de, az önce, işaret edildiği üzere, namazın yalnız O'nun için kılması ile onunla beraber başkası için de kılınması ihtimalidir. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, ifâdesini kullanmayarak, bu iki ihtimali bertaraf etmiş taatlar hususunda, tevhidi ve amelin sırf Allah rızası için yapılması gerektiğini açıkça bildirmek için buyurmuştur.

Rab Lafzındaki İncelik

Cenâb-ı Hakk'ın, emri ifâdesinden daha beliğdir. Çünkü, "Rab" kelimesi, hem "Şüphesiz Biz sana kevseri verdik..." ifadesiyle işaret edilen geçmiş bir terbiyeyi, hem de Cenâb-ı Hakk'ın, gelecekte de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i eğitip büyüteceği, onu terketmeyeceğine dair güzel bir va'di ifade eder.

Namaz-Zekât Yerine Namaz-Kurban

Bu ayet hakkında şöyle iki soru sorulur:

1) Namazın peşinden (hep genelde) ele alınan şey, "zekât"tır. Peki Cenâb-ı Hak, burada niçin kurban kesmeyi getirmiştir?

2) Peki, Cenâb-ı Hak niçin, bütün kurban çeşitlerini içine alması için yerine ifadesini getirmedi? Bunlardan birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın bu sûredeki, "Şimdi namaz kıl" emri ile, bayram namazının kastedildiğini söyleyenlere göre, bu husus açıktır."

Ama, bu ifadeyi, mutlak manada, "namaz kıl" manasına alanlara göreyse, şu izahlar yapılabilir:

a) Müşriklerin namazları ve kurbanları, putlar içindir. İşte bu sebeple Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "bunları Allah rızası için yap" denilmiştir.

b) Bazı kimseler de şöyle demektedirler: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dünyalık namına, mülküne herhangi bir şey sokmamıştır. Tam aksine o, ihtiyacı kadar mülk edinmişti. İşte bu yüzden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e zekât farz olmamıştı. Ama, kurban kesmeye gelince, bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vacib idi. Çünkü o, "Şu öç şey, yani kuşluk namazı, kurban kesmek ve vitir namazı, size değil, bana farz kılınmıştır" buyurmuştur.

c) Arablar nezdinde, malın en kıymetlisi devedir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nefsani ilgi ve alakalarını, dünyevi lezzetlerden ve hoş şeylerden kesmesi gerektiğine dikkatini çekmesi için, develeri kesmesini ve onları, Allah'a taat olan yerlere harcamasını emretmiştir.

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, içinde Ebû Cehil'in cemeli (erkek devesi) ve burnunda da, altından burunsaklığı bulunan yüz deve hediye edilmiş; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, yoruluncaya değin, bunları boğazlamış, sonra da bu işe devam etmesini Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye söylemiştir. Bu develer, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) keserken, onun etrafını sarmışlardı; ama, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bıçağı eline alınca, ondan uzaklaştılar. İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Namaz, bedenen yapılan ibadetlerin en büyüğüdür. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, burada, namazın peşine, kurban çeşitlerinin en büyüğünü getirmiştir. Hem burada, "Sen fakirken, şimdi yüz deve kesebilecek duruma geldin..." sözüne bir işaret de vardır.

Namaz Kastından Önce

Bu ayet, namazın kurbandan önce yapılması gerektiğine delalet etmektedir. Yoksa bu, vâv'ın, tertibi gerektirmesinden dolayı değildir. Tam aksine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah'ın başladığı ile başlayın..." ifadesinden dolayıdır.

Onuncu Mesele

En sahih görüşe göre bu sûre Mekkî'dir. Kurban kesme emri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, devlet elde edeceğini, fakirliğin ve korkunun silineceğini müjdeleyen bir ifade yerine geçmiştir.

Asıl Ebter Sana Buğzedendir

3

"Sana buğzeden (yok mu)? Zürriyetsiz olan şüphesiz odur...".

