NASR SÛRESİ

Nasr Sûresi, üç ayet olup, Medenî'dir.

1

"Allah'ın yardımı ve fethi gelince...".

Bu ayette bir takım incelikler var:

Allah'ın Yardımı

Birinci İncelik: Allahü teâlâ, "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın" (Duhâ, 5) ve "Şüphesiz Biz sana Kevser'i verdik" (Kevser, 1) buyurmak suretiyle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, üstün bir eğitim vadedince, pek yerinde olarak, Allah yardımını hergün biraz daha artırıyordu. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Ey Muhammed, niçin kalbin daralıyor, sen peygamber değilken, seni zayi etmedim (yalnız Risaletinin başlangıcında da işi ileriye götürdüm ve o sürü sürü kuşları meleklere çevirdim. "Rabbiniz, beş bin melek göndermek suretiyle size yetmez mi?"(Al-i imran, 125). Şimdi de Ben lütfumu ve nimetimi artırıyor, şöyle diyorum: "Ben bizzat Kendim sana yardım edeceğim. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'ın yardımı gelince..." buyurmuştur. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ım bana verdiğin nimet, ancak doğup-büyüdüğüm Mekke fethedildiği zaman tamam olur deyince, Cenâb-ı Hak, "ve fetih geldiğinde" buyurdu. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahım, kavmim oradan çıkarsa, bunun ne tadı kalırki?" deyince, "Sen de insanları, fevc fevc Allah'ın dinine gireceklerini görünce..." (Fetih, 2) buyurdu.

Üç Nimete Karşılık Üç Ödev

Daha sonra Hak teâlâ adeta şöyle demek istedi: "Ey Muhammed, biliyor musun, sen bu üç şerefli nimeti, hangi sebeble elde ettin. Sen onları ancak, önceki sûrede, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam"(Kâfirûn, 1) dediğin için elde ettin. Senin bu sözün, bu üç şeyi ihtiva eder:

a) Sen, Bana, Benim dinime lisanınla destek oldun. Bunun mükafaatı, "Allah'ın nusratı"nm gelmesidir.

b) Sen, kalbinin mekkesini, tevhid ordusuyla fethettin, Biz de sana, Mekkne'nin "feth"ini nasib ettik. Bu, ayetteki "ve fethi gelince" ifadesinden anlaşılan husustur.

c) Sen, iç ve dış bütün uzuvlarını Bana taat ve ibadete sevkettin, Ben de kullarımı, sana taata sevkettim. Bu hususda, "insanlar, fevc fevc Allah'ın dinine girecekler" ifadesinden anlaşılmaktadır. Sen bu üç büyük ve şerefli nimeti elde ettikten sonra, Bana üç çeşit kulluk göster. Çünkü karşılıklı hediyeleşmek, sevgiye sebeb olur. Eğer Ben sana yardım edersem, tesbihatta bulun; fethi nasib edersem, hamdet; kullarım, fevc fevc müslüman olunca da, istiğfarda bulun." Cenâb-ı Hak, yardımına karşılık, tesbih edilmesini koymuştur. Çünkü tesbih, O'nu, mahlukata benzemekten uzak ve beri olduğunu söylemektir.

Yani, sen, Allah'ın sana yardım ettiğini görürsen, bu yardıma müstehak olduğun için, yardıma erdiğin zannına kapılma; aksine Cenâb-ı Hakk'ın, mahlukattan hiç kimsenin O'ndan herhangi bir alacağı bulunmsından münezzeh olduğuna inan. Cenâb-ı Hak, Mekke'nin fethine mukabil, Kendisine "hamd" edilmesi, mükellefiyetini getirmiştir. Çünkü nimetlere ancak hamd ile karşılık verilir. Derken Hak teâlâ, insanların hak dine bölük bölük girişlerine karşılık da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in istiğfarda bulunması, mükellefiyetini getirmiştir. Bu da Hak teâlâ'nın, "Günahına erkek ve kadın mü'minler için istiğfar et" (Muhammed, 19) ayetinden kastedilen husustur. Bu, "Tarafların çok olması, kalbi, malum ve itibar sevgisi ve lezzetiyle meşgul eden şeylerdendir. Binâenaleyh işte bu kadarcık (meşguliyet) günahın için, İstiğfarda bulun. Ayrıca sana tabi olanların günahları için de mağfiret talebinde bulun. Çünkü onlar sayıca çok olunca, günahları da çok olur. Dolayısıyla senin kendileri için istiğfar etroene ihtiyaçları da o nisbette çok ve ileri olur.

