3

"Sana buğzeden (yok mu)? Zürriyetsiz olan şüphesiz odur...".

Nüzul Sebebi

Ayetle ilgili şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Alimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâ'be'den çıkıyor, As b. Vâil es-Sehmî de Kâ'be'ye giriyordu. Karşılaştılar ve konuştular. O sırada Kureyş'in ileri gelenleri Kâ'be'de idiler. İçeri girip, As onların yanına gidince, "Kiminle konuşuyordun?" dediler de o, "O ebter (zürriyetsiz) ile..." dedi. Ben (Râzî) derim ki: Bu husus, onların biribirlerine gizli gizli söyledikleri birşeydi. Ama Allahü teâlâ, bu ayetle, onların bu sırlarını açığa vurdu. Binâenaleyh bu da, bir mucizedir. Yine rivayet olunduğuna göre, As b. Vâil, "Muhammed, kendisinden sonra yerine geçebilecek bir oğlu bulunmayan bir zürriyetsizdir. O ölünce, ismi-sanı kesilecek, siz de ondan kurtulacaksınız" diyordu. O sırada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'den olan oğlu Abdullah ölmüştü. Bu, İbn Abbas, Mukâtil, Kelbî ve bütün müfessirlerin görüşüdür.

2) İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre, Ka'b b. Eşref Mekke'ye gelince, bir gurup Kureyşli yanına gelerek, "Biz, hacılara su veren ve Kâ'be'nin hizmetini üstlenen kimseleriz. Sen de, Medine halkının efendisisin. Şimdi, biz mi hayırlıyız, yoksa şu ebter (zürriyetsiz) mi kavminden daha hayırlı, söyle bakalım" dediler. Onlar bu sözleriyle, "kavminin daha hayırlı" sözüyle, "Bizden daha hayırlı" manasını kastettiler. Ka'b b. Eşref, "Tabii ki siz ondan daha hayırlısınız" dedi. Bunun üzerine, "Sana buğzeden (yok mu), zürriyetsiz olan şüphesiz odur" ayeti ile, "Baksana, kendilerine o kitab verilenler, batıl tanrıya ve tağuta ibadet ediyorlar"(Nisa, 51) ayeti nazil oldu.

3) İkrime ve Şehr b. Harşeb şöyle demektedirler: "Allahü teâlâ, Resulüne vahiyde bulunup da, Resulü de Kureyş'i İslâm'a davet edince, onlar "Bize muhalefet etti ve bizden koptu" manasında, dediler. Allahü teâlâ da, "mebtûr" (kopmuş - zürriyetsiz) olanların onlar olduğunu bildirdi.

4) Bu ayet-i kerime, Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur. Çünkü Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın oğlu ölünce, "Şimdi ben onu öfkelendiririm, çünkü artık o ebter oldu" dedi. Halbuki bu söz ahmaklığını gösterir. Çünkü o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, iradesi dışındaki bir şey ile kızdırmak istemiştir. Çünkü oğlunun ölmesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iradesiyle olan birşey değildir.

5) Bu ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in amcası Ebû Leheb hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), amcasının yüzüne karşı "Tebben lek" (Helak olasıca, elleri kuruyasıca) deyince, o da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gıyabında "ebter" (zürriyetsiz)" dedi.

6) Bu ayet, Ukbe b. Ebî Mu'ayt hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e böyle diyen odur. Bil ki bu kafirlerin hepsinin de bu sözü söylemeleri mümkündür. Çünkü bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, bundan daha kötü sözleri söyleyen kimselerdir, belki de As b. Vâil bu sözü çokça söylediği için, bu ayetin As hakkında nazil olduğu rivayetleri meşhur olmuştur.

İkinci Mesele

"Şeneân", buğzetmek demek olup, "eş-şâniu" da, "buğzeden" manasınadır. "Betr" kelimesi ise, Arapça'da, "kökünü kazımak" demektir. Nitekim kuyruğunu (köküne kadar) kestim" manasında denilir. Yine sonu (zürriyeti) olmayan kimse için, "ebter" denilir. "Kuyruğu olmayan eşşek" manasında, "hımârun ebteru" denilmesi de böyledir. Keza kendisinden hayr-u hasenat kesilmiş kimseler için de "ebter" denilir. Sonra o kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i böyle niteleyince, Allahü teâlâ "hasr" üslubu ile, bu sıfatı kendisinde taşıyan kimsenin, ancak o öfkelenen, kızan kafir olduğunu beyan etmiştir. Çünkü dediğinde bu, adeta Zeyd'den başka alim olmadığını ifade eder. Bunu iyice kavradığına göre, kafirlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki "o ebterdir" şeklindeki sözleri ile, Allah'ın laneti onlara olsun, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hayr-u hasenatının kesileceğini kastetmişlerdir. Şimdi bu söz, ya belli bir hayır, yahut da bütün hayırlarla ilgili olarak söylenmiş olabilir.

