KÂFİRÛN SÛRESİBu sûre, altı ayet olup, Mekkidir. 1"Deki: Ey kafirler ...". Sûrenin Öbür İsimleri ve Fazileti Bil ki bu sûreye, "münâbeze", "ihlas" ve "mükeşkeşe" isimleri de verilir. Rivayet olunduğuna göre, kim bu sûreyi okursa, o kimse sanki Kur'ân'ın dörtte birini okumuş gibi olur. Bunun izahı şudur: Kur'ân, emredilen şeyleri ve haram kılınan yasakları ihtiva etmektedir. Bunların herbiri, kalblerle ve uzuvlarla ilgili olmak üzere İkişer kısımdırlar. Bu sûre de, kalblerle ilgili olan yasaklardan nehyi ihtiva etmektedir. Binâenaleyh bu sûre, Kur'ân'ın dörtte biridir. Allah en iyi bilendir. Bil ki sûrenin başında "(De ki)" demesinin şu incelikleri vardır: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün işleri hususunda, rıfk ve yumuşaklıkla hareket etmekle emrolunmuştu. Nitekim Hak teâlâ, "Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, onlar senin etrafından dağılırlardı" (Al-i imran, 169), Allah'dan olan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak oldun, mü'minlere karşı son derece şefkatli ve merhametli oldun. Çünkü, "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiyâ, 107) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanları Allah'a en güzel şekil ve yol ile çağırmakla memurdu Çünkü Allahü teâlâ, "Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et" (Nahl, 125) buyurmuştur. Durum böyle olunca ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, "Ey kafirler" diye hitap edince, onlar, "bu kabalık sana nasıl uygun düşer" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben böyle söylemekle emrolundum. Bunu kendiliğimden söylemiş değilim" diye cevap verdi. O halde, ayetin başındaki "De ki" sözüyle murad edilen, işte bu hususun ortaya konmasıdır. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "En yakın akrabalarını inzar et"(şuara, 214) denilip, o da, "De ki: Ben sizden akrabalarına duyulan sevginin dışında sizden herhangi bir ücret istemiyorum" (şura, 23) ayetinden anlaşıldığı üzere akrabalarını sevip, dolayısıyla akrabalık ve neseb birliği, sert bir tavrın ortaya konulmasına mani gibi olunca, Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sert ve kaba davranmasını açıkça emretmiştir. İşte bu yüzden ona "De ki:" denilmiştir. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebhğ et. Eğer böyle yapmazsan, görevini yapmamış olursun"(Mâide, 67) denilip, kendisine indirilen şeylerin hepsini tebliğ etmesi emrolunup, Hak, Teâlâ ona, "(Ey Habibim) De ki: Ey kafirler..." buyurunca, Hazret-i Peygamber, sanki, "Allahü teâlâ bana, vahyettiklerinin tümünü aynen tebliğ etmemi emretti. Bana indirilen şey ise, "De ki: Ey kafirler..." ifadesinin hepsidir. Binâenaleyh ben de bunu insanlara, aynen indirildiği gibi tebliğ ediyorum" demek istemiştir. 4) O kafirler, bir yaratıcının varlığını, kendilerini yaratan ve rızık verenin o olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim Hak teâlâ, "Şayet "gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, onlar, "Allah" derler"(Lokman,25) buyurmuştur. Kul, başkalarından kendine gelince tahammül edemeyeceği şeylere, efendisinden gelince katlanır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de eğer "Ey kafirler" demiş olsaydı, onlar bunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir sözü olabileceğini düşünüp, belki de buna tahammül edemeyerek, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyet edebilirlerdi. Ama bu ifadenin başında, "De ki" emrini duyunca, onun, bu sert ifadeyi, gökleri ve yeri yaratandan naklettiğini anlamış olurlar da buna katlanabilir ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan eziyetleri artmaz. 5) Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki" ifadesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah katından bir elçi (peygamber) İmasını gerektirir. Binâenaleyh hernezaman ona, "De ki" denilse, bu ifade, onun peygamberliğinin kesin olduğu hususunda, yeni yayınlanmış (ilan edilmiş) bir belge gibi olur. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in alabildiğine yüceltildiğini gösterir. Çünkü bir padişah, memleketin idaresini, adamlarından birine havale edip, o adamı için, her ay ve her yıl yeni belgeler yazıp gönderince, bu, padişahın o adamına çok önem verdiğine ve her gün onun şeref ve saygınlığını artırma niyeti içerisinde olduğuna delalet eder. 6) Kafirler, "bir yıl senin ilahına biz ibadet edelim; bir yıl da sen bizim ilahlarımıza ibadet et" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki, "Bu hususta Rabbimin emrini sorayım" demiş de, Allahü teâlâ da, "Ey Resulüm "De ki: Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" demiştir. 7) Kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında kötü şeyler söylüyorlardı. Allahü teâlâ da kafirleri bundan menediyor ve bu hususta onlara cevap veriyor, mesela, "Sana buğzeden (yok mu), işte asıl zürriyetsiz olan odur"(Kevser, 3) buyurmuştur. Buna göre Hak teâlâ burada da şöyle demiştir: "Onlar senin hakkında kötü şeyler söyleyince, bizzat Ben onların cevabını veriyorum. Binâenaleyh onlar Benim hakkımda kötü şeyler söyleyip, ortaklarım olduğuna inanınca, buna da bizzat sen cevap ver ve "Ey kafirler, sizin taptıklarınıza ben tapmam" de." 8) "Onlar sana "ebter" (zürriyetsiz) dediler. Şimdi eğer sen onlardan, kısas yoluyla hakkını almak istersen, onları söylediğin şey hususunda sadık olmak şartıyla, kötü sıfatları ile zemmet ve (mesela), "Ey kafirler..." de." Şimdi bu iki şey arasındaki fark şudur: Onlar, seni, senin fiilin olmayan ve senden kaynaklanan bir şeyle ayıpladılar. Sen ise onları, onların fiili olan şeyle ayıplıyorsun. 9) Senin, "Ey kafirler, sizin taptıklarınıza, ben tapmam" demen halinde, onlar, "Bu senin mi, yoksa Rabbinin mi sözü? Eğer Rabbinin sözü ise, Rabbin, "Ben bu putlara İbadet etmem" demiş olur. Halbuki bizbu ibadeti, Rabbinden değil, senden istiyoruz. Yok eer bu, senin sözün ise, kendiliğinden, "Ben bu putlara ibadet etmem" demiş olursun. O halde daha niçin, sana bunu söylemeyi Rabbinin emrettiğini söylüyorsun" derler. Ama Hak teâlâ, ayetin başında, "De ki;" deyince, böyle bir itiraza mahal kalmaz. Çünkü "De" ifadesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, putlara tapmaması ve onlardan uzak kalmasının, Allah tarafından ona emredildiğine delalet eder. 10) Eğer, ayet "Ey kafirler..." şeklinde indirilmiş olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç şüphesiz o zaman bunu aynen okuyacaktır. Çünkü onun, vahiy hususunda hainlik yapması mümkün değildir. Fakat Hak teâlâ "Pe ki..." buyurunca, bu, bu vahyin onlara tebliğ edilmesi gerektiği hususunda bir te'kid gibi olmuş olur. Te'kid ise, bu işin çok önemli olduğunu gösterir. İşte böylece bu ifade, onların söyleyip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yapmasını teklif ettikleri şeyin, son derece yanlış ve çirkin bir şey olduğuna delalet etmiş olur. 11) Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Korkunca, tahiyye yapmak caizdir. Fakat şu anda, senin kalbini Biz, "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri verdik" ve "Sana buğzeden (yok mu), şüphesiz zürriyetsiz olan odur" ayetlerimizle takviye ettiğimize göre, artık onlara aldırmaman, dönüp bakmaman ve "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" demen gerekir. 