Allah'a Teslim Olana O Yeter

İkinci İncelik: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey kafirler... "(Kâfirûn, 1) demek suretiyle, kendisinin küfürden beri olduğunu bildirip onların kötü hareketlerini yüzlerine vurunca, bazılarından sanki korkmuş da, bu sertliği biraz yumuşatarak, Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kâfirûn, 6) deyince, kendisine, "Ey Muhammed, korkma. Ben, seni yardım ve desteğe doğru göndermem; aksine yardım ve desteğimi sana getiririm" denilmiştir. Çünkü Hak teâlâ, "Allah'ın yardımı ... gelince..." buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, ... "Yeryüzü benim için dürüldü (kısaltıldı)" hadis-i şerifidir. Yani, "Sen bir yere doğru gitme; çünkü orası sana gelir" demektir. Eğer durup, beklemekten usandın da, hicreti İstiyorsan, bil ki senin gibiler ancak, "Kâ'be kavseyn'e"(Necm,9) kadar giderler. "Kulunu geceleyin yürüten (mirac'a çıkaran) zatı tahsis ve tenzih ederim" (İsra, 1). Aksine Ben, dahasını da yapar ve ümmitinin fakirlerini, zenginlerine tercih ederim. Böylece ümmetinin zenginlerine, ahirette binekleri olsun diye, kurban kesmelerini emrederim. Fakirler bineksiz kalınca da, cenneti onlara doğru getiririm. Çünkü, "Cennet müttakilere yaklaştırılır" (Şuarâ, 90).

Dünyayı Değerlendirirken Realist Olmak

Üçüncü İncelik: Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ey Muhammed, dünyanın bulanıklığı berraklaşmaz-durulmaz. Keza sıkıntıları ve nimetleri de sonludur. Binâenaleyh sana "kevser"in verilmesi ile ferahladın. Dolayısıyla o ahmakların (kafirlerin) gösterdiği ahmaklığın sıkıntısına katlan. Çünkü onlar, "Senin ilahına tapmamız için, senin de bizim ilahlarımıza tapman fazım" demişlerdir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan uzaklaşıp, onlar yüzünden morali bozulunca, Cenâb-ı Hak, "Seni müjdelerim. Çünkü Allah'ın yardımı geldi" demiştir. Dolayısıyla o, bu müjdeli ayınca, "Göç göç" (yani, "Artık gitme zamanı") demeye başladı. Sen, kemalden sonra, mutlaka bir zevalin olacağını bilmez misin? O halde ey insan, Allah'dan mağfiret talebinde bulun. İlk bahardaki açlıktan ötürü üzülme, zira onun peşinden sonbaharın zenginliği gelmektedir. Sonbahann zenginliği ile de şımarma, çünkü onun peşinden de kışın sıkıntıları gelmektedir. Dolayısıyla artık şansı tamamlanmış olan için, dahası olmaz. Şairin şu sözü de bu manadadır: "Bir iş tamamlanınca, artık noksanlığı yaklaşır. "Tamamlandı" denildiğinde, artık bir zeval beklemeye başla." "Ey Allah'ım, niçin böyle yaptın?" deyince, Cenâb-ı Hak, "böylece senin kalbini dünyaya bağlamayalım, aksine o, hep bir yolculuk ve göç halet-i ruhiyesinde olsun diye böyle yaptık" demiştir.

Va'din Peşinden Vaîd

Dördüncü İncelik: Cenâb-ı Hak, önceki sûrenin sonunda, "Sizin dininiz size, benim dinim bana" buyurunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki, "Allahım, bunun karşılığı nedir?" demiş de, Allahü teâlâ, "Allah'ın yardımı" buyurmuş. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Beni putlara davet eden o amcamın cezası nedir?" deyince, Cenâb-ı Hak, "O Ebû Leheb'in iki eli kurusun..." buyurmuştur.

Sûreler Arasında Tenasüp

İmdi, eğer, "Cenâb-ı Hak, niçin önce bu sûrede va'dini, bundan sonra da, Tebbet Sûresi'nde vaîdini getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun sebebi, şunlardır:

1) Çünkü Hak teâlâ'nın rahmeti, gazabından önce gelir.

2) Cins cinsi ile yanyana (karşılıklı) olsun diye... Çünkü Hak teâlâ önceki sûrede, "Benim dinim Bana" demeyi emretmiştir ki bu "yardım"dır. Bu tıpkı (Al-i imran, 106) ayetinde olduğu gibidir.

3) Va'de vefa (va'dde durma) kerem açısından, intikamı (va'îdi) tastamam yerine getirmekten daha önemlidir.

Bu sûreler arasındaki böylesine sıkı uyum hususunda iyice bir düşün. Çünkü bu sûre, Medine'de nazil olanların sonuncularındandır. Kâfirûn Sûresi ise, Mekke'de ilk nazil olan sûrelerdendir. Bunları düşündüğünde, sûrelerin mushaftaki sıralanışının da Allah'dan ve Allah'ın emri ile (tevkifi) olduğunu anlarsın.

Beşinci İncelik: Önceki sûrede Cenâb-ı Hak, kendi isimlerinden hiçbirini zikretmem iş, kendisine (......) ism-i mevsufu ile işaret etmiştir. Buna göre sanki, "Ben, isimlerimi, öylesine yerde zikretmem. Çünkü o zaman onlar isimlerimi hafife alırlar ve böylece cezalan daha da artar" demek istemiştir. Bu sûrede ise en büyük isimlerini zikretti. Çünkü bu, dostları hakkında indirilmiş bir sûredir. Cenâb-ı Hak bunda, en büyük ismi olan "Allah" lafzını zikretmiştir ki böylece, bunu okumak suretiyle daha büyük mükafaata ersinter. Buna göre sanki, "Benim ismimi kafirlere karşı anma ki onlar ismimi hor ve hakir görmesin, hafife almasınlar. Ama ismimi dostlarımın yanında yad et ki, onlar ismime saygı duysunlar" demek istemiştir.

