NASR SÛRESİNasr Sûresi, üç ayet olup, Medenî'dir. 1"Allah'ın yardımı ve fethi gelince...". Bu ayette bir takım incelikler var: Birinci İncelik: Allahü teâlâ, "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın" (Duhâ, 5) ve "Şüphesiz Biz sana Kevser'i verdik" (Kevser, 1) buyurmak suretiyle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, üstün bir eğitim vadedince, pek yerinde olarak, Allah yardımını hergün biraz daha artırıyordu. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Ey Muhammed, niçin kalbin daralıyor, sen peygamber değilken, seni zayi etmedim (yalnız Risaletinin başlangıcında da işi ileriye götürdüm ve o sürü sürü kuşları meleklere çevirdim. "Rabbiniz, beş bin melek göndermek suretiyle size yetmez mi?"(Al-i imran, 125). Şimdi de Ben lütfumu ve nimetimi artırıyor, şöyle diyorum: "Ben bizzat Kendim sana yardım edeceğim. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'ın yardımı gelince..." buyurmuştur. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ım bana verdiğin nimet, ancak doğup-büyüdüğüm Mekke fethedildiği zaman tamam olur deyince, Cenâb-ı Hak, "ve fetih geldiğinde" buyurdu. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahım, kavmim oradan çıkarsa, bunun ne tadı kalırki?" deyince, "Sen de insanları, fevc fevc Allah'ın dinine gireceklerini görünce..." (Fetih, 2) buyurdu. Daha sonra Hak teâlâ adeta şöyle demek istedi: "Ey Muhammed, biliyor musun, sen bu üç şerefli nimeti, hangi sebeble elde ettin. Sen onları ancak, önceki sûrede, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam"(Kâfirûn, 1) dediğin için elde ettin. Senin bu sözün, bu üç şeyi ihtiva eder: a) Sen, Bana, Benim dinime lisanınla destek oldun. Bunun mükafaatı, "Allah'ın nusratı"nm gelmesidir. b) Sen, kalbinin mekkesini, tevhid ordusuyla fethettin, Biz de sana, Mekkne'nin "feth"ini nasib ettik. Bu, ayetteki "ve fethi gelince" ifadesinden anlaşılan husustur. c) Sen, iç ve dış bütün uzuvlarını Bana taat ve ibadete sevkettin, Ben de kullarımı, sana taata sevkettim. Bu hususda, "insanlar, fevc fevc Allah'ın dinine girecekler" ifadesinden anlaşılmaktadır. Sen bu üç büyük ve şerefli nimeti elde ettikten sonra, Bana üç çeşit kulluk göster. Çünkü karşılıklı hediyeleşmek, sevgiye sebeb olur. Eğer Ben sana yardım edersem, tesbihatta bulun; fethi nasib edersem, hamdet; kullarım, fevc fevc müslüman olunca da, istiğfarda bulun." Cenâb-ı Hak, yardımına karşılık, tesbih edilmesini koymuştur. Çünkü tesbih, O'nu, mahlukata benzemekten uzak ve beri olduğunu söylemektir. Yani, sen, Allah'ın sana yardım ettiğini görürsen, bu yardıma müstehak olduğun için, yardıma erdiğin zannına kapılma; aksine Cenâb-ı Hakk'ın, mahlukattan hiç kimsenin O'ndan herhangi bir alacağı bulunmsından münezzeh olduğuna inan. Cenâb-ı Hak, Mekke'nin fethine mukabil, Kendisine "hamd" edilmesi, mükellefiyetini getirmiştir. Çünkü nimetlere ancak hamd ile karşılık verilir. Derken Hak teâlâ, insanların hak dine bölük bölük girişlerine karşılık da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in istiğfarda bulunması, mükellefiyetini getirmiştir. Bu da Hak teâlâ'nın, "Günahına erkek ve kadın mü'minler için istiğfar et" (Muhammed, 19) ayetinden kastedilen husustur. Bu, "Tarafların çok olması, kalbi, malum ve itibar sevgisi ve lezzetiyle meşgul eden şeylerdendir. Binâenaleyh işte bu kadarcık (meşguliyet) günahın için, İstiğfarda bulun. Ayrıca sana tabi olanların günahları için de mağfiret talebinde bulun. Çünkü onlar sayıca çok olunca, günahları da çok olur. Dolayısıyla senin kendileri için istiğfar etroene ihtiyaçları da o nisbette çok ve ileri olur. İkinci İncelik: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey kafirler... "(Kâfirûn, 1) demek suretiyle, kendisinin küfürden beri olduğunu bildirip onların kötü hareketlerini yüzlerine vurunca, bazılarından sanki korkmuş da, bu sertliği biraz yumuşatarak, Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kâfirûn, 6) deyince, kendisine, "Ey Muhammed, korkma. Ben, seni yardım ve desteğe doğru göndermem; aksine yardım ve desteğimi sana getiririm" denilmiştir. Çünkü Hak teâlâ, "Allah'ın yardımı ... gelince..." buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, ... "Yeryüzü benim için dürüldü (kısaltıldı)" hadis-i şerifidir. Yani, "Sen bir yere doğru gitme; çünkü orası sana gelir" demektir. Eğer durup, beklemekten usandın da, hicreti İstiyorsan, bil ki senin gibiler ancak, "Kâ'be kavseyn'e"(Necm,9) kadar giderler. "Kulunu geceleyin yürüten (mirac'a çıkaran) zatı tahsis ve tenzih ederim" (İsra, 1). Aksine Ben, dahasını da yapar ve ümmitinin fakirlerini, zenginlerine tercih ederim. Böylece ümmetinin zenginlerine, ahirette binekleri olsun diye, kurban kesmelerini emrederim. Fakirler bineksiz kalınca da, cenneti onlara doğru getiririm. Çünkü, "Cennet müttakilere yaklaştırılır" (Şuarâ, 90). Dünyayı Değerlendirirken Realist Olmak Üçüncü İncelik: Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ey Muhammed, dünyanın bulanıklığı berraklaşmaz-durulmaz. Keza sıkıntıları ve nimetleri de sonludur. Binâenaleyh sana "kevser"in verilmesi ile ferahladın. Dolayısıyla o ahmakların (kafirlerin) gösterdiği ahmaklığın sıkıntısına katlan. Çünkü onlar, "Senin ilahına tapmamız için, senin de bizim ilahlarımıza tapman fazım" demişlerdir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan uzaklaşıp, onlar yüzünden morali bozulunca, Cenâb-ı Hak, "Seni müjdelerim. Çünkü Allah'ın yardımı geldi" demiştir. Dolayısıyla o, bu müjdeli ayınca, "Göç göç" (yani, "Artık gitme zamanı") demeye başladı. Sen, kemalden sonra, mutlaka bir zevalin olacağını bilmez misin? O halde ey insan, Allah'dan mağfiret talebinde bulun. İlk bahardaki açlıktan ötürü üzülme, zira onun peşinden sonbaharın zenginliği gelmektedir. Sonbahann zenginliği ile de şımarma, çünkü onun peşinden de kışın sıkıntıları gelmektedir. Dolayısıyla artık şansı tamamlanmış olan için, dahası olmaz. Şairin şu sözü de bu manadadır: "Bir iş tamamlanınca, artık noksanlığı yaklaşır. "Tamamlandı" denildiğinde, artık bir zeval beklemeye başla." "Ey Allah'ım, niçin böyle yaptın?" deyince, Cenâb-ı Hak, "böylece senin kalbini dünyaya bağlamayalım, aksine o, hep bir yolculuk ve göç halet-i ruhiyesinde olsun diye böyle yaptık" demiştir. Dördüncü İncelik: Cenâb-ı Hak, önceki sûrenin sonunda, "Sizin dininiz size, benim dinim bana" buyurunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki, "Allahım, bunun karşılığı nedir?" demiş de, Allahü teâlâ, "Allah'ın yardımı" buyurmuş. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Beni putlara davet eden o amcamın cezası nedir?" deyince, Cenâb-ı Hak, "O Ebû Leheb'in iki eli kurusun..." buyurmuştur. İmdi, eğer, "Cenâb-ı Hak, niçin önce bu sûrede va'dini, bundan sonra da, Tebbet Sûresi'nde vaîdini getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun sebebi, şunlardır: 1) Çünkü Hak teâlâ'nın rahmeti, gazabından önce gelir. 2) Cins cinsi ile yanyana (karşılıklı) olsun diye... Çünkü Hak teâlâ önceki sûrede, "Benim dinim Bana" demeyi emretmiştir ki bu "yardım"dır. Bu tıpkı (Al-i imran, 106) ayetinde olduğu gibidir. 3) Va'de vefa (va'dde durma) kerem açısından, intikamı (va'îdi) tastamam yerine getirmekten daha önemlidir. Bu sûreler arasındaki böylesine sıkı uyum hususunda iyice bir düşün. Çünkü bu sûre, Medine'de nazil olanların sonuncularındandır. Kâfirûn Sûresi ise, Mekke'de ilk nazil olan sûrelerdendir. Bunları düşündüğünde, sûrelerin mushaftaki sıralanışının da Allah'dan ve Allah'ın emri ile (tevkifi) olduğunu anlarsın. Beşinci İncelik: Önceki sûrede Cenâb-ı Hak, kendi isimlerinden hiçbirini zikretmem iş, kendisine (......) ism-i mevsufu ile işaret etmiştir. Buna göre sanki, "Ben, isimlerimi, öylesine yerde zikretmem. Çünkü o zaman onlar isimlerimi hafife alırlar ve böylece cezalan daha da artar" demek istemiştir. Bu sûrede ise en büyük isimlerini zikretti. Çünkü bu, dostları hakkında indirilmiş bir sûredir. Cenâb-ı Hak bunda, en büyük ismi olan "Allah" lafzını zikretmiştir ki böylece, bunu okumak suretiyle daha büyük mükafaata ersinter. Buna göre sanki, "Benim ismimi kafirlere karşı anma ki onlar ismimi hor ve hakir görmesin, hafife almasınlar. Ama ismimi dostlarımın yanında yad et ki, onlar ismime saygı duysunlar" demek istemiştir. Altıncı İncelik: Nahivciler, ayetin başındaki (... diği zaman) edatının, "tesbih et" fiili ile mansub olduğunu söylemişlerdir. Buna göre takdir, "Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman, Rabbini hamd ile tesbih et" şeklindedir. Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ben zamanı, senin istediğin, yardım, fetih ve zaferin zarfı yaptım. Bu zarfı da, bu tür şeylerle doldurdum ve sana gönderdim. Binâenaleyh sen, bunu Bana boş olarak geri gönderme, aksine, "Hediyeleşin, dostluk kurun" hakikati gerçekleşsin diye, kullukla doldurup gönder. Binâenaleyh sanki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben fakirim, senin bu hediye zarfını neyle doldurayım?" demiş de, Cenâb-ı Hak da, adeta sanki, "Eğer başka bir şey bulamıyorsan, en azından lisanını, tesbih, hamd ve istiğfarla hareket ettir..." demiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu yapınca, "hediyeleşin..." emrinin manası tahakkuk etmiş oldu. Bu tahakkuk edince de, şüphesiz, "karşılıklı muhabbet besleyin" emri tahakkuk etmiş oldu. İşte bu yüzden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Habibullah - Allah'ın sevgilisi" olmuştur. Yedinci İncelik: Cenâb-ı Hak adeta şöyle der: "Yardımım, fetih, sana gelip de, insanlar da senin dinine bölük bölük girdiğinde, sen de tesbih, hamd ve istiğfarla meşgul ol. Çünkü Ben, "Eğer şükrederseniz, mutlaka (nimetinizi) arttırırım" (İbrahim,7). Böylece senin, bu taatlarla meşgul olman, dünya ve ahirette derecelerinin artmasına sebep olur. Binâenaleyh, hiç şüphesiz, "Biz sana kevseri verdik" ifadesinde yapmış olduğumuz va'dimiz gerçekleşinceye değin hep teatti etmeye devam edeceksin. Sekizinci İncelik: İman, ancak şu iki şeyle tamamlanır. Nefy ve isbat; beraat ve velayet (dostluk). O halde, nefy ve beraeti, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, sizin taptıklarınıza tapmam" ifadesi; isbat ve velayeti ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın ... yardımı gelince..." ayeti isbat etmektedir. Şu halde, işte bu sûre ile alakalı olan izahların tümü bundan ibarettir. Bil ki, bu ayette, bir takım sırlar bulunmaktadır. Ve bu sırların izahı, bir soru ve cevap ile mümkündür. Birinci Soru: "en-Nasr" ile "el-Feth" arasında ne fark vardır ki, "feth", "nasr" üzerine atfedilmiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: a) "en-Nasr", elde edilmek istenen şeyi, elde etmek için yapılan yardımı; "el-Feth" ise, muallakta olan neticeyi elde etmek ve gerçekleştirmek demektir. Şimdi, "nasr"ın, "feth"in bir sebebi gibi olduğu açıktır. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, önce "en-Nasr"ı zikretmiş, sonra da "feth"i ona atfetmiştir. b) Şöyle denilmesi de muhtemeldir: Nasr, dinin kemalidir; feth ise, nimetin tamamı olan, dünyevî ikbaldir. Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu gün sizin dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım" (Maide, 3) ayetidir. c) Nasr, dünyada, Minâ'da elde edilen zaferdir; feth ise, cennet ile tahakkuk edecektir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, "ve o (cennetin) kapılan açıldığında..."(Zümer,73) buyurmuştur. "Nasr" hususundaki görüşlerin en açığı, bununla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kureyş'e veya bütün Arablara galib geleceğinin kastedilmesidir. Yardımlar Çok İken Mekke Fethine Tahsis İkinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hep sürekti olarak delil ve mucizelerle desteklenmiştir. Binâenaleyh, "yardın 'ın, Mekke'nin fethine tahsis edilmesinin hikmeti nedir? Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz: a) Bu yardım ile, insan tabiatına uygun yardım kastedilmiştir. Mutlak nasr ifadesi, hususi anlamdaki nasr'a delalet eder biçimde gelmiştir; çünkü, bu yardımın, ehl-i dünyanın kalbindeki etki ve konumunun büyüklüğünden ötürü, bundan öncekiler adeta bir hiç mesabesine indirgenmiştir. Çünkü, cennete girildiğinde, oraya girmeyi sağlayan mükafaatlar, adeta, hiç tadılmamış nimetler gibi algılanır. İşte bu hususa, Cenâb-ı Hak, "Öylesine sarsıldılar ki, o peygamber ve onunla birlikte inananlar, "Allah'ın yardımı nerede?!" dediler" (Bakara, 214) ayeti ile İşaret etmiştir. b) Belki de bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberleri için hükmettiği, dünyevi işler hususundaki, Allah'ın yardımı kastedilmiştir. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın eceli geldiğinde, o ertelenmez..."(Nûh. 4) ayeti gibidir. Üçüncü Soru: Yardım, zaten, sadece Allah'tan olur. Çünkü, Allahü teâlâ, "Yardım, ancak Allah katındandır" (Enfal, 10) buyurmuştur. O halde, "Allah'ın yardımı" ifadesindeki bu kaydın, fayda ve hikmeti nedir? Cevap: Bu, "Bu, ancak Allah'a yakışan, ancak O'nun yapabileceği bir yardımdır. Veyahutta bu, ancak Allah'ın hikmetine uygun bir yardımdır" demektir ki, bu tıpkı, "Zeyd, o sanatı mükemmel ve muhkem yapmakla meşhur olduğu zaman, "Bu, başkasının değil, Zeyd'in sanatıdır" denilmesi gibidir ki, bununla, o sanatın mükemmel ve büyük oluşu kastedilmiştir. İşte burada da böyledir. Veyahut da, bu, "Allah'ın yardımı nerede?" şeklinde yapılan dualarına icabet ettiği için "Allah'ın yardımı..." şeklinde ifade edilmiştir. Dördüncü Soru: "Yardım"ı, "gelme" ile nitelemek, mecazdır. Hakiki anlamdaki ifâde ise "Allah'ın yardımı vaki olduğunda..." şeklindedir. Binâenaleyh, hakiki ifadenin bırakılıp da, mecazi ifadenin zikredilmesinin hikmeti nedir? Cevap: Burada bir takım işaretler bulunmaktadır: 1) İşler, vakitlerine bağlanmışlardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, önce, sonra olmanın; değişmenin ve tebeddül etmenin imkansız olacağı bir biçimde, her hadisenin meydana gelmesi için belli sebepler ve vakitler takdir etmiştir. Binâenaleyh, o vakit ve o zaman gelip çattığında, onunla birlikte o iş de olup biter. İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Herşeyin hazineleri, ancak bizim katırnızdadır. Ve bizherşeyi, belli bir miktar ile indiririz..."(Hicr, 21) ifadesiyle işaret etmiştir. 2) Bu lafız, bu yardımı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iştiyak içinde gibi olduğuna delalet etmektedir. Zira bu yardım, Cenâb-ı Hakk'ın va'di gereği, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hakkı idi ve o, buna müstehak idi. Şu halde, bu demektir ki, gerekçe mevcut idi. Ancak ne var ki, neticenin geri kalması, şartın tahakkuk etmeyişinden kaynaklanır. Binâenaleyh, bu yardım, tıpkı muallakta olan ağır bir şey gibi olmuş olur. Çünkü, onun ağırlığı düşmeyi iktiza eder. Ancak ne var ki, onun bağlı olması, buna manidir. O halde bu demektir ki, ağır bir şey, düşmeye iştiyak duyuyor gibi olur. Binâenaleyh, buradaki bu yardım da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müştak gibi olmuş olur. 3) Yokluk alemi, ucu bucağı olmayan, sınırsız bir alem olup, bu, zulmetler alemidir. Ancak ne var ki, bunun dibinde cömertlik ve rahmet kaynaklan vardır ki, bu, Allah'ın cömertliğinin ve yoktan var edişinin kaynağıdır. Derken, cömertlik ve nurlar denizi, kollara ayrılmış ve akmaya başlamıştır. Bu nehrin akışı, her an, belli bir yere ve belli bir mekana ulaşmasını gerektirir. Binâenaleyh, Allah'ın rahmet ve nusratının denizi, ezelden itibaren akmaya başlamıştır. Buna göre adeta şöyle denilmek istenmiştir: "Ey Muhammed! Rahmet ve yardım denizinin gelip ve sana ulaşması zamanı yaklaşmıştır. Binâenaleyh, bu denizin dalgaları geldiğinde, tesbih, tahmid ve istiğfarla meşgul ol..." O halde bu demektir ki, bu üç şey, rububiyet denizinden, ancak kendileri sayesinde kurtulmanın mümkün olduğu birer gemidirler. İşte bu yüzden, atan Nûh peygamber, kahr ve kibriya denizine binince, "Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır" (Hûd,41) demek suretiyle, Allah'dan meded ummuştur. Sahabenin Fiillerinin Allah'a İşareti Beşinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Mekke'nin fethi konusunda yardımcı olanların, muhacir ve ensardan oluşan sahabeleri olduğu hususunda şüphe yoktur. Ama, gel gör ki, Allahü teâlâ, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan yardım ve desteklerini "Allah'ın yardımı" diye adlandırmıştır.O halde, sahabe-i kiramdan sudur eden bu fiilin, Allah'a nisbet edilişinin sebebi nedir? Cevap: Bu, kaza ve kader sırrının ummanının, kendisinden kaynaklandığı bir okyanıstur. Bu böyledir, zira, onların fiilleri de, Allah'ın fiilidir. Ve izahı şöyledir: Kulların fiilelri, onların kalblerindeki, müsbet şeylere çağıran sebepler (devâî) ve kötü şeylerden men eden şeylere (savârif)e nisbet edilmişlerdir. Halbuki, bu "devâî" ve "savârif'ler, hadis, sonradan olan şeylerdir. Binâenaleyh, bunların bir "muhdis"inin olması gerekir. Bu ise, bir kul değildir; aksi halde, teselsül gerekir. Binâenaleyh, bunun, mutlaka Allahü teâlâ olması gerekir. Bu sebeple, ilk başlangıç ve en uzak müessir de, Allah; en yakın başlangıç (mebde') da, o kul olmuş olur. İşte bu açıdan, bizatihi sahabe-i kirama nisbet edilen bu yardım işi, aslında Allah'a nisbet edilmiştir. İmdi, eğer, "Sizin bahsettiğiniz bu takdire göre, kulun fiili, neticede Allah'ın fiiline dayanmış olur. Halbuki, bu, nassa aykırıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Eğer sizler Allah'a yardım ederseniz, o da size yardım eder... "(Muhammed, 7) buyurmuş, böylece, bizim, O'na yapacağımız yardımı, O'nun bize yapacağı yardımdan önce getirmiştir" denilirse, buna da şöyle cevap verebiliriz: Allahü teâlâ'dan bir fiilin sudur edip de, O'nun da, bizden herhangi bir fiilin suduruna sebep olmasında; sonra, bizden sudur eden bu fiilin de, Hak teâlâ'dan sudur eden başka bir fiile bağlanmasında bir imkansızlık yoktur. Çünkü, hadiselerin sebepleri ve neticeleri, beşerî akılların ekserisinin, keyfiyetini idrakten aciz oldukları ilginç ve acib bir halka oluştururlar. Altıncı Soru: (......) edatı, gelecek için kullanılır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, ilerde olacak bir va'di zikredince, (......) buyurdu; ve kendi zatını da, "Allah" ismiyle zikretti. Ama, "Rabbinden bir yardım gelecek olursa, onlar, "Biz de sizinle beraberdik" derler.."