Ebter Kelimesinin Manası

Birinci ihtimale göre, şu izahlar yapılabilir:

1) Süddî şöyle demektedir: "Kureyş, erkek evladı ölen kimseler için "ebter" diyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in oğulları Kasım ile Abdullah, Mekke'de; İbrahim de Medine'de ölünce, kafirler, "Yerine geçecek kimse yok" manasında, "ebter" dediler. Fakat Allahü teâlâ daha sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in değil, düşmanlarının "ebter" olduğunu bildirmiştir. Zira o kafirlerin neslinin kesildiğini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in neslinin ise, gün be gün artarak gelişip büyüdüğünü görmekteyiz ve bu durum, kıyamet kopana kadar devam edecektir.

2) Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "Onlar bu sözleriyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, gayesine eremeden kesilip biteceği manasını kastetmişlerdir. Allahü teâlâ ise, onun hasımları ve düşmanlarının böyle olacağını beyan etmiştir. Çünkü kesilecek, mağlub olacak, maksadına eremeyecek olanlar onlardır. İslâm'ın bayrağı, hep yücelecektir. Doğudakiler de, batıdakiler de o bayrağa boyun eğecektir.

3) Onlar, "Yardımcısı, destekçisi yok" manasında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "ebter" demişlerdir. Onların yalan olduğu ortaya çıkmıaştır. Çünkü onun (aleyhisselâm) dostu, Allah, Cebrail (aleyhisselâm) ve salih mü'minlerdir. Kafirlerin ise, ne (gerçek) bir yardımcıları, ne sevenleri, ne de destekçileri vardır.

4) Ebter, hakir ve zelil olan demektir. Rivayet olunduğuna göre, Ebû Cehil, kavmine bir ziyafet verir. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i "ebter" diye tavsif eder ve "Kalkın Muhammed'e gidelim. Onunla görüşeceğim ve onu zelil-hakir edeceğim, perişan edeceğim" der. Derken onlar, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'nin evine gidip, güreşme hususunda anlaşınca, Hazret-i Hatice (radıyallahü anh) bir yaygı serdi. Güreş yapılınca, Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yere yıkmaya çalıştı. Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tıpkı bir dağ gibi yerinden kıpırdamıyordu. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, en utanacağı ve rezil olacağı bir şekilde yere attı. Ebû Cehil, tekrar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine gelince, bu sefer de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu sol eliyle tuttu. Çünkü sol el, taharet için kullanılan eldir. Binâenaleyh Ebû Cehil'İn, bir necis (pislik) olduğunu gösterdi, onu yine yere serdi ve ayağını göğsüne koydu. İşte bazı kısascılar, Hak teâlâ'nın bu ayeti ile, bu hadisenin kastedildiğini söylemişlerdir.

5) Kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bu şekilde "ebter" diye tavsif edince, "Sana buğzeden (yok mu), zürriyetsiz olan şüphesiz odur" buyurulmuştur ki bu, "Onların senin hakkında söyledikleri bu söz, fasit, izmihlale uğramış ve geçersiz olan bir sözdür. Ama senin hakkında Bizim medh-ü senalarımız ise, bütün zamanlar boyunca sürüp gidecektir.

6) Bir adam, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin oğlu Hasan'a gelerek, imameti (peygamberliği), Muaviye'ye kaptırmakla, mü'minlerin yüzünü kararttın" dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Hasan, "Allah sana merhamet etsin. İmametin, Muaviye'ye geçişi beni üzmüyor. Çünkü Resulüliah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında, Emevilerin peygamber mimberine adım adım çıktıklarını görmüştü ve bu onu üzmüştü de, Hak teâlâ "Hiç şüphesiz Biz sana Kevser'i verdik" ayeti ile, "Şüphesiz o Kur'ân'ı Kadir gecesinde indirdik" (Kadr, 1) ayetlerini indirdi. Binâenaleyh Emevilerin mülkü de böyle olacak. Sonra da onların da işinin sonu gelecek ve nesilleri tükenecek" dedi.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hakkında Cenab-ı Hakkın Deruhte Etmesi

Kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hakaret edince, Allahü teâlâ, bu hususa direkt olarak cevaplayıp, "Sana buğzeden (yok mu), zürriyetsiz olan şüphesiz odur" buyurmuştur. İşte birbirini sevenlerin adeti böyledir. Çünkü sevenlerden birisi, sevdiğine hakaret edildiğini duyduğunda, ona cevap vermeyi bizzat kendisi üstlenir. İşte burada da onlara cevap vermeyi, Hak teâlâ üstlenmiştir. Bu hususun, Kur'ân-ı Kerim'in pek çok yerinde böyle olduğunu görmekteyiz. Çünkü mesela Mekke'li müşrikler, "Siz parça parça olup dağıldığınız vakit, her halde ve muhakkak tekrar yeni bir yaratılışta bulunacağınızı size haber vermekte olan bir adam gösterelim mi size? O, Allah'a karşı bir iftira mı etti, yoksa onda bir delilik mi var?"(sebe, 7-8) deyince, Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır aksine ahirete inanmayanlar, azabta, uzak bir sapıklık içindedirler" (Sebe, 8) buyurarak cevap vermiştir. Yine kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen peygamber değilsin" deyince, Cenâb-ı Hak buna da cevap vererek, "Yâ sin, hakim olan Kur'ân'a yemin olsun ki sen peygamberlerdensin"(saffat, 36) deyince, Cenâb-ı Hak buna da, "Hayır hayır, aksine o, hakkı getirdi ve peygamberleri doğruladı" (Sâffât, 37) buyurarak cevap vermiş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğru olduğunu ilan etmiş, daha sonra da kafirler, "Şüphesiz sizler, o elem verici azabı tadacaksınız" (Saffat, 38) demiştir. Yine Cenâb-ı Hak "Yoksa onlar, "bu bir şair midir?" diyorlar" (Tûr, 30) buyurmuş ve buna cevap vererek, "Biz ona şiir öğretmedik" (Yâsîn, 69) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak -onların, "Bu (Kur'ân), o (Muhammed'in) kendisinin uydurduğu ve bunun için başkasından yardım aldığı şeydir" (Furkan, 4) şeklindeki sözlerini nakledince, "Onlar bir zulüm ve iftira yapıyorlar"(Furkan, 4) buyurmak suretiyle, kafirleri "iftiracılar" diye adlandırmıştır. Yine onlar, "Bu peygamberlere de ne oluyor ki (bizim gibi) yemek yiyor, çarşı-pazar dolaşıyor" (Furkan, 7) deyince, Cenâb-ı Hak şöyle buyurarak cevap vermiştir: "Senden önce gönderdiğimiz her peygamber de, yiyordu ve çarşı-pazar dolaşıyordu." (Furkan, 20) Bu, ne yüce bir ikram ve dostluk.

Buğzedenin Sıkıntısı

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e böylesine ulu nimetlerin müjdesini verip, nimetin tadının da tam olarak ancak düşmanların ezilmesi durumunda çıkarılacağını da bildirince, pek yerinde olarak ona, düşmanlarını ezip, yerle bir edeceği va'dinde bulunarak, "Sana buğzeden (yok mu), asıl zürriyetsiz olan işte odur" buyurmuştur. Bunda bir takım incelikler var:

1) Hak teâlâ bununla, sanki, "Ben bunu, senin devletinin-iktidarının bazı sebepleri ile o sana buğzedenin sıkıntısının sebebleri ve öfkesinin onu öldüreceği hakikati görünsün diye yapıyorum" demek istemiştir.

2) Hak teâlâ bu kafiri, "şânî" (buğzeden) diye tavsif etmiştir. Buna göre sanki, "Sana buğzeden o kişi buğzetmenin dışında sana hiçbirşey yapamaz. Çünkü buğzeden-kızan, kızdığına bir şey yapamayınca, öfkesinden ve hasedinden ötürü kalbi yanar-kül olur. Böylece de bu buğz ve düşmanlık, onun sıkıntısının en büyük sebebi olur.

3) Ayetteki tertib (sıralama), bu kimsenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e öfkelenip, buğzeden birisi olmasından ötürü, "ebter" (zürriyetsiz) kaldığına delalet etmektedir. Durum da gerçekte böyledir. Çünkü kıskanılan-hased edilen kimseye düşman olanın düşmanı Allah'dır. Hele de bu haset ve düşmanlık, şanını yüceltmeyi, mertebesini büyütmeyi Allah'ın üstlendiği bir kimseye karşı yapılmıştır.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in düşmanları, onu kıllet (azlık) ve zillet ile, kendilerini ise kesret (çokluk) ve devlet (güç) ile tavsif etmişlerdir. İşte Allahü teâlâ, durumun, bunun tam aksi olduğunu belirterek, "Aziz, Allah'ın aziz kıldığı; zelil de, Allah'ın zelil kıldığı kimselerdir. Binâenaleyh kesret ve kevser, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için; ebterlik, alçaklık ve zillet ise düşmanları içindir" demiştir. Böylece bu sûrenin başı ile sonu arasında bir çeşit latif (hoş ve ince) uygunluk meydana gelmiştir.