Hediyeleşme

Altıncı İncelik: Nahivciler, ayetin başındaki (... diği zaman) edatının, "tesbih et" fiili ile mansub olduğunu söylemişlerdir. Buna göre takdir, "Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman, Rabbini hamd ile tesbih et" şeklindedir. Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ben zamanı, senin istediğin, yardım, fetih ve zaferin zarfı yaptım. Bu zarfı da, bu tür şeylerle doldurdum ve sana gönderdim. Binâenaleyh sen, bunu Bana boş olarak geri gönderme, aksine, "Hediyeleşin, dostluk kurun" hakikati gerçekleşsin diye, kullukla doldurup gönder. Binâenaleyh sanki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben fakirim, senin bu hediye zarfını neyle doldurayım?" demiş de, Cenâb-ı Hak da, adeta sanki, "Eğer başka bir şey bulamıyorsan, en azından lisanını, tesbih, hamd ve istiğfarla hareket ettir..." demiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu yapınca, "hediyeleşin..." emrinin manası tahakkuk etmiş oldu. Bu tahakkuk edince de, şüphesiz, "karşılıklı muhabbet besleyin" emri tahakkuk etmiş oldu. İşte bu yüzden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Habibullah - Allah'ın sevgilisi" olmuştur.

Yedinci İncelik: Cenâb-ı Hak adeta şöyle der: "Yardımım, fetih, sana gelip de, insanlar da senin dinine bölük bölük girdiğinde, sen de tesbih, hamd ve istiğfarla meşgul ol. Çünkü Ben, "Eğer şükrederseniz, mutlaka (nimetinizi) arttırırım" (İbrahim,7). Böylece senin, bu taatlarla meşgul olman, dünya ve ahirette derecelerinin artmasına sebep olur. Binâenaleyh, hiç şüphesiz, "Biz sana kevseri verdik" ifadesinde yapmış olduğumuz va'dimiz gerçekleşinceye değin hep teatti etmeye devam edeceksin.

Sekizinci İncelik: İman, ancak şu iki şeyle tamamlanır. Nefy ve isbat; beraat ve velayet (dostluk). O halde, nefy ve beraeti, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, sizin taptıklarınıza tapmam" ifadesi; isbat ve velayeti ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın ... yardımı gelince..." ayeti isbat etmektedir. Şu halde, işte bu sûre ile alakalı olan izahların tümü bundan ibarettir.

Bil ki, bu ayette, bir takım sırlar bulunmaktadır. Ve bu sırların izahı, bir soru ve cevap ile mümkündür.

Feth İle Nasr Arasındaki Fark

Birinci Soru: "en-Nasr" ile "el-Feth" arasında ne fark vardır ki, "feth", "nasr" üzerine atfedilmiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

a) "en-Nasr", elde edilmek istenen şeyi, elde etmek için yapılan yardımı; "el-Feth" ise, muallakta olan neticeyi elde etmek ve gerçekleştirmek demektir. Şimdi, "nasr"ın, "feth"in bir sebebi gibi olduğu açıktır. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, önce "en-Nasr"ı zikretmiş, sonra da "feth"i ona atfetmiştir.

b) Şöyle denilmesi de muhtemeldir: Nasr, dinin kemalidir; feth ise, nimetin tamamı olan, dünyevî ikbaldir. Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu gün sizin dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım" (Maide, 3) ayetidir.

c) Nasr, dünyada, Minâ'da elde edilen zaferdir; feth ise, cennet ile tahakkuk edecektir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, "ve o (cennetin) kapılan açıldığında..."(Zümer,73) buyurmuştur. "Nasr" hususundaki görüşlerin en açığı, bununla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kureyş'e veya bütün Arablara galib geleceğinin kastedilmesidir.

Yardımlar Çok İken Mekke Fethine Tahsis

İkinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hep sürekti olarak delil ve mucizelerle desteklenmiştir. Binâenaleyh, "yardın 'ın, Mekke'nin fethine tahsis edilmesinin hikmeti nedir? Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Bu yardım ile, insan tabiatına uygun yardım kastedilmiştir. Mutlak nasr ifadesi, hususi anlamdaki nasr'a delalet eder biçimde gelmiştir; çünkü, bu yardımın, ehl-i dünyanın kalbindeki etki ve konumunun büyüklüğünden ötürü, bundan öncekiler adeta bir hiç mesabesine indirgenmiştir. Çünkü, cennete girildiğinde, oraya girmeyi sağlayan mükafaatlar, adeta, hiç tadılmamış nimetler gibi algılanır. İşte bu hususa, Cenâb-ı Hak, "Öylesine sarsıldılar ki, o peygamber ve onunla birlikte inananlar, "Allah'ın yardımı nerede?!" dediler" (Bakara, 214) ayeti ile İşaret etmiştir.

b) Belki de bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberleri için hükmettiği, dünyevi işler hususundaki, Allah'ın yardımı kastedilmiştir. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın eceli geldiğinde, o ertelenmez..."(Nûh. 4) ayeti gibidir.