(Ankebüt, 10) buyurmak suretiyle, geçmiş bir yardımı dile getirince ise, zatını, "Rab" lafzıyla zikretmiştir. Acaba, bunun sebebi ne olabilir? Cevap: Cenâb-ı Hakk'tan, o fiil sudur edince, O, Rabb olur. Ama, fiil meydana gelmezden önce ise, O, Rab değil, ilahıdır... Allah'a Vaadini Yapmak Vacip Midir? Yedinci Soru: Allahü teâlâ, "Eğer Allah'a yardım ederseniz, o da size yardım eder" (Muhammed, 7) buyurmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Ey kafirler! Ben, sizin taptığınız putlara ibadet etmem" demekle Allah'ın dinine yardım etmiştir. Dolayısıyla, işte bu va'di gereği, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmesi, vacib olmuştur. İşte bu sebeple de, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, Allah'ın yardımı geldiğinde..." buyurmuştur. Şimdi sen, (ey Razı), bu yardımın Cenâb-ı Hakk'a vacib olduğunu söyleyebilir misin? Cevap: Vacib ve gerekli olmayan şey bazan, Cenâb-ı Hakk'ın va'di gereği vacib olur. İşte bundan dolayı, kerim olan kişinin va'di, borçlunun borcundan daha gerekli, daha elzem olur. Nasıl böyle olmasın ki, babaya, çocuğuna yardım etmesi, mevlaya (efendiye) da, kölesine, kuluna yardım etmesi gerekir. Hatta, yabancı karşısında tek ise ona yardım etmek ittifakla vacibtir, velevki namaz kılıyor bile olsa. Allahü teâlâ hakkında ise, bir değil, birkaç sebep oluşmuştur. Dolayısıyla da Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, cömertliği ve ikramı ile va'dde bulunmuştur. Ve O Allah, kuluna, babanın çocuğuna, efendinin kölesine olan şefkatinden daha fazla şefkatli ve merhametlidir. O Allah, mülkü bakımından bir Velî (Dost), o hükümranlığı açısından da bir Mevlâ (Efendi)dir. Üstlendiği şeyleri hakkıyla yerine getirendir. Tekdir. Birdir. İkincisi yoktur! Binâenaleyh, keremi ve cömertliği gereği, kuluna yardımda bulunması, ona düşmüştür, İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, "Allah'ın yardımı geldiği zaman..." buyurmuştur. Ayetteki, "... ve fetih..." ifadesine gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Mekke Fethine Hazırlanan Zemin İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, bu ayette geçen "feth" kelimesiyle Mekke'nin fethi kastedilmiştir. Ve bu, kendisi için, "Fetihlerin fethi!" ismi verilen bir fetihtir. Rivayet olunduğuna göre, Hudeybiye anlaşması olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geri dönünce, Kureyş'in antlaşmalı olduğu bazı kimseler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le antlaşmış olan Huzâ'a kabilesine baskın düzenlediler. Bunun üzerine o kavmin elçisi geldi ve bu durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verdi. Bu durum, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ağır geldi. Sonra Hazret-i Peygamber, "Bilin ki, ortaya çıkan bu hadise, bana, Allah katından bir zaferin geleceğini haber vermektedir..." dedi, sonra da ashabına dönerek şöyle buyurdu: Göreceksiniz Ebû Süfyan gelip anlaşmayı yenileme peşinde koşacaktır." Gerçekten, bir saat geçmeden Ebû Süfyan gelip bu talepte bulundu. Ama buna ne Resülullah ne de Sahabenin büyükleri olumlu cevap vermediler. Bunun üzerine, o Hazret-i Fatıma'ya başvurdu, bu da kendisine fayda sağlamadı. Nihayet, ümitsiz olarak Mekke'ye döndü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Mekke'ye giderek, (Mekke'nin fethi için) hazırlık yaptı. Hatıb (radıyallahü anh)'ın Mektubu Rivayet olunduğuna göre, Beni Haşim'den birisinin mevlası (kölesi) olan Sâre, Medine'ye gelir; bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona, "Müslüman olarak geldin, öyle mi?" diye sorar. O da, "Hayır, ne var ki siz, seyyidsiniz, benimse, ihtiyacım var..." der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onu, Benû Abdilmuttalib'e gönderir; onlar da onu giydirir, azığını da temin ederek, gideceği yere yollarlar. Bu arada Hâtıb ibn Belte'a da, Sâre'ye on dinar verir ve muhtevası şu şekilde olan bir mektubu Mekke'ye götürmesini ister: "Bilin ki, Allah'ın resulü, sizi kafasına koymuştur. Binâenaleyh, tedbirinizi alın..." Ve, Sâre çekip gider. Cebrail (aleyhisselâm), bu haberi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iletir; bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'yi ve Ammâr'ı, bir takım içinde onun peşinden gönderir. Ve onlara, o mektubu almalarını emreder ve eğer vermezse, "Boynunu vurun..." der. Onlar, ona yetişirler, ama o, inkar eder ve bu arada böyle bir şey taşımadığına yemin eder. Derken, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) kılıcını çeker ve "Allah bizi hiç yalana çıkarmadı" der. Bunun üzerine kadın, o mektubu, örükleri arasından çıkarır. Müteakiben, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hâtıb'ın, huzura getirilmesini ister. Ve Hâtıb huzura gelince de, "Seni buna sevkeden nedir?" diye sorar. O da, "vallahi, müslüman olduğumdan bu yana kafir olmadım. Ve, Mekke'den ayrıldığımdan beri, onları sevmedim, onlarla dostluk kurmadım. Ne var ki ben, Kureyş içinde bir yabancı gibiyim. Sizinle birlikte hicret edenlerin hepsinin, Mekke'de çoluk çocukları himaye eden yakınları var. İşte bu yüzden ben, ailem hakkında endişeye kapıldım da, Kureyş nezdinde bir yer edinmek istedim..." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "Bırak, şu münafığın boynunu vurayım..." deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Ömer, ne biliyorsun, belki de Cenâb-ı Hak, Bedir'e katılanlara rahmet nazarıyla baktı da, işte bu yüzden, "İstediğinizi yapın, çünkü ben, sizi bağışladım..." dedi..." buyurdular da, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in gözleri yaşla doldu. Sonra Allah'ın Resulü çıktı; derken, Merrizzahrân'a vardı ve orada konakladı... Abbas ile Ebû Süfyan ona geldiler ve ondan izin istediler. O da, özellikle amcasına izin verdi. Bunun üzerine de Ebû Süfyan, "Ya bana da izin verirsin, ya da oğlumu çöle götürürüm, o da orada, açlıktan ve susuzluktan ölür..." dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbi rikkate geldi ve ona da izin verdi; sonra da şöyle dedi: "Müslüman olman ve Allah'ı birlemen zamanı gelmedi mi?" O da, "O'nun bir olduğunu sanıyorum. Zira, burada, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, bize yardım ederdi..." diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Peki, benim, Allah'ın Resulü olduğumu bilmen ve ikrar etmen zamanı gelmedi mi?" diye sorunca da, o, "Muhakkak ki, benim bu konuda bir şüphem var..." diye cevap verdi. Bunun üzerine Abbas söze karışarak, "Ömer seni öldürmeden müslüman ol..." deyince, o, "Ya ben Uza'yı ne yapacağım..." diye cevap verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer "Şayet sen, Allah Resulünün huzurunda olmasaydın, muhakkak senin boynunu vururdum..." dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan, "Ey Muhammed, bu basit insanları bırakıp da, kavmin ve kabilenle barış yapman daha uygun ve evla değil mi? Mekke sakinleri senin kavmin ve yakınların. Bu sebeple, onları saldırıya ve yağmaya maruz bırakma" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu insanlar bana yardım ettiler, destek verdiler ve benim canımı müdafaa ettiler. Mekke halkı ise, beni kovdu ve bana zulmetti. Eğer Mekkeliler esir edilirlerse, kendi kötü davranışları yüzündendir!.." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abbas'a, onu götürmesini ve askeri görmesi için, gözetleme yerinde tutmasını emretti. Herbir bölük önünden geçtiğinde, o, "Bu kim?" diye soruyor, Abbas da, "Bu, ordu komutanlarından falanca..." diyordu. Derken, ancak gözbebekleri görünebilen, yeşil bölük geldiğinde, o bunları da sordu. Abbas da, "Allah'ın Resulü, bu.." deyince, o, "Muhakkak ki, yeğenine büyük bir güç ve mülk verilmiş!" dedi. Abbas da, "Bu nübüvvettir.." deyince, "Nübüvvet!? Ne uzak!.." diye cevap verdi. Sonra haberci geri döndü ve Mekke'ye girdi. Ve şöyle seslendi: "Muhammed, hiçbirimizin karşı duramayacağı bir ordu ile gelmiş!.." Bunun üzerine Hind bağırdı ki "Bu haberciyi öldürün..." dedi ve sakalından yakaladı. Bunun üzerine adam bağırdı ve Hind'i kendinden uzaklaştırdı. Ebû Süfyan sabahleyin müslümanların ezanını duyduğunda, -ki müslümanlar onbin kişiydiler- bundan şiddetli bir korku duydu ve Abbas'a bunu sordu. O da ona, namaz işini anlattı. Derken Allah'ın Resulü binitinin üzerinde olduğu halde, Mekke'ye girdi; tevazu ve şükründen ötürü de, tıpkı secde halindeymiş gibi, sakalı da, eğerin ön kaşı üzerindeydi. Sonra, Ebû Süfyan eman diledi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine, "Ebû Süfyan'ın evine giren, emniyet içindedir.." dedi; Ebû Süfyan da, "Evimin alabileceği kadar kimse..." diye ekledi. Hazret-i Peygamber yine, "Mescide giren kimse de, emindir" buyurunca, o, "Mescidin alabildiği herkes..." diye ekledi. Hazret-i Peygamber devamla, "Silahını bırakan, güvendedir. Kapısını örten güvendedir." Sonra Allah'ın Resulü, Mescid'in (Kâ'be'nin) kapısında durdu ve şöyle dedi: "Allah'dan başka ilah yoktur. O, tekdir. Vadinde durdu, kuluna yardım etti, yalnız başına hizipleri, müşrik ordularını hezimete uğrattı.." Sonra da şöyle seslendi: "Ey Mekkeliler, size ne yapmamı bekliyorsunuz?" "Ey, cömerd âlicenap kardeş ve âlicenap bir kardeşin oğlu; hayır ve iyilik..." deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Gidin... Serbestsiniz sizler..." dedi ve onları salıverdi. Bundan dolayıdır ki Mekke halkı, fulaka (salıverilenler) diye isimlendirilmiştir. İşte bundan dolayı, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Muaviye'ye o, "Allah bize, sizin boyunlarınızı vurma gücü ve imkanı verdiğinde, biz sizi azad etmiştik..." anlamında, "Efendi ile azadlısı nasıl müsavi olur?!" derdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), (......) buyurmamış, bilakis (......), buyurmuştur. Çünkü "mu'tak" 'ın köleliğe döndürülmesi caiz değildir. Ama, boşanmış olan kadın (......) nikah bağına geri dönebilir. Ve henüz onlar küfür üzere bulunuyorlardı. Bu sebeple, hainlik edip de, ikinci bir kez köleleştirilmeleri mümkün ve caiz idi. Bir de, talak, kadınlara has bir şey idi. Onlar da silahlarını bırakmışlar, tıpkı kadınlar gibi evlerine çekilmişlerdi. Bir de şu var: Mu'tak (......)