Nüzul Sebebi

Ayetle ilgili şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Alimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâ'be'den çıkıyor, As b. Vâil es-Sehmî de Kâ'be'ye giriyordu. Karşılaştılar ve konuştular. O sırada Kureyş'in ileri gelenleri Kâ'be'de idiler. İçeri girip, As onların yanına gidince, "Kiminle konuşuyordun?" dediler de o, "O ebter (zürriyetsiz) ile..." dedi. Ben (Râzî) derim ki: Bu husus, onların biribirlerine gizli gizli söyledikleri birşeydi. Ama Allahü teâlâ, bu ayetle, onların bu sırlarını açığa vurdu. Binâenaleyh bu da, bir mucizedir. Yine rivayet olunduğuna göre, As b. Vâil, "Muhammed, kendisinden sonra yerine geçebilecek bir oğlu bulunmayan bir zürriyetsizdir. O ölünce, ismi-sanı kesilecek, siz de ondan kurtulacaksınız" diyordu. O sırada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'den olan oğlu Abdullah ölmüştü. Bu, İbn Abbas, Mukâtil, Kelbî ve bütün müfessirlerin görüşüdür.

2) İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre, Ka'b b. Eşref Mekke'ye gelince, bir gurup Kureyşli yanına gelerek, "Biz, hacılara su veren ve Kâ'be'nin hizmetini üstlenen kimseleriz. Sen de, Medine halkının efendisisin. Şimdi, biz mi hayırlıyız, yoksa şu ebter (zürriyetsiz) mi kavminden daha hayırlı, söyle bakalım" dediler. Onlar bu sözleriyle, "kavminin daha hayırlı" sözüyle, "Bizden daha hayırlı" manasını kastettiler. Ka'b b. Eşref, "Tabii ki siz ondan daha hayırlısınız" dedi. Bunun üzerine, "Sana buğzeden (yok mu), zürriyetsiz olan şüphesiz odur" ayeti ile, "Baksana, kendilerine o kitab verilenler, batıl tanrıya ve tağuta ibadet ediyorlar"(Nisa, 51) ayeti nazil oldu.

3) İkrime ve Şehr b. Harşeb şöyle demektedirler: "Allahü teâlâ, Resulüne vahiyde bulunup da, Resulü de Kureyş'i İslâm'a davet edince, onlar "Bize muhalefet etti ve bizden koptu" manasında, dediler. Allahü teâlâ da, "mebtûr" (kopmuş - zürriyetsiz) olanların onlar olduğunu bildirdi.

4) Bu ayet-i kerime, Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur. Çünkü Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın oğlu ölünce, "Şimdi ben onu öfkelendiririm, çünkü artık o ebter oldu" dedi. Halbuki bu söz ahmaklığını gösterir. Çünkü o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, iradesi dışındaki bir şey ile kızdırmak istemiştir. Çünkü oğlunun ölmesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iradesiyle olan birşey değildir.

5) Bu ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in amcası Ebû Leheb hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), amcasının yüzüne karşı "Tebben lek" (Helak olasıca, elleri kuruyasıca) deyince, o da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gıyabında "ebter" (zürriyetsiz)" dedi.

6) Bu ayet, Ukbe b. Ebî Mu'ayt hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e böyle diyen odur. Bil ki bu kafirlerin hepsinin de bu sözü söylemeleri mümkündür. Çünkü bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, bundan daha kötü sözleri söyleyen kimselerdir, belki de As b. Vâil bu sözü çokça söylediği için, bu ayetin As hakkında nazil olduğu rivayetleri meşhur olmuştur.

İkinci Mesele

"Şeneân", buğzetmek demek olup, "eş-şâniu" da, "buğzeden" manasınadır. "Betr" kelimesi ise, Arapça'da, "kökünü kazımak" demektir. Nitekim kuyruğunu (köküne kadar) kestim" manasında denilir. Yine sonu (zürriyeti) olmayan kimse için, "ebter" denilir. "Kuyruğu olmayan eşşek" manasında, "hımârun ebteru" denilmesi de böyledir. Keza kendisinden hayr-u hasenat kesilmiş kimseler için de "ebter" denilir. Sonra o kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i böyle niteleyince, Allahü teâlâ "hasr" üslubu ile, bu sıfatı kendisinde taşıyan kimsenin, ancak o öfkelenen, kızan kafir olduğunu beyan etmiştir. Çünkü dediğinde bu, adeta Zeyd'den başka alim olmadığını ifade eder. Bunu iyice kavradığına göre, kafirlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki "o ebterdir" şeklindeki sözleri ile, Allah'ın laneti onlara olsun, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hayr-u hasenatının kesileceğini kastetmişlerdir. Şimdi bu söz, ya belli bir hayır, yahut da bütün hayırlarla ilgili olarak söylenmiş olabilir.