Yardım Zaten Ancak Allah'tan

Üçüncü Soru: Yardım, zaten, sadece Allah'tan olur. Çünkü, Allahü teâlâ, "Yardım, ancak Allah katındandır" (Enfal, 10) buyurmuştur. O halde, "Allah'ın yardımı" ifadesindeki bu kaydın, fayda ve hikmeti nedir?

Cevap: Bu, "Bu, ancak Allah'a yakışan, ancak O'nun yapabileceği bir yardımdır. Veyahutta bu, ancak Allah'ın hikmetine uygun bir yardımdır" demektir ki, bu tıpkı, "Zeyd, o sanatı mükemmel ve muhkem yapmakla meşhur olduğu zaman, "Bu, başkasının değil, Zeyd'in sanatıdır" denilmesi gibidir ki, bununla, o sanatın mükemmel ve büyük oluşu kastedilmiştir. İşte burada da böyledir. Veyahut da, bu, "Allah'ın yardımı nerede?" şeklinde yapılan dualarına icabet ettiği için "Allah'ın yardımı..." şeklinde ifade edilmiştir.

Dördüncü Soru: "Yardım"ı, "gelme" ile nitelemek, mecazdır. Hakiki anlamdaki ifâde ise "Allah'ın yardımı vaki olduğunda..." şeklindedir. Binâenaleyh, hakiki ifadenin bırakılıp da, mecazi ifadenin zikredilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Burada bir takım işaretler bulunmaktadır:

1) İşler, vakitlerine bağlanmışlardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, önce, sonra olmanın; değişmenin ve tebeddül etmenin imkansız olacağı bir biçimde, her hadisenin meydana gelmesi için belli sebepler ve vakitler takdir etmiştir. Binâenaleyh, o vakit ve o zaman gelip çattığında, onunla birlikte o iş de olup biter. İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Herşeyin hazineleri, ancak bizim katırnızdadır. Ve bizherşeyi, belli bir miktar ile indiririz..."(Hicr, 21) ifadesiyle işaret etmiştir.

2) Bu lafız, bu yardımı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iştiyak içinde gibi olduğuna delalet etmektedir. Zira bu yardım, Cenâb-ı Hakk'ın va'di gereği, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hakkı idi ve o, buna müstehak idi. Şu halde, bu demektir ki, gerekçe mevcut idi. Ancak ne var ki, neticenin geri kalması, şartın tahakkuk etmeyişinden kaynaklanır. Binâenaleyh, bu yardım, tıpkı muallakta olan ağır bir şey gibi olmuş olur. Çünkü, onun ağırlığı düşmeyi iktiza eder. Ancak ne var ki, onun bağlı olması, buna manidir. O halde bu demektir ki, ağır bir şey, düşmeye iştiyak duyuyor gibi olur. Binâenaleyh, buradaki bu yardım da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müştak gibi olmuş olur.

3) Yokluk alemi, ucu bucağı olmayan, sınırsız bir alem olup, bu, zulmetler alemidir. Ancak ne var ki, bunun dibinde cömertlik ve rahmet kaynaklan vardır ki, bu, Allah'ın cömertliğinin ve yoktan var edişinin kaynağıdır. Derken, cömertlik ve nurlar denizi, kollara ayrılmış ve akmaya başlamıştır. Bu nehrin akışı, her an, belli bir yere ve belli bir mekana ulaşmasını gerektirir. Binâenaleyh, Allah'ın rahmet ve nusratının denizi, ezelden itibaren akmaya başlamıştır. Buna göre adeta şöyle denilmek istenmiştir: "Ey Muhammed! Rahmet ve yardım denizinin gelip ve sana ulaşması zamanı yaklaşmıştır. Binâenaleyh, bu denizin dalgaları geldiğinde, tesbih, tahmid ve istiğfarla meşgul ol..." O halde bu demektir ki, bu üç şey, rububiyet denizinden, ancak kendileri sayesinde kurtulmanın mümkün olduğu birer gemidirler. İşte bu yüzden, atan Nûh peygamber, kahr ve kibriya denizine binince, "Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır" (Hûd,41) demek suretiyle, Allah'dan meded ummuştur.

Sahabenin Fiillerinin Allah'a İşareti

Beşinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Mekke'nin fethi konusunda yardımcı olanların, muhacir ve ensardan oluşan sahabeleri olduğu hususunda şüphe yoktur. Ama, gel gör ki, Allahü teâlâ, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan yardım ve desteklerini "Allah'ın yardımı" diye adlandırmıştır.O halde, sahabe-i kiramdan sudur eden bu fiilin, Allah'a nisbet edilişinin sebebi nedir?