ın yolu açılıp serbest bırakılır; o, dilediği yere gider. Ama, "mutallaka" (boşanmış kadın) ise, iddet beklemek için evinde oturup bekler. Bundan ötürü onlar, kadınlar gibi, Mekke'de oturmakla emrolunmuşlardı. Sonra Mekkeliler, bey'at ettiler. Böylece de, bölük bölük Allah'ın dinine girer hale geldiler. Rivayet olunduğuna göre, Allah'ın Resulü, dördü kuşluk namazı; diğer dördü de, Allah'a şükretmek için nafile olmak üzere sekiz rekat namaz kıldı. İşte, Mekke'nin fethinin kıssası budur. Müfessirler nezdinde, meşhur olan da, bu sûredeki "feth"den muradın, Mekke'nin fethi olduğu şeklindedir. Bu "feth"den muradın Mekke'nin fethi olduğuna delalet eden şeylerden birisi de şudur: Cenâb-ı Hak "feth"i, "nasr-yardım, zafer" ile birlikte, yanyana zikretmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) daha önce, Bedir'de olduğu gibi, yardıma mazhar olmluş, ama fetih müyesser olmamıştı. Aynı şekilde, Benu'n-Nadîr gazvesinde, onların sürülmesinden olduğu gibi, fethe mazhar olmuş, ama yardım ve nusrete mazhar olmamıştı. Zira o, o beldeyi fethetmiş, ama insanları esir almamıştı. Ama, Mekke'nin fethi gününe gelince, burada, şu iki husus da tahakkuk etmiştir: Yardım ve fetih... Öyle ki, bütün Mekkeliler onun kölesi gibi olmuş, o da onları azad etmiştir. İkinci görüşe göreyse, bu fetihten maksat, Hayber'in fethidir. Bu fetih, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin eliyle tahakkuk etmiştir, ki, kıssa gayet meşhurdur. Hayber'de Hazret-i Al ve Halid b. Velid Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh), yanına şecaat ve cesarette kendisiyle boy ölçüşen Halin ibnu'l-Velîd'i almıştı. Kale duvarına merdiven dayatılınca Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Halid'e, "öne geçecek misin?" deyince, Halid, "Hayır" dedi. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) öne geçip, çıktı, Halid ona, "Ne kadar yükseldin?" diye sordu. O da, "Korkunun şiddetinden, bilemiyorum" diye cevap verdi. Rivayet olunduğuna göre Halid ibnu'l-Velîd, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye, "Beni güreşte yenebilir misin?" diye sorunca, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Seni ben, daha önce yenmedim mi ki?" dedi. Halid de, "Evet ama bu, müslüman olmamdan önce idi..." dedi. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin onunla görüşmekten çekinmesinin sebebi muhtemelen şu idi. O, Halid'in "Ali bile kendisinden çekiniyor" diye ün kazanmasını uygun görüyordu. Yahut ta Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Ben seni kafirken yenmiştim. Ama şu anda sen müslümansın. Benim seni yere sermem, yenmem güzel olmaz" diye düşünmüştür. Üçüncü görüşe göreyse, bununla Taif'in fethi kastedilmiş olup, bu hadise, uzuncadır. Şirke Karşı Bütün Fütuhatlardır Dördüncü Görüş: Bu ifadeden murad, kafirlere karşı muzafferiyet ve yardım; mutlak anlamda, şirk beldelerinin fethedilmesidir. Bu, Ebû Müslim'in görüşüdür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Açılan İlimlerdir Beşinci görüşe göreyse, Cenâb-ı Hak feth ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e fethedip açtığı ilimleri murad etmiştir. "De ki: "Ya Rabbi ilmimi artır"(Taha, 114) ayeti de bu manadadır. Fakat ne var ki, ilmin meydana gelmesinden önce mutlaka, göğüs genişliğinin ve kalb tasfiyesinin bulunması lazımdır. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın yardımı geldiğinde..." ifadesinden murad edilen de budur. Cenâb-ı Hakk'ın yardımı ile, O'nun, taat ve hayırları işlemeye yardım etmesinin; feth ile de, makûlât ve ruhaniyat aleminden yararlanmanın murad edilmiş olması da muhtemeldir. Biz, "feth"i, Mekke'nin fethi manasına hamledersek, işte o zaman şunu deriz ki: Alimlerin, bu sûrenin nüzul vakti hakkında iki görüşü bulunmaktadır: 1) Mekke'nin fethi, hicri sekizinci senede meydana gelmiştir. Bu sûre de, hicri onuncu senede nazil olmuştur. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin nüzulünden sonra, yedi gün yaşamıştır. Bundan ötürü bu sûre, "veda sûresi" diye de isimlendirilmiştir. 2) Bu sûre, Mekke'nin fethinden önce nazil olmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Mekkelilere karşı, ona yardım edeceğine ve Mekke'nin fethini ona müyesser kılacağına dair bir va'd ve müjdesidir. Bunun bir benzeri de, "Sana Kur'ân'ı farz kılan Allah, seni muhakkak döneceğin yere döndürecektir"(Kasas, 85) ayetidir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman"buyruğu, gelecek zamanı iktiza eder; zira, olup bitmiş bir şey hakkında, "Geldiğinde, ... olduğunda..." denilmez. İşte bu görüş doğru olunca, bu ayet-i kerime, haber verdiği şeyin bir zaman sonra, aynen haber verildiği gibi doğru çıkması ve tahakkuk etmesi bakımından, mucizeler cümlesinden olmuş olur. Zira, gaybtan haber vermek, bir mucizedir. İmdi, şayet, "Cenâb-ı Hak niçin yardımı Allah'a nisbet etti de (Allah'ın yardımı), "feth"İ, eliflâmlı ) zikretti?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Eliflâm, daha önce geçmiş olan malum ve ma'kud bir şey için gelmiş olup, bu da, "Mekke'nin fethine" racidir. İnsanların Fevc Fevc İslama Girince 2"İnsanların, fevc fevc Allah'ın dinine girdiklerini gördüğünde..." Ayetine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: (......) fiilinin manasının "basiret ettin, gördün" şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, yine mananın, "bildin..." şeklinde olması da muhtemeldir. Şayet mana, şeklinde olursa, ifadesi de hal olarak mansub olur. Buna göre kelamın takdiri şu şekilde olur. "İnsanları da, bölük bölük Allah'ın dinine girer halde gördüğünde..." Ama ifadenin manası, "Allah'ın dinine girdiklerini" ifadesi, fiilinin ikinci mef'ûlü olur. Kelamın takdiri ise, "İnsanların da, Allah'ın dinine girdiklerini bilir ve anlarsan..." şeklindedir. "insanlar" kelimesinin zahiri, umum ifade eder. O zaman da, gerçekte durum böyle olmadığı halde, bütün insanların varlık ve oluş alemine girmiş olmaları gerekir (ne dersin)? Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1) İnsanlık ve akıldan maksat ve gaye, din ve taattır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ben, cinleri ve insanları ancak, bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zâriyât, 56) buyurmuştur. Dolayısıyla, kim hak dinden yüz çevirir de, küfür üzerinde kalmaya devam ederse, sanki o, insan değildir. İşte bu mana, Allahü teâlâ'nın, "Onlar hayvanlar gibidirler; hatta onlar daha da sapıktırlar..." (A'râf, 179) ifadesinden kastedilen mananın ta kendisidir. Ayrıca Cenâb-ı Hak onlar hakkında, "Onlara, "İnsanların inandıkları gibi siz de inanın denildiğinde... "(Bakara, 13) buyurmuştur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin oğlu Hasan (radıyallahü anh) dan, "insanlar kimlerdir?" diye sorulduğunda, o, "Bizler, insanların ta kendileriyiz. Bizim taraftarlarımızsa, insan benzerleri. Düşmanlarımız ise, insan değil, "nesnâs"dır, maymundur..." diye cevap vermiş, bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de, onu, iki gözünün ortasından öpmüş ve "Allah risaletini koyacağı yeri en iyi bilendir" demiştir. İmdi, şayet, "Onlar İslâm'a, uzun bir müddet ve çok kusurlar işledikten sonra girmişlerdir. O halde daha nasıl olur da, böylesi büyük bir medhi hak etmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Bunda, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin genişliğine bir işaret bulunmaktadır. Çünkü kul, ömrü boyunca küfür ve isyan işleyip de, ömrünün sonunda iman etse, Allah onun imanını kabul eder ve onu, böylesi büyük bir medihle över. Rivayet olunduğuna göre melekler böylesi kimse için, "Her ne kadar daha önce kaçındıysan da, şimdi iman ediptaat işledin..." derler. Yine rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: "Allah'ın, sizin birinizin tevbe etmesinden duyduğu sevinç, yitiğini bulan kişinin ve suya kavuşan susamışın duyduğu sevinçten daha fazladır.. Müslim, tevbe, 1-8 (4/2102-2104); Buhâri, Daavat 31. Bunun manası şudur: Rab Teâlâ şöyle der: "Kulunu yetmiş sene baktım, terbiye ettim. Eğer küfrü üzere ölürse, onu cehenneme göndermem kaçınılmaz olacak. O zaman, yetmiş sene boyunca ona yapmış olduğunm ihsan ve iyilikler boşa çıkacak..." İşte, küfür ve isyanın müddeti ne kadar uzarsa, bunlardan yapılan tevbenin kabulü de o nisbette zor ve çetin olur. 2) Rivayet olunduğuna göre, "insanlar" kelimesiyle, Yemenliler kastedilmektedir. Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Bu sûre nazil olduğu zaman Allah'ın Resulü şöyle dedi: "Allahu ekber! Allah'ın yardımı ve fetih geldi! Yemen ehli geldi. Kalbi mütehassıs bir kavim. İman, Yemenlidir; fıkıh, Yemenlidir; hikmet, Yemenlidir." Sözüne devamla da şöyle dedi: "Rabbimizin nefesinin Yemen cihetinden (geldiğini) duyuyorum!" Cumhûr-ı fukahâ ve kelamcifardan pekçoğu şöyle demiştir: "Mukallidin imanı sahihtir." Buna da bu ayeti delil getirmişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bu kısımdakilerin imanının sahih olduğuna hükmetmiş ve onu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan nimetlerin en büyüklerinden addetmiştir. Şayet onların imanı sahih olmasaydı, Cenâb-ı Hak bunu, bu bağlamda zikretmezdi. Sonra biz kesin olarak biliyoruz ki, onlar, delil ile, ne cisimlerin sonradan meydana geldiğini (hudûs), ne Allah'ın cisimlikten, mekân ve zamandan (el hayyiz) münezzeh olduğunu isbat etmeyi, ne Allah'ın sonsuz olan malumatın bütününü bildiğini isbat etmeyi, ne Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde tam ve mükemmel bir mucizenin tezahür etmiş olduğunu isbat etmeyi, ne de, mucizenin tahakkuk etmesinin, sıdk ve doğruluğa nasıl delalet ettiğini isbat etmeyi biliyorlardı! O bedevilerin, bu İncelik ve dakik hakikatleri bilmediklerini bilmek zorunlu ve zaruridir. O halde biz şunu anlıyoruz ki, mukallidin imanı sahihtir. Onların, bu meselelerin delillerinin asıl ve esaslarını bildikleri; zira bu delillerin asıllarının zahir ve aşikar olduğu söylenemez. Aksine onlar, ayrıntıları bilmiyorlardı. Fakat şu kadar var ki insanın istidlal yapıyor sayılması için, bütün bu tafsilatları bilmesi de şart değildir. Zira biz diyoruz ki, delil ziyadelik ya da noksanlık kabul etmez. Çünkü, delil, mesela