Ebter Kelimesinin Manası

Birinci ihtimale göre, şu izahlar yapılabilir:

1) Süddî şöyle demektedir: "Kureyş, erkek evladı ölen kimseler için "ebter" diyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in oğulları Kasım ile Abdullah, Mekke'de; İbrahim de Medine'de ölünce, kafirler, "Yerine geçecek kimse yok" manasında, "ebter" dediler. Fakat Allahü teâlâ daha sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in değil, düşmanlarının "ebter" olduğunu bildirmiştir. Zira o kafirlerin neslinin kesildiğini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in neslinin ise, gün be gün artarak gelişip büyüdüğünü görmekteyiz ve bu durum, kıyamet kopana kadar devam edecektir.

2) Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "Onlar bu sözleriyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, gayesine eremeden kesilip biteceği manasını kastetmişlerdir. Allahü teâlâ ise, onun hasımları ve düşmanlarının böyle olacağını beyan etmiştir. Çünkü kesilecek, mağlub olacak, maksadına eremeyecek olanlar onlardır. İslâm'ın bayrağı, hep yücelecektir. Doğudakiler de, batıdakiler de o bayrağa boyun eğecektir.

3) Onlar, "Yardımcısı, destekçisi yok" manasında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "ebter" demişlerdir. Onların yalan olduğu ortaya çıkmıaştır. Çünkü onun (aleyhisselâm) dostu, Allah, Cebrail (aleyhisselâm) ve salih mü'minlerdir. Kafirlerin ise, ne (gerçek) bir yardımcıları, ne sevenleri, ne de destekçileri vardır.

4) Ebter, hakir ve zelil olan demektir. Rivayet olunduğuna göre, Ebû Cehil, kavmine bir ziyafet verir. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i "ebter" diye tavsif eder ve "Kalkın Muhammed'e gidelim. Onunla görüşeceğim ve onu zelil-hakir edeceğim, perişan edeceğim" der. Derken onlar, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'nin evine gidip, güreşme hususunda anlaşınca, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh) bir yaygı serdi. Güreş yapılınca, Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yere yıkmaya çalıştı. Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tıpkı bir dağ gibi yerinden kıpırdamıyordu. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, en utanacağı ve rezil olacağı bir şekilde yere attı. Ebû Cehil, tekrar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine gelince, bu sefer de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu sol eliyle tuttu. Çünkü sol el, taharet için kullanılan eldir. Binâenaleyh Ebû Cehil'İn, bir necis (pislik) olduğunu gösterdi, onu yine yere serdi ve ayağını göğsüne koydu. İşte bazı kısascılar, Hak teâlâ'nın bu ayeti ile, bu hadisenin kastedildiğini söylemişlerdir.

5) Kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bu şekilde "ebter" diye tavsif edince, "Sana buğzeden (yok mu), zürriyetsiz olan şüphesiz odur" buyurulmuştur ki bu, "Onların senin hakkında söyledikleri bu söz, fasit, izmihlale uğramış ve geçersiz olan bir sözdür. Ama senin hakkında Bizim medh-ü senalarımız ise, bütün zamanlar boyunca sürüp gidecektir.

6) Bir adam, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin oğlu Hasan'a gelerek, imameti (peygamberliği), Muaviye'ye kaptırmakla, mü'minlerin yüzünü kararttın" dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Hasan, "Allah sana merhamet etsin. İmametin, Muaviye'ye geçişi beni üzmüyor. Çünkü Resulüliah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında, Emevilerin peygamber mimberine adım adım çıktıklarını görmüştü ve bu onu üzmüştü de, Hak teâlâ "Hiç şüphesiz Biz sana Kevser'i verdik" ayeti ile, "Şüphesiz o Kur'ân'ı Kadir gecesinde indirdik" (Kadr, 1) ayetlerini indirdi. Binâenaleyh Emevilerin mülkü de böyle olacak. Sonra da onların da işinin sonu gelecek ve nesilleri tükenecek" dedi.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hakkında Cenab-ı Hakkın Deruhte Etmesi

Kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hakaret edince, Allahü teâlâ, bu hususa direkt olarak cevaplayıp, "Sana buğzeden (yok mu), zürriyetsiz olan şüphesiz odur" buyurmuştur. İşte birbirini sevenlerin adeti böyledir. Çünkü sevenlerden birisi, sevdiğine hakaret edildiğini duyduğunda, ona cevap vermeyi bizzat kendisi üstlenir. İşte burada da onlara cevap vermeyi, Hak teâlâ üstlenmiştir. Bu hususun, Kur'ân-ı Kerim'in pek çok yerinde böyle olduğunu görmekteyiz. Çünkü mesela Mekke'li müşrikler, "Siz parça parça olup dağıldığınız vakit, her halde ve muhakkak tekrar yeni bir yaratılışta bulunacağınızı size haber vermekte olan bir adam gösterelim mi size? O, Allah'a karşı bir iftira mı etti, yoksa onda bir delilik mi var?"(sebe, 7-8) deyince, Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır aksine ahirete inanmayanlar, azabta, uzak bir sapıklık içindedirler" (Sebe, 8) buyurarak cevap vermiştir. Yine kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen peygamber değilsin" deyince, Cenâb-ı Hak buna da cevap vererek, "Yâ sin, hakim olan Kur'ân'a yemin olsun ki sen peygamberlerdensin"(saffat, 36) deyince, Cenâb-ı Hak buna da, "Hayır hayır, aksine o, hakkı getirdi ve peygamberleri doğruladı" (Sâffât, 37) buyurarak cevap vermiş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğru olduğunu ilan etmiş, daha sonra da kafirler, "Şüphesiz sizler, o elem verici azabı tadacaksınız" (Saffat, 38) demiştir. Yine Cenâb-ı Hak "Yoksa onlar, "bu bir şair midir?" diyorlar" (Tûr, 30) buyurmuş ve buna cevap vererek, "Biz ona şiir öğretmedik" (Yâsîn, 69) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak -onların, "Bu (Kur'ân), o (Muhammed'in) kendisinin uydurduğu ve bunun için başkasından yardım aldığı şeydir" (Furkan, 4) şeklindeki sözlerini nakledince, "Onlar bir zulüm ve iftira yapıyorlar"(Furkan, 4) buyurmak suretiyle, kafirleri "iftiracılar" diye adlandırmıştır. Yine onlar, "Bu peygamberlere de ne oluyor ki (bizim gibi) yemek yiyor, çarşı-pazar dolaşıyor" (Furkan, 7) deyince, Cenâb-ı Hak şöyle buyurarak cevap vermiştir: "Senden önce gönderdiğimiz her peygamber de, yiyordu ve çarşı-pazar dolaşıyordu." (Furkan, 20) Bu, ne yüce bir ikram ve dostluk.

Buğzedenin Sıkıntısı

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e böylesine ulu nimetlerin müjdesini verip, nimetin tadının da tam olarak ancak düşmanların ezilmesi durumunda çıkarılacağını da bildirince, pek yerinde olarak ona, düşmanlarını ezip, yerle bir edeceği va'dinde bulunarak, "Sana buğzeden (yok mu), asıl zürriyetsiz olan işte odur" buyurmuştur. Bunda bir takım incelikler var:

1) Hak teâlâ bununla, sanki, "Ben bunu, senin devletinin-iktidarının bazı sebepleri ile o sana buğzedenin sıkıntısının sebebleri ve öfkesinin onu öldüreceği hakikati görünsün diye yapıyorum" demek istemiştir.

2) Hak teâlâ bu kafiri, "şânî" (buğzeden) diye tavsif etmiştir. Buna göre sanki, "Sana buğzeden o kişi buğzetmenin dışında sana hiçbirşey yapamaz. Çünkü buğzeden-kızan, kızdığına bir şey yapamayınca, öfkesinden ve hasedinden ötürü kalbi yanar-kül olur. Böylece de bu buğz ve düşmanlık, onun sıkıntısının en büyük sebebi olur.

3) Ayetteki tertib (sıralama), bu kimsenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e öfkelenip, buğzeden birisi olmasından ötürü, "ebter" (zürriyetsiz) kaldığına delalet etmektedir. Durum da gerçekte böyledir. Çünkü kıskanılan-hased edilen kimseye düşman olanın düşmanı Allah'dır. Hele de bu haset ve düşmanlık, şanını yüceltmeyi, mertebesini büyütmeyi Allah'ın üstlendiği bir kimseye karşı yapılmıştır.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in düşmanları, onu kıllet (azlık) ve zillet ile, kendilerini ise kesret (çokluk) ve devlet (güç) ile tavsif etmişlerdir. İşte Allahü teâlâ, durumun, bunun tam aksi olduğunu belirterek, "Aziz, Allah'ın aziz kıldığı; zelil de, Allah'ın zelil kıldığı kimselerdir. Binâenaleyh kesret ve kevser, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için; ebterlik, alçaklık ve zillet ise düşmanları içindir" demiştir. Böylece bu sûrenin başı ile sonu arasında bir çeşit latif (hoş ve ince) uygunluk meydana gelmiştir.