Cevap: Bu, kaza ve kader sırrının ummanının, kendisinden kaynaklandığı bir okyanıstur. Bu böyledir, zira, onların fiilleri de, Allah'ın fiilidir. Ve izahı şöyledir:

Kulların fiilelri, onların kalblerindeki, müsbet şeylere çağıran sebepler (devâî) ve kötü şeylerden men eden şeylere (savârif)e nisbet edilmişlerdir. Halbuki, bu "devâî" ve "savârif'ler, hadis, sonradan olan şeylerdir. Binâenaleyh, bunların bir "muhdis"inin olması gerekir. Bu ise, bir kul değildir; aksi halde, teselsül gerekir. Binâenaleyh, bunun, mutlaka Allahü teâlâ olması gerekir. Bu sebeple, ilk başlangıç ve en uzak müessir de, Allah; en yakın başlangıç (mebde') da, o kul olmuş olur. İşte bu açıdan, bizatihi sahabe-i kirama nisbet edilen bu yardım işi, aslında Allah'a nisbet edilmiştir. İmdi, eğer, "Sizin bahsettiğiniz bu takdire göre, kulun fiili, neticede Allah'ın fiiline dayanmış olur. Halbuki, bu, nassa aykırıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Eğer sizler Allah'a yardım ederseniz, o da size yardım eder... "(Muhammed, 7) buyurmuş, böylece, bizim, O'na yapacağımız yardımı, O'nun bize yapacağı yardımdan önce getirmiştir" denilirse, buna da şöyle cevap verebiliriz: Allahü teâlâ'dan bir fiilin sudur edip de, O'nun da, bizden herhangi bir fiilin suduruna sebep olmasında; sonra, bizden sudur eden bu fiilin de, Hak teâlâ'dan sudur eden başka bir fiile bağlanmasında bir imkansızlık yoktur. Çünkü, hadiselerin sebepleri ve neticeleri, beşerî akılların ekserisinin, keyfiyetini idrakten aciz oldukları ilginç ve acib bir halka oluştururlar.

Allah ve Rab İsimleri

Altıncı Soru: (......) edatı, gelecek için kullanılır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, ilerde olacak bir va'di zikredince, (......) buyurdu; ve kendi zatını da, "Allah" ismiyle zikretti. Ama, "Rabbinden bir yardım gelecek olursa, onlar, "Biz de sizinle beraberdik" derler.."(Ankebüt, 10) buyurmak suretiyle, geçmiş bir yardımı dile getirince ise, zatını, "Rab" lafzıyla zikretmiştir. Acaba, bunun sebebi ne olabilir?

Cevap: Cenâb-ı Hakk'tan, o fiil sudur edince, O, Rabb olur. Ama, fiil meydana gelmezden önce ise, O, Rab değil, ilahıdır...

Allah'a Vaadini Yapmak Vacip Midir?

Yedinci Soru: Allahü teâlâ, "Eğer Allah'a yardım ederseniz, o da size yardım eder" (Muhammed, 7) buyurmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Ey kafirler! Ben, sizin taptığınız putlara ibadet etmem" demekle Allah'ın dinine yardım etmiştir. Dolayısıyla, işte bu va'di gereği, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmesi, vacib olmuştur. İşte bu sebeple de, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, Allah'ın yardımı geldiğinde..." buyurmuştur. Şimdi sen, (ey Razı), bu yardımın Cenâb-ı Hakk'a vacib olduğunu söyleyebilir misin?

Cevap: Vacib ve gerekli olmayan şey bazan, Cenâb-ı Hakk'ın va'di gereği vacib olur. İşte bundan dolayı, kerim olan kişinin va'di, borçlunun borcundan daha gerekli, daha elzem olur. Nasıl böyle olmasın ki, babaya, çocuğuna yardım etmesi, mevlaya (efendiye) da, kölesine, kuluna yardım etmesi gerekir. Hatta, yabancı karşısında tek ise ona yardım etmek ittifakla vacibtir, velevki namaz kılıyor bile olsa. Allahü teâlâ hakkında ise, bir değil, birkaç sebep oluşmuştur. Dolayısıyla da Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, cömertliği ve ikramı ile va'dde bulunmuştur. Ve O Allah, kuluna, babanın çocuğuna, efendinin kölesine olan şefkatinden daha fazla şefkatli ve merhametlidir. O Allah, mülkü bakımından bir Velî (Dost), o hükümranlığı açısından da bir Mevlâ (Efendi)dir. Üstlendiği şeyleri hakkıyla yerine getirendir. Tekdir. Birdir. İkincisi yoktur! Binâenaleyh, keremi ve cömertliği gereği, kuluna yardımda bulunması, ona düşmüştür, İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hak, "Allah'ın yardımı geldiği zaman..." buyurmuştur.