12) Allahü teâlâ'nın kuluna doğrudan doğruya hitab etmesi, o kulun yüceliğini gösterir. Baksana Allahü teâlâ, Kıyamet günü kafirlere konuşmayacağı hususunu, kafirlerin hor ve hakirliğini gösteren şeyler cümlesinden saymıştır. Binâenaleyh Hak teâlâ, şimdi, "Ey kafirler" demiş olsaydı, bu şifahi bir hitab olması açısından, ta'zimi; onları küfürle tavsif etmesi açısından da bir eziyeti gerektirirdi. Eziyet de ikram ve ta'zim ile onarılmış olurdu. Ama Hak teâlâ, "De ki: Ey kafirler..." buyurunca, bu hitab edilme şerefi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e; küfürle tavsif etme olan hor ve hakir kılma da o kafirlere yönelik olmuş olur. Dolayısıyla burada, evliyaullahın (Allah dostlarının), tazimi; Allah düşmanlarının İse hor ve hakir kılınmaları hususu yatmış olur ki bu son derece güzel bir şeydir. 13) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların kavmindendi ve onlara karşı alabildiğine şefkat ve re'fet içindeydi. Onlar da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yalan söylemediğini kesinlikle biliyorlardı. Şimdi çocuğuna çok şefkat duyan, son derece doğru ve yalandan uzak olan bir baba, kalkar da çocuğunu büyük bir ayıpla tavsif ederse, eğer o çocuğun aklı varsa, kendisine son derece şefkatli bu babasının, kendisini ancak, söylediği bu hususta doğru olduğu ve gizleyemeyecek bir durumda olduğu için böyle söylediğini bilir. İşte bu sebeple Hak teâlâ, "Sen onlara son derece şefkatli ve yalandan alabildiğine uzak olduğun halde, onları bu şekilde tavsif ettiğini, dolayısıyla da kendisinin bu kötü sıfatı (kafirlik sıfatını) taşıdıklarını bilebilmeleri için, onlara "(Ey resulüm), "Ey kafirler" de" buyurmuştur. Çünkü bu, bazan onları, böylesi kötü sıfatlardan uzaklaşmaya ve sakınmaya sevkedebilir. 14) Akrabanın niyet etmesi ve vahşice davranması, başkalarının eziyetinden daha ağır ve çetin gelir. Binâenaleyh ey Resulüm, sen de, onların kabilesindensin, onlar arasında büyüdün. Haydi onlara, "Ey kafirler" de. Belki böylece bu söz onlara daha ağır ve çetin gelir de, onları küfürden uzaklaşmaya ve bu hususta düşünüp araştırmaya sevkedici olur. 15) Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Biz Asr Sûresi'nde "İman edip, salih ameller işleyen ve de biribirlerine hakkı tavsiye eden, sabrı tavsiye eden kimseler müstesna, bütün insanlar zarardadır" buyurduk. Kevser Sûresi'nde de, "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri verdik..." diye beyanda bulunduk. Sen de, "O halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Kevser, 2) emrimizin gereği, iman edip salih amelde bulundun. Geriye üzerinde, karşılıklı hakkı ve sabrı tavsiye etme hususu kalmıştır. Bu iş ise, senin onları lisanen ve aklî delillerle, Allah'dan başkasına ibadetten alıkoymandır. O halde, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarında, tapmam" de." 16) Hak teâlâ sanki şöyle demektedir: "Ey Muhammed, hani ben kısa bir zaman için, sana vahiy göndermeyince, kafirlerin, "Allah Muhammed'i terketti ve ona öfkelendi" dediklerini unuttun mu? Hani bu, sana çok güç gelmişti de Ben sana Duhâ Sûresi'ni indirmiş ve kuşluk vakti ile kararlığını iyice döktüğünde geceye yemin ederek, Rabbinin seni terketmediğini ve sana öfkelenmediğini bildirmiştim. Binâenaleyh sen, benim seni bir ay kadar bir müddet için yalnız (vahiysiz) bırakmaması kabullenemeyip, kalbin için yalnız (vahiysiz) bırakmamamı kabullenemeyip, kalbin bundan hoşnud olmayıp, aleme, "Rabbin seni terketmedi ve sana kızmadı" diye ilan ettiğine göre, şimdi beni bir aylığına terketmene ve onların ilahlarına tapmakla meşgul olmana kalbin razı olur mu? Şu halde, ben o töhmeti reddettiğime göre, sen de, bütün aleme karşı, bu töhmeti reddederek, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" diyerek ilan et. 17) Müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bir yıl kendi ilahlarınıza, kendilerinin de bir yıl onun ilahına tapmayı tekfif edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu ve bu konuda birşey söylemedi. Bu sükut, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların dediklerinin hak olduğunu kalben onayladığı için değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların bu tekliflerinin batıl olduğunu kesinkes biliyordu. Fakat o, onlara ne şekilde cevap vereceğini, yani bu işin imkansızlığına dair aklî deliller getirmek ile mi, yoksa onları bundan kılıçla (savaşla) menetmekle mi, yahut da Allah'ın onlara azab indireceğini söylemekle mi cevap vereceğini düşündüğü için durmuştu. Ama o kafirler, bu duruşu ganimet (fırsat) bilerek, "Muhammed, bizim dinimize meyletti" demişlerdi. İşte bu sebeple Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ey Muhammed, senin bu hususta duraklayıp cevap vermemen, aslında doğrudur. Fakat bu, bir batılı doğurmuştur. Binâenaleyh o batıl-asılsız düşünceyi bertaraf etmek için, onarımda bulun ve hakkı açıkça ilan ederek, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" de. 18) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Rabbi ona Miraç gecesinde, "Beni öv, medh-.ü sena et" deyince, uluhiyyetin heybeti, ona hükümran olarak, "Ben sana layık övgülerde bulunamam" dercesine susmuştu ve bu susma son derece güzel olmuştu. Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) adeta, "Hazret-i Allah'ın heybetini nazar-ı dikkate aldığın için, O'nu övüp sena etme hususunda durakladın, sustun. Binâenaleyh, düşmanlarını zemmetme hususunda lisanını söz ve salıver de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!" de... Böylece, susman da, Allah için, konuşmanda Allah için olsun.." denilmek istenmiştir. Şöyle bir izah da yapılabilir: "İlahî huzurda bulunmanın azamet ve heybeti, senden konuşma gücünü aldı. Binâenaleyh sen, burada söyle ki, senin sözünün heybeti de, o kafirlerden, konuşma gücünü alsın, celbetsinl.." 19) Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen onların taptıklarına tapma" demiş olsaydı, bu sözden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in lisanen, "Sizin taştıklarınıza tapmam.." demesi gerekmezdi. Ama, O, Hazret-i Muhammed'e, bizzat lisanı ile, "Sizin taptıklarınıza tapmam.." demesini emredince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onların taptıklarına asla tapmaması gerekmiştir. Eğer böyle yapmış olsaydı, onun sözü yalan olmuş olurdu. Böylece, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "De ki, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." buyurunca, bu sözden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bunu, bu hususu, kalbi, lisanı ve uzuvlarıyla kabullenmediği neticesi çıkar. Ama Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Onların taptıklarına tapma" demiş olsaydı, bu sözden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların taptıklarına tapmadığı neticesi çıkardı, ama, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu hususu kabullenmediğini lisanen ortaya koyması neticesi ortaya çıkmazdı. Halbuki, alabildiğine kabullenmemenin ise, ancak hem o işi bizatihi terketmek, hem de o işi lisanen yadırgama, yapmamayı bildirme ile olacağı malumdur. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "De ki..." buyurması inkardaki ileri bir derece ve şiddeti ifade eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "De ki: Ben, sizin taptıklarınıza tapmam..." buyurmuştur. 20) Tevhidin, yani Allah'ın bir olduğunun ifade edilmesi ve ortakların bulunmadığının dile getirilmesi, arifler için bir cennet; müşrikler için de ateştir, cehennemdir. Binâenaleyh, sen, sözünü, muvahhidler için bir cennet; müşrikler için de bir cehennem yap da, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!.." de. 21) Kafirler, "Siz, bir yıl senin ilahına; sen de bir yıl, bizim ilahımıza ibadet et" deyince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu ve "Eğer ben bunlara şifahen reddiyede bulunursam, gücenirler ve kalblerinde, İslâm'a karşı bir nefret meydana gelir..." düşüncesine kapıldı. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak, adeta, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Muhammed, niye reddetmedin de sustun?.. Onların sana va'd ettikleri, dinini kabul etmeleri hususunda da bir arzu içine girmene gelince, bu hususta senin onlara ihtiyacın yoktur. Çünkü biz sana, "Kevser"i verdik. Onlardan korkmana gelince de, biz senden bu korkuyu "Sana buğzeden (yok mu)? Asılzürriyetsiz olan işte odur..." buyurmak suretiyle izale ettik. Öyleyse, onlara bakma ve onların sözlerine aldırma da, "ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" de..." demek istemiştir. 22) "Ey Muhammed, ben, senin hakkını, kendi hakkıma üstün tütüp da, "Kitaplılardan ve müşriklerden küfredenler..."(Beyyine, 1) dediğini, böylece küfür meselesinde, ehl-i kitabı, müşriklerden önce getirdiğini unuttun mu? Çünkü, ehl-i kitabın tenkitleri, senin, müşriklerin tenkitleri ise, benim hakkımda idi. Böylece ben, senin hakkını Benim hakkımdan üstün gördün de, kınama hususunda, (Beyyine Sûresi'nde), senin hakkını benim hakkımdan önce getirdim... Sen de, böyle yapmıştın. Çünkü, onlar, (Uhud'da) senin dişini kırınca, sen, "Allahım, kavmime hidayet nasib et... Zira onlar bilmiyorlar" demiştin. Ama, Hendek Savaşı'nda, onlar seni, kılacağın namazdan alıkoyduğunda ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur..." demiştin. Binâenaleyh, burada da, sen onlardan ister kork, ister korkma, benim hakkımı kendi hakkına üstün tut da, onların sözlerini kabullenmediğini ortaya koy ve "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam... de." 23) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Zeyd'in karısı (Zeyneb) hadisesi, bu hadiseye nisbetle önemsizdir. Ama ben orada, o hususta, senin, kalbinde bir şey saklayıp da onu lisanen izhar etmemene rıza göstermedim. Tam aksine sana, itap yollu, "Allah'ın ortaya koyacağı şeyi içinde tutuyor, insanları sayıyor, dedikodularından korkuyorsun... Halbuki, sayılmaya daha layık olan ise Allah'tır" dedim. Şimdi ben, o önemsiz hadisede, senin, meseleyi ortaya koymana ve ancak insanların dedikodularına aldırmamana razı olurken, şimdi bu meselede -ki bu, en büyük meseledir-, senin susmana nasıl razı olabilirim? O halde, açık seçik olarak, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.." 24) Ey Muhammed, Ben sana, "İsteseydik, her beldeye bir uyarıcı gönderirdik..." (Furkan, 51) dememiş miydim? Sonra ben, bunca gücüme rağmen, senin tarafını gözettim; senin kalbini hoşnut etmeyi yeğledim ve aleme, "Ben bu risalet görevini, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'le başkaları arasında müşterek yapmayacağım. Tam aksine, bu risalet görevi başkasının değil, onundur" diye haykırdım. Çünkü ben, "Fakat o, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur"(Ahzab,40) dedim. O halde sen, senin tapınılma hususunda, başkalarının benim ortağım olmalarının aklen imkansız olduğunu bildiğin için, senin böyle bir ortaklığın olamayacağını, aleme haydi haydi haykırman ye "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam" demen gerekir. 25) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiştir: "O topluluk sana geldiler. Onların sana; senin de, onların dinine uyman hususunda seni arzulandırdılar da, sen de, bu hususu kabullenmeme ve reddetme hususunda sustun. Halbuki ben, sana yapılan biati, Bana yapılmış biat addetmemiş miydim? Çünkü Ben, "Sana biat edenler yok mu? Onlar aslında Allah'a biat etmişlerdir" (Fetih, 10) demiş, böylece sana yapılan bağlılığı, Kendime olan tabi oluş addetmiştim. Çünkü Ben ayrıca, "Ey Resulüm, de ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..."(Tevbe,3) dedim. O halde, sen de bunu, açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de. 26) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "ben sana karşı, bir babanın çocuğuna karşı duyacağı şefkatten daha fazla şefkat duymadım mı? Hem sonra, kişinin babasının yanında aç ve çıplak kalması, yabancıların yanında tok kalmasından daha güzeldir. Nasıl böyle olmasın ki?! Açlık, onlar içindir. Zira onların putları hayattan uzak ve aç, bütün sıfatlardan ise soyutlanmışlardır. Ve üstelik onlar, ilimden nasibsiz, takvadan halidirler. Sense Beni denedin. Ben seni yetim, kaybolmuş ve fakir bulmadım mı? Senin kalbini genişletmedim mi? Ebû Bekir es-Sıddîk'ı, sana bir hazine; Ömer el-Faruk'u heybet; Osman'ı (mali yönden) bir destek; Ali'yi de, ilmin kalesi olarak vermedim mi? Senin beldeni harap etmeye çalışırlarken o fil ordusunun hakkından gelmedim mi? Kuş ve ya yolculukları hususunda, atalarına kafi gelmedim mi? Sana, kevser'i vermedim mi? Senin hasmının zürriyetsiz olduğunu söylemeyi üstlenmedim mi? Senin deden (Hazret-i İbrahim), putları kırıp geçirdikten sonra bu putlar hakkında, "Niçin, duymayan görmeyen ve sana hiç faydası olmayan şeylere tapıyorsun?.."(Meryem,42) demedi mi? O halde, sen de bu putlardan uzak ve beri olduğunu açıkça ifade et de, "Ey o kafirler ben sizin taptıklarınıza tapmam" de." 27) Allahü teâlâ adeta şöyle demek istemiştir: "Ben sana, "Allah'ı, atalarınızı anmanız gibi ya da daha ileri derecede anınız... "(Bakara, 200) ayetini indirmedim mi? Hem sonra, birisi, senin iki baban olduğunu söylese, öfkelenir, bunu kesinlikle kabul etmez ve bu husustaki tavrını alabildiğine ortaya kor ve hatta, "Ben evlilikden doğmuş bir çocuğum... Zinadan doğmuş bir çocuk değil!" dersin. Binâenaleyh, sen, doğum hususunda bir ortaklığın bulunduğunun söylenmesi durumunda susmadığına göre, ibadetteki ortaklığın bulunması halinde nasıl susarsın? Tam aksine, bunu kabul edemeyeceğini ortaya koy ve bu hususu, çok net bir biçimde nefyederek, "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de. 28) Cenâb-ı Hak adeta şöyle der: "Ben sana, "Yaratan, hiç, yaratmayan gibi olur mu? Tezekkür etmez misin?!"(Nahl, 17) ayetini indirmedim mi? Ve ben, yaratan ilah (Allah) ile, cansız putları, mabudiyette bir sayan, rr.