Müseylime'nin Kur'ân'a Muarazası

Bil ki kim bu sûrenin başı ile sonu hususunda iyice düşünürse, bahsettiğiniz inceliklerin, Allah'ın kendi ilmine bıraktığı şeylere nisbetle, denizde bir damla gibi olduğunu anlar. Müseyleme'nin bu sûrenin benzerini söylemeye çalışarak şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Biz sana çok çok şeyler verdik. Binâenaleyh Rabbin için namaz kıl ve açıktan oku. Şüphesiz sana kızan, kafirin ta kendisidir." Halbuki Allah'ın yardımından uzaklaştırılmış bu kafir Müseyleme, şu sebeplerden ötürü, neticeden mahrum olduğunu bilemiyor.

a) Bir kere uydurduğu bu cümledeki, lafızlar ve sıra, Allah'ın bu sûresine bakılarak yapılmıştır. Binâenaleyh bu, hakkıyla yapılmış bir muâraza (benzerini söyleme) olmaz.

b) Bu sûrenin, kendinden öncekiler için bir tetimme (tamamlayıcı), kendinden sonraki sûreler için de bir temel gibi olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh sadece bu kelimelerin zikredilmesi, bu sûredeki inceliklerin pek çoğunu ihmal etmek olmuş olur.

c) Zevk-i selîm sahibi kimselerin, isbat edebileceği biçimde sözü arasında, büyük bir fark vardır.

Türlü İddialara Yeterli Bir Cevap

Bu sûrenin inceliklerinden birisi de şudur: Her kafir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, başka bir sıfatla nitelemiştir. Kimi, onu "ebter" (zürriyetsiz) diye, kimi "desdekcisi ve yardımcısı olmayan" diye, kimi de, "ismi-sanı kalmayan" diye tavsif etmiştir. Allahü teâlâ ise, onu, bütün faziletleri içinde bulunduran bir ifadeyle medhetmiştir. Bu da, "Şüphesiz Biz sana kevseri verdik" ayetidir. Çünkü Cenâb-ı Hak kevseri (çok olan şey), herhangi bir şeyle kayıtlamayınca, bu kelime, dünyevî ve uhrevi tüm iyi şeyleri içine almıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), hayatı boyunca, taat sayılacak şeylerin hepsini emretmiştir. Çünkü taat, ya bedenî, ya kalbî olur. Bedenî taatların en efdali iki şeyoır: Çünkü bedenen yapılan taatların en faziletlisi, namaz; mal ile yapılan taatların en faziletlisi ise zekattır. Kalbin taatı ise, insanın yaptığı her şeyi sırf Allah için yapmasıdır. İşte Hak teâlâ'nın, "Rabbin için" ifâdesi ifadesi buna delalet eder.

Cenâb-ı Hak daha sonra adeta, kalbin taatınıh, ancak bedenin taatından sonra elde edileceğine dikkat çekerek, bedenen yapılan taatı önce zikretmiş ve "o halde ... namaz kıl" buyurmuştur. İbâhiyye'nin "Kulun, kalbinin taatı (imanı) sayesinde, uzuvların taatına ihtiyacı kalmaz" şeklindeki görüşlerinin yanlış olduğuna dikkat çekmek için, kalbin taatına delalet eden, "Rabbirt için..." ifadesini sonraya bırakmıştır. Binâenaleyh bu lâm, İbâhiyye'nin görüşünün batıl olduğuna ve ibadetlerde mutlaka ihlas olması gerektiğine delalet etmektedir. Daha sonra Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ahiretteki halinin yücelğine de, "Rabbin" ifadesiyle dikkat çekmiş ve sanki şöyle demek istemiştir: "Ben, sen var olmazdan önce seni terbiye edip, Rabbin olduğuma göre, bu taatlara devamından sonra seni terbiye edip (geliştirmeyi) bırakır mıyım?" Cenâb-ı Hak sûrenin başında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bol bol nimet vermeyi tekeffül ettiğini bildirdiği gibi, onu koruyacağını ve düşmanlarının iddialarını geçersiz kılmayı üstlendiğini belirtmiştir ki bunda, bol bol nimet verenin, o ilk olan Allahü teâlâ olduğuna, dünya ve ahirette nimetleri kemale erdirmek suretiyle son olanın da Allahü teâlâ olduğuna bir işaret vardır.

Allah Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.

3 ﴿