Feth

Ayetteki, "... ve fetih..." ifadesine gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:

Mekke Fethine Hazırlanan Zemin

İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, bu ayette geçen "feth" kelimesiyle Mekke'nin fethi kastedilmiştir. Ve bu, kendisi için, "Fetihlerin fethi!" ismi verilen bir fetihtir. Rivayet olunduğuna göre, Hudeybiye anlaşması olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geri dönünce, Kureyş'in antlaşmalı olduğu bazı kimseler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le antlaşmış olan Huzâ'a kabilesine baskın düzenlediler. Bunun üzerine o kavmin elçisi geldi ve bu durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verdi. Bu durum, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ağır geldi. Sonra Hazret-i Peygamber, "Bilin ki, ortaya çıkan bu hadise, bana, Allah katından bir zaferin geleceğini haber vermektedir..." dedi, sonra da ashabına dönerek şöyle buyurdu: Göreceksiniz Ebû Süfyan gelip anlaşmayı yenileme peşinde koşacaktır." Gerçekten, bir saat geçmeden Ebû Süfyan gelip bu talepte bulundu. Ama buna ne Resülullah ne de Sahabenin büyükleri olumlu cevap vermediler. Bunun üzerine, o Hazret-i Fatıma'ya başvurdu, bu da kendisine fayda sağlamadı. Nihayet, ümitsiz olarak Mekke'ye döndü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Mekke'ye giderek, (Mekke'nin fethi için) hazırlık yaptı.

Hatıb (radıyallahü anh)'ın Mektubu

Rivayet olunduğuna göre, Beni Haşim'den birisinin mevlası (kölesi) olan Sâre, Medine'ye gelir; bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona, "Müslüman olarak geldin, öyle mi?" diye sorar. O da, "Hayır, ne var ki siz, seyyidsiniz, benimse, ihtiyacım var..." der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onu, Benû Abdilmuttalib'e gönderir; onlar da onu giydirir, azığını da temin ederek, gideceği yere yollarlar. Bu arada Hâtıb ibn Belte'a da, Sâre'ye on dinar verir ve muhtevası şu şekilde olan bir mektubu Mekke'ye götürmesini ister: "Bilin ki, Allah'ın resulü, sizi kafasına koymuştur. Binâenaleyh, tedbirinizi alın..." Ve, Sâre çekip gider. Cebrail (aleyhisselâm), bu haberi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iletir; bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'yi ve Ammâr'ı, bir takım içinde onun peşinden gönderir. Ve onlara, o mektubu almalarını emreder ve eğer vermezse, "Boynunu vurun..." der. Onlar, ona yetişirler, ama o, inkar eder ve bu arada böyle bir şey taşımadığına yemin eder. Derken, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) kılıcını çeker ve "Allah bizi hiç yalana çıkarmadı" der. Bunun üzerine kadın, o mektubu, örükleri arasından çıkarır. Müteakiben, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hâtıb'ın, huzura getirilmesini ister. Ve Hâtıb huzura gelince de, "Seni buna sevkeden nedir?" diye sorar. O da, "vallahi, müslüman olduğumdan bu yana kafir olmadım. Ve, Mekke'den ayrıldığımdan beri, onları sevmedim, onlarla dostluk kurmadım. Ne var ki ben, Kureyş içinde bir yabancı gibiyim. Sizinle birlikte hicret edenlerin hepsinin, Mekke'de çoluk çocukları himaye eden yakınları var. İşte bu yüzden ben, ailem hakkında endişeye kapıldım da, Kureyş nezdinde bir yer edinmek istedim..." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "Bırak, şu münafığın boynunu vurayım..." deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Ömer, ne biliyorsun, belki de Cenâb-ı Hak, Bedir'e katılanlara rahmet nazarıyla baktı da, işte bu yüzden, "İstediğinizi yapın, çünkü ben, sizi bağışladım..." dedi..." buyurdular da, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in gözleri yaşla doldu.

Fetih Ordusu ve Ebû Süfyan

Sonra Allah'ın Resulü çıktı; derken, Merrizzahrân'a vardı ve orada konakladı... Abbas ile Ebû Süfyan ona geldiler ve ondan izin istediler. O da, özellikle amcasına izin verdi. Bunun üzerine de Ebû Süfyan, "Ya bana da izin verirsin, ya da oğlumu çöle götürürüm, o da orada, açlıktan ve susuzluktan ölür..." dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbi rikkate geldi ve ona da izin verdi; sonra da şöyle dedi: "Müslüman olman ve Allah'ı birlemen zamanı gelmedi mi?" O da, "O'nun bir olduğunu sanıyorum. Zira, burada, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, bize yardım ederdi..." diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Peki, benim, Allah'ın Resulü olduğumu bilmen ve ikrar etmen zamanı gelmedi mi?" diye sorunca da, o, "Muhakkak ki, benim bu konuda bir şüphem var..." diye cevap verdi. Bunun üzerine Abbas söze karışarak, "Ömer seni öldürmeden müslüman ol..." deyince, o, "Ya ben Uza'yı ne yapacağım..." diye cevap verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer "Şayet sen, Allah Resulünün huzurunda olmasaydın, muhakkak senin boynunu vururdum..." dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan, "Ey Muhammed, bu basit insanları bırakıp da, kavmin ve kabilenle barış yapman daha uygun ve evla değil mi? Mekke sakinleri senin kavmin ve yakınların. Bu sebeple, onları saldırıya ve yağmaya maruz bırakma" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bu insanlar bana yardım ettiler, destek verdiler ve benim canımı müdafaa ettiler. Mekke halkı ise, beni kovdu ve bana zulmetti. Eğer Mekkeliler esir edilirlerse, kendi kötü davranışları yüzündendir!.." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abbas'a, onu götürmesini ve askeri görmesi için, gözetleme yerinde tutmasını emretti. Herbir bölük önünden geçtiğinde, o, "Bu kim?" diye soruyor, Abbas da, "Bu, ordu komutanlarından falanca..." diyordu. Derken, ancak gözbebekleri görünebilen, yeşil bölük geldiğinde, o bunları da sordu. Abbas da, "Allah'ın Resulü, bu.." deyince, o, "Muhakkak ki, yeğenine büyük bir güç ve mülk verilmiş!" dedi. Abbas da, "Bu nübüvvettir.." deyince, "Nübüvvet!? Ne uzak!.." diye cevap verdi.