on mukaddimeden meydana gelmişe, bunlardan dokuzunu bilip onuncu delilde mukallid olan kimse, neticede kaçınılmaz olarak mukallid olmuş olur. Çünkü, taklidin fer'înin de taklid olması evla ve daha uygundur. Şayet bu kimse, o on mukaddimenin tamamını biliyorsa, onun dışındaki bir kimsenin, bu delili ondan daha iyi bilmesi imkansız olur. Çünkü bu fazlalık, şayet bu delilin delaletinde muteber bir cüz ise, o zaman ilk on mukaddime, delilin tamamı olmaz. Çünkü onunla beraber, bu zaid mukaddimenin de bulunması gerekir. Biz ise daha önce, bu on mukaddimenin yeterli olduğunu farzetmiştik. Şayet bu fazlalık ve ziyadelik, bu delilin delaletinde muteber addedilmezse, o zaman bu, bu delilden ayrı ve bu medlule delaleti hususunda da muteber olmayan bir durum olmuş olur. Böylece de, delilin bir delil olduğunu bilmenin, ziyadelik ya da noksanlık kabul etmediği sabit olmuş olur. Ama, o bedevilerin, bu meselelerin delillerinin bütün mukaddimelerini, bunlardan bir teki dahi müstesna ve hariç olmaksızın, bildiklerinin söylenmesi durumuna gelince, bu, haddinden fazla iddialı ve büyük konuşmak olur. Ya da onlar, böyle değildiler; ki o zaman da, onların mukallid olduğu kesinlik kazanmış olur. Zikrettiğimiz bu şeyi tekid eden bir husus da, Hasan el-Basrî'den rivayet edilen şu şeydir: O şöyle demiştir: "Allah'ın Resulü Mekke'yi fethettiği zaman, Arablar birbirlerine yöneldiler de, "O, Harem halkına karşı zafer kazanınca, onun, hak üzere olması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ, onları daha önce, fil ashabından ve onlara kötülük yapmak isteyen herkesten korumuştu" dediler. Sonra da, savaşmaksızın, bölük bölük İslâm'a girmeye başladılar." Hasan el-Basrî'nin rivayet ettiği budur. Şurası malumdur ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke ehline karşı zafer kazanmasıyla, onun hak üzere olmasının vacîb olduğuna istidlalde bulunmak, çok kuvvetli değildir. Böylece de anlıyoruz ki, onlar istidlalde bulunmuyorlardı; bilakis, mukallid idiler. Allah'ın Dininin Öbür İsimleri "Allah'ın dininden maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki, Allah katında din, İslâm'dır" (Al-i imran, 19) ve "Her kim " İslâm'dan başka din ararsa, bu din ondan kabul edilmez" (Al-i imran, 85) ayetlerinin delaletiyle, İslâm'dır. "Din"in başka isimleri de bulunmaktadır. "İman", bunlardandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bunun üzerine, mü'minlerden orada olanları çıkardık. Zaten orada, kendilerini Allah'a teslim etmiş olanlardan yalnız bir tek ev bulmuştuk" (Zâriyat, 35) buyurmuştur. Bu isimlerden bir tanesi de, "sırât"tır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Göklerde olanlarla yerde olanların Kendisine ait olduğu Allah'ın yolu"(Şuara, 53) buyurmuştur. "Kelimetullah" da bu isimlerdendir. Keza, "nur" da bunlardandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nurunu söndürmek isterler" (Tevbe, 32) buyurmuştur. "Hüdâ" Cenâb-ı Hak, "Bununla dilediğini hidayet eder"(En'âm, 88) buyurmuştur. "el-Urve-kalb" de bu isimlerdendir. Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki, en sağlam kulpa tutunmuştur" (Bakara, 256) buyurmuştur. Bunlardan bir tanesi de, "el-Hablu - kopmaz ip"dir. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ipine tutunun" (Al-i İmran, 103) buyurmuştur. Yine, Sıbğatullah (Allah'ın boyası) ve Fıtratullah (Allah'ın yaratışı) da bu isimlerdendir. 1) Çünkü Allah ismi, zata ve sıfatlara delalet ettiği için, isimlerin en büyüğüdür. Cenâb-ı Hak adeta şöyle buyurur: "Bu dinin, Allah'ın dini olmaktan başka bir haslet ve özelliği olmasa bile, onun kabul edilmesi zorunlu ve vacibtir." 2) Cenâb-ı Hak şayet, demiş olsaydı, bu, "Bu dini kabul etmek sana vacibtir; çünkü O, seni terbiye etti; sana ihsanda bulundu" manasını ihsas eder; o zaman da, senin O'na yapmış olduğun taat ve ibadet ise, bir menfaat isteği ve talebine yönelik olarak meydana gelmiş olur; böylece de ihlas bulunmamış olur. İşte buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bana olan kulluk hizmetini, sana dönecek bir faydadan dolayı değil, ben Allah ve ilah olduğun için ihlasla yap" demiş olur. (el-fevcu) kelimesi, "kalabalık cemaat" anlamına gelmekte olup, Arablar, daha önceleri birer birer, ya da ikişer ikişer İslâm'a giriyorlar iken, şimdi, bir kabile toptan İslâm'a giriyordu. Cabir ibn Abdullah'tan rivayet edildiğine göre, o, bir gün, ağlar. Bunun üzerine ona, "Seni böyle ağlatan nedir?" diye sorulduğunda, o şöyle der: "Allah'ın Resulünü şöyle derken duydum: "İnsanlar bölük bölük Allah'ın dinine giriyorlar. Bölük bölük de ondan çıkacaklar" Müsned, 3/343; Darimî, mukaddime, 14. Bizler, imanın bahşedilmesinden sonra, ondan sıyrılıp çıkmaktan Allah'a sığınırız. 3"Rabbine hamd ile tesbih et. Ve, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ ona önce tesbihte bulunmasını, sonra hamdetmesini, daha sonra da mağfiret talebinde bulunmasını emretmiştir. Böyle bir te'dibin pekçok faydası vardır: Birinci Fayda: Bil ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hak üzere olduğu halde, yardım ve nusretin uzun seneler gecikmesi insanın kalbine ağır gelir ve insan gönlünde, "Ben hak üzere isem, ey Rabbim, bana niçin yardım etmiyorsun; bu kafirleri niçin bana musallat kıldın?" şeklinde bir istifham uyanır. İşte hatıra gelebilecek böyle bir düşüncenin önüne geçmek için, Cenâb-ı Hak, tesbihatta bulunmayı emretmiştir. Ama bizim, "Bu tenzihten muradı, "Allahım, sen, herhangi bir kimsenin sana karşı bir şey hak etmiş olmasından münezzehsin. Bilakis, yaptığın her şeyi sen, ancak, ilahi meşietin muktezasınca yaparsın. Binâenaleyh sen, dilediğini dilediğin gibi yaparsın..." şeklindedir." dememize gelince, buna göre tesbihin faydası, Allahü teâlâ'yı, herhangi bir kimsenin O'na karşı bir şeyi hak etmiş olmaktan tenzih etmektir. Mu'tezile'nin görüşüne gelince, bu tenzihin faydası, kulun, bu gecikmenin, bir hikmet ve maslahata binaen olup, cimrilik ve batılı hakka tercih etme sebebiyle olmadığını bilmesidir. Sonra, kul, Allah'ı, yakışmayan şeylerden tenzih etme işini bitirince, o zaman da, kendisine vermiş olduğu iyilik ve iütuflardan dolayı, Allah'a hamd ile meşgul olmaya başlar. Bundan sonra da, işlediği günahlar yüzünden, Allah'dan mağfiret talebinde bulunur. İkinci Fayda: Hak yolda yürüyenlerin iki yol ve tarzı vardır: Onlardan bir kısmı, "Gördüğüm herbir şeyin sonrasında Allah'ı gördüm" derken, kimileri de, "Gördüğüm her şeyden önce Allah'ı gördüm" der. Şüphesiz bu yol, daha mükemmeldir. Ama, hikmete dair ilim ve alametler açısından olmasına gelince, bu böyledir; çünkü müessirden esere inmenin mertebesi, eserden müessire inmenin mertebesinden daha yücedir. Rivayet ehlinin fikirleri açısından böyle olmasına gelince; zira, nurun kaynağı, vacibu'l-vücud olan (Allah)'dır; zulmetin kaynağı ise, mümkinü'l-vücûd'dur. Birincisi temaşaya dalmaksa, şüphesiz, daha şerefli ve üstündür. Bir de, asi ile tabi olana istidlalde bulunmak, tabi olan ile asla istidlalde bulunmaktan daha kuvvetlidir. Bu husus sabit olunca biz deriz ki: Bu ayet, iki yolun en kıymetlisi olan bu yola delalet etmektedir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, Hâlık ile meşgul olmayı, nefs (kişinin kendisi) ile meşgul olmadan önce getirmiş, böylece de, Hâltk ile ilgili olarak şu iki hususu zikretmiştir: a) Tesbih.. b) Tahmid (hamd etmek).. Daha sonra ise ulema, üçüncü mertebede istiğfarı zikretmişlerdir ki, bu istiğfar da, hem Hâlık'a, hem de halka (mahluka) iltifat etmekle içice olan bir hal ve durumdur. Bil ki, Hak teâlâ'nın sıfatları, selbî ve icâbî (olumlu) ve nefy ve isbat olmak üzere kısımlara ayrılmaktadır. Selbî sıfatlar, icâbî olanlardan önce gelmektedir. O halde, "tesbih" Vâcibü'l-Vücûd olan Cenâb-ı Hakk'ın selbî sıfatlarını nazara vermeye bir işarettir. "Tahmîd" ise, Cenâb-ı Hakk'ın sübûtî sıfatlarına bir işarettir; ki bunlar, ikram sıfatlarıdırlar. İşte bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim, celal sıfatının ikram sıfatından önce olduğuna delalet etmektedir. Cenâb-ı Hak, Vâcibü'l-Vücûd'a dair bilgi ile istiğfarın bu iki nevine de işaret edince, buradan, doğrudan doğruya istiğfara geçti. Çünkü kul, istiğfarda, kendi kusurlarını ve Hak teâlâ'nın cömertliğini görüp müşahede eder. Yine o istiğfarda, nefsi için en mükemmel ve en uygun olanı taleb eder. Yine şurası malumdur ki, kul, Allah'dan başkasını müşahede ile meşgul olduğu nisbette Cenâb-ı Hakk'ın celal ve azametini mütalaa ve müşahededen mahrum kalır. İşte bu incelikten dolayıdır ki, istiğfar, tesbih ve tahmidden sonra gelmiştir. Üçüncü Fayda: Bu, beşerin, meleklere benzemesine bir teşviktir. Bu böyledir, zira, en alttaki türün en üstünde bulunan, en üstteki türün en altında bulunana bitişiktir. İşte bu sebepledir ki, "İnsanlık mertebelerinin en sonuncusu (yani, en üst mertebesi), meleklik mertebelerinin başlangıcıdır. Sonra melekler, kendileri hakkında, "Biz sana hamdederek, noksan sıfatlardan seni tenzih ediyoruz" (Bakara, 31) demişlerdir. Bu sûredeki, (......) Nasr, ifâdesi işte, (Bakara, 31) ayetinde geçmekte olan meleklere benzemeye bir işarettir. Buradaki, ifâdesi de, Bakara 31'de geçen "kemal sıfatlarıyla da tavsif edip duruyoruz..." ifadesine bir işarettir. Çünkü aliler, ifadesini, "Biz, senin rızana nail olmak için, nefislerinizi takdis ve tebrie ediyoruz, aklıyoruz" şeklinde yorumlamışlardır. "İstiğfar"ın manası da yine, nefsi arındırmak, takdis etmek manasına racidir. Bundan muradın, "Onlar kendileri için, beni hamd ile tesbih ettikleri iddiasında bulundular ve kendilerinde böyle bir meziyyet gördüler. Sana gelince, beni hamdinle tesbih ve tenzih et; böyle bir taati