üsavi addeden kimselerin aklı olmadığına; tam aksine, mecnun ve deli olduklarına hükmettim. Sonra ben, yemin ederek, "Nûn... Kaleme ve yazdıkları şeylere yemin olsun ki, Sen, Rabbinin nimeti sebebiyle bir mecnun değilsin..."(Kalem, 1-2) dedim. Halbuki kafiler, senin mecnun olduğunu söylerler!.. Binâenaleyh sen, onların sözlerini, açıkça reddet. Çünkü, böyle demen, benim, şirk ayıbından beri ve uzak olduğunu; senin de, delilik ve cürüm kusurundan uzak olduğunu ifade eder. O halde sen, "Ey o kafirler, ben, sizin taptıklarınıza tapmam..." de..." 29) O kafirler, putlarına, "ilah" adını verdiler. Halbuki, isimde müştereklik, mana ve özde de müşterekliği gerektirmez. Baksana, erkek ve kadın, insan olma hususunda hakikat bakımından müşterektirler. Ama, daha bilgili ve iktidarlı oldukları için, yöneticilik kocaların payıdır. Yani kim daha bilgili ve daha iktidarlı ise, hüküm vermede, haklarının tümü onundur. Binâenaleyh, kesinlikle, kudret ve ilim namına bir şeyi bulunmayan kimsenin değer verip hüküm biçmede nasıl hakki olabilir? Burada şu da denebilir: İki erkek ve kadının kendi hanımları olduğunu iddia etseler de, bu hususta anlaşsalar, bu caiz olmaz. Hatta, bunlardan herbiri, o kadının kendi eşi olduğuna dair beyyine getirse bile, bu kadının onlardan birinin hanımı olduğuna hükmedilmez. İki kimse arasında müşterek olarak alınmış olan cariye de, bunlardan biri için helal olmaz. Binâenaleyh, iki koca için bir eşin olması ve cinsi münasebetin helal olması hususunda, iki efendi arasında bir cariyenin, bu manada kullanılması caiz olmadığına göre, iki mabûd arasında bir abid nasıl düşünülebilir?! Bunu da geçelim, kim, iki kocanın bir ay biri için, bir ay da diğeri için olmak üzere, bir kadının helal olduğu hususunda anlaşabileceklerini caiz addederse, kafir olur... Şimdi,, ilah ile put arasında bir anlaşmanın olabileceğini caiz gören, kafir olmaz mı? Buna göre Cenâb-ı Hak, Resulüne sanki, "Bu söz ve bu teklif, son derece çirkin bir söz ve tekliftir. Binâenaleyh, sen, bunu alamayacağını açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de.." 30) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Hani ben sana, "Ey Resulüm, eşlerine söyle; eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorlarsa..." (Ahzab, 28-29) ayetlerini indirdiğimi, sonra da sen, Aişe'nin dünyayı tercih edeceğinden endişelenip de ona, "Ebeveynine danışmadan, bu konuda sakın bir şey söyleme..." demiştin de, o da, 'Bu hususta mı ana-babama danışacağım?! Tam aksine ben, Allah'ı, Resûlüllah'ı ve ahiret gününü tercih ediyorum" demişti. Unuttun mu? Demek ki, nâkısâtu'l-akl olan kadın bile, Benim rızama ters olan şeyler hususunda duraklamazken göklerin ve yerin Cebbarı ben olduğum halde, sen, benim rızam ve emrime ters olan şey hususunda duraklar mısın? O halde, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.. 31) Allahü teâlâ adeta şöyle demek ister: "Ey Muhammed, sen, "Kim, Allah'a ve Ahiret gününe iman ederse, töhmet mahallesinde durmaz..." dememiş miydin? Hatta bazı meşayih efendiler, kendisinden ayrılmayı isteyen müridlerine, "Hükümdardan korkma..." derler. Mürid, "niçin?" deyince de, şeyh, "Çünkü hükümdar, insanları, şu iki hatadan birine düşürür: İnsanlar, sultanın, onun, alim ve zahid kimselerle içli dışlı olduğu için, dindar olduğuna, yahut da, senin de hükümdar gibi fasık olduğuna inanırlar ki, bu ikisi de hatadır, yanlıştır. Binâenaleyh, töhmet getiren yerlerden uzak durmanın gerektiği sabit olduğuna göre, ey Muhammed, senin bu söz ve teklif karşısında susman, sana, buna razı olduğun şeklinde bir töhmeti yöneltir. Özellikle, daha önce şeytan, senin okuman arasına, "Bunlar işte yüce kuğulardır. Şefaatları umulur" diye de bir söz sokmuşken... Öyleyse, sen kendinden işte bu töhmeti sil de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.." 32) Görünür alem olan bu alemde haklar, ikiye ayrılır: a) Senin himayesi altında bulunduğun kimselerin hakkı ki, bu, senin mevlandır. b) Senin himayen altında bulunan kimselerin hakkı ki, bu da, çocuktur. Ama, gel gör ki, biz, mevlaya yapılan hizmetin, çocuğun eğitilmesinden önce geldiği hususunda ittifak etmişizdir. Binâenaleyh, mecazi manadaki mevlanın hakkı önce olduğuna göre, hakiki manadaki Mevla'nın hakkı, haydi haydi önce olur. Öte yandan, rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Ebû Cehil'in kızı ile evlenmesi hususunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den müsaade istedi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in buna canı sıkılaraka, "İzin vermem, izin vermem, izin vermem." Çünkü Fatıma, benim bir parçamdır. Onu üzecek olan şey, beni üzer; onu sevindiren şey, beni sevindirir. Allah da, kendi düşmanının kızıyla kendisinin habibinin kızını bir araya getirmez..." demişti. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Sen orada, çocuğunun hakkını nazar-ı dikkate alarak, bu işin olamayacağını açıkça ifade ettin ve bunu, birkaç kez tekrarladın. Şu halde senin burada, Mevlâ'nın hakkını nazar-ı dikkate alarak, bunu kabul etmeyeceğini açıkça, tekrar tekrar söylemen daha evladır. O halde, "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam. Ve, kalbimde, habibe olan taat ile düşmanın taatını birleştirmem..." de.." 33) Ey Muhammed, sen, Ömer'e, "cennette bir köşk gördüm. Bunun üzerine, "Bu kimindir?" dedin de, sana, "Kureyş'ten bir gencin..." diye cevap verildi de, bunun üzerine sen de, "Kimdir o genç?" demiştin de, onlar da, "Ömer..." demişlerdi. Sen, "Ömer'in kıskançlığından korktum da, oraya girmedim..." dedin... Öyle ki, Ömer, "Ey Allah'ın Resulü, seni de kıskanır mıyım?" demişti. Şimdi buna göre, Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek ister: "Sen, Ömer'in kıskançlığını nazar-ı dikkate alarak, onun köşküne girmedin... Şimdi sen, senin kalbine, Ben'den başkasının taatinin girmesi hususunda, Benim kıskançlığımdan çekinmez misin? Orada sen, bunun olamayacağını açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam... de..." 34) "Benim sana olan nimetimin, annenizi nimetlerinden aşağı olduğunu zanneder misin?" Seni, terbiye etmedim mi? Seni, yaratmadım mı? Sana rızik vermedim mi? Sana, hayat, kudret ve akıl verip, hidayet ve tevfikimi sana nasib etmedim mi? Sonra sen, bir zamanlar, aklı henüz gelişmemiş olan bir çocuktun. Sadece, annenin terbiyesini biliyordun. Çünkü sen, annenden daha güzel, daha iyi ve daha cömert bir kadın, meme vermek için kucağına alsaydı, sen nefretini izhar eder ve ağlardın. Eğer o kadın, sana meme verecek olsaydı, "Ben, annemden başkasını istemem. Zira, bana ilk nimet veren odur" dercesine, ağzını yumardın. Şu halde, senin bu hususta nefretini ortaya koyman ve "Ben, Rabbimden başkasına ibadet etmem, zira O, bana en ilk nimet verendir" demen, daha evla ve uygundur. O halde, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de... 35) Yedirip içirme nimeti, akıl ve nübüvvet nimetinden daha aşağıdadır. Sonra sen biliyorsun ki, koyun ve köpek, yedirip içirme nimetini unutmazlar, kendisini doyurandan başkasına dönüp bakmazlar. Peki, insanın, kendisinin yokdan var edilmesi ve kendisine çeşitli nimetler lütfedilmesini unutması nasıl uygun düşer? Hele bu husus, mahlukatın en efdali hakkında nasıl düşünülebilir? O halde de ki, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." 