Mekke'ye Giriş

Sonra haberci geri döndü ve Mekke'ye girdi. Ve şöyle seslendi: "Muhammed, hiçbirimizin karşı duramayacağı bir ordu ile gelmiş!.." Bunun üzerine Hind bağırdı ki "Bu haberciyi öldürün..." dedi ve sakalından yakaladı. Bunun üzerine adam bağırdı ve Hind'i kendinden uzaklaştırdı. Ebû Süfyan sabahleyin müslümanların ezanını duyduğunda, -ki müslümanlar onbin kişiydiler- bundan şiddetli bir korku duydu ve Abbas'a bunu sordu. O da ona, namaz işini anlattı. Derken Allah'ın Resulü binitinin üzerinde olduğu halde, Mekke'ye girdi; tevazu ve şükründen ötürü de, tıpkı secde halindeymiş gibi, sakalı da, eğerin ön kaşı üzerindeydi. Sonra, Ebû Süfyan eman diledi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine, "Ebû Süfyan'ın evine giren, emniyet içindedir.." dedi; Ebû Süfyan da, "Evimin alabileceği kadar kimse..." diye ekledi. Hazret-i Peygamber yine, "Mescide giren kimse de, emindir" buyurunca, o, "Mescidin alabildiği herkes..." diye ekledi. Hazret-i Peygamber devamla, "Silahını bırakan, güvendedir. Kapısını örten güvendedir." Sonra Allah'ın Resulü, Mescid'in (Kâ'be'nin) kapısında durdu ve şöyle dedi: "Allah'dan başka ilah yoktur. O, tekdir. Vadinde durdu, kuluna yardım etti, yalnız başına hizipleri, müşrik ordularını hezimete uğrattı.." Sonra da şöyle seslendi: "Ey Mekkeliler, size ne yapmamı bekliyorsunuz?" "Ey, cömerd âlicenap kardeş ve âlicenap bir kardeşin oğlu; hayır ve iyilik..." deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Gidin... Serbestsiniz sizler..." dedi ve onları salıverdi. Bundan dolayıdır ki Mekke halkı, fulaka (salıverilenler) diye isimlendirilmiştir. İşte bundan dolayı, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Muaviye'ye o, "Allah bize, sizin boyunlarınızı vurma gücü ve imkanı verdiğinde, biz sizi azad etmiştik..." anlamında, "Efendi ile azadlısı nasıl müsavi olur?!" derdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), (......) buyurmamış, bilakis (......), buyurmuştur. Çünkü "mu'tak" 'ın köleliğe döndürülmesi caiz değildir. Ama, boşanmış olan kadın (......) nikah bağına geri dönebilir. Ve henüz onlar küfür üzere bulunuyorlardı. Bu sebeple, hainlik edip de, ikinci bir kez köleleştirilmeleri mümkün ve caiz idi. Bir de, talak, kadınlara has bir şey idi. Onlar da silahlarını bırakmışlar, tıpkı kadınlar gibi evlerine çekilmişlerdi. Bir de şu var: Mu'tak (......)ın yolu açılıp serbest bırakılır; o, dilediği yere gider. Ama, "mutallaka" (boşanmış kadın) ise, iddet beklemek için evinde oturup bekler. Bundan ötürü onlar, kadınlar gibi, Mekke'de oturmakla emrolunmuşlardı. Sonra Mekkeliler, bey'at ettiler. Böylece de, bölük bölük Allah'ın dinine girer hale geldiler.

Rivayet olunduğuna göre, Allah'ın Resulü, dördü kuşluk namazı; diğer dördü de, Allah'a şükretmek için nafile olmak üzere sekiz rekat namaz kıldı. İşte, Mekke'nin fethinin kıssası budur. Müfessirler nezdinde, meşhur olan da, bu sûredeki "feth"den muradın, Mekke'nin fethi olduğu şeklindedir. Bu "feth"den muradın Mekke'nin fethi olduğuna delalet eden şeylerden birisi de şudur: Cenâb-ı Hak "feth"i, "nasr-yardım, zafer" ile birlikte, yanyana zikretmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) daha önce, Bedir'de olduğu gibi, yardıma mazhar olmluş, ama fetih müyesser olmamıştı. Aynı şekilde, Benu'n-Nadîr gazvesinde, onların sürülmesinden olduğu gibi, fethe mazhar olmuş, ama yardım ve nusrete mazhar olmamıştı. Zira o, o beldeyi fethetmiş, ama insanları esir almamıştı. Ama, Mekke'nin fethi gününe gelince, burada, şu iki husus da tahakkuk etmiştir: Yardım ve fetih... Öyle ki, bütün Mekkeliler onun kölesi gibi olmuş, o da onları azad etmiştir.