kendinden bilmekten de tevbe ve istiğfar et. Bilakis, bunu, benim muvaffak kılmaz ve ihsanımdan bilmen gerekir..." şeklinde olması da muhtemeldir. Şöyle denilmesi de muhtemeldir: "Melekler nasıl kendileri hakkında, (Bakara, 31) demişler; Allah da onlar hakkında nasıl "İman edenler için mağfiret talep ederler" (Mü'min, 7) buyurmuşsa, ey Muhammed, sen de, bölük bölük dine gelen o kimseler için, tıpkı, mü'minler için mağfiret talebinde bulunan ve "Rabbimiz, tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla" (Mü'min, 7) diyen melekler gibi af talebinde bulun..." Tesbih, temizlemektir. Bundan, Kâ'be'nin putlardan temizlenip kırılmalarının murad edilmesi muhtemeldir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Rabbini hamdederek..." buyurmuştur ki, bu, "Senin bu temizleme İşine girişmenin, Rabbini hamdedip O'na İstiğfarda bulunman ve O'nun yardım ve desteğini elde etmen vasıtasıyla olması muhtemel ve yerinde olur. Sonra bunu yaptığın zaman, kendini, Allah'a layık ve yakışan taatı yapmış ve yerine getirmiş olarak görmemen; bilakis, bu durumda dahi kendini kusurlu ve eksik görmen uygun düşer. O halde, ey Muhammed, sen, Allah'a olan taatlarındaki kusur ve eksiklerinden dolayı istiğfar talebinde bulun!" demektir. Beşinci Fayda: Hak teâlâ sanki şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed, ya masumsun, ya da değil. Eğer masum, günahlardan korunmuş isen, tesbih ve tahmid ile meşgul ol. Şayet masum değilsen, istiğfarda bulunmakla meşgul ol." Bu durumda ayeti kerime, tıpkı, "Sana ölüm gelinceye değin Rabbine yardım et" (Hicr, 99) ayetinde de olduğu gibi, Allah'a kulluk görevini yerine getirme mükellefiyetinde hiçbir boşluğun olmadığına dair bir tenbihat gibi olmuş olur. "Tesbih"ten neyin murad edildiği hususunda iki izah şekli vardır: 1) "Tesbih, Allah'ı tenzih ile zikretmektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bundan sorulduğunda, cevaben, "Tesbih, Allah'ı bütün kötü şeylerden tenzih etmektir" buyurmuştur. Kelimenin aslı ise "yüzdü" kelimesinden gelir. Şöyle ki: Yüzen kimse, tıpkı kuşun havada uçması gibi, suda yüzer ve kendisini, suya batıp da boğulmaktan ya da, su yatağındaki kötü şeylere takılıp da onlarla kirlenmekten korur. Kelimenin şeddeli şekli de, "uzaklaştırmak" anlamına gelir. Çünkü, senin Allah'ı tesbih etmen demek O'nu, hakkında layık ve caiz olmayan şeylerden uzak tutman demektir. Şüphe yok ki bu kelimenin, Allah'ı, nefy ve isbat yönünden, gerek zati, gerek fiili sıfatlar itibariyle hakkında caiz olmayan şeylerden tenzih etmek için kullanılması güzel ve uygun olmuştur. Çünkü, nasıl ki balık necaset kabul etmezse, bunun gibi, Hak Sübhanehû da, Kendisi hakkında asla uygun olmayan şeyleri kabul etmez. O halde "tesbih" kelimesi, hem zat, hem sıfat, hem de fiiller hususunda Allah'ın tenzih edilmesini ifade eder. 2) Tesbihten murad, namazdır. Çünkü bu lafız, Kur'ân-ı Kerim'de namaz manasında da varid olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Akşama ve sabaha erdiğiniz zaman, Allah'ı tesbih edin (namaz kılın)" (Rum, 17) ve "Güneş doğmadan önce, Rabbini hamdederek tesbih et (namaz kıl) "buyurmuştur. Bunu teyid eden bir başka husus da, bu sûrenin, nazil olan son sûre olmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de son hastalığında, "Namaza ve ellerinizin altındaki (köle ve cariyelere) çok dikkat edin" buyuruyor, bunun içinden sürekli tekrarlıyor ve bu konuda lisanına da hakim olamıyordu. Bazıları ise şöyle demişlerdir: Bununla, Mekke'nin fethi günü sekiz rekat olarak kılmış olduğu şükür namazı kastedilmiştir. Diğer bazı alimler, "Bu kuşluk namazıdır"; yine başkaları, "Hazret-i Peygamber, dört rekatı şükür için, dört rekatı da kuşluk namazı için olmak üzere, sekiz rekat namaz kılmıştır. Namaza "tesbih" adının verilmesi ise, namazda mutlaka tesbihatın bulunması sebebiyledir. Burada, "Namazın, söz ve fiillere dair her türlü noksanlıklardan temiz tutulup tenzih edilmesi gerekir!" şeklinde bir tenbih ve uyarı bulunmaktadır. Birinci görüş sahipleri, görüşleri hakkında bu hususta gelmiş olan pekçok haberi delil getirmişlerdir. Mesela bunlardan olmak üzere, Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin nazil olmasından sonra,"Allahım, seni hamd ile tesbih ve tenzih ederim. Allahım, beni bağışla! Sana tevbe ve istiğfar ediyorum!" demeyi çoğaltmıştır. Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) yine şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber rükûunda çokça, "Allahım, Seni hamd ile tesbih ederim. Allahım beni bağışla!" diyordu. Yine Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin anlattığına göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), son demlerine doğru, otururken kalkarken, giderken gelirken, daima "Allah'ı hamd ile tesbih ve tenzih ederim" diyordu. Bunun üzerine, "Ey Allahın Resulü, sen, "Sübhanellâhi ve bihamdihî.." ifadesini çokça söylüyorsun, (niye)? deyince, "Çünkü ben, bununla emrolundum" dedi ve "Allah'ın yardımı... geldiği zaman "ayetini okudu. İbn Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre bu sûre nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allahım, seni hamdinle tenzih ve tesbih ederim. Allahım, hem beni bağışla. Muhakkak ki sen, tevbeleri çokça kabul edensin, çok bağışlayansın" ifadesini çokça söylemeye başlamıştır. Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Muhakkak ki ben, günde, Allah'a yüz kere tevbe ediyorum" Müslim, zikir, 41 (4/2075). diyordu. Ayet-i kerime, tesbih ve tahmidin faziletine delalet etmektedir. Şöyle ki, Cenâb-ı Hak yardım ve fetih nimetlerinin şükrünü eda etmede, bunu kafi ve yeterli kabul etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Oruç, benim içindir..." hadis-i kudsîdeki ifadesi, orucun en büyük faziletlerinden birisidir; çünkü Cenâb-ı Hak onu kendine nisbet etmiştir. Hal böyleyken, bu niye böyle olmasın ki?! Sonra Cenâb-ı Hak, bu teşrif ve üstünlük hususunda, namaz mahallerini oruca denk kılmış ve "Mescidler Allah'ındır" buyurmuştur. Bu da, namazın, oruçtan çok çok üstün olduğuna delalet etmektedir. Sonra namaz, zikirlerin mahal ve mekanıdır. Bundan dolayı Allahü teâlâ, "Muhakkak ki, Allah'ı anmak daha büyüktür" (Ankebut,45) buyurmuştur. Allah, Kendisini medhettiği şeylerle medhedilmesi, hem aklen hem de şer'an malum iken, bu, nasıl böyle olmasın ki? Namazın keyfiyetine gelince, bu ancak, şeriatın açıklamasıyla bilinebilir. Bundan dolayıdır ki, namaz, tesbih ve tekbirin kendisinden beslendiği bir kaynak gibi addolunmuştur. Buna göre şayet, "Tesbihatın vacib olmaması, onun derecesinin, namazın diğer amellerininkinden daha az olmasını gerektirir" denilirse, biz deriz ki: Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz: 1) Namazın diğer fiilleri, kalbin kendisine meyletmediği şeylerdendir; bunun içindir ki bunlar hususunda, onların vacib ve farz kılınmasına gerek duyulmuştur. Tesbihat ve tekbire gelince, hem akıl buna davet eder, hem de ruh, buna aşık ve müştakdır. Bundan ötürü de, fıtri sevgi ile yetinilmiştir. Bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "îman edenlerse, Allah'ı daha çok severler" (Bakara, 165) buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, (......) kelimesi emirdir. Mutlak olarak gelen emir ise, fukahaya göre, vücub ve farziyyet ifade eder. Mutlak olarak gelen emrin "nebd -mendubluk" ifade ettiğini söyleyen ise, kelimenin burada, karine yardımıyla vücub ifade ettiğini, çünkü istiğfarda bulunmanın bu ifadeye atfedildiğini, istiğfarın ise farz olduğunu; atf'da bulunan hususlardan birisinin de, matuf ile matufun aleyh arasında bir müşterekliğin bulunması olduğunu söylemiştir. 3) Tesbihat şayet farz olsaydı, o zaman, onu terketmekten dolayı meydana gelen ikab ve azab da, onun yüceliğini göstermek için daha büyük olurdu. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, bu mahzurdan kaçınmak için onu vacib kılmamıştır. "Hamd"e gelince, onun tefsiri daha önce geçmişti. ifadesinin tefsirine gelince, alimler bu hususta birkaç görüş zikretmişlerdir: 1) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Kelamın takdiri, "Ey Muhammed, Allah'ın sana gösterdiği o hayranlık verici inam ve nimetlerden hayranlık duyarak, "Allah'ı tenzih ederim. Bütün hamd, Allah'a mahsustur" de. Yani, "tesbih ile tahmidi birleştir" şeklindedir. Nitekim sen, "ikisini, karıştırıp da içtim" anlamında "Suyu sütle içtim" dersin. 2) Sen, Allah'a hamdettiğin zaman, onu tesbih de etmiş olursun. Zira tesbih, hamd'e dahildir. Zira, Allah'ı övüp ona şükürde bulunmanın, O'nu, bütün noksan sıfatlardan tenzih etmeyi ihtiva etmesi gerekir. Zira Allah medhe ve övgüye ancak, noksanlıklardan tenzih edildiği zaman layık olabilir. Bundan ötürüdür ki, Fatiha Sûresi, Kur'ân'ın anahtarı kabul edilmiştir. Mekke'nin fethi sırasında Allah'ın Resulü, "Kuluna yardım eden Allah'a hamdolsun!" demiş, fakat sözünü, tesbih ile açmamış (yani.... Allah'ı tesbih ederim dememiş)tir. O halde ifâdesinin manası, "Ona hamdetmen, vasıtasıyla, onu tesbih et; yani O'nun, bu yolla tesbih ve tenzih eyle..." şeklindedir. 3) Bu ifadenin hal olması. Buna göre manası, "Hamdeden olarak Allah'ı tesbih " şeklinde olur. Bu senin tıpkı, "silahlı olarak anlamında olmak üzere, "Silahınla çık.." demen gibidir. 4) Bunun manasının, "Tesbihten sonra hamdde bulunmayı da tasarlayarak, Allah'ı tesbih ve tenzih et..." şeklinde olması da caizdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmaktadır: "Senin, lafzan her ikisini aynı anda söylemen uygun olmaz. Fakat, niyet bakımından ikisini birleştirebilirsin. Tıpkı, kurban bayramı günü, kendisinden sonra kurban kesmeye niyetlenerek, bayram namazına niyet etmen gibi. Ki böylece senin için aynı saatte iki sevap ve mükafaat bir arada tahakkuk eder. İşte burada da böyledir." 