36) Şafiî'ye göre, nafakayı temin edemeyen kocanın karısından ayrılma hakkı vardır. Dolayısıyla sen, dost ve akrabalarından herhangi fayda ve destek bulamadığına göre, onlaria içice olsan bile, senin de onlardan ayrılma hakkın doğar. Çünkü, senin atan Hazret-i İbrahim, "Duymayan, görmeyen ve sana herhangi bir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun..."(Meryem,42) demiştir. Senin onlarla içice olduğun farzedilse bile, onlardan ayrılman ve onları terketmen gerekir, halbuki, kaldı ki, sen onlarla içice de değilsin. Şimdi, senin, onlarla içice olmaya yaklaşmayı düşünmen, sana uygun düşer mi? O halde, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." 37) Bu kafirler, aşırı ahmak oldukları için, ilahların çok oluşunu, tıpkı kendisi sebebiyle zenginliğin arttığı maldaki çokluk gibi zannetmişlerdir. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Tam aksine bu durum, kendisi sebebiyle ihtiyaçların arttığı, ailedeki çokluk gibidir. O halde, ey Muhammed, de ki, benim tek bir ilahım var. Geceleyin, O'nun için namaz kılar, gündüz de onun için oruç tutarım. Ama, henüz ben, O'nun verdiği nimetlerin zerrelerinden tekinin hakkını bile ödeyemedim. O halde-, daha nasıl, ben, birçok ilahlar uydurup onlara ibadet edebilirim? Binâenaleyh, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!" de. 38) Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem için, insan şekline girince, Hazret-i Meryem, "Doğrusu ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer sen fenalıktan bihakkın çekinen isen (çekil yanımdan)" (Meryem, 18) dedi ve Allah'ı bırakıp da Cebrail (aleyhisselâm)'e meyletmekten, Allah'a sığındı. Şimdi sen, mükemmel bir insan, bir erkek olmana rağmen, görülen putlara meyletmeye razı olur mu? O halde, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." 39) Ebû Hanife'ye göre, kocanın, nafakayı temin edememesi veya, arız olan bir cinsî iktidarsızlık sebebiyle eşlerin birbirlerinden ayrılma hakları doğmaz. Zira koca, ailenin işlerini üstlenen birisidir. Binâenaleyh, kusurlu olması sebebiyle, kocanın bu işleri deruhte etmesinden kaçınması doğru olmaz. Şimdi, Cenâb-ı Hak da, "Herhangi bir kusuru olmadığı halde, senin işlerini üstlenen benim. Binâenaleyh, benden yüz çevirmen nasıl düşünülebilir. O halde, de ki, "ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam.." denilmek istenmiştir. 40) Bu kafirler, kendilerini yaratanın Allah olduğunu kabul etmektedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şayet sen onlara, gökleri ve yeri kim yarattı diye soracak olursan, "Allah" derler"(Lokman, 25) buyurmuştur. Yine bir başka ayetinde de, "Bana söyleyin bakalım, onlardan arzın herhangi bir kısmını yaratan var mıdır?" (Ahkaf, 4) buyurmuştur. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, "Bu ortaklık, eğer, "Müzara'a" ortaklığı ise, bu batıldır. Çünkü, tohum, emek, sulama ve koruma... hepsi benden. Putların yaptığı ne?.. Veyahut da bu ortaklık, "vücûh-şöhret" ortaklığı olur. Halbuki bu da olamaz. Baksana putlar, benden daha çok meşhur ve benden daha çok tanınmışlardır. Veya bu ortakçılık beden ortaklığıdır. Halbuki bu da olamaz; çünkü, böyle bir ortaklık cins birliğini gerektirir... Veyahut da bu ortaklık, "inan ortaklığı" (eşit derecede ortaklık)dır. Bu da olamaz; çünkü burada bir nisab-oran olması gerekir?.. Ama, putların nisabı nedir? Yahut da Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: Bu, bir ortaklık değildir. Ne var ki putlar, cebren ve zorla, mülkten paylarını almaktadırlar. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Siz, ne biçim cahil kimselersiniz? Yaptığınız bu putlar, sinekten daha acizdir. Allah " Allah'ı bankap da taptığınız o putlar, kesinlikle, bir sineği dahi yaratamazlar"(Hac, 73) buyurmuştur. Binâenaleyh, tohumu yaratan da, onu toprağa atan da, emeği veren de, sulayan da, koruyan da benim. Ama, gel gör ki, sinekten daha aciz olan kimseler zorla ve cebren, benden pay alıyorlar. Bu, akıllı kimseye yakışan bir hüküm değildir. O halde, "Ey o kafirler, ben, sizin taptıklarınıza tapmam" de. 41) Varlık alemindeki her zerre, akılları, Cenâb-ı Hakk'ın zatını ve sıfatlarını tanımaya davet etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın kanunlarını bilmeye davet edenler ise, salat ü selam onlara olsun, peygamberlerdir. Her sinek, karasinek ve sivrisinek, Cenâb-ı Hakk'ın zat ve sıfatlarının bilinip tanınmasına davet edince, Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, sineği, hatta küçüklükte ondan daha ileri olan bir mahluku mesel olarak getirmekten çekinmez..." (Bakara,26) buyurmuştur. Bu böyledir, zira bu sinekler, zat ve sıfatlarınızın sonradan yaratılmış olmaları sebebiyle, Allah'ın kudretinin tanınmasına; o ilginç yapılarıyla, Allah'ın ilminin ne denli yüce olduğuna ve zat ve sıfatlarının belli bir ölçüde tutulmuş olmaları sebebiyle de, Allah'ın irade sıfatının mevcudiyetine sevkederler. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bu gibi şeylerden niçin sakınırsın?" demek istemiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), halife olduğu günlerde, pazara girdi ve bir işkembe alarak, geri döndü. Bunu, uzaktan, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) gördü ve onu karşılar ve ona, "Niçin yolunu değiştirdin?" der. Bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Utanmayasın, çekinmeyesin diye..." deyince, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "Benim olan şeyi taşımaktan niye çekineyim..." dedi. Şimdi, Cenâb-ı Hak da adeta şöyle demek istemiştir: "Ömer, dünyevi gıdası olan o işkembeyi taşımaktan çekinmeyince, sana dini bir gıda (ders) veren o sinekten bahsetmekten niçin çekineyim?". Öte yandan Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek ister: Nemrud, Allah'tık iddiasına girişince, o sinek, onun ilah olamayacağını haykırmaya başladı. Binâenaleyh, bu kafirler, seni şirke davet edince, sen onlara bunun olamayacağını haykırmak ve açıkça bunu reddetmez misin? O halde de ki, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." Firavun, uluhiyyet iddiasında bulununca, Cebrail (aleyhisselâm) onun ağzını çamurla tıkadı. Şimdi, eğer sen, güçsüz ve acizsen, herhalde, Nemrud'a musallat olan sinekten daha aciz değilsin. Eğer güçlü isen, Cebrail (aleyhisselâm)'den daha kuvvetli değilsin. Binâenaleyh, bu teklifin kabul edilemez bir şey olduğunu açıkça ifade et de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de. 42) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek ister: "Ey Muhammed, sen, bizatihi lisanen, "Ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de. Ve bunu bana borç olarak bırak. Çünkü ben, senin bu borcunu en güzel bir biçimde öderim. Baksana, o hristiyan, "Muhammed'in, Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim" deyince, ben, "Hristiyanlıktan uzaklaştığını açıkça ifade etmediğin sürece bununla yetinmem..." dedim. Binâenaleyh Ben, her mükellefe, senin dinine muhalif her dinden ayrıldığını lisanıyla, açıkça ifade etmesini farz kıldığıma göre, sen de, Benden başka her mabudu açıkça reddedeceğini kendine vacib kıl da, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de. 43) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın fıtratında sertlik vardı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onu Firavun'a gönderince, ona, 'Ve ona yumuşak söz söyleyiniz..." (Tahâ, 44) denildi. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de insanlara peygamber olarak gönderince, aşırı derece merhametli olduğuna dikkat çekmek için, ona, sertlik göstermesi emredildi de, ona, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." denildi. Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: Ey o kâfirler..." ifâdesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: (......) ifadesi hususundaki görüşümüz, daha önce birkaç yerde geçti. Biz burada buna, şöyle bir ilavede bulunmak istiyoruz. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: (......) ile, nefse; (......) ile, kalbe; (......) ile de, ruha nida edilmiştir." Şu izah da yapılmıştır: (......) ile, gaibe; (......) ile, mevcut olana nida edilmiş, (......) ile de dikkat çekilmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta sanki, "Ben sana üç kez seslendim. Sen bana bir kez bile cevap vermedin. Bu ancak, sendeki o gizli cehaletten dolayı böyle olmuştur" demiştir. Şöyle tefsir yapanlar da vardır: Allahü teâlâ, bu ifadede, uzak için kullanılan ile, yakın için kullanılan yi beraber zikretmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Senin, benimle yaptığın muamele ve benden kaçışın, uzak olanın (Allah) uzaklaşmasını gerektirir. Ne var ki, benim sana olan ihsanım ve sana gelip ulaşan nimetlerim ise yakın olanın (Allah) yakınlaşmasını gerektirir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Biz ona, şah damarından daha yakınız..." (Kaf, 16) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, uzaklaşmayı ifade eden 'yı, yakınlaşmayı ifâde eden 'den önce getirerek, adeta, "Kusur senden, muvaffakiyet benden..." demek istemiştir. Daha sonra da, zikretmiştir. Çünkü, uzaklaşmayı gerektiren, tıpkı bir ölüm gibi, yakınlaşmayı ifâde eden ise, tıpkı bir hayat gibidir. Binâenaleyh, bu ikisi mevcut olup tahakkuk edince, ölümle hayat arasında yer alan bir hal de tahakkuk eder ki, bu hal, uykudur. Uyuyanın, mutlaka uyandırılması gerekir, ise, tenbih (uyandırma) edatıdır. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, bu nidayı, bu harf ile bitirmiştir. Bu sûrenin nüzul sebebi olarak, şu rivayet edilmektedir: Velid ibn Muğîre, As ibn Vâil, Esved ibn Abdilmuttalib ve Ümeyye ibn Halef, Allah'ın Resulü'ne, "Bir müddet biz senin ilahına bir müddet de sen bizim ilahlarımıza ibadet et. Böylece aramızda bir sulh çizgisi oluşur, aramızdaki düşmanlık da kalkmış olur... Eğer senin işin daha olgun ve göz alıcı olursa, biz, bize düşen, payımızı alırız. Yok eğer, bizim işimiz daha olgun olursa, sen bundan kendine düşen payı, dersi alırsın..." dediler de, bunun üzerine işte bu sûre ile, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: Siz, ey cahiller, bana Allah'dan başkasına mı tapmamı emrediyorsunuz?.."(Zümer, 64) ayeti nazil oldu da, böylece onları, bazan cehalet, bazan da küfürle tavsif etti. Bil ki, cehalet, tıpkı bir ağaç; küfür de, o ağacın meyvesi gibidir. Binâenaleyh, bu sûre nazil olup da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de, bunu, onların ileri gelenlerince okuyunca, onlar buna kızdılar ve ondan ümitlerini kestiler. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:. Cahiller Hakkında Neden "Kafirler” Denildi? Birinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, bunları bu sûrede, kafirler olarak; diğer yerde ise cahiller olarak tavsif etmiştir? Cevap: Çünkü bu sûre, baştan sona kadar, onlar hakkında nazil olmuştur. Binâenaleyh, buradaki mübalağanın, mutlaka daha ileri ve fazla olması gerekir. Dünyada, "kafir" kelimesinden daha kötü, daha değersiz ve daha adi bir kelime yoktur. Zira "kafir" ifadesi, ister mutlak, isterse mukayyet olsun, bütün herkesçe, kötü bir sıfattır. Ana, cehalete gelince, bu ifade kayıtlandığında, bazan mezmum olmaz. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "neseb" ilmi hususundaki "Bu, faydası olmayan bir ilim; zararı olmayan bir cehalettir" Kenzu'l-Ummal, 10/29156. sözü gibidir. İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, Tahrim Sûresi'nde niçin, başına "de..." kelimesini getirmeden, sadece "Ey inkar edenler" (Tahrim, 7) demiş; burada ise, başına hem Jİ ifadesini eklemiş, hem de bunu, mazi sigasıyla değil ism-i fail sigasıyla getirmiştir? Cevap: Tahrim Sûresî'nde geçen ayet, onlara, Kıyamet gününde, öyle denileceğini ifade eden bir ayettir. Ki, artık orada, o peygamber onlara gönderilmiş bir resul değildir. Böylece, Cenâb-ı Hak vasıtayı (peygamberi) aradan kaldırmış, o vakit onlar artık, kafir değil, itaatkar oluvermişlerdir. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak o ifadeyi, mazi lafzıyla getirmiştir. Ama burada ise, onlar bu küfür sıfatını taşımaktalar ve o peygamberler de, onlara peygamber olarak gelmiştir. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hakk'ın buradaki "Ey o kafirler" sözü, herkese mi, yoksa bazı kimselere mi bir sesleniştir? Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin bütün herkese yapılmış bir hitap olması caiz değildir. Çünkü, kafirler arasında, yahudiler ve hristiyanlar gibi, Allah'a tapanlar da vardır. Binâenaleyh, yahudi ve hristiyanlar kastedilerek, bunlara, "Sizin taptıklarınıza tapmam" demek caiz olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizde, benim taptığıma tapıcı değilsiniz" ifadesinin de, bütün herkese yapılmış bir hitap olması caiz değildir. Çünkü, kafirler arasında, iman edip de, Allah'a ibadet eder hale gelmiş olan kimseler vardır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin, belli birtakım kimselere, sözlü bir hitap olduğunun söylenilmesi gerekir ki, bu kimseler de, "Bir yıl biz senin ilahına ibadet edelim, bir yıl da sen bizim ilahımıza ibadet et" diyen kimselerdir. Velhasıl, şayet, biz buradaki hitabın genel bir hitap olduğunu söylersek, bu, tahsis görmüş bir hitap olmuş olur; yok eğer, bu hitabı, şifahî yapılmış bir hitap olarak algılarsak, bunun, tahsis görmüş genel bir hitap olduğunu söylememiz gerekmez. Binâenaleyh, ayeti işte bu manaya almak daha evladır. 