Fetih: Hayber Fethi Diyenler

İkinci görüşe göreyse, bu fetihten maksat, Hayber'in fethidir. Bu fetih, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin eliyle tahakkuk etmiştir, ki, kıssa gayet meşhurdur.

Hayber'de Hazret-i Al ve Halid b. Velid

Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh), yanına şecaat ve cesarette kendisiyle boy ölçüşen Halin ibnu'l-Velîd'i almıştı. Kale duvarına merdiven dayatılınca Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Halid'e, "öne geçecek misin?" deyince, Halid, "Hayır" dedi. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) öne geçip, çıktı, Halid ona, "Ne kadar yükseldin?" diye sordu. O da, "Korkunun şiddetinden, bilemiyorum" diye cevap verdi. Rivayet olunduğuna göre Halid ibnu'l-Velîd, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye, "Beni güreşte yenebilir misin?" diye sorunca, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Seni ben, daha önce yenmedim mi ki?" dedi. Halid de, "Evet ama bu, müslüman olmamdan önce idi..." dedi. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin onunla görüşmekten çekinmesinin sebebi muhtemelen şu idi. O, Halid'in "Ali bile kendisinden çekiniyor" diye ün kazanmasını uygun görüyordu. Yahut ta Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Ben seni kafirken yenmiştim. Ama şu anda sen müslümansın. Benim seni yere sermem, yenmem güzel olmaz" diye düşünmüştür.

Taif'in Fethi Diyenler

Üçüncü görüşe göreyse, bununla Taif'in fethi kastedilmiş olup, bu hadise, uzuncadır.

Şirke Karşı Bütün Fütuhatlardır

Dördüncü Görüş: Bu ifadeden murad, kafirlere karşı muzafferiyet ve yardım; mutlak anlamda, şirk beldelerinin fethedilmesidir. Bu, Ebû Müslim'in görüşüdür.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Açılan İlimlerdir

Beşinci görüşe göreyse, Cenâb-ı Hak feth ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e fethedip açtığı ilimleri murad etmiştir. "De ki: "Ya Rabbi ilmimi artır"(Taha, 114) ayeti de bu manadadır. Fakat ne var ki, ilmin meydana gelmesinden önce mutlaka, göğüs genişliğinin ve kalb tasfiyesinin bulunması lazımdır. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın yardımı geldiğinde..." ifadesinden murad edilen de budur. Cenâb-ı Hakk'ın yardımı ile, O'nun, taat ve hayırları işlemeye yardım etmesinin; feth ile de, makûlât ve ruhaniyat aleminden yararlanmanın murad edilmiş olması da muhtemeldir.

Sûrenin Nüzul Zamanı

Biz, "feth"i, Mekke'nin fethi manasına hamledersek, işte o zaman şunu deriz ki: Alimlerin, bu sûrenin nüzul vakti hakkında iki görüşü bulunmaktadır:

1) Mekke'nin fethi, hicri sekizinci senede meydana gelmiştir. Bu sûre de, hicri onuncu senede nazil olmuştur. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin nüzulünden sonra, yedi gün yaşamıştır. Bundan ötürü bu sûre, "veda sûresi" diye de isimlendirilmiştir.

2) Bu sûre, Mekke'nin fethinden önce nazil olmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Mekkelilere karşı, ona yardım edeceğine ve Mekke'nin fethini ona müyesser kılacağına dair bir va'd ve müjdesidir. Bunun bir benzeri de, "Sana Kur'ân'ı farz kılan Allah, seni muhakkak döneceğin yere döndürecektir"(Kasas, 85) ayetidir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman"buyruğu, gelecek zamanı iktiza eder; zira, olup bitmiş bir şey hakkında, "Geldiğinde, ... olduğunda..." denilmez. İşte bu görüş doğru olunca, bu ayet-i kerime, haber verdiği şeyin bir zaman sonra, aynen haber verildiği gibi doğru çıkması ve tahakkuk etmesi bakımından, mucizeler cümlesinden olmuş olur. Zira, gaybtan haber vermek, bir mucizedir. İmdi, şayet, "Cenâb-ı Hak niçin yardımı Allah'a nisbet etti de (Allah'ın yardımı), "feth"İ, eliflâmlı ) zikretti?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Eliflâm, daha önce geçmiş olan malum ve ma'kud bir şey için gelmiş olup, bu da, "Mekke'nin fethine" racidir.

İnsanların Fevc Fevc İslama Girince

1 ﴿