5) ifadesindeki bâ'nın, "Bunu, ancak ve ancak Allah'ın lütfü ve keremi ile yaptım" örneğinde geçen, bâ gibi olması. Buna göre mana, "Allah'ı, ancak ve ancak O'na hamdederek, O'nun irşadı ve inamı ile tesbih ve tenzih et. Başkasını överek değil" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de, ilk hadisinde geçen Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin şu sözüdür: ' Buna göre ifâdenin anlamı, şu şekilde olur: "Allah'ı, sadece O'nu hamdederek tesbih ve tenzih et. Çünkü, seni hidayete ileten O'dur, başkası değil..." Bu sebepledir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle demekte olduğu rivayet edilmiştir: "Allah'a hemdetmeye muvaffak kılmasından ötürü de Allah'a hamd ü senalar olsun." 6) Süddî, ifadesinin, "Rabbimin emriyle..." anlamında olduğunu rivayet etmiştir. 7) İfadedeki bâ'nın zaid bir bağlaç olması. Buna göre kelamın takdiri, "Rabbinin hamdini tesbih ve tenzih et.." şeklinde olur. Sonra, bu anlayış hakkında da birkaç ihtimal söz konusudur. a) Bunun manası, "Allah için, hamdlerin en temiz ve nezih olanını seç" şeklindedir. b) "Rabbine olan hamdlerini, riya ve gösterişten"; bunları zikir ile fasit dünyevi gayelere ulaşmak emelinden temizle..." c) "Rabbine olan hamdlerini, "Ben bunları, O'na yaraştığı şekilde yaptım" iddiasından temizle." Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ı, layık olduğu veçhile takdir edemediler" (Zümer, 67) ayetiyle, buna işaret edilmektedir. 8) Yani, "Sana vacib olan hamdin yerine, sen, tesbihatta bulun..." demektir. Bu böyledir, çünkü, hamd muhakkak, nimetler mukabilinde olur, Allah'ın bize olan nimetleri ise sonsuzdur. Binâenaleyh, bunlara mukabil hamd ü sena edebilmek, beşer takatinin üstündedir. Bu sebeple işte Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları hakkıyla sayamazsınız"(İbrahim, 34) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta sanki, "Sen, bihakkın hamdden acizsin. O halde, hamdin yerine tesbihatta bulun" demek istemiştir. 9) Bu ifadede, tesbih ile tahmidin, birinin diğerinden sonraya kalması caiz olmayan ve yine her ikisinin aynı anda yapılmaları da tasavvur olunamayan iki şey olduğuna bir işaret bulunmaktadır. Bunun bir benzeri, kendisi için, şuf'a hakkı ve kusur (ayb)dan dolayı geri verme hakkı sabit olan kimsenin durumudur ki bu kimsenin "Bana satılan bu şeyi geri vermen suretiyle şuf'a hakkını tercih ettim" demesi gerekir. İşte bunun gibi de Cenâb-ı Hak, ikisi de aynı anda vaki olsunlar ve de böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), aynı anda hem hamdeden, hem de tesbih eden olsun diye, "Rabbini hamd ile tesbih ve tenzih et.." buyurmuştur. 10) Bundan muradın, şeklinde olmasıdır. Yani, "Rabbinin hamdini mütalaa ederek, kalbini temizle. Çünkü sen, her şeyin Allah'dan olduğunu gördüğün zaman, kalbini, kendi nefsine ve cehdine çevirmekten temizlemiş olacaksın" demektir. O halde, emr"i Allah'dan başkasının nefyedilmesine; ifadesi de her şeyin Allah'dan olduğunun görülmesine bir işarettirler. Hak teâlâ'nın, O'ndan mağfiret dile" emri,hakkında birkaç izah tarzı bulunmaktadır: 1) Muhtemeldir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine eziyet edenlerden intikam almayı temenni edip, Allahü teâlâ'dan kendisine yardım etmesini istiyordu. Ne zamanki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın yardımı ... geldiğinde..." buyurduğunu duydu, buna sevindi. Fakat şu da bilinmektedir ki, günahı olmayan bir kimsenin mağfiret talebinde bulunması, güzel ve yerinde değildir. Bu yolla Peygamber anladı ki, Rabbi onu, afvetmeye ve intikam almayı terketmeye teşvik etmektedir. Zira, Allahü teâlâ ona, onlar için mağfiret talebinde bulunmasını emredince, daha nasıl olur da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlardan intikam almakla meşgul olması uygun ve yerinde olur?! Sonra Cenâb-ı Hak sûreyi, Kendisinin Tevvâb sıfatını zikrederek bitirmiştir. Sanki şöyle buyurmaktadır: "Tevbeyi kabul etmek, Allah'ın işidir. Dolayısıyla, O'ndan her kim tevbesinin kabulünü talep etmişse, Allah bunu ona vermiştir. Bu tıpkı şuna benzer: Satıcının mesleği, yanındaki emtiayı satmaktır. Bu sebeple, her kim ondan, bu emtiadan bir şey talep ederse, o da ona bundan satar. Satın alan ister dost olsun, isterse düşman. Rab Teâlâ da böyledir işte; tevbe eden ister Mekkeli olsun ister Medineli, O, tevbeleri kabul buyurur. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ın bu emrine uydu. Bu sebeple Mekkeliler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen, kerim bir kardeşsin; kerim bir kardeşin de oğlusun" dediklerinde, o onlara, "Bu gün artık sizi kınamıyorum. Allah sizi bağışlasın"(Yusuf,92) demiştir. Yani, "Rabbim bana, sizin için mağfiret talebinde bulunmamı emretti. Bu sebeple de, O'nun beni reddetmesi caiz olmaz" demektir. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifaedisinden murad edilen mana, ya "Kendin için Allah'dan mağfiret talebinde bulun" ya da, "Ümmetin için" şeklindedir. Şayet ifadesi murad edilen birincisi ise, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bir günahın sadır olup olmadığı meselesine varıp dayanır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İçin İstiğfar? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den günah sadır olduğunu söyleyen kimse, buradaki "istiğfar"ın faydası hakkında bazı açıklamalar zikretmiştir: 1) Mümkündür ki onun çokça istiğfar etmesi, hatasını küçültme işinde etkili olsun. 2) Israr etmek günahından kurtulması için, ona istiğfarda bulunmak gerekmiştir. 3) İstiğfar ona, küçük günahını onarıp tamir etmesi için gerekli olmuştur. Böylece, onun sevabından asla hiçbir şey fasit olmaz. Nebi Günah İşlemez Diyenlere Göre İstiğfar Ondan bir günah sadır olmamıştır diyene gelince, o da, bu istiğfar hakkında şu açıklamalarda bulunmuştur. 1) Peygamberin istiğfarı, tesbih yerine geçmektedir. Bu böyledir, çünkü o, Cenâb-ı Hakk'ı, çok bağışlayıcı olmakla (gaffar) vasfetmiştir. 2) Bundan maksat, başkalarının ona uyması için, onun bununla Allahü teâlâ'ya ibadet ve taatta bulunmasıdır. Çünkü hiçbir mükellef, ibadetinde herhangi bir kusurun meydana gelmediğinden emin olamaz. Böylece bunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ne kadar gayret etse ve çaba harcasa da, onun, istiğfardan müstağni olamayacağına; o halde, onun dışındakilerin halinin nice olacağına dair bir tenbih ve uyarı bulunmaktadır. 3) İstiğfar, efdal ve en uygun olanı terketmekten ötürüdür. 4) Bu istiğfar şu sebepten dolayıdır. Kul bir itaat işleyip de, bunu, Cenâb-ı Hakk'ın ona olan ihsanı ile karşılaştırdığında, yaptığı taatın, o nimetin şükrünü eda hususunda yetersiz olduğunu görür. İşte bundan dolayı Allah'a istiğfarda bulunsun" demektir. 5) İstiğfar, kulluk yoluna sülük etmede meydana gelmliş olan kusurdan dolayıdır. Çünkü, Allah'a giden yolu, kullukta bir makama ulaşıp da, daha sonra o makamı da geçtiği zaman, işte o makamı aşmasından sonra onun noksan ve kusurlu olduğunu görür. Bundan dolayı da Allah'tan mağfiret talebinde bulunur. Allah'a giden yolun mertebe ve makamları sonsuz olunca, bu istiğfarın mertebelerininde sonsuz olması icab eder. İkinci ihtimale, yani muradın, "Ümmetinin günahı için istiğfarda bulun" şeklinde olmasına gelince, bu da yine gayet açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hak ona, "Kendi günahın için, erkek mü'minler ve kadınlar için istiğfar et" (Muhammed, 19) ayetinde ümmetinin günahı için istiğfarda bulunmasını emretmiştir. İşte bu noktada, ümmet çoğaldıkça, bu istiğfarda daha zorunlu ve mühim hale gelmiştir. Biz, "Burada, kastedilen mana, hem kendin hem de ümmetin için istiğfarda bulun" şeklindedir" dediğimizde de bunun gibidir. Tenzih, Hamd, İstiğfar Sıralaması Ayette bir müşkil bulunmaktadır. O da şudur: Tevbe bütün taatlardan önce gelir; sonra, hamd, tesbihten önce gelir. Çünkü, hamd, in'âm sebebiyle yapılır. İn'âm ve ihsan ise, münezzeh zat (Allah) tam sudur ettiği gibi, bazan da başkasından sudur eder. O halde, önce istiğfarın meydana gelmiş olması, bundan sonra hamdin zikredilmesi, daha sonra da tesbihin ifade edilmesi gerekirdi. O halde ifadenin, tamamen bu tertibin aksine gelmiş olmasının sebebi nedir? Buna birkaç bakımdan cevap verilir: 1) Muhtemeldir ki Cenâb-ı Hak, en kıymetli ve şerefli olanla başlamıştır. Böylece ifade en kıymetliden daha az kıymetliye, yukardan aşağıya inmektedir. Bunda da, Hâlık'tan halka inmenin, halktan Hâlık'a yükselmekten daha şerefli olduğuna bir dikkat çekme bulunmaktadır. 2) Bunda, kuldan sudur eden tesbih ve hamdin, Allah'ın celal ve izzeti ile karşılaştırıldığında günah haline dönüştüğüne, binaenaleyh, bundan istiğfarda bulunmanın da vacib olduğuna bir tenbih ve dikkat çekme vardır. 3) Tesbih ve hamd, Allah'ın emrini tazim ve ululamaya; istiğfar İse, Allah'ın mahlukuna şefkat etmeye bir işarettir, birincisi, namaz gibi; ikincisi ise zekat gibidir. Nasıl ki namaz zekattan önce gelirse, işte burda da böyledir. Ayet-i kerime, tesbih ve istiğfarda bulunmayı açıkça ifade etmenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vacib olduğuna delalet etmektedir. Bu bir kaç bakımdan böyledir: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân'ın naklinin mütevatir olması için, sûreyi herkese tebliğ etmekle memur idi. Biz de, onun, vahyin tebliğ edilmesi görevini en güzel şekilde yerine getirmiş olduğunu bilmekteyiz. İşte, bu maksadın tahakkuk etmesi için, ona, apaçık bir biçimde tesbih ve istiğfarda bulunması vacib (farz) olmuştur. 