2Âyetin tefsiri için bak:5 3Âyetin tefsiri için bak:5 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Ben, sizin tapmakta olduklarınıza ibadet etmem. Benim ibadet ettiğime de siz ibadet etmezsiniz. Ben, sizin taptıklarınıza (hiçbir zaman) ibadet etmiş değilim. Siz de benim kulluk etmekte olduğuma ibadet ediciler değilsiniz". Bu ayetlerle ilgili olarak şöyle birkaç mesele vardır: Bu ayetler hakkında şöyle iki görüş vardır: a) Bunlarda bir tekrar yoktur b) Bunlarda bir tekrar vardır. "Tekrar yoktur" görüşünü, şu şekillerde izah edebiliriz: a) Birinci ayet, gelecek, ikinci ayet ise şimdiki zaman içindir. Birincisinin, "gelecek zaman" için oluşunun delili şudur: "Lâ", ancak gelecek zamanı ifade eden, muzari fiilin başına gelir. Baksana (len) edatı da, (lâ)'nın nefyettiğini (olumsuz, kıldığını) te'kidle nefyeden bir edattır. Nitekim Halil şöyle der: (......)'in aslı, (......)dir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, ayeti, "Ben gelecekte sizin putlarınıza tapmama dair taleb ettiğiniz şeyi yapmayacağım. Siz de, sizden İlahıma tapmanız talebimi gelecekte de yapıcı değilsiniz" manasınadır. Daha sonra denilmiştir ki bu da, "Ben şu anda (şimdi) sizin mabudlarınıza ibadet edici değilim. Siz de, şu anda benim mabuduma ibadet ediciler değilsiniz" demektir. b) Durum tersine çevrilerek bu ifadelerden birincisi "şimdiki zaman" (hal), ikincisi gelecek zaman (istikbal) için kullanılabilir: ayetinin gelecek zaman için olabileceğinin delili ise, bu ifadenin, "Ben sizin taptıklarınıza taparım" şeklindeki bir anlayışı bertaraf etmiş olmasıdır. O halde bunun gelecek için olduğunda şüphe yoktur. Bunun delili ise, bir kimsenin, "Ben Zeyd'i öldüreceğim" demesi halinde, bu sözden gelecek zamanın anlaşılmış olmasıdır. c) Bazıları da şöyle demişlerdir: "Bu ayetlerden her biri hem şimdiki zaman, hem gelecek zaman için olabilir. Fakat biz, tekrarı önlemek için, birini şimdiki zaman, diğerini de gelecek zaman için alırız. Eğer bu ayetlerin önce şimdiki zamandan, sonra da gelecek zamandan haber verdiklerini söylersek, bu burada bir tertib olduğuna delalet eder. Yok eğer birinci ayetin gelecek zamandan haber verdiğini söylersek, bu, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kendisine çağırdıkları şey olduğu için, daha mühim olduğundan dolayı, Allahü teâlâ, öncelikle onu zikretmiştir. Buna göre eğer, "Herşey ortada iken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in putlara tapmadığı, kafirlerin ise bazan (zor durumlarda), Allah'a yöneldikleri malum iken, mevcut durumu haber vermenin faydası ve gereği nedir" denilince, biz deriz ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendi durumunu anlatmasına gelince, bu, cahiller, onun gizliden gizliye, ya putlardan korktuğu veya onlara arzu duyduğu için, putlara ibadet edeceğini sanmasınlar diyedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların Allah'a ibadet etmeyeceklerini söylemesi ise, kafirin yaptığı şeylerin, kesinlikle gerçek ibadet olmayacağından ötürüdür." d) Ebû Müslim'in görüşüne göre, ayetlerdeki birinci ifadelerden kastedilen, "ma'bûd"dur. Buna göre bunlardaki ism-i mevsûlu, tfitf manasına olup, buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben putlara tapmam, siz de Allah'a tapmazsınız" demiş olur. Sonrakilerde ise edatı, fiiliyle beraber, masdar hükmünde olup, buna göre mana, "Ben, şirke ve tefekkürsüzlüğe bina edilmiş ibadetiniz gibi bir ibadeti yapmam. Siz de yakine ve hakka binaenaleyh ibadetim gibi bir ibadeti yapmazsınız. Şimdi siz benim ilahıma ibadet ettiğinizi ileri sürerseniz, bu batıl-yanlış olur. Çünkü ibadet, emredilen, emre göre yapılan bir iştir. Sizin yaptığınız ise, yasaklanan emredilmeyen bir iştir" şeklindedir. e) Birincisi, onların ileri sürdüğü itibari-farazi nefye (olumsuzluğa), ikincisi ise, bütün yönleri içine alan genel bir nefye hamledilebilir. Buna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önce, "Sizlerin Allah'a tapacağınızı umarak, benim de putlara tapacağımı umarak, ne ben sizin taptıklarınıza, ne de siz benim taptığıma taparsınız" demiş, daha sonra da, "Ben, kesinlikle herhangi bir gaye ve maksad için, sizin putlarınıza tapıcı değilim. Sizler de, herhangi bir sebeb ve itibarla benim taptığıma tapıcılar değilsiniz" demiştir ki bunun bir örneği şudur: Bir başkasını kendisine nimet, mal, para vermek için, haksızlığa davet edene, davet edilen kimse, "Ben, nimet elde etmek için haksızlık yapmam. Hatta ne bunun için, ne de diğer şeyler için haksızlık yapmam" diye karşılık verir. İkinci, yani bu ayetlerde "Bir tekrar vardır" görüşünü şu üç şekilde izah ederiz: 1) Tekrar, te'kid ifade eder. Te'kide ileri derecede ihtiyaç duyulduğu zaman, orada tekrar da o nisbette güzel olur. Hiçbir yerde de, buradaki kadar ihtiyaç duyulamaz. Çünkü o kafirler, bu hususta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tekrar tekrar müracaat ettiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de hep sustu, cevap vermedi. Böylece kalblerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendi dinlerine az da olsa bir meyil duyduğu hissi uyandı. İşte bu durum, onların bu hislerini ve tekliflerini nefyetme ve geçersiz kılma hususunda, bir te'kide ihtiyaç hissettirmiştir. 2) Kur'ân-ı Kerim, onların sordukları ve istedikleri şeylere bir cevap olmak üzere, parça-parça, ayet-ayet inmiştir. Şimdi o müşrikler, "Bizim, ilahını kabullenmemiz için, senin de bizim putlarımızı selamlaman gerekir" dediler de, Allahü teâlâ, ayetlerini indirdi; daha sonra yine bunlar, "Bir ay sen bizim ilahlarımıza ibadet et, bir ay da biz senin ilahına ibadet edelim" dediler de, yine Hak teâlâ, ayetlerini indirdi. Bahsettiğimiz bu husus, ihtimal dahilinde olunca, işte bu şekildeki bir tekrar, kesinlikle zarar verici değildir, lüzumsuz bir tekrar sayılmaz. 3) Kafirler, aynı sözü yani, "Bir ay sen bizim ilahlarımıza, bir ay da biz senin ilahına; bir sene sen bizim ilahlarımıza, bir sene de biz senin ilahına ibadet edelim" sözünü tekrar edince, cevap da, bu tekrara uygun olarak tekrarlanmıştır. Ki bu bir çeşit tehekküm (istihza)dır. Çünkü aynı kelimeyi bozuk bir gaye için tekrar edene, onu ve sözünü hafife alıp, hakaret etmek için, onun kelimeleri tekrar edilerek karşılık verilir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: edatı, bilen-akıllı olan varlıklar (insanlar) için pek kullanılmaz. Onların taptıkları putların, akıl sahibi varlıklar olduğunu farzetsek, onları ile ifade etmek doğru olabilir. Ama Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mabudu, alimlerin en alimi (bileni)dir. O haide, denilerek, O'nun için nasıl kullanılmıştır? Alimler buna şu şekillerde cevap vermişlerdir: a) Buradaki ile, sıfat kastedilmiştir. Buna göre adeta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben batıl olana, siz de hak olana tapmazsınız" demek istemiştir. b) Her iki da, masdariyyedir. Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Gelecekte ben sizin ibadetiniz gibi ibadet etmem; siz de benim ibadetim gibi ibadet etmezsiniz" demiş, sonra da, "Şu anda ben sizin ibadetiniz gibi ibadet etmem; siz de benim ibadetim gibi ibadet etmezsiniz" demiştir. c) Bu 'lar manasınadır. Bu durumda bir problem yoktur. (Çünkü akıllı-akılsız her varlık için kullanılır). d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk önce, "Ben sizin taptıklarınıza tapmam" deyince, söz uyumlu olsun diye, ikincisi de buna hamledilmiştir ve bu tıpkı, "Kötülüğün cezası, misli bir kötülüktür" (Şûra, 40) ayeti gibidir. Cebriye şöyle bir istidlalde bulunmuştur: "Allahü teâlâ, "Siz benim taptığıma tapmazsınız" buyurmak suretiyle, bu tapmanın söz konusu olamayacağtni iki kez haber vermiştir. Bir şeyin olamayacağına dair verilen doğru haber, o şeyin meydana gelmesine ve var olmasına zıddır. O halde, o kafirlerin böyle bir ibadet yapmayacaklarına dair, Allah'ın bu doğru haberi mevcutken, onlara bu ibadeti teklif, iki zıddı birleştirmeyi teklif olur." Bil ki geriye bu ayetle ilgili olarak, şöyle bir kaç soru kalır: Birinci Soru: Kendisinden ötürü, Allah'dan başkasına ibadet etmenin çirkinliğini bildiren sebebin zikredilmesi, böyle bir tekrardan daha evla değil miydi?" Cevab: Aksine bazan, te'kid ve tekrar, sebebin ve hüccetin söylenmesinden daha evla olur. Bu, ya karşı tarafın (muhatabın), te'kid ve tekrardan ve hüccetin getirilmesinden istifade edemeyecek, anlamayacak kadar ahmak oluşundan ötürü olur. Yahut da münakaşa konusu olan hususun, son derece açık oluşundan ötürüdür. Şimdi cebr ve kader meselesi hususunda mübahese etme, araştırma yapma güzeldir. Fakat putlara ibadet etmeyi teklif edene gelince, bu, ya zincire vurulacak kadar delidir; yahut da, inada bir akıllıdır, dolayısıyla öldürülmesi gerekir. Eğer öldürülemezse, açıkça kınanması ve ayette olduğu gibi, iddiasının alabildiğine reddedilmesi gerekir. İkinci Soru: Bu sûrenin başı şiddet ve hakareti, yani "Ey kafirler" diye hitab ile tekrarı ihtiva ederken, sonu da bir müsamaha ve önemsememeyi ihtiva etmektedir. Bu müsamaha ve önemsememe de, "Sizin dininiz size, benim dinim bana" ayetinin ifade ettiği husustur. Şu halde, bu iki husus nasıl telif edilebilir? Cevab: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) adeta "Ben sizi böylesi kötü bir işten (tekliften) alabildiğine sakındırdım ve bu hususta kusur etmedim. Şimdi madem ki benim bu husustaki sözümü kabul etmediniz, o halde, ben sizi, siz beni bırakın" demek istemiştir. Niçin Len İle Te'kid Yapılmadı? Üçüncü Soru: Tekrar, te'kid ve pekiştirme için olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kesinlikle sizin taptıklarınıza tapmayacağım" demesi gerekirdi. Çünkü bu ifade, dahate'kidlidir. Baksana, Ashab-ı Kehf, durumu te'kidli bir şekilde ifade ederek, "(Ey Rabbimiz), biz kesinlikle senden başka bir ilaha tapmayacağız" (Kehf, 14) demişlerdir? Cevap: Te'kidli ifadeye, töhmet ve itham bulunan yerlerde ihtiyaç duyulur. Halbuki herkes, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şeriat (İslâm) gelmezden önce de, putlara tapmadığını biliyordu. Binâenaleyh artık şeriat geldikten sonra o, nasıl putlara tapar. Ama Ashab-ı Kehf'in durumu böyle değildir. Çünkü onlar daha önce, putlara tapmışlardır. Sizin Dininiz Size, Benimki Bana 6"Sizin dininiz size, benim dinim bana". Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var: İbn Abbas (radıyallahü anh) buna, "Sizin Allah'ı inkar edişiniz size, benim Allah'ı birlemem ve ihlaslı oluşum da bana" manasını vermiştir. Buna göre eğer, "Şimdi yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara küfürlerinde, müsaade ettiği söylenebilir mi?" denilirse, biz deriz ki: Hayır, asla. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), küfürden insanları vazgeçirmek için görevlendirilmişti. Binâenaleyh buna daha nasıl müsaade edebilir. Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e böyle söylemesinin emrolunmasının maksadı, şunlardan biridir. 1) Bundan maksad, tehdiddir. Bu tıpkı bu yönüyle, "Haydi dilediğinizi yapın, ama o, yaptıklarınızı görüyor" (Fussilet, 40) ayeti gibidir. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki şöyle demek istemiştir: "Ben, sizleri hakka ve kurtuluşa çağırmak için gönderilmiş bir peygamberim. Binâenaleyh eğer dediklerimi kabul etmez ve bana uymazsanız, hiç olmazsa beni bırakın ve şirke davet etmeyin." 3) Bu, "sizin dininiz size. O halde, eğer helakinizi tercih ediyor iseniz, o din üzere devam edin. Benim dinim de bana. Çünkü ben, bu dinimi terkedecek değilim" demektir. b) Buradaki "din", hesab manasına olup, ayet, "Sizin hesabınız size, benim hesabım bana. Binâenaleyh hiçbirine, başkasının işlerinin hesabı sorulmayacak" demektir. c) Burada bir mahzuf muzafın olduğu düşünülerek mana şöyle olabilir: "Sizin dininizin cezası (karşılığı) size, benim dinimin cezası (karşılığı) bana..." "Ey Muhammed, senin dininin karşılığı bir saygı ve bir mükafaat olarak sana yettiği gibi; onların dinlerinin karşılığı da bir vebal ve ceza olarak onlara yeter." d) Buradaki "din", ceza (karşılık) manasınadır. Nitekim Hak teâlâ, "Allah'ın dini, yani had cezasını uygulama hususunda sizi bir acıma hissi sarmasın" (Nur, 2) buyurmuştur. Binâenaleyh bu, "Rabbimden gelecek ceza size, putlarınızdan gelecek ceza bana olsun. Fakat sizin putlarınız cansızdır. Dolayısıyla onların cezasından korkmuyorum. Ama göklerin ve yerin Cebbar'ı Allah'ın çetin cezasından korkup-çekinmeniz aklen size gerekir" demektir. e) Din, "duâ" manasınadır. Nitekim Hak teâlâ, "Dini sırf Allah'a has kılarak, Allah'a dua edin"(Mü'min, 14) buyurmuştur. Buna göre mana, "Sizin duanız sizedir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Sizin duanız sizedir. Halbuki kafirlerin duası, tamamen boşa gider. Eğer siz o putlara dua ederseniz, dualarınızı duymazlar. Duysalar da duanıza icabet edemezler. Sonra onlar bu hal üzere kaldıkları sürece, size zararları dokunmaz. Ama kıyamet günü, onlar dile gelirler ve onları Allah'a ortak koşuşunuzu kabullenmezler. Ama benim Rabbime gelince: O, iman edenlerin dualarına icabet eder (Şura,26) ve "Bana dua edin, size icabet edeyim. Çünkü dua eden bana dua ettiğinde duasına icabet ederim" (Bakara 186) der. f) Din, adet-örf demektir. Nitekim şair, "Heybenin o devenin üzerine atmış olunca o, (lisanı hal ile), Kendisinin adeti hep bu, benim adetimde hep bunun olacak" dedi..." demiştir ki buna göre bu, "Atalarınızdan ve şeytanlardan aldığınız örfleriniz, size; benim meleklerden ve vahiyden aldığım örfüm bana." Sonra sizler şeytanla ve cehennemle, ben de meleklerle ve cennetle yüz yüze kalıncaya değin, herbirimiz kendi adeti ve örfü üzere devam etsin gitsin" demektir. İkinci Mesele Ayetteki, ifadesi, hasr (ancak) manasınadır ve "Sizin dininiz başkasına değil ancak size; benim dinim de başkasına değil ancak banadır" demektir. Bu, 'İnsan için, ancak kendi sayıcı gayreti vardır" (Necm, 39) ve "Hiç kimse, hiç kimsenin günahım üstlenmez" (isra, 15) ayetlerinin ifade ettiği hususa işaret olup, "Ben vahiy ve tebliğ ile memurum; sizlerse, emirlere uymak ve kabul etmekle memursunuz. Ben mükellef olduğum işi yapınca, sorumluluktan kurtulmuş oldum. Ama sizin küfürde ısrar edişiniz, kendisinden ötürü bana kesinlikle bir zarar gelmeyecek şeylerden bir şeydir" demektir. Üçüncü Mesele İnsanlar, anlaşmalarda hep bu ayete tutunmayı adet edindiler. Halbuki bu caiz değildir. Çünkü Allahü teâlâ Kur'an'ı, insanlar onu darb-ı mesel etsinler diye değil, üzerinde düşünsünler, sonra da gereğini yerine getirsinler diye indirmiştir. Allah Sübhanehû ve Teâlâ en iyi bilen ve sapasağlam hükümler verendir. Salat-u selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed'e, onun aline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 0 ﴿