Müseylime'nin Kur'ân'a Muarazası

Bil ki kim bu sûrenin başı ile sonu hususunda iyice düşünürse, bahsettiğiniz inceliklerin, Allah'ın kendi ilmine bıraktığı şeylere nisbetle, denizde bir damla gibi olduğunu anlar. Müseyleme'nin bu sûrenin benzerini söylemeye çalışarak şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Biz sana çok çok şeyler verdik. Binâenaleyh Rabbin için namaz kıl ve açıktan oku. Şüphesiz sana kızan, kafirin ta kendisidir." Halbuki Allah'ın yardımından uzaklaştırılmış bu kafir Müseyleme, şu sebeplerden ötürü, neticeden mahrum olduğunu bilemiyor.

a) Bir kere uydurduğu bu cümledeki, lafızlar ve sıra, Allah'ın bu sûresine bakılarak yapılmıştır. Binâenaleyh bu, hakkıyla yapılmış bir muâraza (benzerini söyleme) olmaz.

b) Bu sûrenin, kendinden öncekiler için bir tetimme (tamamlayıcı), kendinden sonraki sûreler için de bir temel gibi olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh sadece bu kelimelerin zikredilmesi, bu sûredeki inceliklerin pek çoğunu ihmal etmek olmuş olur.

c) Zevk-i selîm sahibi kimselerin, isbat edebileceği biçimde sözü arasında, büyük bir fark vardır.

Türlü İddialara Yeterli Bir Cevap

Bu sûrenin inceliklerinden birisi de şudur: Her kafir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, başka bir sıfatla nitelemiştir. Kimi, onu "ebter" (zürriyetsiz) diye, kimi "desdekcisi ve yardımcısı olmayan" diye, kimi de, "ismi-sanı kalmayan" diye tavsif etmiştir. Allahü teâlâ ise, onu, bütün faziletleri içinde bulunduran bir ifadeyle medhetmiştir. Bu da, "Şüphesiz Biz sana kevseri verdik" ayetidir. Çünkü Cenâb-ı Hak kevseri (çok olan şey), herhangi bir şeyle kayıtlamayınca, bu kelime, dünyevî ve uhrevi tüm iyi şeyleri içine almıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), hayatı boyunca, taat sayılacak şeylerin hepsini emretmiştir. Çünkü taat, ya bedenî, ya kalbî olur. Bedenî taatların en efdali iki şeyoır: Çünkü bedenen yapılan taatların en faziletlisi, namaz; mal ile yapılan taatların en faziletlisi ise zekattır. Kalbin taatı ise, insanın yaptığı her şeyi sırf Allah için yapmasıdır. İşte Hak teâlâ'nın, "Rabbin için" ifâdesi ifadesi buna delalet eder.

Cenâb-ı Hak daha sonra adeta, kalbin taatınıh, ancak bedenin taatından sonra elde edileceğine dikkat çekerek, bedenen yapılan taatı önce zikretmiş ve "o halde ... namaz kıl" buyurmuştur. İbâhiyye'nin "Kulun, kalbinin taatı (imanı) sayesinde, uzuvların taatına ihtiyacı kalmaz" şeklindeki görüşlerinin yanlış olduğuna dikkat çekmek için, kalbin taatına delalet eden, "Rabbirt için..." ifadesini sonraya bırakmıştır. Binâenaleyh bu lâm, İbâhiyye'nin görüşünün batıl olduğuna ve ibadetlerde mutlaka ihlas olması gerektiğine delalet etmektedir. Daha sonra Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ahiretteki halinin yücelğine de, "Rabbin" ifadesiyle dikkat çekmiş ve sanki şöyle demek istemiştir: "Ben, sen var olmazdan önce seni terbiye edip, Rabbin olduğuma göre, bu taatlara devamından sonra seni terbiye edip (geliştirmeyi) bırakır mıyım?" Cenâb-ı Hak sûrenin başında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bol bol nimet vermeyi tekeffül ettiğini bildirdiği gibi, onu koruyacağını ve düşmanlarının iddialarını geçersiz kılmayı üstlendiğini belirtmiştir ki bunda, bol bol nimet verenin, o ilk olan Allahü teâlâ olduğuna, dünya ve ahirette nimetleri kemale erdirmek suretiyle son olanın da Allahü teâlâ olduğuna bir işaret vardır.

Allah Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.

0 ﴿