2) Güdülen amaçlardan bir tanesi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bütün ümmete örnek ve kudve olmasıdır. Ta ki, ümmet, gerek nimet gerekse mihnet ve çile içinde bulunduğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yapmış olduğu şeyi yapsın; nimetler yeniden geldiğinde şükür ve hamdi de tekrarlasın. 3) Müşahede edilen, genellikle, hamdin önce getirilmesidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Resulüne daima hamd ve istiğfarı emretmiştir. Ta ki böylece kendisiyle diğer insanların farkı ortaya çıksın. Keza ecelinin yaklaştığını anlayınca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ ona "istiğfar et" emrini ile vermiştir. Ta ki ümmeti de ecelleri yaklaşınca böyle yapsınlar. Ayet hakkında bazı sorular bulunmaktadır: 1) Cenâb-ı Hak, mazi siğasıyla, (......) buyurmuştur. Oysa ki, biz Allah'ın bunu gelecekte kabul etmesine muhtacız. 2) Allahü teâlâ Nûh Sûresi'nde de olduğu gibi, yerine (Gaffâren) demeli değil miydi? 3) Cenâb-ı Hak "Allah'ın yardımı", "Allah'ın dinine" buyurmuştur. O haalde niçin "Allah'ın hamdi" ile buyurmadı da, "Rabbinin hamdiyle" buyurmuştur? Birinciye birkaç bakımdan cevap verebiliriz: 1) Böyle söylemesi, daha beliğdir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Ben sizi, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet olmakla medhedip övmedim mi? Sonra, sizin aşağınızda olanların da, mesela yahudiler gibi, tevbelerini kabul ediyorum. Çünkü onlar, büyük mucizelerin zuhurunda, yani denizin yarılmasından, Tur dağının yükseltilmesinden üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın eti yağdırılmasından... sonra Rablerine isyan etmişler ve bütün kabahatler işlemişlerdi. Tevbe ettiklerinde ise tevbelerini kabul ettim. Şimdi, Ben, sizden aşağı seviyede bulunanların tevbesini kabul edince, sizin tövbelerinizi kabul etmez miyim?" demek istemiştir. 2) Bu, "Hayli zamandan beri Ben, asî kullarımın tevbesini kabul etmeye başladım. Buna başlamak, asi olmayanlarını da kabule sevkeder. Rahman olanın keremine bundan başkası mı yaraşır ki?" demektir. 3) "Ben, size, istiğfarda bulunmayı emretmezden evvel de "tevvâb" idim. Size istiğfarı emredince, tevbeleri kabul etmez miyim?" 4) Bu sanki, onların suçlarının hafifletilmesine bir işarettir. Yani, "Sizler suç işleyip de tevbe edenlerin ilki değilsiniz. Bilakis, tevbeleri kabul etmek, benim mesleğimdir" demektir. Buna göre, suç, suçlu için bir musibettir. Musibet yaygınlaştığında ise, hafifler. 5) Bu sanki, şu ifadenin bir benzeri gibidir: "Andolsun ki Allah, geçmişte ihsan ve ikramda bulundu. Aynen bunun gibi, gelecekte de ihsanda bulunacak." İkinci soruya da birkaç bakımdan cevap verilir: 1) Böylece, belki de Cenâb-ı Hak, bu ümmete daha fazla şeref ve mevki tahsis etmiştir. Çünkü kulun sıfatları içinde (gaffar) sıfatı yoktur. Aksine, kul tevbe ettiğinde, onun hakkında "tevvâb-çok tevbe eden" denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır. Şöyle ki, her ne kadar manalar farklı ise de, sen mü'minsin, Ben de mü'minim. O halde tevbe et ki, neticede de benim adaşım olasın. Şu halde, sen tevvâb (çok tevbe) edensin, ben de tevvâb (tevbeleri çokça kabul eden)im." Tevvâb kelimesi Allah hakkında, O'nun, tevbeleri çok kabulü anlamına gelir. Böylece Cenâb-ı Hak, kulun da çok tevbe etmesi gerektiğine tenbihatta bulunmuş olur. 2) Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Çünkü kul bazan, gönülden tevbe etmediği halde, lisanen "Estağfirullah Allah'tan bağışlanmamı diliyorum" diyebilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kalbiyle günahını izhar ettiği halde lisanıyla istiğfar eden kimse, adeta, Rabbiyle alay eden kimse gibidir" ifadesi de bu manadadır. Buna göre şayet, "Kişi bazan, gerçekten tevbe etmediği halde, "Allah'a tevbe ederim" de der" denilirse, biz deriz ki: O zaman o yalancı olur. Çünkü tevbe, günahtan dönme ve pişman olmanın adıdır. İstiğfar ise böyle değil, kişi bunda yalancı olmaz. O halde kelamın takdiri, "Tevbe ederek Allah'tan mağfiret dile" şeklinde olur. Bu ifadede, amellerin tevbe ve istiğfar ile bitmeleri gerektiğine dair bir tenbihat bulunmaktadır. Ömürlerin sonu da böyledir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir meclise oturduğu zaman, oradaki oturuşunu istiğfar ile bitirirdi. Rab Vasfını Kullanmanın Hikmeti? Üçüncü soruya da şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ adaleti gözetmiş, böylece kendi zat ismini de iki kere zikretmiş, fiil ismini de. Bunlardan birincisi "Rab", ikincisi ise "Tevvâb"dır. Rububiyyet önce, tevbeleri çokça kabul ediş de sonra olduğundan, Cenâb-ı Hak, pek yerinde olarak, önce Rabb ismini, sonra Tevvâb ismini zikretmiştir. Sûrenin Vefatı Nebeviyeyi Haber Vermesi Sahabe-i kiram, bu sûrenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatının yaklaşmış olduğuna delalet ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Abbas bunu anlayınca ağlamış. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Seni ağlatan nedir?" deyince, Hazret-i Abbas, "Bu sûre senin (yakında) vefat edeceğini haber vermiştir" diye cevap verir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Durum, senin dediğin gibidir" buyurur. Rivayet olunduğuna göre bunu İbn Abbas söylemiş; bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Gerçekten bu çocuğa pekçok ilim verilmiştir" buyurmuşlardır. Nakledildiğine göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), İbn Abbas (radıyallahü anh)'a saygı gösterir, onu kendine yakın tutardı. Onun, Bedir'e katılan sahabilerle oturmasına izin verirdi. İşte bunun üzerine Abdurrahman (İbn Avf), Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e, "Bu çocuğun bizimle oturmasına izin mi veriyorsun? Bizim, onun kadar oğlumuz var" deyince, "bunun sebebi, sizin onun kim olduğunu, yani nasıl liyakatli birisi olduğunu bilmenizdir" diye cevap verdi. İbn Abbas şöyle der: Hazret-i Ömer, bir gün bana ve onlara haber saldı. Bir araya geldiğimizde onlara, ayet-i kerimesinden sual etti. Ama, o bunu sanki, benim sebebimle sormuş gibiydi. Bunun üzerine içlerinden bir kısmı, "Allah nebisine, fetih işlerinden bir kısım, "Allah'tan istiğfar edip, O'na tevbe etmesini emretmiştir" diye cevap verince, ben, "Hayır, böyle değil. Bilakis, bu sûre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vefatı haber vermektedir" dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, "Bu sûrenin manası hususunda ben de, senin bildiğinden başkasını bilmiyorum" dedi. Sonra da etrafına dönerek, "Bu gördüklerinizden sonra beni nasıl kınarsınız?" diye ilave etti. Yine anlatıldığına göre, bu sûre nazil olduğu zaman, (Hazret-i Peygamber), insanlara hitab ederek, "Allah bir kulunu dünya ile Ahiret, yani Allah'a kavuşma arasında muhayyer bıraktı, o kul da, Allah'a kavuşmayı seçti" buyurur. Bir kimse, "Bu ayet, nasıl olur da bu manaya delalet edebilir?" derse, buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Bazıları şöyle demiştir: Bunu, az önce anlattığımız üzere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hatka hitap edip de, muhayyerlik hususunu zikretmiş olması sebebiyle anlamışlardır. 2) Cenâb-ı Hak "nasr"ın, fethin ve insanların bölük bölük İslâm'a girmelerini tahakkuk ettiğini zikredince, bu, artık kemal ve tamamlanmanın da, gerçekleşmiş olduğuna delalet etmiştir. Her kemalden sonra ise zeval gelmektedir. Nitekim şöyle denilmiştir: "Bir şey tamamlandığı zaman, onun noksanlaşması da yaklaşmıştır, işte "tamamlandı" denildiğinde, sen, zevali gözle artık." 3) Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, mutlak olarak tesbih, tahmid ve istiğfarı emretmiştir. Onun bunlarla meşgul olması ise onu, ümmetin işiyle meşgul olmaktan alıkoyar. Böylece bu, tebliğ işinin tamamlanıp kemale erdiğine dair bir tenbihat olmuş olur. Bu ise, ölümü gerektirir; çünkü, şayet Hazret-i Peygamber bundan sonra hayatta kalacak olsaydı, risalet görevinden uzak ve mazul birisi gibi olmuş olurdu ki, bu caiz değildir. 4) Cenâb-ı Hakk'ın, emri ecelin yaklaştığına dikkat çekmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Vakit yaklaştı, yolculuk zamanı geldi; bu iş için hazırlan ve azıklan!.." buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, ecel yaklaştığı zaman akıllı kimsenin yapması gereken şeyin, çok çok tevbe etmesi olduğu hususuna dikkatimizi çekmiştir. 5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sanki şöyle denilmiştir: "Dünyada arzuladığın şeyin müntehası ve akıbeti, işte şu bulduğun şeylerdir: Zafer, fetih ve hakimiyet... Allahü teâlâ sana, "Ahiret senin için, dünyadan daha hayırlıdır" (Duhâ, 4) vadinde bulunmuştu. Madem ki artık, dünyadaki en yüce maksadına nail oldun, o halde, o yüce saadetleri elde etmen için ahiret yurduna geç!.." Biz, en sahih olan görüşün, bu sûrenin Mekke'nin fethinden önce nazil olduğunu bildirmiştik. Bu sûrenin Mekke'nin fethinden sonra nazil olduğunu söyleyenler de vardır: Maverdî'nin zikrettiğine göre, bu sûrenin nüzulünden sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ancak, tamamını tesbih ve istiğfarla geçirmiş olduğu altı gün yaşamıştır. Mukatil ise şunu söylemiştir: Bu sûreden sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yıl yaşadı. Derken, (Maide, 5) ayeti nazil oldu. Bundan sonra seksen gün yaşadı. Derken, Kelâle ayeti nazil oldu. Bundan sonra elli gün yaşadı. Daha sonra (Tevbe, 128) ayeti nazil oldu. Bundan sonra ise otuzbeş gün yaşadı. Daha sonra da, (Bakara, 281) ayeti nazil oldu. Bu ayetten sonra ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onbir gün yaşadı... Bir başka rivayete göreyse, bu ayetten sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yedi gün yaşadı. Bunun nasıl olduğunu en iyi bilense Allah'tır. |
﴾ 0 ﴿